İLAHÎ Işkun aldı benden beni Bana seni gerek seni Ben yanaram dün ü güni Bana seni gerek seni
Ne varlığa sevinürem Ne yokluğa yerinürem Işkunıla avunuram Bana seni gerek seni
Işkun âşıklar öldürür Işk denizine daldırır Tecellîyle doldurur Bana seni gerek seni
Işkun zencîrini üzem Delü olam dağa düşem Sensin dün ü gün endîşem Bana seni gerek seni
Eğer beni öldüreler Külüm göğe savuralar Toprağım anda çağıra Bana seni gerek seni
Sûfîlere sohbet gerek Ahîlere ahret gerek Mecnûn'lara Leylâ gerek Bana seni gerek seni
Ne Tamu'da yer eyledüm Ne Uçmak'da köşk bağladum Senin içün çok ağladum Bana seni gerek seni
Cennet cennet dedikleri Bir ev ile birkaç hûrî İsteyene virgil anı Bana seni gerek seni
Yûsuf eğer hayâlini Düşde göreydi bir gice Terk ideyidi mülklerin Bana seni gerek sen
ışk: Aşk. dün ü gün: Gece ve gündüz. yerinmek: Kederlenmek, üzülmek, mahzun olmak. tecellî: Allah'ın sırlarının ve kudretinin doğa, şahıs ve nesnelerde görünmesi. üzmek: Koparmak, ayırmak, kesmek. ahî: Ahîlik teşkilatında bulunan, fütüvvet ehli, kardeş. tamu: Cehennem. uçmak: Cennet. virgil: Vermek fiilinin ikinci tekil kişi çekimi: Ver. an: Üçüncü tekil kişi zamiri: O. od: Ateş. maksûd: İstenen, amaçlanan. METNİN İNCELEMESİ A. Şiir ve zihniyet: Tarihin belli bir döneminin toplumsal, siyasi, idari, askerî, sivil, ekonomik vb. gerçekleri sonucunda söz konusu dönemde oluşan duygu, anlayış ve zevk bütününe zihniyet denir. Bu şiir, 13. yüzyılda, Anadolu'da oluşturulmuştur. Birçok siyasi, ekonomik, kültürel, askerî, sosyal sorunun yaşandığı bu dönemde zihniyet üzerinde etkili olan en önemli unsurlar İslamiyet ve tasavvuftur. Bu nedenle de bu dönemde oluşturulan edebî metinlerde çoğunlukla tasavvufi temalar ele alınmış; bu temalar herkesin anlayabileceği bir dille ortaya konmuştur. İslamiyet'e ve tasavvufa gönülden bağlı bir şair olan Yunus Emre, bu şiirini dönemin zihniyetine uygun biçimde oluşturmuştur. Tasavvuf, insanın manevi yönünü öne çıkaran, kişinin içsel dönüşüm geçirerek Allah'a ulaşmasını amaçlayan bir duyuş, düşünüş ve yaşayış sistemidir. Tasavvufu benimseyen, yaşamını bu anlayışın gereklerine göre biçimlendiren kişilere mutasavvıf (sûfî) denir. Tasavvufta Allah'a ulaşıp onda yok olmaya fenafillah; Allah'a ulaşmak için yapılan manevi yolculuğa süluk, yolcuya da sâlik denmiştir. Tasavvufa göre bu yolculuğa ancak bir rehber (mürşit, şeyh) yardımıyla çıkılabilir. Sâlik, duyu organlarıyla keşfedemediği ilâhî sırları, bir rehberin yardımıyla ve sezgi gücüyle keşfe başlar. Buna irfan denir. Mutasavvıflara göre, Allah, ilimle değil, irfanla bilinir. İrfanın kaynağı ise kalptir. Bunun için tasavvufta kalbin oldukça önemli bir yeri vardır. Bireysel yaşantı ve deneyimlerle anlam, değer ve yaşarlık kazanan bir sistem olan tasavvuf, toplumsal hayattaki varlığını tarikatlar aracılığıyla somutlaştırmıştır. Bektaşilik, Mevlevilik, Halvetilik gibi isimler alan tarikatlar, kendi aralarında birtakım farklılıklar gösteren tasavvufi kurumlardır. Mutasavvıflar, tasavvufi yaşantıyı anlatmak için "Tatmayan bilmez!" demişlerse de tasavvuf pek çok kişi tarafından tanımlanmaya çalışılmıştır. Bu tanımlardan birkaçı şöyle gösterilebilir: -Tasavvuf, gerçekleri almak, halkın elinde bulunandan umut kesip yüz çevirmektir. -Tasavvuf, güzel ahlaktır. -Tasavvuf, kişinin kendisini Allah'ın dilediği şey üzerine bırakıverip onun iradesine mutlak şekilde teslim olmasıdır. -Tasavvuf, karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiçbir kaygı duymadan Allah ile birlikte olmaktır. Duyu organlarını devreden çıkararak ruhun üfleyişlerine kulak vermektir. -Tasavvuf, kafanda ne varsa bırakman, elinde olanı vermen ve başına gelenden sızlanmamandır. -Tasavvuf, Allah dışındaki her şeyden el çekmek, tanınmamayı seçmek ve hayırlı olmayan şeylerden sakınmaktır. -Tasavvuf, kalbi Allah'a bağlayıp onun dışındakilerle ilgiyi kesmektir. Tarikatlara mensup olanların barındıkları, ibadet ve tören yaptıkları yerlere tekke (dergâh) denir. İslam dünyasında medreseler tefsir, hadis, fıkıh gibi dinî ilimlerin yani İslam'ın görünen yüzünün öğretildiği yerler olmuştur. Tekkeler ise İslam'ın içsel boyutunun yaşandığı, tasavvufi öğretilerin aktarıldığı, zikir ayinlerinin yapıldığı mekânlar olarak işlev görmüştür. B. Şiirde yapı: Şiirler çeşitli yapı birimlerinden oluşur. Anlam ve sesin kaynaşmasından oluşan mısra, beyit, dörtlük, bent gibi yapı birimleri, belli bir temaya ve düzene göre birleşerek nazım şekli denilen yapıları oluşturur. Bu şiirin birim değeri (nazım birimi) dörtlüktür. Dörtlüklerdeki mısralar koşma nazım şekline göre (abab cccb dddb) kafiyelenmiştir. C. Şiirde tema: Bir şiirdeki yapı birimlerini bir arada tutan en önemli unsur, temadır. Bu şiirin teması Allah aşkı, Allah'a kavuşma isteğidir. Bu tema şiirin tümüne yayılmıştır. Ç. Şiir dili: Bu şiir Eski Anadolu Türkçesiyle oluşturulmuştur. Eski Anadolu Türkçesi, 13. yüzyıl başlarından 15. yüzyıl sonlarına kadar Anadolu ve Rumeli'de konuşulan Oğuzca temelindeki Türkçedir. Eski Anadolu Türkçesiyle oluşturulan metinler, Arap alfabesiyle kaleme alınmıştır. Bu metin öncelikli olarak dinî ve tasavvufi bir coşkuyu dile getirmek için oluşturulmuştur. Başka bir deyişle şairin asıl amacı edebî sanat yapmak, edebî metin oluşturmak değil; içindeki Allah aşkını tüm gerçekliği ve içtenliğiyle ifade etmektir. Şiir, bu amaç doğrultusunda oluşturulduğundan şiirde birkaç telmih dışında neredeyse hiçbir edebî sanat kullanılmamıştır. D. Şiirde ahenk: Şiir sekizli hece ölçüsüyle oluşturulmuştur. Şiirin bazı dizelerinde yarım, bazı dizelerinde tam kafiye kullanılmış; bazı dizelerinde ise birbirini çağrıştıran seslerle ahenk oluşturulmaya çalışılmıştır. Şiirde uzun ünlüleri barındıran "âşık, tecellî, sûfî, hayâl" gibi kelimelere de yer verilmiştir. Türkçenin aslında uzun ünlü yoktur. İçinde bu ünlülerin bulunduğu kelimeler, Türkçeye İslamiyet etkisinde şekillenen Arap ve Fars edebiyatlarından geçmiştir. Eski Anadolu Türkçesiyle Bugünkü Türkiye Türkçesi (Çağdaş Türkiye Türkçesi) arasındaki en önemli farklar şunlardır: 1. Günümüzde "t" ile başlayan bazı ekler Eski Anadolu Türkçesinde "d" ile başlamıştır: aç- tım-açdum, başta-başda vb. 2. Gelecek zaman (-acak, -ecek) eki olarak Eski Anadolu Türkçesinde "-ısar, -iser" ya da "-ası, -esi" ek I eri kul Ianılmıştır: bu I aca- ğım-bulasarum, görecektir-göresidür vb. 3. Bildirme eki (-dır, -dir) olarak bazı metinlerde bu ekin eski şekli olan "-durur" kullanılmıştır: vardır-vardurur vb. 4. Eski Anadolu Türkçesinde kullanılan bazı ekler Bugünkü Türkiye Türkçesinde kullanılmamaktadır. Bu eklerin en önemlileri şunlardır: * "gibi" edatının yerini tutan "-layın": yağmur gibi-yağmurlayın, benim gibi-bencile- yin… * Emir kipi eki olarak kullanılan "-gıl, -gil": al-algıl, ver-virgil vb. * Bazı zarf-fiil ekleri: görünce- göricek, açarak-açuban vb. 5. Bugün büyük uyumuna uymayan bazı ekler Eski Anadolu Türkçesinde büyük uyumuna uymuştur: yarınki-yarınkı vb. 6. Eski Anadolu Türkçesinde küçük ünlü uyumu yoktur: açık-açuk, gördü-gördi vb. E. Şiirde gerçeklik ve anlam: Yunus Emre bu şiirinde ne somut dünyanın gerçekleri üzerinde yoğunlaşmış ne de şiir dünyasının kendine özgü olanak ve gerçeklerinden yola çıkarak imge yaratmaya çalışmıştır. O, bu şiirinde bilgi, his, coşku ve tecrübelerinden yola çıkarak dinî ve tasavvufi bir gerçek olan Allah aşkını, Allah'a kavuşma isteğini dile getirmiştir. Şiirdeki kelimeler, bu gerçeklik bağlamında anlam kazanmıştır. F. Şiir ve gelenek: Bu metin, ilahi yazma ve söyleme geleneğinin en bilinen ve sevilen metinlerinden biridir. Bu geleneğin ilk ürünleri sayılan hikmetler, Orta Asya'da Ahmet Yesevî tarafından oluşturulmuştur. Yunus Emre, bu geleneğin Anadolu'daki en önemli ve yetkin temsilcisidir. Tanrı'yı öven, onun birliğini, yüceliğini, kudretini dile getiren şiirler olan ilahiler, hece ölçüsünün çoğunlukla sekizli, yedili ve on birli kalıplarıyla oluşturulmuş; bunlarda birim değeri olarak dörtlük kullanılmıştır. Beyitlerle ve aruz ölçüsüyle oluşturulan ilahiler de vardır. İlahiler, kendilerine özgü ezgilerle söylenmiş; tarikatlara göre farklı isimler almıştır: Mevlevîler ilahiye âyin, Gülşeniler tapuğ, Halvetiler durak, öteki tarikatlar da cumhur ya da ilahi demiştir. G. Yorum: Yunus Emre, bu şiirinde ilahi aşkı tadan biri olarak Allah'a kavuşma isteğini dile getirmiş, bu bağlamda cennet nimetlerinden bile vazgeçtiğini ifade etmiştir. Şair açısından varlık ile yokluk, gece ile gündüz arasında fark yoktur. Onun bildiği ve önemsediği tek gerçek, Allah aşkıdır. Ğ. Metin ve şair: Dinî-tasavvufi halk şiirinin en önemli şahsiyeti olan Yunus Emre'nin hayatıyla ilgili pek az şey bilinmektedir. Yunus Emre'nin 13. yüzyıl ortalarıyla 14. yüzyılın ilk çeyreği arasında Orta Anadolu'da yaşadığı tahmin edilmektedir. Yunus, Anadolu'nun Moğol akınları, iç çekişmeler, siyasi çalkantılar, mezhepsel ve dinsel çatışmalar, kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu bir zaman diliminde yaşamıştır. Böyle bir ortamda, şiirlerinde Allah aşkını, insan sevgisini, ahlâkî değerleri, tasavvufi düşünce ve yaşayışı, dünyanın geçiciliğini ön plana çıkaran Yunus, Anadolu'nun İslamlaştırılması ve vatanlaştırılması sürecine önemli katkılarda bulunmuştur. Yunus Emre'nin iki eseri vardır. Bunlardan Risâletü'n-Nushiyye, mesnevi nazım şekliyle oluşturulmuş didaktik bir nasihatnâmedir. 563 beyitten oluşan bu eserde Arapça, Farsça kelimeler çok kullanılmış, sembolik bir anlatım benimsenmiş, soyut kavramlar kişileştirilmiş, iyi huylarla kötü huyların savaşı anlatılmıştır. Bu eser, Yunus'un öğrenim görmüş kültürlü bir şair ve ahlakçı bir mutasavvıf olduğunu ortaya koymaktadır. Yunus'un şairlik gücünü gösterdiği asıl eseri "Divan"ıdır. Yunus, bu eserinde hem hece hem de aruz ölçüsünü kullanmıştır.
NEFES Beğlerimüz, Avlan Gölün üstüne Ağlar gelür şâhum Abdal Musa'ya Urum abdalları postun eğnine Bağlar gelür şâhum Abdal Musa’ya
Urum abdalları gelir dost deyü Eğnimüzde aba, hırka, post deyü Hastaları gelür, derman isteyü Sağlar gelür şâhum Abdal Musa'ya
Meydanında dara durmuş gerçekler Çalınur koç kurbanlara bıçaklar Döğülür kudümler altun sancaklar Tuğlar gelür şâhum Abdal Musa'ya
Benim bir isteğüm vardır Kerim'den Münkir bilmez, evliyânın sırrından Kaygusuz'am ayru düşdüm pirimden Ağlar gelür şâhum Abdal Musa'ya
Kaygusuz Abdal
METNİN İNCELEMESİ A. Şiir ve zihniyet: Bu şiir tasavvufun ve Alevi-Bektaşi değerlerinin belirleyici olduğu bir zihniyet dünyasının izlerini taşımaktadır. Gerek şiirde dile getirilen duygu ve düşünceler gerekse kullanılan şah, abdal, Abdal Musa, post, dost, aba, hırka, evliyâ, pîr kelimeleri bu durumu açıkça ortaya koymaktadır. Bu tür kelimelere İslamiyet Öncesi Dönem'de oluşturulan Köktürk Yazıtları'nda ve Uygur metinlerinde rastlamak olanaksızdır. Bunun nedeni, söz konusu dönemin zihniyetini İslam, tasavvuf, Alevilik-Bektaşilik vb.nin değil; etnik ögelerin, Gök-Tanrı inancının, Manihaizm, Şamanizm vb.nin belirlemesidir. B. Şiirde yapı: Bu şiirin birim değeri (nazım birimi) dörtlük, birim sayısı dörttür. Dörtlüklerdeki mısralar koşma nazım şeklinin kafiye düzenine göre (abab cccb dddb) bir araya getirilmiştir. C. Şiirde tema: Bu şiir Abdal Musa'yı övmek, onun üstün niteliklerini dile getirmek için oluşturulmuştur. Bu tema şiirin bütün dörtlüklerine yansımıştır. Ç. Şiir dili: Bu metin sözlü gelenek içinde üretilmiş, yazıya daha sonra geçirilmiştir. Bu da şiirin oluşturulduğu Eski Anadolu Türkçesinin birçok özelliğinin metne yansımasına engel olmuştur. Şiirde edebî sanatlara fazla yer verilmemiş, duygu ve düşünceler yalın, anlaşılır ve içten bir dille ifade edilmiştir. D. Şiirde ahenk: Bu nefes, hece ölçüsünün on birli kalıbıyla oluşturulmuştur. Şiirin kimi yerlerinde yarım, kimi yerlerinde tam, kimi yerlerinde de zengin kafiye kullanılmıştır. Belli bir kafiyenin şiirin tümünde kullanılmaması, şiirin ahenk bakımından çok güçlü olmasına engel olmuştur. Şiirde uzun ünlüleri barındıran bazı kelimelere de yer verilmiştir. İçinde uzun ünlülerin bulunduğu bu kelimeler, Türkçeye İslamiyet etkisinde şekillenen Arap ve Fars edebiyatlarından geçmiştir. E. Şiirde gerçeklik ve anlam: Bu şiirde somut gerçeklerle tasavvufi gerçekler bir arada verilmiş, bu bağlamda şiir sanatının bazı olanaklarından da yararlanılmıştır. Metinde kullanılan özel isimlerin tarihte ve somut dünyada karşılıklarının olması, şairin şiirini oluştururken birtakım gerçeklerden yola çıktığını göstermektedir. F. Şiir ve gelenek: Bu nefes, ilk ürünleri Orta Asya'da Ahmet Yesevî tarafından verilmeye başlanan, Anadolu'da Yunus Emre ile devam ettirilen dinî-tasavvufi halk şiiri geleneği bağlamında ele alınabilir. Alevi-Bektaşi tekkelerinde okunan tasavvuf temalı şiirler olan nefeslerde genellikle vahdet-i vücut görüşü işlenmiş; Hz. Muhammet, Hz. Ali ve tasavvuf büyükleri övülmüştür. Nefesler, çoğunlukla cem ayinlerinde saz eşiğinde belli bir ezgiyle okunmuştur. G. Yorum: Bu şiirde adı geçen Abdal Musa, bir Bektaşi şeyhidir. Kaygusuz Abdal, Antalya'nın Elmalı ilçesindeki bu şeyhe bağlanmış, onun yanında yetişmiştir. Şiirde geçen Avlan Gölü de Elmalı'dadır. Kaygusuz Abdal, ilk iki dörtlükte Anadolu'daki beylerin, dervişlerinin, hastaların, sağların, bir an l amda herkesin Abdal Musa'nın dergâhına geldiğini söyl eyerek şeyhini ve tekkesini övmüştür. Üçüncü dörtlükte şeyhinin huzurunda kurbanların kesildiğini, makamında kudüm, sancak, tuğ gibi hükümdarlık göstergelerinin bulunduğunu söyleyen Kaygusuz Abdal, böylelikle şeyhinin yüceliğini ve kutsallığını dile getirmeye devam etmiştir. Kudüm Kaygusuz Abdal, üçüncü dörtlükte özgün bir imge oluşturmuştur: Gerçekler, cem ayinindeki insanlar gibi dara durmuştur. Şair, bu imgeyle Abdal Musa'dan hiçbir şeyin gizlenemeyeceğini anlatmak istemiştir. Cem ayininde gerçekleştirilen bir duruş olan "dara durmak" şu şekilde betimlenebilir: "Pîr"in karşısında sağ ayak başparmağı sol ayak başparmağının üslüne konur. Sağ kol, sol un üzerine gel irilerek çaprazlama göğüs üzerine konur. Parmaklar kapalı olarak omuz başlarına dokunur ya da sol kol yana salınırken sağ kol dirsekten bükülür, el kalbin üzerine gelecek biçimde göğse bastırılır. Baş, sol omuza doğru eğilir. Şiirin son dörtlüğünde bir yakınma havası vardır. Bazı inkârcıların tasavvuf ehlini anlamadığını, kendisinin de şeyhinden uzak düştüğünü belirten şair "Benim bir isteğüm vardır Kerim'den" diyerek bu durumun sona ermesi için Tanrı'ya yalvarmıştır. Ğ. Metin ve şair: Hayatı hakkında ayrıntılı ve kesin bilgilere sahip olmadığımız Kaygusuz Abdal'ın 14. yüzyılın sonlarıyla 15. yüzyılın başları arasında yaşadığı tahmin edilmektedir. İnanışa göre Alanya Beyi'nin oğlu olan Kaygusuz Abdal'ın asıl adı Gaybî'dir. Kendi tarzını oluşturmayı başarmış bir şair olan Kaygusuz Abdal, Alevi-Bektâşî şiir gel eneğinin en önemli temsilcilerinden biridir. Onun şiirlerinde Yunus'un şiirlerine göre daha serbest düşünceli bir kişiliğin izleri vardır. Kaygusuz Abdal'ın mizah ve yergi ögeleriyle bezenmiş bir kısım şiirleri, dinî-tasavvufi halk şiirinin bir türü olan şathiyenin ilk örnekleri arasında sayılabilir. Tasavvufi temaları ve Alevi-Bektaşi değerlerini halkın anlayabileceği yalın bir Türkçeyle ele alan Kaygusuz Abdal'ın eserlerinin çoğu, ona atfedilerek yazılmıştır. Kaygusuz Abdal'ın manzum eserleri: Kaygusuz Sultan Divanı, Gülistan, Gevhernâme, Minbernâme, Dolapnâme. Kaygusuz Abdal'ın mensur eserleri: Budalanâme, Kitab-ı Miglate, Vücutnâme, Dil-guşa, Saraynâme.
GAZEL Bir kadehle bizi sâkî gamdan âzâd eyledi Şâd olsun gönli anın gönlümi şâd eyledi (Sâkî, bir kadeh (içki) ile bizi kederden kurtardı. Gönlümü neşelendirdi(ği için) onun (da) gönlü neşelensin.)
Bendeyidi bunca yıllar kaddine serv-i revân Toğrulukla kulluk itdigiçün âzâd eyledi (Salınan selvi, bunca yıl (sevgilinin) "boy"una kul (köle) idi. (Ona) kulluğunu doğrulukla yaptığı için (sevgili, onu) azat etti (özgür bıraktı).)
Husrev-i hûbân iden sen dilber-i şîrîn-lebi Bî-sütûn-ı aşk içinde beni Ferhâd eyledi (Sen tattı dudaklı güzeli, güzellerin padişahı eden (Allah), beni (de) aşkın sarp dağları içindeki Ferhât eyledi.)
Odıla ile korkutma vâiz bizi kim la'l-i nigâr Cânımuz bizüm oda yanmağa mu'tâd eyledi ( (Ey) vaiz! Bizi, (cehennem) ateş(i) ile korkutma! Sevgilinin dudağı, canımızı ateşte yanmaya alıştırmıştır.)
Aldayup aldı Dehhânî yok behâya cânumı Sorana bir bûseye aldum deyü âd eyledi ( (Ey) Dehhânî! Sorana "Bir öpücüğe aldım." dese (de) (gerçekte sevgili) aldatarak yok pahasına canımı aldı.)
İsterisen mülk-i hüsn âbâd ola dâd eyle kim Pâdşâhlar dâd ile mülküni âbâd eyledi (Güzellik ülkesinin şenlenmesini istersen âdil ve cömert ol. (Bunu bil) ki padişahlar, ülkelerini adalet ve cömertlikle abat ettiler (bayındır hâle getirdiler, zenginleştirdiler).)
METNİN İNCELEMESİ A. Şiir ve zihniyet: Bu metin, Anadolu Selçuklu Devleti zamanında oluşturulmuştur. Anadolu Selçuklularında saltanat merkezli devletlere özgü bir saray yaşamı oluşmuş, bu da kendi gerçeklerine uygun bir sanat ve edebiyat ortamı meydana getirmiştir. Bu gazel, saray çevresinde şekillenen bu ortamın ve zihniyet dünyasının etkisinde oluşturulmuştur. Bunu, metnin temasından imgelerine, nazım biçiminden edebî sanatlarına kadar hemen her unsurunda görmek mümkündür. B. Şiirde yapı: Bu şiirin birim değeri beyit, birim sayısı altıdır. Beyitlerdeki mısralar gazel nazım şeklinin kafiye düzenine göre (aa ba ca da ea) bir araya getirilerek bütünsel bir yapı oluşturulmuştur. C. Şiirde tema: Bu şiirin teması aşktır. Bu tema şiirin kimi yerinde hayranlık kimi yerinde hayal kırıklığı ve sitem belirten ifadelerle somutlaştırılmıştır. Ç. Şiir dili: Eski Anadolu Türkçesiyle oluşturulan bu gazel; edebî sanatlar, imge ve çağrışım bakımından dönemin din ve tasavvuf temalı şiirlerinden daha güçlüdür. Metinde zihniyetin ve geleneğin etkisiyle Arapça ve Farsça birçok kelime ve tamlama kullanılmıştır. D. Şiirde ahenk: Şiirin tümünde zengin kafiye (âd) ve redif (eyledi) kusursuz kullanılmış; bu da şiire ahenk bakımından büyük bir değer katmıştır. Şiir, aruz ölçüsünün "fâiâtün fâilâtün fâilâtün fâilün" kalıbıyla yazılmıştır. E. Şiirde gerçeklik ve anlam: Bu şiirde dil çoğunlukla şiirsel işlevde kullanılmış, imgeler şiirin kendine özgü gerçeklik dünyasında anlam kazanmıştır. F. Şiir ve gelenek: Bu şiir, divan edebiyatı ve gazel yazma geleneği bağlamında ele alınabilecek bir metindir. Türk edebiyatına İran edebiyatından geçen gazel, divan edebiyatında yaklaşık altı yüzyıl boyunca en çok kullanılan nazım şekli olmuştur. Gazelin birim değeri (nazım birimi) beyit, birim sayısı 5-15, ölçüsü aruzdur. Kafiye düzeni "aa ba ca da... " biçimindedir. Gazelin ilk beytine matla, son beytine makta, en güzel beytine beytü'l-gazel ya da şah beyit denir. Gazel şairi mahlasını şiirin genellikle son beytinde söyler. Hoca Dehhânî dünyevi aşk, şarap, kadın gibi din dışı temaları gazel nazım biçimiyle ele alan ilk şairdir. Bu yönüyle divan edebiyatının ve gazel yazma geleneğinin Anadolu'daki kurucu şahsiyetidir. G. Yorum: 1. birim Bir kadehle bizi sâkî gamdan âzâd eyledi Şâd olsun gönli anın gönlümi şâd eyledi (Sâkî, bir kadeh (içki) ile bizi kederden kurtardı. Gönlümü neşelendirdi(ği için) onun (da) gönlü neşelensin.) Eğlence ve içki meclisinde içki dağıtan kişilere sâkî denir. Sâkî, bir kadeh içki sunarak şairin dertlerini unutmasını sağlamış, şair de bunu sağlayan sâkînin neşelenmesi için dua etmiştir. Gazel metinlerinde sıkça kullanılan bir imge olan sâkînin, bu beyitte açık istiare yoluyla sevgiliyi karşılamak için kullanıldığı da düşünülebilir. Bu durumda sâkinin (sevgilinin) şaire sunduğu, gerçek şarap değil, aşk şarabıdır, başka bir deyişle aşkın kendisidir. Bu bağlamda beyitten şu anlam çıkmaktadır: Sevgili (sâkî), şairin aşkına karşılık (kadeh: içki) vermiş, onu kederden kurtarmış, şairin mutlu olmasını, neşelenmesini sağlamıştır. Bunu sağlayan sevgilinin de gönlü neşelenmeli, o da şair gibi mutlu olmalıdır. Şair bu ifadelerle memnuniyetini göstererek sevgilisine teşekkür ve dua etmiştir. 2. birim Bendeyidi bunca yıllar kaddine serv-i revân Toğrulukla kul I uk itdigiçün âzâd eyledi (Salınan selvi, bunca yıl (sevgilinin) "boy"una kul (köle) idi. (Ona) kulluğunu doğrulukla yaptığı için (sevgili, onu) azat etti (özgür bıraktı).) Nedeni bilinen doğa olaylarını gerçek nedenlerinin dışında, çoğunlukla da sevgiliyle ilgili bir nedene bağlayarak açıklamaya hüsnütalil denir. Şair, bu beyitte servi ağacının düz ve uzun olmasını, sevgiliyle ilgili bir nedene bağlayarak açıklamıştır. Şaire göre servi, sevgilinin ince ve uzun boyuna yakışır bir doğrulukla sevgiliye hizmet ettiği, ona saygı duyduğu, kul köle olduğu için sevgili tarafından özgür bırakılmıştır. Servi, bundan ötürü düz ve uzun olmuştur. Yani sevgiliye hayran olan, sadece şair değildir. Sevgili, o kadar güzel, o kadar ince, o kadar zariftir ki doğadaki varlıklar, serviler bile ona hayrandır. Bunun karşısında sevgiliye düşen, onları bu bağlılıklarından ötürü ödüllendirerek serbest bırakmaktır. 3. birim Husrev-i hûbân iden sen dilber-i şîrîn-lebi Bî-sütûn-ı aşk içinde beni Ferhâd eyledi (Sen tatlı dudaklı güzeli, güzellerin padişahı eden (Allah), beni (de) aşkın sarp dağları içindeki Ferhât eyledi.) "Ferhât ile Şîrîn"; Ferhâd-nâme, Ferhâd u Şîrîn, Hüsrev ü Şîrîn adlarıyla da İran ve Türk edebiyatlarında çok işlenmiş bir aşk hikâyesidir. Şiirin üçüncü beyti, imge ve çağrışım bakımından oldukça zengindir. Bu beyitte şair, sevgilisine olan hayranlığını ifade etmek için telmih, tevriye ve tenasüp sanatlarından yararlanmıştır. Tevriye birden çok anlamı olan bir kelimenin şiirde yakın anlamının yani akla ilk gelen anlamının değil, uzak anlamının (belli bir düşünme ve hatırlama sürecinden sonra akla gelen anlamının) kastedilmesidir. Bu sanat şiirde şöyle kullanılmıştır: "Şîrîn" kelimesinin akla ilk gelen anlamı "tatlı"dır. Bu kelime "dudak" anlamındaki "leb" kelimesiyle tamlama oluşturmuştur: şîrîn-leb: Tatlı dudaklı, dudağı tatlı. Bu tamlama uzak çağrışımla ikinci bir anlama daha gelmektedir: Bilindiği üzere Şîrîn, Doğu mitolojisinin en önemli hikâyelerinden biri olan "Ferhât ile Şîrîn"in başkahramanlarından biridir. Şair bu kelimeyi "Ferhât ile Şîrîn" hikâyesinde geçen "Husrev, Bî-süIûn, Ferhâd" kelimeleriyle bir arada kullanarak şiirin çağrışım alanını genişletmiş; sevgilisini Şîrîn, kendisini de Ferhât'la özdeşleştirmiştir. Buradan yola çıkılarak "şîrîn-leb" tamlamasına şu anlam da verilebilir: Dudağı Şîrîn'in dudağı gibi olan. Birçok kişi tarafından bilinen tarihî, dinî ya da mitolojik olay, varlık ya da kişilerin isimlerine ya da bunları çağrıştıran ifadelere şiirde yer verilmesine telmih; anlamca birbiriyle ilgili birden çok kelimenin bir arada kullanılmasına ise tenasüp denir. Şair bu beyitte "Husrev, Bî-sütûn, Şîrîn, Ferhâd" kelimelerini bir arada kullnarak telmih ve tenasüp yapmıştır. Hikâyeye göre İran'da Kuhistan dolaylarındaki Arran bölgesinin Mihrbanu adlı kadın hükümdarının Şîrîn isminde çok güzel bir yeğeni vardır. Şîrîn'in güzelliğini duyan Sasani Hükümdarı Hüsrev Perviz, onu istemek için veziri Şapur'u Arran'a yollar. Şapur, Şîrîn'i türlü yollarla hükümdar Perviz'e âşık eder. Hüsrev, Şîrîn'le eğlenceli bir hayat yaşarken Hüsrev'in babası Hürmüz Şah ölür ve Behram-ı Çubin, Sasani tahtını ele geçirir. Bunun üzerine Hüsrev Perviz, Bizans imparatorundan yardım alarak tahta geçer. Bu arada Mihrbanu'nun ölümü üzerine Şîrîn de hükümdar olur ve kendisi için yaptırdığı köşkün duvarlarını süsleyen nakkaş Ferhât'a âşık olur. Şîrîn'le Ferhât gizlice buluşmaya başlarlar. Bunu duyan Hüsrev Perviz öfkelenir ve rakibini çağırtarak Bî-sütûn dağında açılan bir su yolunu tamamlarsa Şîrîn'i ona bırakacağını, aksi halde durumunun çok kötü olacağını söyler. Ferhât çaresiz kalır ve Şîrîn'in aşkı ile başlar dağı delmeye. İşin sonuna gelecekken Hüsrev Perviz'in hilesiyle bir kadından Şîrîn'in öldüğünü duyar. Acısına dayanamaz ve kendini dağdan aşağı bırakır. 4. birim Odıla ile korkutma vâiz bizi kim la'l-i nigâr Cânımuz bizüm oda yanmağa mu'tâd eyledi ( (Ey) vaIz! Bizi, (cehennem) ateş(i) ile korkutma! Sevgilinin dudağı, canımızı ateşte yanmaya alıştırmıştır.) Şair, bu beyitte sevgilisine hayranlığını dile getirmeye devam ederken "aşkı anlamayan vâiz" imgesinden yararlanmıştır. Klasik edebiyatta vaiz, İslam dinini "mubah"lar ve "haram"lardan oluşan bir kurallar bütünü olarak algılayıp biçimden öze inemeyen, İslam'ın aşk ve incelik boyutunu kavrayamayan, başkalarının da kendisi gibi düşünmesini ve yaşamasını isteyen, kaba zâhit tipidir. Vâiz, aşkı "akıl dışı boş bir duygu", âşığı da "imana getirilmesi gereken bir zındık" olarak görür. Bu bağlamda şiirlerde sevgiliyle âşık arasına girmeye, onların aşkını ortadan kaldırmaya çalışan üçüncü kişi olarak betimlenir. Bu betimleme bu şiirde de söz konusudur. Vâiz, şairin âşık olduğu için günah işlediğini, bunun için de cehennemde yanacağını söylemekte, onu cehennem ateşiyle korkutmaya çalışmaktadır. Şair ise umursamaz bir tavırla cehennem ateşinden korkmadığını, çünkü sevgilisinin dudağının, özellikle de renginden ötürü, cehennem ateşinden farksız olduğunu dile getirmektedir. Şair bir bakıma şunu söylemektedir: Ben cehennem ateşinden daha kırmızı, daha yakıcı bir ateşi tatmışım; cehennem ateşi onun yanında az kalır. Dolayısıyla sen beni cehennem ateşiyle korkutamazsın. Lal, parlak kırmızı renkle değerli bir taştır. Nigâr ise "put, resim" demektir. Bu kelimeler beyitte bir arada kullanılarak (la'l-i nigâr) sevgilinin kırmızı dudağını karşılamak için kullanılmıştır. Bu kullanımda açık istiare vardır. 5. birim Aldayup aldı Dehhânî yok behâya cânumı Sorana bir bûseye aldum deyü âd eyledi ( (Ey) Dehhânî! Sorana "Bir öpücüğe aldım." dese (de) (gerçekte sevgili) aldatarak yok pahasına canımı aldı.) Bu beyte kadar sevgilisine hayranlığını ve aşkını dile getiren şair, bu beyitte sitemkâr ifadelerle hayal kırıklığını dile getirmiştir. Çünkü sevgili, bu kadar övgü dolu söze rağmen şairin aşkına gerçek bir karşılık vermemiş, "Bir öpücükle onun canını aldım." diyerek onu başkalarının yanında küçük düşürmüştür. 6. birim İsterisen mülk-i hüsn âbâd ola dâd eyle kim Pâdşâhlar dâd ile mülküni âbâd eyledi (Güzellik ülkesinin şenlenmesini istersen âdil ve cömert ol. (Bunu bil) ki padişahlar, ülkelerini adal et ve cömertlikle abat ettiler (bayındır hâle getirdiler, zen- ginleştirdiler).) Beşinci beyitte sevgilisiyle ilgili ola rak hayal kırıklığını dile getiren şair, bu beyitte ona yeniden seslenmiş ve ondan kendisine karşı anlayışlı olmasını istemiştir. Şair "mülk-i hüsn" (güzellik ülkesi) ve padişah imgelerinden de yararlanarak şunu söylemektedir: Ülkelerini zenginleştirmek, bayındır hâle getirmek, neşelendirmek isteyen hükümdarlar ülkelerinde adaleti hâkim kılarlar. Sen de bir hükümdarsın. Sen güzellik ülkesinin hükümdarısın. O hâlde sen de adil ol. Seni sevenlere, senin güzelliğini dil e getirenlere, seni övenlere karşı adaletli davran. Böyle davranırsan güzelliğin sürekli olur.
|