top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 846 sonuç bulundu

  • Birleşik Sözcüklerin Yazımı

    Birleşik sözcüklerin yazımı pdf indir. Birleşik sözcüklerin yazım kurallarını pdf olarak indir.

  • Mensur Şiirin Özellikleri ve Ortaya Çıkışı

    Mensur şiir, yeni bir edebi türdür. İlk defa Fransız edebiyatında rastlanır. İlk örneklerine Aloysius Bertrand ‘ın 1842’de yayımlanan Gaspard de la Nuit (Gecelerin Gaspard’ı) başlıklı eserinden itibaren rastlanmaya başlanır. Charles Baudelaire’in 1855’ten itibaren çeşitli gazete ve dergilerde yayımladığı, 1869’da kitap hâlinde baskısı yapılan Le Spleen de Paris’in (Paris Sıkıntısı) bir bölümü olarak tasarladığı Petits Poemes en Prose (Küçük Mensur Şiirler) ile Fransız edebiyatında yaygınlık kazanır. Charles Baudelaire’den sonra bu edebi türün Fransız edebiyatında yayılmasını sağlayan isimler, 1873’te yayımlanan “Les Illuminations” ve ‘”Une Sasion en Enfer” (Cehennemde Bir Mevsim - 1873) adlı eserleriyle Arthur Rimbaud ve “Divagations” (Hezeyanlar - 1864) adlı eserleriyle Malmarme ve Maldorur’un Şarkıları’yla Comte de Lautreamont’tur. İngiltere’de İngiliz Posta Arabası isimli eseriyle Thomas De Quincey; Alman edebiyatında Hölderlin, Stefan George ve Rainer- Maria Rilke; İspanya’da G. Adolfo Becquer; Danimarka’da Jens P. Jacopsen; Amerika’da Edgar Allan Poe ve Rus edebiyatında Senilia-Stichotvorenija v proze (Eşik-Mensur Şiirler) adlı eseriyle Turgenyev bu yeni edebi türün öncüleri oldu. Baudelaire, Rimbaud ve Mallarme gibi Fransız şairlerinin eserlerinin 19. yüzyılın sonlarına doğru Türk sanatkârları tarafından tanınıp okunduğu bilinmektedir. Bu sanatkârların mensur şiir türünde eserleriyle de Servet-i Fünun dönemi üzerinde sınırlı etkisinden söz edilebilir. Halit Ziya’nın ve Mehmet Rauf’un romanlarında yer alan sanatlı söyleyişleri de mensur şiirin dışında düşünmek gerekir. Çünkü mensur şiir için sanatlı söylenmiş olması şartı da yoktur. Mensur şiirler, bir-iki paragraftan birkaç sayfaya kadar süren kısa yazılardır. Belirli bir konu veya tema üzerinde kurulurlar. Diğer edebî türler gibi başlangıcı ve sınırı olan bağımsız bir türdür. Genellikle başlıkları bulunur. Mensur şiir, Batı edebiyatının ürünüdür. Ara Nesil döneminde Türk edebiyatında ilk örneklerine rastlanmaya başlanmış, Servet-i Fünun döneminde çok sayıda yazarın kalemini denediği bir tür olma yoluna girerek moda hâline gelmiştir. Mensur Şiir Kavramı ve Adlandırılması Mensur şiir, bir başka söyleyişle düzyazı şiir, bizi şiire has bir duygu yahut olgunun düzyazı formunda varlık kazanması kavram alanıyla karşı karşıya getirir. “Mensûr Şiir” adı, Halit Ziya’nın 1886’da Hizmet gazetesinde yayımlanan ve daha sonra Mensur Şiirler başlığı altında toplayacağı örneklerle karşımıza çıkar. “Şairâne nesir, düzyazı şiir, yazı şiirler, düzanlatım şiiri, düz şiir, şiirsel düzyazı, şiirsel metin” gibi adlandırmalar kullanılır ve telif edilir.Günümüzde daha çok mensur şiir başta olmak üzere düzyazı şiir adlandırılması da kullanılmaktadır. Mensur Şiirin Tanımı ve Özellikleri Hülya Argunşah, mensur şiirin tanımını şu şekilde yapmaktadır. “Mensur şiir; cümle yapısı ve ahenk gibi şiire has özellikler taşıdığı halde vezne ve kafiyeye bağlı olmayan, şairane bir konuyu, his, hayal ve düşünceyi kısa bir hacimde ve yoğun bir şekilde süslü bir üslupla anlatan düz yazılardır.”. Argunşah’a göre mensur şiirin özelliklerini şu şekilde sıralayabiliriz : Mensur şiirler bir paragraftan birkaç paragrafa kadar genişleyen küçük, yoğun yazılardır. Mensur şiirler bağımsız, başlıklı, kendi bütünlüğüne sahip metinlerdir. Şiirdeki anlayışlardan doğmuştur. Ancak şiir değildir. Ölçülü ve kafiyeli değildir. Ahenk ve şairane olması şiir olmasına yetmemektedir. Bireysel duygulanmaların ifade edildiği şairane yazılmış bir yazı türüdür. Mensur şiirler, bazı üslup uygulamalarına da yola açmıştır. Devrik cümle, kelime tekrarları, bitmemiş cümle, “ve” edatına sıkça başvurma bunlar arasındadır. Bir iç ahenge sahiptirler. Bu ahengin sürekliliği kırılmadan devamı ve tam bitmesi gereken yerde tamamlanması şartı sanatçının hassas duyarlılığına bağlıdır. Yazar bu ahengi özellikle şiirlere benzeterek yapmaya çalışır. Ses tekrarları, kelime tekrarları, virgüllerle devam eden, birbirine bağlanan cümle parçaları, Tanzimat’ın ilk yıllarında terk edilmeye çalışılan ikili, üçlü tamlamalar bu metinlerde ahengi ve kurulan ahengin sürekliliğini sağlar. Tasvir ve taklidi önemsedikleri için uzun cümle yapısını tercih ederler. Ah!, ey!, oh!, of!, gibi ünlemlerin kullanıldığı ya da bunlarla başlayan cümleler oldukça yaygındır. Bunlar yazarın samimiyet iddiasını yansıtırlar. Mısraları alt alta dizilen, ölçüsüz ve kafiyesiz yazılan serbest şiirden düzyazı şeklinde yazılışlarıyla ayrılırlar. Mensur şiirler, genellikle yazı hayatının başlangıcında genç sanatkâr adaylarının kendilerini ifade etmeye çalıştıkları kalem ürünleri olarak varlık kazanmıştır. Mensur Şiirin Türk Edebiyatına Girişi Tanzimat sonrasında 1859-1860’tan itibaren Türk edebiyatı Batı edebiyatını örnek alarak yenileşmeye başlar. Bu yenileşme sürecinde yeni konular ve şekillerin yanında yeni türler de edebiyatımıza girer. Batılı anlamda roman, hikâye ve tiyatro gibi edebiyatımıza giren türlerden biri de “mensur şiir” olur. Türk edebiyatında mensur şiirin ilk örneğini İzmir’de çıkan “Nevruz” gazetesinde Halit Ziya’nın verdiği görüşü yaygın şekilde kabul edilir. Onun daha önce “Aşkımın Mezarı” başlıklı mensur şiiri Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanmıştır. Tanpınar’a göre mensur şiirin yolunu Recaizade Mahmut Ekrem açmıştır. Türün Türk edebiyatına yerleşmesini sağlayanların başında yer alan Halit Ziya’yı izleyen Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ali Nusred, Esad Necib gibi yazarlar mensur şiir alanında birkaç kalem denemesinde bulunur. Türk edebiyatında mensur şiirin edebî bir tür olarak ortaya çıkışında Batı edebiyatlarından yapılan çeviriler önemli bir rol oynamıştır. Batı edebiyatlarından yapılan şiir çevirilerini konu alan bir makalesinde Mustafa Nihat Özön, düzyazı şeklinde yapılan şiir çevirilerinin “kötü bir çığır” olarak gördüğü mensur şiir akımına yol açtığını ifade eder. Bu konuda “Bu manzum çevirmeler yanında manzumelerin bir de nesir çevirmeleri vardır. Bunlar manzumlardan daha çoktur. Değer bakımından birbirini tutmayan bu çeşit yazılar, biraz sonra edebiyat âlemimizde kötü bir çığır olarak görülecek olan ‘mensur şiir’ yolunun kaynağı olmuştur denilebilir.” der.

  • Çağdaş Azerbaycan Edebiyatı

    Azerbaycan Coğrafyası: Azerbaycan, Güney Kafkasya’ dan Irak’ın içlerine, doğu ve güney doğu Anadolu’dan İran’ın içlerine kadar uzanan, kuzey doğu kesiminin bir kısmı Hazar denizi ile sınırlanan araziyi kapsamaktadır. Azerbaycan Türkçesi: Azerbaycan coğrafyasında, Türk dilinin Osmanlıca ve Çağatayca’dan sonraki en geniş ve verimli kolu olan, XI. yüzyıldan sonra Oğuzların bölgeye yoğun olarak gelmesinden sonra, bu coğrafyada oluşmaya başlayan “Oğuz yazı dili”nin doğu kolu olarak XIII. yüzyıl ortalarından itibaren Selçuklu, Moğol, İlhanlı Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevî dönemlerinde ilk yazılı ürünlerini veren yazı diline, oluştuğu coğrafyadan hareketle Azerbaycan Türkçesi denilmektedir. Çağdaş Azerbaycan Edebiyatı: Azerbaycan sözlü edebiyatı, Azerbaycan coğrafyasında Türklerin tarih sahnesine çıkışına, diğer yandan Türkistan’daki genel Türk kültürüne bağlıdır. Tanımlanan bu coğrafyadaki yazılı edebiyat ise, XIII-XIV. yüzyıldan itibaren ilk ürünlerini verir. Başlangıçta bu edebiyatın yazılı örnekleri, Anadolu Türkçesiyle ortaktır; ancak, XIV-XV. yüzyıldan sonra Azerbaycan Türkçesiyle, Eski Anadolu Türkçesi yavaş yavaş ayrışmaya başlayınca edebiyatta da bir farklılaşma görülür. XIX. Yüzyıl Azeri Edebiyatı XIX. Yüzyılın Başlarında Azerbaycan ve Azerî Edebiyatı Rus istilasından sonra Azerî edebiyatı, XIX. yy.ın başlarından itibaren iki kola ayrıldı: Kuzey Azerbaycan’daki edebiyat, diğer sebepler yanında Rus etkisiyle yenilikçi bir yol izlerken, Güney Azerbaycan’daki edebiyat, geleneksel yapı ve anlayış içinde gittikçe sönükleşiyor, bir taklit ve nazîre edebiyatı olarak devam ettiriyordu. Halk edebiyatı, kendi yolunda gelişmekteydi. Azerbaycan edebiyatında modernleşmenin bir sonucu olarak roman, modern hikâye, tiyatro eserleri, makale, tenkit, edebiyat tarihi vs. gibi yeni türler de kullanılmaya başlanmıştır. Aruz vezninin kullanımı azalsa da tamamıyla ortadan kalkmamıştır. Gazel, XIX. yy.ın sonlarından itibaren, konusunda ve dilinde bazı değişikliklere uğrayarak yok olmaktan kurtulmuştur. Buna rağmen kaside, mesnevî gibi türler, yerlerini “poéma” (manzum hikâye veya manzum roman) denilen nazım şekline bırakmıştır. Klasik edebiyattaki mizah geleneği, modern edebiyatta da önemli temsilciler yetiştirir. Bu tarzın temsilcileri arasında Baba Bey Şâkir (1770-1844), Ġasımbey Zakir, Séyyid Azim [Ezim] Şirvanî vardır. Şairler genellikle, sosyal bozuklukları, adaletsizliği, Rus memurlarının zalimliğini, rüşvetçiliğini, ahlâksızlığını, zalim ve çıkarcı “beyleri”, sahtekâr ve câhil din adamlarını ortaya koyan manzumeler yazmışlardır. XX. yy. başlarında Mirze Ali Ekber [Elekber] Sabir ile satirik şiiri zirveye ulaşmıştır. Güney Azerbaycan’da Edebî Hayat İran’daki siyasi karışıklıklar, hanların ve onlara tâbi beylerin keyfî hareketleri, ağır vergiler, zulüm, Güney Azerbaycan Türklerini sosyal ve iktisadî bakımdan tam bir buhrana sürüklemişti. Bu duruma bağlı olarak memleketin kültürel hayatı da karmaşa içindeydi; yazılı edebiyat iyice zayıflatmıştı. Güney Azerbaycan’da ve aynı zamanda İran’da, yeni edebiyatın ilk temsilcileri arasında Türk olmalarına rağmen geleneğe uyarak eserlerini Farsça yazan Abdurrahim Talibov, Zeynelabidin Şirvanî, Mirze Ağa Tebrizî sayılabilir. Asrın başlarında en çok rağbet gören nazım şekli gazeldir. Bu gazellerde, geleneksel şiir anlayışı ve konularının yanı sıra, gerçek insanî duygular, kişisel duygu ve düşünceler, hayata gerçekçi bir şekilde bakış ifade edilir. Tasvir edilen sevgili artık muhayyel bir varlık değil, canlı-kanlı gerçek bir insandır. Bu dönemdeki şairlerin en belirgin özelliklerinden biri kendi dillerinin yanında Farsçayı da kullanmalarıdır. İki dillilik Güney Azerbaycan edebiyatının karakteristik bir özelliğidir. Medrese tahsili görmüş aydınların sade bir Türkçeyle “âşık şiiri tarzı”nda manzumeler yazmaları, Azerî halk edebiyatı, halk şiiri için çok yararlıolmuştur. Özellikle, XIX. yy.da Andelip, Nebatî, biraz daha önceki dönemlerde Molla Penah Vakıf gibi büyük şairler, âşık şiirinin de klasik şiir gibi kalıplaşmasını canlılığını kaybetmesini önlemiştir. Şiirlerinde ince bir ruh, seçkin bir güzellik duygusu, coşkun sevgi tezahürleri görülen ve tamamen orijinal sanatkârlık kudretine sahip Séyyid Ebulġasım Nebatî (1812-1873), çağının en büyük şairlerinden biridir. Héyran Hanım’ın XIX.4500 beyitlik divanında Farsça şiirleri daha fazladır. Klasik tarzdaki gazelleriyle Fuzulî’nin etkisinde kaldığı, dilinin nisbeten sade olduğu görülmüştür. Mirze Méhdi Şükûhî (1829/30-1896), Maddî ve manevî sıkıntılar içerisinde kötümser bir ömür sürmüş, daha çok mizahî şiirleriyle tanınmıştır. Seyahate çıkarak Türkiye, Arabistan, Orta Asya ve İran’ın birçok yerini dolaşmıştır. Şark halklarını istismar eden han, bey, sahtekâr din adamları, aç gözlü tâcirler, ahlâksız kimseler onun mizahî şiirlerinden yakalarını kurtaramamışlardır. Realist bir şairdir. Halkın yaşayışını, âdetlerini, batıl inançlarını çok renkli, akıcı bir dille, ince bir alayla dile getirir. Şiirlerini Türkçe ve Farsça yazmıştır. Münazara-i Akl ü Aşk adlı bir mesnevisi, Sadî’nin Gülistan’ı tarzında üç yüzden fazla nasihatamiz hikayeleri vardır. Kuzey Azerbaycan’da Modern Edebiyatın Ortaya Çıkışı Rus istilâsından sonra, Azerbaycan aydınları arasından ilk düşünürler ve bilim adamları yetişti. Tıpkı ilk modernist Rus aydınlarında olduğu gibi “Batı” düşüncesi, yerli, millî ve dinî bilgilerle çeliştiği için bazı aydınlar bunalıma düştü. Bazıları tamamen “Batı” tarzı düşünceleri reddederek kendi içlerine kapanıp kötümser bir hayat yaşadı. Bir kısmı da “Batıcı”, radikal yenilikçi düşünceleri benimsedi. Bir kısmı da daha çok Türkiye’deki aydınları örnek alarak sentezci bir yol tutmaya çalıştı. Islahatçı düşünceler, asrın sonlarına doğru Şéyh Cemaleddin Afganî (1838-1897)’nin de etkisiyle bütün Rusya Müslümanları arasında süratle yayıldı ve bir hayli taraftar topladı. Azerbaycan’da fikrî, edebî oluşumun ilk aydınlardan birisi Abbasġuluağa Bakıhanov Ġüdsî (1774-1846)’dir. Gerçek manada âlim, mütefekkir, istidatlı bir şair ve tarih yazarıdır. Esrârü’l-Melekût adlı astronomiye ait eserini takdim yazmıştır. Abbasġuluağa’nın eserlerinde Rus istila ve esaretine karşı millî şuuru uyandıracak fikirler bulunduğunu göz önünde tutarsak bu hareketinin siyasî bir anlamı olduğu da düşünülebilir. Nâzım-nesir karışık olarak yazdığı Kitab-ı Askeriyye’de, Şiir olarak Azerbaycan Türkçesiyle yazdığı ve pek meşhur olan “Tebriz Ehline Hitab Abbasġuluağa eserleri arasındadır. Kendisi “ansiklopedik” bilgiye sahip bir “maarifçi”dir. Mirze Şefi’de dönemin önemli kişilerinden biriydi. İvan Grigoryev’le birlikte çeşitli metinlerden oluşan bir ders kitabı hazırladı: “Tatarskaya Herestomatiya Azerbaydjanskogo nareçiya” [“Azerbaycan Şivesinin Tatar Ders Kitabı”] adlı, “antoloji” mahiyetindeki bu eser, iki bölüm ve sözlük kısmından ibaretti. F. Bodenstedt, ülkesine döndükten sonra Kafkasya’daki hayatını anlatan Tausend und ein Tag im Orient (Berlin, 1850) adlı eserini yayımladı. Bu eserinde Mirze Şefi’den ve aralarındaki ilişkilerden de genişçe söz ediyordu. Bir Azerbaycan şairinin Avrupa’da sevilerek okunmuş olması ilgi çekicidir. Ġasımbey Zâkir (1784-1857),Azerî şiirinde Vâkıf ve Vidadî ile başlayan realizm çığırının, mahallîleşme cereyanı- nın XIX. yüzyıldaki en önemli temsilcisidir. Gazellerindeki dil, bir az daha ağır olmasına rağmen, koşma ve geraylı sade ve çok akıcı bir halk diliyle söylenmiştir. İsmail Bey Kutkaşınlı (1806-1869),Fransızca yazdığı Rechid-bey et SaadeteChanime [Reşit Bey ve Saadet Hanım] adlı hikâye kitabını yayımlamıştır. Eserin en önemli yanı, kadın hukuku bakımından taşıdığı yeni fikirlerdir. XIX. Yüzyılın İkinci Yarısında Azerî Edebiyatı Bu dönemde eserlerde mücadele fikri, hürriyet arzusu, vatan ve millet sevgisi, insan sevgisi, adaletsizliğe ve zulme karşı mücadele, halkçılık gibi düşünceler işlenir. Séyit Azim Şirvanî (1835-1888), Lirik şiirleri, tesirli satirik manzumeleriyle şöhret kazanmıştır. Şiirlerinde “Séyyid/Séyid” mahlasını kullandı.“Beytü’s-safâ” adıyla bir şairler meclisi kurdu. Rusya Türklerinin ilk Türk gazetesinde manzum mektup, şiirler yazar. Mezhep ayrımıyla mücadele eden şiirler yazmıştır. Herşeyden önce halkın cehaletten kurtarılması için çocukların Usul-i Cedid mekteplerinde eğitim görmeleri gerektiğini savunmuştur. Gazellerinde Fuzulî’nin etkisi görülmesine rağmen, taklitçi bir şair değildir. Séyid Azim Şirvanî, devrinin ilerici, maarifçi şahsiyetleri arasında özel bir yer tutar, şiirleriyle modern edebiyatın ufuklarını genişletmesinde birinci derecede rol oynar. Modern Edebiyatın İlk Büyük Temsilcisi: Mirze Feteli [Feth Ali] Ahundzade (1812-1878) Aħundzade, tiyatro yazarı, şair, edebiyat teorisyeni, mütefekkir ve reformisttir. Feteli annesinin amcası ile birlikte Azerbaycan’ın birçok yerlerinde dolaşır, yayla ve köy hayatını yakından gözlemleme imkânı bulur. Bu gözlem ve intibalarını daha sonra yazacağı eserlerde özellikle, tiyatrolarında zengin bir malzeme olarak kullanır.1850’den itibaren tiyatro eserleri yazmaya başlar, bunları 1859’da Temsilat adıyla bastırır. 1857 yılından itibaren, fikrî hayatının en büyük faaliyetlerinden biri olan “Alfabe” meselesiyle uğraşır. Latin harflerine geçme fikrini ilk defa 1873’te İstanbul’daki “Hakaik” gazetesine yazdığı bir mektubunda açıklar. Temsilât’taki komedileri, “Alfabe layihası”, “Kemalüddövle Mektubları” ve edebî, dinî, sosyal, siyasî konulardaki tenkitleridir. 1850-55 yılları arasında 6 komedi (Hékâyet-i Molla İbrahimħelil Kimyager; Hékâyet-i Mösyö Jordan Hekim-i Nebatât ve Derviş Mestelişah Câdûgûn-ı Meşhur; Hékâyet-i Vezir-i Ħan-ı Lenkeran; Hékâyet-i Ħırs-ı Ġuldurbasan; Hékâyet-i Merd-i Ħesis Hacı Ġara; Mürafie Vekillerinin Hékâyeti) yazar. Aħundzade tiyatroyu, cemiyeti terbiye etmek, kötü alışkanlıkları, sosyal bozuklukları, insan tabiatındaki kötü ihtirasları ortadan kaldırmak yolunda yararlı bir vasıta görür. Edebî, tenkidî meseleler hakkındaki değerlendirmelerini, nazarî görüşlerini şu yazılarında derli toplu olarak bulabiliriz: Féhrist-i Kitap (1859, Temsilât’ın önsözü), Nazm ve Nesr Hakkında (1862), Tenġid Risalesi (1862), Hékâyet (1865), Kritika (1871, bu eleştiri, İran’da çıkan Millet adlı gazete için yazılmıştır), Mirze Ağa’nın Piyesleri Haġġında Kritika (1871). Ayrıca Kamalüddövle Mektubları’nda da yerli geldikçe edebî meselelerden söz eder. Azerbaycan’da Tiyatro (XIX. Yüzyılda Oluşumu ve Gelişmesi) Türkiye’de olduğu gibi Azerbaycan’da da tiyatronun ortaya çıkışı, her şeyden önce Avrupaî hayat tarzının tesirine bağlı olmuştur. Knyaz (Prens) Vorontsov 1849-1851 yılları arasında bir tiyatro binası yaptırır ve maiyetinde çalışan Türk, Gürcü, Ermeni aydınlarını tiyatro eserleri yazmaları için teşvik eder. Böylece Mirze Feteli Aħundzade, 1850’den itibaren altı komedi ve bir hikâye yazar. Azerbaycan’ın bu ilk tiyatro eserleri, önce Rusça basıldıkları gibi, sahneye de önce Rusça ve Ruslar tarafından konuldular! Komediler yine Rusça olarak 1853’te Tiflis’te kitap hâlinde neşredilir. 1880 yılından sonra tiyatro faaliyetlerinde bir canlanma görülür. Özellikle “Gori Muallim Mektebi”ni bitiren genç öğretmenler, gittikleri yerlerde öğrencilerini başlarına toplayarak çeşitli eserleri sahneye koyar. İlk tiyatro binası 1858’de Şamaħı’da inşa edilmişti ama, 1880’de Bakû’da Hacı Zeynelabidin Tağıyév tarafından yaptırılan mükemmel bina, Azerî tiyatrosunun gelişiminde çok önemli bir rol oynadı. Aħundzade’den sonra ikinci tiyatro yazarı olarak görülen Necef Bey Vezirli (1854- 1926)’nin piyeslerinde Azerbaycan’ın sosyal ve kültürel problemleri realist bir şekilde işlenir. Necef Bey, 1896’da ilk trajedi (facia) olan Müsibet-i Feħreddin’i yazdı. Diğer piyesleri arasında Év Terbiyesinin Bir Şekli (1875), Gemi Lövbersiz Olmaz (1876), Daldan Atılan Daş Topuğa Deyer (1890), Sonraki Pişmanlık Fayda Vérmez (1890), Adı Var Özü Yoħ(1981), Yağışdan Çıħdıġ Yağmura Düşdük (1895), Pehlivan-ı Zemâne (1898-1900) sayılabilir. Bu eserlerin dışında yazarın tercüme ve tebdil (adapte) piyesleri de vardır.

  • Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı Birinci Kuşak Şiiri ve Genel Özellikleri

    Bu dönemim öncü şairleri Türk şiirine Batılı bir zihniyet kazandırmak ister. Daha somut yaklaşım vardır. Siyasi ve sosyal konulara yer verilir. Tanzimat dönemi şiiri sadece birer edebiyat ürünü, estetik endişe sonucunda ortaya çıkan kalem ürünleri olmayıp aynı zamanda o dönemin sosyal, siyasal ve kültürel problemleriyle birlikte eğitim, ekonomi, kadın ve çocuk gibi pek çok alanla ilgili değişim ve dönüşüm çabalarının da bir sonucu olmuştur. Tanzimat Dönemi Türk Edebiyatı Birinci Kuşak Şiiri genel özellikleri şöyledir: Dilde ve üslupta ayıklamaya gidilerek sade bir söyleyişe yönelmek istenmiştir. Özellikle İbrahim Şinasi, konuşma diline yakın bir şiir dili ve sade bir üslup kurma çabası içinde olmuştur. Divan şiirinin soyut dünya algısının yerine daha somut bir dünya algısı getirilmiştir. Divan şiirinin gazel, kaside, murabba, terci-i bent, terkib-i bent gibi nazım şekilleri önemli ölçüde sürdürülmüş, bununla birlikte az da olsa yeni nazım şekilleri denenmiştir. Ölçü olarak yine aruz kullanılmış, ara sıra hece ölçüsüyle şiirler de yazılmıştır. Şiire hak, hukuk, hürriyet, kanun, vatan, millet, adalet gibi yeni kavramlar girmiştir. Divan şiirinde karşılaşılan parça güzelliği yerine bütün güzelliğine değer verilmiştir. Divan şiirinin mazmunları çözülmüş, hayal sistemi değişmiştir. Şiirde sosyal ve siyasi konular ele alınmaya başlanmıştır. Akif Paşa Akif Paşa, “Kaside-i Adem” ve “Mersiye” eserlerinin dışında ki eserlerinin çoğunu divan şiir geleneği anlayışına bağlı kalarak yazmıştır. O, “Kaside-i Adem” şiirinde divan edebiyatından farklı olarak varlığın karşısında yokluğu yüceltir. Divan edebiyatının mersiyesinden ayrılarak halk edebiyatının ağıtına yaklaşan bir duyarlılıkla yazdığı “Mersiye”de ise ölüm sonrasında insan bedeninin değişimini dile getirmesiyle yenilik yapar. On dokuzuncu yüzyılda klasik edebiyatın kendisini yenileyememesi ve güçlü temsilciler yetiştirememesinin arasında Osmanlı Devleti’nin yaşadığı gerilemeye bağlı olarak estetik ve edebî ortamın yerinde sayması ve gündelik hayattan entelektüel hayata; sosyal hayattan siyasal hayata kadar bütün bir toplum ve devlet ruhunu besleyen “öte karakterli merkez”in yavaş yavaş yerini rasyonel bir düşünce biçimini benimsemeye başlayan yeni bir elit zümreye kaptırması gibi sebepler yer alır. Klasik edebiyat tamamen yeniliğe kapalı değildi, fakat kendi dairesi içinde kalmak şartı ile sınırlı ölçüde bazı yenilikler oluşmakta idi. Klasik edebiyat çerçevesinde eser kaleme alan Âkif Paşa (1787-1845), Tanzimat senelerinde daha çok Tabsıra adlı düzyazı kitabıyla tanınan bir siyaset adamı, yazar ve şair olarak belirir. İhtiraslı yaratılışından beslenen kötümser ruh hâli eserlerine de yansır. Şair, fizik ötesini araştıran ve sorgulayan “Kaside-i Adem”de varlığa karşı yokluğu yüceltir. Âkif Paşa, “on dokuzuncu asır başının hayatında, fikrî itiyatlarında, dilinde sarsılmış, değerlere bağlılık ve güveninde eski cemiyetin kesin standartlarından huzursuz bir ferdiyete giden insandır. Bu itibarla Keçecizâde’nin, Vâsıf’ın ve onlardan evvel gelenlerin birçoğunun eserlerinde hafif belirtiler hâlinde görünen bir yığın şey, Paşa’da bir nevi sarahat kazanır, demek hiç hatalı olmaz.” der Tanpınar onun hakkında. Şair, diğer eserleri arasında hacim olarak nispeten küçük kalan ‘Tabsıra’sı, bazı hususî mektupları, ‘Adem Kasidesi’ ve bilhassa torunu için yazdığı o küçük ‘Mersiye’ ile, herhangi bir yabancı tesire maruz kalmaksızın, sadece hayatının arızalarıyla yeni denilebilecek bir edebiyatın numunesini vermiştir. Onun bu kötümser ruh hâli, buna bağlı olarak ortaya çıkan metafizik buhranı kendisinden sonra, Ziya Paşa ile Abdülhak Hâmit başta olmak üzere, Tevfik Fikret ve Mehmet Âkif’te yansımasını bulur. Bu şiiriyle şair, daha sonra çok sayıda örneğine rastlayacağımız varlık, yokluk, var oluş, dünya, öte dünya bağlamında ızdırap çeken insanı anlatan eserlerin de habercisi olmuştur. “Kaside-i Adem”, Türk edebiyatının pek tanımadığı bir dünya ve insan algısıyla insanımızı karşı karşıya getirir. Batı edebiyatını metodik anlamda tanıyıp tanımadığı konusunda yeterlibilgiye sahip olmadığımız Âkif Paşa, bu şiiriyle Türk edebiyatına yeni bir tema getirmiş olur. Her ne kadar daha önce de Türk şiirinde yokluk fikrine rastlansa da yokluk, bu derecede kuvvetle vurgulanan ve özlenen bir yapıya kavuşmaz. Çünkü Âkif Paşa’nın “Kaside-i Adem”inde içinde yaşanılan dünya ve varlığa karşı nefret duygusu kuvvetli bir şekilde işlenmiştir. Cennet, cehennem, hatta mutasavvıfların özlediği elest meclisine dönüş ve Tanrı’nın varlığında yok olma (fenâ) böylece ebediyete ulaşmanın (bekâbillâh) zıddı olan ‘adem’ kavramına methiye, İslâmî gelenek içinde oldukça yabancı bir düşüncenin tezahürüdür. Muhtevadaki gelenekten bu ayrılışa karşılık diğer yandan şiirin iç düzenlenişinde, dil ve “kafiyenin gelişi güzeline tâbi olan hayalleri ile tamamiyle eski tarzın mahsulüdür. Elest meclisi (bezm-i elest), sohbet meclisi anlamına gelir. Ruhların yaratılması sırasında Tanrı’yla insanlar arasında yapıldığı kabul edilen sözleşmedir. Tasavvuf literatüründe sıkça kullanılır. Recaizade Mahmut Ekrem’in oğlu Nijad’ın ölümü üzerine yazdığı “Ah Nijad” başlıklı şiir Âkif Paşa’nın “Mersiye”sinden izler taşır. İbrahim Şinasi İstanbul’un Tophane semtinin Boğazkesen Mahallesi’nde 1826 yılında doğan İbrahim Şinasi devlet tarafından Batı’ya, Fransa’ya gönderilen ilk sivil öğrencidir. Fransızcasını ilerlettikten sonra, Reşit Paşa’nıntavsiyesi üzerine maliye öğrenimine başlar. Bir yandan da matematik ve tabiatbilimleriyle uğraşır. Paris’temüsteşrik (Doğu bilimcisi) De Sacy ailesi ve onların aracılığı ile de Ernest Renan ve A. Lamartine ve dil bilimci Littré ile tanışır. Lamartine’in toplantılarını takip eder. 1851’de Société Asiatique’e üye seçilir. Société Asiatique, Asya Toplumları Araştırmaları anlamına gelen bir kurumdur. İbrahim Şinasi, bu kuruma Kemal Efendi’den sonra üye seçilen ikinci Türk olmuştur. İstanbul’a döndükten sonra devlet memuriyetinde bulunmuş, sadrazam Ali Paşa ve dönemin padişahı Abdülaziz’le sürtüşme yaşamıştır. Paris’te Fransız edebiyatını yakından okuma ve tanıma fırsatıbulan İbrahim Şinasi, Türk edebiyatını Batı tarzında yeni bir anlayışa kavuşturmak ve klasik Türk edebiyatının ağdalı dilinden ve soyut dünya anlayışından uzaklaşarak gittikçe halkın anlayacağı bir dille yaşanan hayatı ifade edebilecek, gerçekçi, akla dayanan, sosyal konulara geniş yer ayıranbir edebiyat kurmakister. Bir yandanyazı dilini sadeleştirerek konuşma diline yaklaştırırken diğer yandan klasik Türk edebiyatının hayal sisteminden uzaklaşır. Üslupta yeniliğe gider. Şiire yeni ve değişik kelimeleri, kavramları ve temaları sokar. Onun manzumelerinde akıl, kanun, hak, adalet, millet, devlet, medeniyet, reis-i cumhur, taassup, cehl, encümen-i dâniş gibi o güne kadar şiirde pek rastlanmayan, her biri makalekonusu olabilecek kelime ve kavramlar yer tutmaya başlar. Şiir estetiğinin ve lirizmin geri plana düştüğü bu manzumelerde düşünce öne çıkar. Klasik Türk edebiyatının nazım şekillerini önemli ölçüde sürdüren şair, bu nazım şekillerinin iç düzenlenişinde değişiklik yapar. Şinasi’ye göre Tanrı fikri konusunda, her şeyden önce, eski münacatları dolduran malzeme yığınını ayıklıyor. Tanrı fikrini yeryüzüne ait teferruatla değil, kâinatın bütünlüğü içinde ortaya koyuyor. Amaç, sanat göstermekten ziyade Tanrı ile kâinat arasındaki münasebeti anlatmaktır. Şair, Fransız klasiklerinden ve yaşadığı dönem Fransa’sında yaygın olan pozitivist felsefeden hareketle akla ve akılcılığa önem vermiş; bu felsefeyi hayatı değerlendirmede birinci sıraya almış, bütün hayatı, hatta Tanrı’yı akıl yoluyla anlamak ve değerlendirmek isteyen bir anlayışa ulaşmıştır. Akıl, eskiler tarafından daima aşağı görülmüş bir melekedir. Onun Tanrı’yı anlamasına imkân yoktur. Şinasi ise Tanrı’nın birliğine inanması için aklın “şehadet”ine lüzum olduğunu ileri sürer. Böylece onun şiirleriyle klasik anlayıştan farklı, yeni bir kâinat ve deist bir Tanrı anlayışı ortaya çıkmaya başlar. Onun şiirin ifade alanı içerisine sokmaya çalıştığı uygarlık (medeniyet) ve meşrutiyet düşüncesi, diğer düşünceleri gibi, kaynağını döneminin Avrupa hayatında bulur. Nitekim Mustafa Reşit Paşa’yı “medeniyet resulü” ve faziletli insanların “reis-i cumhuru” şeklinde değerlendirmiştir. Terceme-i Manzume (1859) ve Müntehabât-ı Eş’âr (1862) adlı iki küçük kitapta toplanan şiir tecrübeleri sanat yönüyle değilse de yarattığı etki ve yerleştirmeye çalıştığı düşünce ile yenileşme yolunda önemli birer adım olur. Şinasi’nin amacı, yazı dilini konuşma diline yaklaştırmak ve sade Türkçeyle edebî eser ortaya koymaktır. Bunun örneklerinden birisi “Karakuş Yavrusu ile Karga Hikâyesi” eseridir. Ayrıca Lamartine’in “Les Méditations poétique”undan Türkçeye tercüme ettiği “Kıt’a”lar yanında “İlâhî”, “Münacat”, “Eşek ile Tilki Hikâyesi”, “Arz-ı Muhabbet” adlı manzumelerinde “ottova-rima” olarak bilinen yeni şekil denemelerine giriştiğini gösterir. “Ottova-rima”nın ilk örneğini Edhem Pertev Paşa’nın Victor Hugo’dan yaptığı “Tıfl-ı Naim” çevirisi Batı’dan gelen nazım şekillerinden oluşturur. Şinasi, klasik şiirin kaside şeklinde bazı değişikliklere gitmiş; kasidelerinin üçünde nesib kısmını kaldırarak doğrudan doğruya medihte (övgüde) bulunmuş, birinde de mesnevi nazım şeklini kullanmıştır. Tanzimat dönemi şiirinde ilk değişiklikler İbrahim Şinasi’nin eserlerinde görülür. O, şiire yeni ve değişik kelimeleri, kavramları ve temaları sokar. “Akıl”, “kanun”, “hak”, “adalet”, “millet”, “devlet”, “medeniyet”, “reis-i cumhur” gibi o güne kadar şiirde pek rastlanmayan kelime ve kavramlar yeni dönemde yer tutmaya başlar. Bu dönemde Türk şiiri artık siyasi ve sosyal bir yapı kazanmaya başlar. Yenilikçilerin kaleminde şair, toplum ve ülke karşısında sorumluluk duyan, aklı ve düşünmeyi ön plana çıkaran, birtakım teklifleri olan dava adamı kimliğiyle kendisini gösterir. Şinasi’nin Türk şiiri açısından önemi onun, Türk şiirinin Doğu edebiyatları geleneği içinden çıkarak Batı tarzı bir yapı kazanmasında yol açması, yeni konu ve temaları şiire sokmuş, aklı ve düşünmeyi öne alması, şiir dilini sadeleştirerek konuşma diline yaklaştırması, klasik şiirin klişe söz varlığından uzaklaşmış, şiiri mazmunlardan çözerek yaşanan hayatın gerçekliğine yaklaştırmasında gizlidir. Namık Kemal Baba tarafından köklü bir aileye sahip olan Namık Kemal dedesinin görevi gereği bulunduğu Tekirdağ’da doğmuştur. Klasik edebiyat terbiyesi ile yetişmiştir. 22 yaşında İbrahim Şinasi ile tanışıncaya kadar Encümen-i Şuarâ şairlerinin şiirleri yanında önceki yüzyıllardan Fuzulî, Nef’î, Nâilî, Fehim gibi ünlü şairlere nazireler yazar, tasavvufi ilhama bağlı ürünler ortaya koyar. Kâzım Paşa, Ârif Hikmet, Hâlet ve Faik Memduh gibi şairlerle ortak gazeller kaleme alır. Klasik edebiyatın mazmunlarını, remizlerini ve hayal sistemini kullanır. Şinasi ile tanışmasından bir süre sonra Yeni Osmanlı Cemiyetine girer ve böylece siyaset alanına geçmiş olur. Yeni Osmanlılar Cemiyeti, Genç Osmanlılar tarafından 1865’te kurulmuş gizli bir cemiyettir. Bu cemiyet ülkenin içinde bulunduğu güç durumdan kurtulmasını, meşrutiyetin ilan edilmesini isteyen gençlerden oluşur. Genç Namık Kemal’i eski hayat anlayışı ile klasik şiirin estetik dünyasından çıkararak modern Batı düşüncesinin dünyasına, aynı zamanda yeni şiir anlayışına taşıyan hadise Şinasi’nin yazdığı “Münacat” şiiri ve bu tanışma olur. “Hürriyet Kasidesi”, “Vatan Şarkısı”, “Vatan Türküsü”, “Murabba”, “Vaveylâ” gibi eserleri, sosyal ve siyasi konular yanı sıra vatan sevgisi ve kahramanlık duygularının yansımalarıdır. “Besâlet-i Osmaniyye ve Hamiyyet-i İnsaniye” [Hürriyet Kasîdesi, 1876] şiiri, onun Şinasi ile tanışmasından sonra yazdığı sembol şiirdir. Aksiyoner bir dava adamı kimliği ile karşımıza çıkan Namık Kemal’in şiirleri, Vatan yahut Silistre piyesiyle birleştiğinde dönemi içinde ve sonraki bunalımlı yıllarda geniş halk kitlesi üzerinde derin etkiler yaratır. Kendisine vatan şairi sıfatının verilmesine sebep olan şiiri “Hürriyet Kasidesi” olmuştur. “Hürriyet Kasidesi”nde Namık Kemal, politik tercihinin yanında yeni insan tipinin davranış tarzını da sergiler. Şiirde insanın yüksek yaratılış özellikleri ile vatan, millet, hamiyet ve halk kavramı üstün değerler çizgisinde birleşir. Bunu hürriyet fikri ile adalet ve hak düşüncesi tamamlar. Vatan fikrinin kazandığı değerin mücerretten müşahhasa (soyuttan somuta) döndüğü “Vaveylâ” şiirinde, vatan fikrinin insan imgesiyle birleşmesi dikkat çeker. Haritada görülmüş vatan coğrafyasının getirdiği hayalle birleşen yüksek heyecan ve lirizm, ittihat-ı İslam fikrine bağlı bu vatan mistiğinin elinde şiiri daha da ilgi çekici kılar. Namık Kemal,ölçü olarak aruzukullanmakla birlikte kimi zaman heceyi de dener. Sayısı onu bulan hece ölçüsüyle yazdığı manzumelerinde sanat gücünden pek söz edilemez. Onun bu kalem ürünleri daha çok hiciv ve mizah özelliği taşır. Şiirinin muhtevasında yeniliğe giden Namık Kemal, şekil ve üslupta fazla değişiklik yapmamış olmasına rağmen “Vaveylâ”, “Hilâl-i Osmanî”, “Ukab-nâme” gibi kalem ürünlerinde Batılı yeni şekilleri denemiştir. Namık Kemal’in üslubunda Şinasi’nin üslubunda görülen kuruluk, âdeta iskeleti andıran takırtılı durum da giderilerek dil fonksiyonel, dinamik, canlı bir özellik kazanır. Kendisinden sonra gelen kuşakların yetişmesi için çaba harcar. Başta Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit üzerinde etkisi olmuştur. Türk edebiyatının modern görünüm kazanmasında Namık Kemal, İbrahim Şinasi’nin açtığı yolu genişletmesiyle, şiire duyguyu ve heyecanı getirmesiyle, vatan ve millet gibi kavramları gür bir sesle terennüm etmesiyle, şiirde siyasi dilin yerleşmesinde etkili olmasıyla, Şinasi gibi kendisinden sonra gelen kuşakların yetişmesi için çaba harcamasıyla önem kazanır. Nitekim başta Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hâmit olmak üzere çok sayıda genç sanatkâr üzerinde sürekli etkisi olacaktır. Ziya Paşa Teknik şartlar bakımından eskiye geniş ölçüde bağlı kalırken içerik yönünden şiirini yeni fikirlere ve temalara açar. Onda eski bilgiyle modern astronomi, rindane tavırla felsefi düşünce, inanmış insanın rahatlığıyla huzursuz insanın bunalımı ve arayışıbirlikte görünürlük kazanır. Duygularıyla daha çok klasik zevkin dairesinde yer alan, aklıyla Batılı fikirlere gitme çabası içinde olan şair, Yenileşme Dönemi Türk edebiyatında gönlüyle aklı arasındaki çelişkiyi ve buna bağlı olarak çatışmayı derinliğine yaşayanlardandır. Onun iç dünyasında ortaya çıkan bu çelişki ve çatışma, sanatında da geniş olarak yansıma alanı bulur, eserinin ikili şekilde yürümesine yol açar. Şiirleri,Eş’âr-ı Ziyâ ve Külliyât-ı Ziyâ Paşa adlarıyla kitaplaştırılmıştır. O, dönemi içinde çok sayıda şiiriyle klasik edebiyatın dikkatleri üzerinde toplayan temsilcisi olarak belirir. Şiirlerinin bir kısmında şair, Şinasi’nin başlattığı çizgide yeni muhtevanın kapısını aralar. Asıl edebî kişiliğini hazırlayan eserlerinde, Âkif Paşa’nın kasidesinde karşılaştığımız huzursuz, memnun olamayan, tereddütler/ikilemler içinde kıvranan, ızdırap çeken dramatik insanın mistik ve metafizik karakterli endişelerini dile getirir. Sadullah Paşa’da da karşımıza çıkan bu insan tipi, öte karakterli-kutsal merkezli-cemiyetçi bir zihniyetten birey esaslı, akıl-şüphe merkezli bir zihniyete geçişin bireysel ve kültürel trajiğini üzerinde taşır. Bir tarafıyla Doğu kültürünün uyuşumcu-simetrik insan tipini yansıtırken diğer taraftan artık asimetrik, huzursuz, dünya ve nesne karşısında sorular soran; var oluşu rasyonel anlamda sorgulayan, cevap bulamayınca da umutsuzluğa, huzursuzluğa kapılan tarafıyla yeni ve Batılı bir kimliğe sahiptir. Klasik şiirde soyut (mücerret) sevgilinin yüz vermemesi sebebiyle veya tasavvufi çile anlayışına bağlı olarak ızdırap çeken insanın yerini bu yeni dönemde hayatın içinde, madde ve dünya karşısında ızdırap çeken insan alır. Namık Kemal’deki dışa yönelen aksiyoner dava adamı tipi, böylece onda içe, insanın iç dünyasına, psikolojik sorunlarına döner. Bu da şiirinin felsefi ve psikolojik alanda derinleşmesine zemin hazırlar. Gençlik dönemi şiirlerinde klasik edebiyatın öne çıkan temsilcilerinden biri olarak beliren Ziya Paşa, geleneğe bağlı gazeller, kasideler, münacatlar, mersiyeler, şarkılar yazar. Gençlik yıllarında duyuş, düşünüş ve hayal sistemi bakımından eskinin devamıdır. Klasik edebiyatın teknik unsurlarını da aynı şekilde sürdürür. Onun bu dönem şiirlerinde Fuzûlî, Nâilî, Nâbî, Nedîm, Şeyh Galip etkisi görülür. Ziya Paşa, edebî şöhretini sağlayan “Terci-i Bent”i 1859’da yazar. Şair, “Terci-i Bent”te kâinata ve hayata karşı zihnî tavır takınarak birçok soru sorar. Kâinat ve insan karşısında duyduğu şaşkınlığını, Allah’ın eserleri karşısında aklın idrakteki yetersizliğini dile getirir ve tezatlarla örülü bir muamma olarak gördüğü hayat karşısında hayret içerisinde kalır. Fakat bunlara aklıyla hiçbir cevap bulamaz. Her şey ona abes gibi görünür. Fakat o, abesi kabul etmektense aklın anlama kuvvetinden şüphe eder. Aklın anlama kuvvetinin iflası yahut yetersizliği hayret hâlini doğurur. Sonuçta Ziya Paşa, hayret merhalesinden imana erişir gibi görünürse de metnin bütünü onun bu merhalede asılı kaldığını gösterir. “Harâbât Mukaddimesi”nde çocuk yaşta halk şiiriyle karşılaştığı bilgisini veren, hatta “Şiirve İnşâ” makalesiyle halk edebiyatını Türklerin asıl edebiyatı olarak gösteren Ziya Paşa, bu alanda bir türkü kaleme almaktan öteye gitmez. Âkif Paşa’dan itibaren gelen huzursuz insan tipi, Ziya Paşa’da asıl temsilcisini bulur. Onun huzursuzluğu, içinde yaşadığı değişim süreciyle ilgili olduğu gibi, siyasi düşüncelerine ve ihtiraslı yaratılışının getirdiği ikbal arayışına da bağlıdır. Ziya Paşa da Namık Kemal gibi şiirin dil, şekil ve üslubundan çok, içeriğini yenileyen sanatkârdır. Bununla birlikte onun hayalleri ve mazmunlarıyla daha çok klasik edebiyatın dairesinde kaldığı söylenebilir. Onun kelime kadrosu da geniş olarakklasik edebiyattan gelir.Bu alanda Şinasi’nin “safi Türkçe” yolunda gösterdiği titizliği Ziya Paşa’da, hatta Namık Kemal’de gereğince göremeyiz. Sadullah Paşa Devlet adamı kişiliği ile edebiyattan ziyade Batılı düşünce tarzı zihniyet değişimi üzerinde etkisi olmuştur. “On Dokuzuncu Asır” manzumesiyle o, Orta Çağ’ın bilgi birikiminin karşısına Batı’da pozitif bilimlerin ürettiği bilgiyi çıkarır. Böylece Doğu-Batı karşılaşmasında Batı’nın üstünlüğü ortaya konarak girilmesi istenen Batı medeniyetinin bilim ve teknoloji alanındaki cazip yönleri gösterilmiştir. Batı edebiyatıyla da yakından ilgilenen Sadullah Paşa, Alphonse de Lamartine’den “Göl” (Le Lac) şiirini çevirmiştir. Onun “Homeros’un İlyada destanının ilk on beytinin manzum çevirisi, ayrıca destanın kırk altı-kırk yedi sayfalık bir bölümünün nesir olarak tercümesi bilinmektedir. Sadullah Paşa’nın getirdiği düşünceler, İbrahim Şinasi’nin rasyonalist/akılcı görüşleriyle benzerlik gösterir. O, kendisinden sonra yetişen Beşir Fuad’la birlikte pozitivist zihniyetin 19. yüzyıldaki önemli temsilcilerinden biridir. Ülkenin ve insanımızın içinde bulunduğu şartları değerlendiren Sadullah Paşa, zanların ve hurafelerin üzerine kurulmuş eski dünya anlayışının yerine modern bilimin getirdiği yeni dünya anlayışının hâkim olmaya başladığını dile getirir. Aslında onun bu tespiti, toplumu için bir tekliftir. Ona göre Batılı devletler gibi Osmanlı da aklı ve bilimi merkeze alan bir yenileşmenin içine girmelidir.

  • İlelebet Cumhuriyet!

    Cumhuriyetimizin 100’üncü Yıl Dönümü kutlu olsun! Cumhuriyetimizin kurucusu Başkomutanımız Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Millî Mücadelemizin tüm kahramanlarını rahmet, minnet ve saygıyla anıyoruz. Atatürk’ün işaret ettiği muasır medeniyetler seviyesine ulaşmak için var gücümüzle çalışmaya, Türkiye Yüzyılı’nda 85 milyon bir ve beraber olmaya devam edeceğiz.

  • Mescid-i Aksa’yı Gördüm Düşümde

    Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu Götür Müslüman’a selam diyordu. Dayanamıyorum bu ayrılığa Kucaklasın beni İslam diyordu. Mehmet Akif İnan

  • Masal Nedir? Masalların Özellikleri Nelerdir?

    Kültürel unsurların kesin ve net tanımlarını yapmak zordur. Küresel dünya düzeninde kalıplaşmış. Çünkü sözlü kültüre ait ürünler ve yaratımlar, içinde bulundukları çevresel ve sosyal dinamiklere göre sürekli değişim içinde ve yeni duruma uyum sağlar. Sözlü kültürün önemli türlerinden biri olan masalların da bu nedenle herkes için geçerli bir tanımını yapmak zor olur. Ayrıca masal tanımları dönemin sosyal, kültürel ve entelektüel ortamına göre değişiklikler gösterebileceğinden söz konusu tanımları, yapıldıkları zamanı baz alarak değerlendirmekte fayda vardır. Masallar, her dönemde farklı türler altında incelemeye tabi tutulur. Dolayısıyla kesin ve katı kuralları olan ve değiştirilemez bir tanım yerine masalların kendini sürekli yenileyen dinamik yapısına da uygun, çok değişkenli bir tanım yapmak gerekir. Bu nedenle bu bölümde şimdiye kadar yapılmış masal tanımlarından örnek oluşturan ve kabul gören bazıları seçilerek eleştirel bir gözle değerlendirilir. Bunun amacı, bugüne değin yapılan masal tanımlarının topluca değerlendirilmesine imkân sağlanmasıdır. Masalı tanımlamaya çalışmanın zor taraflarından biri de hem masalların hem de anlatıcıların dünya üzerindeki hareketliliğidir. ABD’li bilimci Dan Ben Amos masalların, oluştukları toplumlardan göç ederek başka toplumlara geçişiyle birlikte kaçınılmaz değişikliklerin meydana geleceğini belirtir. Ona göre bu durum sosyal çevre, kültürel davranış ve kişisel yetenek değişkenlerinin de etkisiyle bir masalın nihai şeklinde, metninde ve yapısında açık farklılıklar yaratabilir. Masal Tanımları Şimdiye kadar dünyada ve Türkiye’de yapılmış masal tanımı denemelerini kavramanız bekleniyor. Bu yüzden masal tanımlarından dikkat çekici olanları seçilerek alıntılanmış. Roger D. Abrahams, geleneksel bir türü çalışabilmenin dört yolu olduğunu söyler. Birincisi; ‘sanat çının şekil veren elinin önemi üzerinde durur, sanat işini ve onun seyirci üzerindeki etkisini, işi yapmanın veya yorumlayanın elle yapılan enerjilerinin yan ürünü olarak görür.’ İkincisi; ‘nesne olarak sanat çalışmasını merkeze alır, onun sanatçısını konu dışına iter. Üçüncü yaklaşım; ‘ilk olarak performansın dinleyiciyi nasıl etkilediği ile ilgilenir.’ Dördüncüsü ise ‘dinleyicinin performansı etkileyiş şekline, odaklanır. İcra eden sanatçı halk değerleri ve zevklerinden onların yükselişine ve destekleniş şekline odaklanarak toplulukların nasıl etkilendiğini analiz eder. Abrahams’ın bu yaklaşımından da anlaşılacağı üzere bir folklor türünü çalışmaya başlarken sanatçı/ yaratıcı, metin/nesne, bağlam odaklı bakış açıları geliştirilir. Geleneksel bir anlatı türü olan masala yaklaşanlar da masalı bazen sadece bir metin, bazen yaratıcısı olan ve yaratıcısının etkisi ile şekillenen bir gösterim veya performans, kimi zaman da bulunduğu bağlama yani dinleyicilere göre şekillenen bir metin olarak görmüşlerdir. Bu bağlamda yalnızca tek bir yaklaşım üzerinden masalı yorumlamak eksik kalacaktır. Metin, yaratıcısı, bağlamı, dinleyicisi hesaba katılarak bütüncül bir tanımlama getirmek doğru olacaktır. Bu farklı bakış açıları nedeniyle masal tanımlarında yaşanan zorluk, tanımların eksik olmasına neden olmuş. Alan Dundes da “Herhangi bir halk bilgisi unsurunu bir kişi, dokusu metni ve onun çevre ve şartları itibariyle tahlil edebilir. Bir halk bilgisi türünün sadece bunlardan birinin temel alınarak tarif edilmesi mümkün değildir. Bir tür, ideal olarak bu üç seviyenin hepsinin göz önüne alınmasıyla tarif edilmelidir” diyerek bir türün tanımındaki bütünlüğe dikkat çekmiş. Araştırmacıların masal tanımlarına değinecek olursak, İslâm Ansiklopedisi’nin “mesel” başlıklı maddesinde masalın “mesel, masal, Habeşçe mesl, messâle; Aramice masla, İbranice mâsâl gibi mukayese ve karşılaştırma ifade eder; tabirler mutâd olarak bu şekli aldıkları için, bu kelime de sonra umumi olarak atalar sözü, darb-ı mesel mânâsına gelir” denilmektedir. Kamûs-ı Türkî’de “mesel, âdâb ve ahlâk ve nasayihe müteallik küçük hikâye” şeklinde geçer. Başka bir görüş olarak Günay’a paralel bir biçimde Saim Sakaoğlu da bugünkü “masal” kelimesinin kullanım tarihinin oldukça yeni olduğunu belirtir. 130 yıllık geçmişi olan bu kelimeden önce Türkiye’de kıssa, dâstân, hikâye vb. kelimelerin kullanıldığını aktarmaktadır. Sakaoğlu, masal kelimesinin yerine Anadolu’da “metel, mesele, matal, hekâ, hikâ, hikiya, hekeya, oranlama, ozanlama ve nagıl” kelimelerinin kullanıldığından bahseder. Diğer bir görüş, Saim Sakaoğlu, Gümüşhane ve Bayburt Masalları adlı eserinde Divanü Lügati’t Türk’te geçen ötkünç kelimesinin sanıldığının aksine masal değil hikâye anlamına geldiğini ve Naki Tezel’in “masalın öz Türkçe karşılığı ötkünçtür” ifadesinin doğru olmadığını söyler. Sakaoğlu’nun söylediği gibi ötkünç kelimesi Lügat’ta hikâye anlamına gelirken ötkünmek kelimesi ise hikâye anlatmak anlamındadır. Masal, Türk dünyasında da çok yaygın bir türdür. Bundan ötürü bölgelerin kendine has bir masal adlandırması ve tanımı bulunmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir: • Ertek (Karakalpaklar, Özbekler) • Ertegi/ü (Kazaklar, Kırgızlar) • Erteki (Türkmenler) • Ekiyet (Başkurtlar) • Erteği-ertek (Türkistan) • Imak (Sagaylar) • Nıbah (Şorlar) • Sersek (Şorlar) • Nağıl (Azerbaycanlılar) • Hallep (Çuvaşlar) • Çöçek (Doğu Türkistan) • Çörçök (Altay Türkleri) • Cöö Comok (Kırgız Türkleri) • Ostuoruya, Kepsen (Saha/Yakut Türkleri) Mustafa Gültekin Türk dünyasından bir terim birlikteliğinin olmadığını ama buna rağmen Balkanlarda yaşayan Türkler içinde masal teriminin yaygın olduğunu ve bir terim ortaklığının olduğunu söylemektedir. Masal Tanımlarına Eleştirel Yaklaşımlar Türkiye masalları üzerine yapılan tanımların, Namık Kemal’in “Celal Mukaddimesi”nden modern masal araştırmacılarının incelemelerine varan uzun bir yolculuğu vardır. Ama bugüne kadar yapılan masal tanımları, araştırmacıların soruna kavrayıcı bir bakış açısı getirmekte zorlandıklarını düşündürmektedir. Pertev Naili Boratav, masalı “nesirle söylenmiş, dinlik ve büyülük inanışlardan ve törelerden bağımsız, tamamıyla hayâl ürünü, gerçekle ilgisiz ve anlattıklarına inandırmak iddiası olmayan kısa bir anlatı” olarak tanımlar. Diğer bir masal araştırmacısı olan Saim Sakaoğlu ise, Boratav’ın söz konusu masal tanımını şöyle eleştirir: Bu tarifteki ‘… inandırmak iddiası olmayan’ ibaresi müşahedelerimize pek uymamıştır. Çünkü masalın hakikî dinleyicisi olarak kabul edeceğimiz medenî imkânlardan neredeyse istifade etmeyen, kültür ve tahsil yönünden zayıf olan insanlar, masalların gerçekten olduğuna inanıyorlar, haksızlığa uğrayan masal kahramanları için üzülüyorlardı. Masalın iddiası ‘inandırmamak’ olsa bile, bu, anlatandan çok dinleyeni ilgilendirir. Belki kültürlü kimseler masalı dinlemek bile istemezler; ama boş vakitlerini masal dinleyerek geçiren, şehir görmemiş kimseler bilhassa kadınlar, masallardaki olaylara inanır. Genelde halk bilimi özelde masal çalışmalarının bugün geldiği nokta bu tanım ve eleştirilerden daha farklı bakış açıları geliştirmeyi gerektirmektedir. Halkın dinî inançları, büyü ve gelenek gibi kavramlar, folklor çalışmalarının temelinde yer alır. Bu kavramlardan soyutlanmış bir masal tanımı, araştırmacının eksik bir bakış açısıyla yola çıkmasına neden olacaktır. Sözlü kültür ürünlerinin birçoğunun, Sakaoğlu’nun sözünü ettiği “şehir görmemiş kadınlar” ve “kültür ve tahsil yönünden zayıf olan insanlar” tarafından üretildiği ve anlatıldığı düşünülmektedir. Halk biliminin temel dayanağı olan ve çağdaş halk bilimciler tarafından yeniden tanımlanan “halk” kavramıyla çelişen bu ifade üzerine düşünmek, söz konusu kabul edişlerin kırılması için atılmış bir adım olarak İncelenmelidir. Masalların Özellikleri Şekil Özellikleri 1. Şekilsel özellik olarak incelediğimizde masallar genellikle nesir anlatılardır. Ancak bazı masalların nazım kısımları da bulunmaktadır. Nazım kısımları nesir kısımlardan ayırmak için anlatımda basit bir melodi veya özel bir sunuş kullanılmıştır. 2. Masal, yazılı literatürden çok sözlü kültüre aittir. Olaylar, karakterler, düşünce ve duygular yazılı anlatımda sabittir. Ama sözlü anlatımda yazarca önemsiz olan, anlatıcı için büyük bir önem taşıyarak özel tasvirlere tabi tutulabilir. 3. Masallardaki tekrarlar sistemli olmamakla beraber masalın bazı yerlerinde sabit ve forma uygun kelimelerle tekrarlar yapılır. Örneğin kahramandan hoşlanan dev anasının ona neler olabileceğini ve bu tehlikeler karşısında kendisini kurtarabilmek için nasıl davranacağını önceden bildirmesi gibi. Kahraman yoluna devam ederken anlatılanlar gerçekleşir. Olayı anlatıcı yeniden anlatır. Seyrek olarak kahramanın olayı önce yaşaması sonra yeniden anlatması gerçekleşir. Başka bir tekrar biçimi ise üçlü form olarak adlandırılır. Bu biçimde bir kahraman ya da üç kahraman üç kez olayla karşı karşıya gelir. Daha çok ilk iki kahraman başarısız olur ve asıl kahraman yani üçüncü kahraman başarı kazanır. 4. Masallar, masalın başı, masalın kendisi, masalın sonu olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. “Başlangıçta “bir varmış bir yokmuş gibi” gibi bir giriş formülü bulunur. Bu bir tekerleme ile genişletilebilir. Bunu izleyen asıl olaylar başlamadan kısa bir giriş yapılır. Bu giriş kahramanı tasvir edebilir. Bu girişten sonra asıl masal kısmı başlar. Sonunda bir kapanış formülü bulunur. Kötüler cezalandırılır. Sevenler ise kırk gün kırk gece düğün yapar. Ya da masal dinleyicisini memnun edecek başka bir mutlu son bulunur. Sonunda anlatıcı “onlar ermiş muradına, biz de erelim muradımıza…” dileğiyle sözü kapatır”. 5. Masalların başında, ihtiyaç duyulan yerlerde, ortasında ve sonunda formeller kullanılır. Diğer anlatı türlerinden destan ve halk hikâyelerinde de bu formeller kullanılmaktadır ancak masallarda kullanılan bu formeller, şekil ve işlev bakımından diğerlerinden farklıdır. Masallardaki formeller, tekerleme ve kalıp söz biçimindedir. Pertev Naili Boratav, Türk masallarındaki tekerlemeleri sınıflandırarak özelliklerini aşağıdaki gibi çıkarmıştır: a) Başta söylenen “giriş klişeleri” (evvel zaman içinde, kalbur saman içinde; bir varmış bir yokmuş gibi). Masalın ortasında ve sonunda da bu klişeler görülür. b) Masalcının kendi başından geçmiş gibi -birinci şahısla- anlattığı garip maceralar. c) Masallar, destan ve halk hikâyelerine göre daha kısa, fıkra ve efsaneye göre ise daha uzun anlatılardır. Ama yine de başta hayvan masalları olmak üzere bazı masallar oldukça kısa olabilir. Bu anlatıcının tutumuna bağlı olarak değişebilir. 6. Kullandığımız dil sade, açık ve anlaşılırdır. Ancak dilin sadeliği anlatıcının tutumuna bağlı olarak değişebilir. Anlatıcının yerel ağız özellikleri de masalların dil özelliklerini şekillendiren başka bir unsurdur. 7. Genellikle “öğrenilen geçmiş zaman ile anlatılır. Bazı masallarda geniş zaman kullanıldığı da görülebilir. 8. Masalların içinde diğer türlerden (mit, efsane, destan, bilmece, atasözü gibi) örneklere rastlanabilir. Masalların orijinalinde olmayan bu durum masal anlatıcısının diğer türlerle ilgili bilgi birikimine bağlı olarak değişebilir. 9. Masalların başlığı genel geçer değildir. Bir masal yöreye göre farklı adlar altında anlatılabilir. İçerik Özellikleri Masallar, olağanüstü özelliklere sahip olabilmektedir. Fakat “her masal olağanüstü özelliklere sahip olmalıdır” diye bir kural yoktur, bazı masallar günlük hayatta karşılaşılabilecek sıradan olayları konu edinebilir. Masallarda şekil değiştirme, öldükten sonra dirilme, görülen olağanüstülüklere örnektir. Masalların kahramanları ya da masalda geçen yardımcı karakterler bir hayvan ya da insan olabilir olağanüstü özelliklere sahip olabilirler. Masalların kahramanları genel olarak sıradan insanlar, olağanüstü özelliklere sahip insanlar, hayvanlar, cadı, dev, cin, peri, ejderha, zümrüdüanka vb. gibi olağanüstü varlıklardır. İcra, Bağlam ve Anlatıcı Özellikleri 1. Masalın bir icra ve gösterim/performans olduğunu akılda tutmak gerekir 2. Masalların ilk üreticisinin kim olduğu belli değildir. Sözlü kültürde kuşaktan kuşağa aktarılarak gelen anonim bir türdür. 3. Anlatıcılara “masal anası”, “masalcı”, “masal ebesi/ninesi”, “masal atası” gibi isimler verilmektedir. 4. Geleneksel kültürde genellikle belirli bir yaşın üstüne olan kadın veya erkeklerin anlattığı masallar son dönemlerde bir meslek hâline gelmeye başlamış ve gençler tarafından anlatılmaya başlanmıştır. 5. Masal anlatıcısı masalına başlamadan önce tekerlemeler söyler bu sayede masala başlayacağını haber verir ve sessizliği sağlamış olur. 6. Masalların genellikle kış aylarında bir ateş ya da ocak başında anlatıldığı söylenmektedir. Ancak günümüzde bu durum değişmiştir. Masallar günümüzde müzelerde, okullarda ve farklı mekânlarda anlatılmaktadır. 7. Masalların dinleyici kitlesi her yaştan insanlardır. Çocuk ya da yetişkin insanlar masalları dinleyebilir. 8. Masalını uzatan anlatıcılar masalın karakterlerini ve temel akışını değiştirmeden olayları geliştirir. Masalcı farklı farklı masallardan alınan bölümleri mekanik bir biçimde birbiriyle kaynaştırarak yeni masalı üretir. Masalların İşlevleri Masalların aşağıda belirtilen işlevleri de vardır: 1. Eğlenme, eğlendirme ve hoşça vakit geçirme işlevi, 2. Değerlere, toplum kurumlarına ve törenlere destek verme, 3. Eğitim ve kültürün genç kuşaklara aktarılması işlevi, 4. Toplumsal ve kişisel baskılardan kurtulma işlevi.

  • Çocuklar Edebiyata Neden İhtiyaç Duyar?

    Çocuk edebiyatı alandaki çalışmalarıyla tanınmış eğitimci Jacob (1955), A.F. Oğuzkan’ın dilimize çevirdiği Curriculum Letter adlı yapıtında çocukların neden edebiyata gereksinim duyduğunu şöyle açıklamaktadır: Edebiyat hoş vakit geçirtici, eğlendirici bir şeydir. Hoş vakit geçirtmeyi eğitimin başlıca amaçlarından biri olarak düşünmekten çekinilmemelidir. Elbette radyonun, resimli dergilerin, sinemanın ve televizyonun yanında okumaya da bir yer ayrılması gerekir. Eğer çocuklar okulda okumayı sevmeyi, okumaktan sadece okumak için zevk almayı öğrenmezler ise hoşça vakit geçirten bir unsurdan yoksun kalırlar. Bu bakımdan, edebiyatı, bir hoş vakit geçirme aracı olarak öğretim programına alınacak değerli unsurlardan biri biçiminde pekala düşünebiliriz. Edebiyat ruha canlılık verir, yaşama gücünü artırır. Edebiyat kimi zaman bizi, hayatın çok ciddi ve üzücü durumlarından uzaklaştırır, götürür. Güzel bir düzyazı veya şiir okumanın kazandırdığı yaşantılarla bir insan kısa zamanda bugünkü tasalarından kurtulma olanağı bulur ve sonra da bu tasarıların karşısına daha güçlü, daha dinlenmiş halde çıkmanın yollarını öğrenir. Çocuklara okulda bu gibi yaşantılar edinmek için birtakım olanaklar verilmediği sürece onlar ruhun canlanıp güçlenmesinde edebiyatın bu şaşırtıcı, olağanüstü değerini hiç bir vakit öğrenemeyeceklerdir. Edebiyat yaşamı tanımaya yardım eder. Çocuklar yaşamı ve yaşama yollarını öğrenmek için edebi eserlere gereksinim duyarlar. Başka bir kimsenin yaşamını ilgilendiren durumları öğrenmek için edebiyat aracılığıyla elde eldilen pek ilginç yaşantıları -televizyon, radyo vb.- hiçbir araç kazandıramaz. Kimi durumlarda kişisel yaşantılardan daha iyisi yoktur; ama bazı yaşantılar vardır ki bunlar türlü edebiyat eserlerini okunmasıyla birer rastlantı sonucu kazanılır. Kısaca, çocuklar yaşamı tanımak için edebiyata gereksinim duyarlar. Edebiyat bir rehberlik kaynağıdır. Edebiyat bir kimsenin kendini tanıyarak davranışlarını değiştirmeye yarayacak olanaklar hazırladığı için bir rehberlik kaynağı olarak da hizmet edebilir. Şüphesiz, bütün edebiyat eserleri böyle bir hizmeti görmez ve bu hizmet de her zaman klasik ölçüler içinde yerine getirilemez. Fakat, her birimizin yaşamında gereksinim duyduğumuz vakit bize kendimizi anlamak konusunda yardımcı olan en az bir kitap bulunmuştur. Edebiyat yaratıcı etkinlikleri özendirir. Çocuklar, başka alanlardaki yaratıcı etkinliklere geçmek için bir sıçrama tahtası olarak edebiyata gereksinim duyarlar. Başka sanatlarla ilişkileri bulunan zengin bir programın eşliğinde yaratıcılığa yönelten okuma etkinlikleri sayesinde bir sanat, başka bir sanatı desteklemiş, beslemiş olur. Okuma, çocuğu resim çizmeye ve dramatik sanat alanlarında ritmik yorumlamalar yapmaya özendirir. Çocuklar okuma ve dramatik sanat alanlarında ne kadar zengin yaşantılar edinirlerse yaşamın öteki yaratıcı alanlarında da o kadar zengin bir kişiliğe sahip olurlar. Edebiyat güzel bir dil demektir. Çocuklar kendi dillerini geliştirmek için edebiyat eserlerine gereksinim duyarlar. Edebiyat güzel bir dildir ve içimizde, çocukların anadillerinin güzelliğini en iyi biçimde öğrenmelerini istemeyecek kimse var mıdır?”( Leland, Jacob. Çeviren: A. Ferhan Oğuzkan. Curriculum Letter, N. 20, 1995.)

  • Dram Sanatı ve Tiyatro Sanatı

    Tiyatro Nedir? Tiyatronun ve opera, bale, sinema gibi tiyatro ile akraba olan diğer sanatların temelinde oyun vardır. Tiyatroyu tanımak ve tanımlamak için dram sanatının yakından tanınması gerekir. Tanımlanması güç olan dram sanatı çok yaygın olup pek çok sanat dalında yer alır. Tarihi bin yıllara varan dram sanatının zaman içinde çok büyük evrimler geçirmiş olması tanımlanmasının zorluğunda önemli bir etkendir. Bu sanatı çetrefilli kılan bir diğer özelliği, aynı kalan özelliklerine rağmen ülkeden ülkeye, kültürden kültüre göre farklılıklar göstermesidir. Yaygınlık kazandığı türler (tragedya, komedya, dram, vodvil, fars vb.) arasında her zaman kalın olmayan sınır çizgileri de dram sanatının tanımlamasını zorlaştırmaktadır. Bununla birlikte, her türde değişmeyen özellikleri vardır ve türlerin de belli özellikleri bulunmaktadır. Dram sanatının başka sanatlarla (şiir, destan, öykü, resim vb.) ilişkili olması nedeniyle bunlarla bağlar içinde bulunduğunun, hangi özelliklerinin kendisinin özellikleri olduğunun, hangilerinin başka sanatlardan alındığının ve hangilerinin ortak olduğunun irdelenmesi bu sanatın daha iyi tanınmasında önemlidir. Dram Sanatının Yaygınlığı 17. yüzyıla kadar, dram sanatının tiyatro ve dramatik dans olmak üzere iki temel biçimi egemendi. Bunların ardından, 1594’te “Dafne” adını taşıyan ilk opera ortaya çıkmıştır. Modern anlamda balenin doğuşu, Jean eorges Noverre’in, 1760 yılında yayımladığı “Letters on the Dance and Ballet” eseri ile olsa da bu sanatın temeli İ.Ö. 5 yüzyıla kadar dayanmaktadır. Dram sanatının önemli ve etkili temsilcilerinden biri olan sinema, 1895 yılında, Lumière’in ilk belgesel bilmleriyle başlar. 1900 yılında, oyunculu ve devinimli kamerayla yapılan sinemaya, çizgiler, nesneler ve hareketsiz kamerayla yapılan canlandırma sineması eklenmiştir. Sinemanın keşfinden sonra, dram sanatı için önemli bir araç olan televizyon bulundu. İlk drama yayını 1930’da, Pirandello’nun “Ağız Çiçekli Adam” ile oldu. Televizyon yayını, dram sanatının biçim ve araç değiştirerek gelişmesine katkıda bulunmasının yanında bu sanatın geniş kitlelere ulaşmasını da sağlayarak sanata yaygınlık kazandırmıştır. Dram sanatının özgün bir biçimi de radyoda yapılan “Radyo tiyatrosu” gibi dramatik etkinliklerdir. Günümüzde, video, bilgisayar ve internet ağı da dram sanatının yaygınlaşmasına ve daha fazla kullanılmasına katkıda bulunmakta, dram sanatından yararlanmaktadır. Dram sanatı, bunlarla beraber başka sanatsal, kültürel, dinsel ya da eğitimsel alanlarda da yaygın olarak kullanılmaktadır. Araç Olarak Yaygın Olan Dram Başlangıcından günümüze kadar, sanat biçiminin yanında dram, pek çok alanda yöntem olarak da etkili bir biçimde kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ortaya çıkışıyla birlikte dramın etkili bir yöntem olduğu anlaşılmış ve dinsel öykülerin dramatize edilerek veya tablolar ile anlatılması yolu izlenmiştir. 16. yüzyıldan başlayarak, günlük hayat içinde, noel törenlerinde, karnavallarda, dramatik özellikteki şakalar yapılmış, oyunlar oynanmış, Latince öğrenmede kullanılmıştır. Dramın, sanat biçimi olarak geniş bir yelpazede kendine yer bulması, anlatımdaki somutluğu, insanları kolay etkilemesi ve etkilerinin uzun süreli olması sebebiyle günümüzde de diğer birçok alanda başvurulmaktadır. Öğretimde Drama Dramın somut anlatımı, böylece, benzerlik, ayrım ve çelişkilerin daha çarpıcı olarak ortaya konması, daha kolay algılanması ve görsel belleğin daha güçlü olması, günümüzde de eğitimcileri ve öğreticileri, dramı bu alanda kullanmaya itmiştir. Öğretilecek konunun drama kullanılarak aktarılabilmesi için, amaçlar doğrultusunda dramatik bir anlatı oluşturulur ve bu anlatının profesyonel oyuncular veya öğrenciler tarafından canlandırılması sağlanır. Radyo ve televizyonda yer alan öğreti programlarındaki dramatik bölümler hem daha etkili olmalarını hem de zevkle takiplerini sağlar. Bu yöntemin öğretimde etkin ve yaygın bir biçimde kullanılması, öğretimin, daha az enerji, daha az zaman kullanılarak, daha etkin bir biçimde gerçekleştirilmesini, öğrenilen bilgilerin daha uzun süre korunmasını sağlar. Eğitimde Drama; Yaratıcı Drama Dramın eğitimde kullanılması, İngiltere, A.B.D. ve Almanya kaynaklı olup ülkemizde bu kullanımlar yol gösterici olmuştur. Yaratıcı drama, dramın yaratıcılıkta, bireyin kendini ve toplumu tanımasında, toplumla arasındaki ilişkiyi saptamasında, toplumla arasındaki dengeyi kurmasında, iletişim kurmasında ve güçlendirmesinde, tutum, davranış edinmesi ve değiştirmesinde kullanılmasıdır. Bu yöntemle, bir grup içinde yer alan kişilerin duygu, düşünce, tutum, davranış ve sorunları dramatize edilerek irdelenmektedir. “Drama Lideri” öncülüğünde, grup üyelerinin yaşantılarından anlatıların ya da bazı nesne, durum ve sorunlar üzerinde kurulmuş yeni anlatıların dramatize edilebildiği bu yöntemde dram, sorunların ortaya konmasına, irdelenip anlaşılmasına ve çözüm yollarının bulunmasına katkıda bulunmaktadır. Dram Sanatının Kaynağı ve Temel Nitelikleri Diğer sanatların aksine gereksinimden ortaya çıkan dram sanatının “büyüden”, büyü amaçlı ritüellerden ve mitoslardan doğduğu düşünülmektedir. İlkel dönemlerde, insan büyüye bugünkü bilimin işlevini yüklüyor ve dünyayı bununla değiştirebileceğine inanıyordu. Dram sanatının kökeni büyü amacıyla yapılan simgesel sözlere ve simgesel eylemlere dayanmaktadır. Mitoslar, simgesel sözler, ritüeller ise simgesel eylemlerdir. Bu dönemlerde insanlar, yansılama özelliklerini çok yönlü olarak kullanmaktaydılar. Bunun yanında kişileştirme, kimlik değiştirme ve role girme de bu ritüellerde gelişiyordu. Nesnel ve bilimsel bilginin gelişmesi ve böylece büyünün etkisinin azalması ile büyü törenleri, ritüel ve mitos sanatsal bir biçime dönüşmüştür. Mitos ve ritüeller sanat amaçlı yapılmış olmamasına rağmen biçimleri dramatikti. Daha sonraları, epik şiir, roman ve öykü mitoslardan doğup gelişmiştir. Dram sanatının ortaya çıkışı da bunların değişime uğramasıyla biçimlenmiştir. Tarih içinde, dram büyüsel özelliğinden yavaş yavaş sıyrılmış, biçimini korumakla birlikte, içerik olarak daha dünyasal konuları ele almaya ve sanatsal bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Dram sanatının ileri sürülen kaynaklarından biri de öykü anlatıcılığıdır. Dile getirme arzusunun ve iletişim isteğinin de yansıtıldığı öykü anlatıcılığının, dram sanatının gelişmesinde etkili olduğu belirtilmektedir. Bu kaynaklar ek olarak, ilkel insan hayatının vazgeçilmez ögeleri arasında yer alan müzik ve dansın, çıkarılan çarpıcı, ürkütücü seslerin, törenlerde takılan maskelerin, rengarenk boyanmaların dramın ortaya çıkmasında ve gelişiminde etkili olduğu belirtilmektedir. Tüm bu kaynaklar dram sanatının ortaya çıkışında ve gelişmesinde etkili olmuştur. Ancak sözle ifade edilen anlatı (mitos) ile eylemle ifade edilen anlatı (ritüel) dram sanatının kaynağında öne çıkmaktadır. Dram Sanatının Temeli Anlatı Mitos ve ritüellerin temelinde anlatı bulunmaktadır. Mitos ve ritüelden doğup gelen birçok sanatın (öykü, roman, masal, tiyatro, bale, televizyon dizileri vb.) harcında anlatı bulunmaktadır. Anlatı Birçok sanat dalında farklı sunum biçimleri ve türleriyle yer alan anlatılar çok sayıda ve çeşitliliktedir. Anlatının tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir, bütün zamanlarda, bütün yerlerde, bütün toplumlarda vardır. Bir anlatı oluşması için bulunması zorunlu olan dört temel öge vardır. Bunlar, kişi, uzam, zaman ve eylemlerdir. Bununla birlikte, bu dört temel ögenin yan yana gelmesi her zaman bir anlatı oluşturmaya yetmemektedir. Kişi Bir anlatı en az bir kişiye ihtiyaç duymaktadır. Anlatılarda kişiler etken ya da edilgen, gerçek (Marat-Sade’daki de Sade, tarih anlatısındaki Barbaros gibi) ya da kurmaca (Oblomov’daki Oblomov, Madam Bovary’deki Madam Bovary gibi) olabilirler. Bazen, hayvanlar ya da nesneler, rüzgar, yağmur gibi doğa olayları da kişileştirilmekte, bunlar tıpkı insanlar gibi düşünmekte ve davranmaktadır (Orwell’in Hayvan Çiftliği, La Fontaine’in masalları’nda olduğu gibi). Uzam Eylemlerin geçtiği yeri belirtmektedir. Uzamlar da gerçek olabileceği gibi (anı, günlük, tarih anlatılarında olduğu gibi), gerçeğin taklidi de (sinema, opera ve tiyatroda yaratılan dekorlar gibi) olabilmektedir. Zaman Anlatıda kişinin yaptığı ya da maruz kaldığı eylemler ve edimler belli bir zamanda gerçekleşir. Zaman ölçen araçların bulunmadığı ortamlarda, zamanın geçişi uzamın değişiminden (bitki örtüsünün değişmesi, yapıların eskimesi vb.) anlaşılır. Zaman, anlatıda her boyutuyla (süre, süreç, vakit, an) yer alabilir. Lirik şiir, heykel, fotoğraf gibi bazı sanatların zamanla ilişkisi yok gibi görünse de bunlar, açık ya da gizli zaman kiplerinde belirtilerek) bir biçimde, doğrudan ya da dolaylı olarak (örneğin sinemada uzam aracılığıyla) zamanla bir ilişki içinde oluşur ve öyle alımlanır. Eylemler Bir anlatı kurabilmek için en az iki eylem ya da edim gerekmektedir. Bununla birlikte, birbiriyle bağlantısız iki eylem ya da edim de anlatı oluşturmaya yetmemektedir. Anlatı içinde yer alan eylem ve edimler için özellikle ardıllık ilişkisi vurgulanmaktadır. Anlatı ve ögelerinin farklı kullanımlarıyla iki büyük grup oluşmaktadır; yazınsal (edebi) anlatı ve dramatik anlatıdır (dram sanatı). Yazınsal (Edebi) Anlatı Bu grupta yer alan sanatların temeli anlatıya, anlatının en eski hali olan mitosa ve epik şiire dayanmaktadır. Eski biçimleri mitolojik öykü, masal, destan iken; öykü, roman, anı, günce gibi yeni biçimleri oluşmuştur. Yazınsal anlatı içinde yer alanlar göreceli olarak daha kolay gruplanabilen sanat dallarıdır. Yazınsal anlatının kendine özgülüğü, sözel dil içermenin yanı sıra anlatı ögelerini kullanma biçiminden kaynaklanmaktadır. Bu ögeleri ve ögelerin kullanımını bir bağıntı içinde şu şekilde belirtilebilir. • Kişi: O, onlar (başkaları) • Uzam: Orası (başka bir yer) • Zaman: O zaman (başka zaman, geçmiş zaman) • Eylemler: Sözel dille aktarma (anlatıcı) Yazınsal Anlatıda Kişi Anlatıcı, bir yazar, bir masalcı dede, bir radyo spikeri vb. olabilir. Kişileri onun sözel dili (sözlü ya da yazılı) aracılığıyla alımlarız. Aktarma dolaylıdır. Kişiler genellikle isimleri ile ya da “o”, “onlar” biçiminde aktarılırlar. Bazı anlatılar (anı, günce ve yazınsal düşlerde), birinci tekil şahıs olan “ben” üzerinden de anlatabilir. Bazılarında ise (öykü ve romanlarda) yazar, anlatı içinde bir anlatıcı yaratmıştır. Yazınsal Anlatıda Uzam Yazınsal anlatıda, okurlar ya da dinleyiciler olan bizler için uzam “başka bir yer”dir. Uzamın uzaklığı dil aracılığıyla vurgulanır. Öykü, masal, roman, fıkra gibi yazınsal anlatılarda, uzam “orası” genellemesi içinde aktarılır. Bazılarında (özellikle anı ve güncelerde) uzam için “burası” belirlemesi kullanılsa da kuramsal olarak “orası” anlamı taşır. Gerçek ya da hayali uzamlar kullanılabilir. Yazınsal Anlatıda Zaman Olaylar geçmişte, “başka bir zaman”da olup bitmiştir. Anlatıcı onu “şimdi” sözel dil aracılığıyla iletmektedir. Anlatılar bilim-kurgu türünde olsa ve gelecekte geçse bile, o anlatı yine de geçmişte olup bitmiş gibi dile getirilir. Anlatılar geniş zamanda ya da şimdiki zamanda anlatılsa bile bunlar geçmiş zamanda olmuş olarak alımlanır. Yazınsal Anlatıda Eylemler Yazınsal anlatıda, başka bir uzamda, geçmiş zamanda ve başkalarının başından geçen olaylar bir anlatıcı tarafından aktarılır. Anlatıcı, eylemleri aktarırken, bazen bazı bilgileri gizleyerek merak duygusunu arttırır, bazen betimlemelerle anlatıyı duraklatır ve gerilimi askıda tutar, bazen boşluklar bırakarak hayal gücünü harekete geçirir. Dramatik Anlatı (Dram Sanatı) Kökeni mitos ve ritüele dayanmaktadır. Tiyatro ve dramatik dans en eski biçimleridir. Opera, bale, sinema, televizyon dramaları, radyo oyunları vb. gibi yeni biçimleri ortaya çıkmıştır. Dramatik anlatı, birbirinden kopartılmış, farklı kurumlar içine alınmış, birbiriyle ilişkisiz gibi duran, “dramatik sanatlar”ın temelidir. Dram sanatını araç olarak kullanan bazı alanlar da dramatik anlatıya başvurmaktadırlar. Bu alanlar arasında öğretimde drama çalışmaları, psikodrama, her türlü dramatizasyon, radyo ve televizyon programları içinde yer alan dramatik bölümler vb. yer alır. Dramatik anlatıdaki temel ögeler ve kullanımları bir bağıntı içinde şu şekilde belirtilebilir: • Anlatı: Dramatik anlatı • Kişiler: Sen-ben • Uzam: Burası • Zaman: Şimdi, şu anda • Eylemler: Canlandırma (temsil) Dramatik Anlatıda Kişiler Dramatik anlatıda kişiler “sen-ben” ilişkisi içinde aktarılır. Bu genel belirleme, “biz-siz”, “sen-biz”, “ben-siz” ilişkisini de içerir. Dramatik anlatının da anlatıcıları vardır, ancak sanat alıcıları onları görmez. Oyun yazarı, senarist, oyun ya da film yönetmeni, sahne tasarımcısı vb. dramatik anlatının anlatıcılar arasında yer alır. Sahnede ya da perdede görülen ya da radyo dalgasıyla duyulan kişiler gerçek değil, onların taklididirler. Dramatik anlatı bazen sözel dile de sahipse söz diyalog ya da monolog, şarkı, mektup vb. biçimlerdedir. Dramatik anlatıda, dil, sözce olarak ortaya çıkar. Sözce, kişinin, “ben”den ve “şimdiki zaman”dan hareket ederek sözle dışa vurduğu anlamlı bütündür. Dramatik Anlatıda Uzam Olaylar nerede geçmiş olursa olsun, onlar “burada”, sanat alıcılarının yanı başında geçiyormuş gibi alımlanır. Uzam dekor, ışık, nesneler, efektler veya resimler aracılığıyla yeniden yaratılır. Dramatik Anlatıda Zaman Dramatik anlatıda zaman, genel olarak, “şimdi, şu anda” özelliğindedir. Anlatılarda, olaylar sunumdan önce ya da sonra olup bitmiş olsa da alıcılar sunum sırasında gerçekleşiyormuş gibi alımlar. Dramatik Anlatıda Eylemler Dramatik anlatı, eylem ve edimlerin sunumunu yazınsal anlatıdakinden farklı bir biçimde yapar. Dramatik anlatıda eylem ve edimleri aktarmanın yolu “canlandırma”, yansılama, bir başka deyişle taklittir. Eylem ve edimlerin canlandırılması, anlatının içinde aracına göre farklılıklar gösterir. Tiyatro, opera ve balede sahnede, sinema perdede, televizyon ekranda bu canlandırmayı yapar. Dram Sanatı, kişi, uzam, zaman ve eylemler içeren anlatıların, “sen-ben” ilişkisi içinde, “şimdi” ve “burada”lık duygusu yaratacak biçimde, içinde yer aldığı araca göre farklı biçimlerde yansılanarak oluşan, tiyatro, opera, bale, kurmaca sinema filmi, kukla oyunu, radyo oyunu, gölge oyunu gibi sanatları içeren sanattır. Bunlardan hareketle tiyatro şu şekilde tanımlanabilir: Tiyatro: Kişi, uzam, zaman ve eylemler içeren anlatıların, “sen-ben” ilişkisi içinde, “şimdi” ve “burada”lık duygusu yaratacak biçimde, sahnede ya da sahne yerine geçecek bir alanda, oyuncu, kukla, gölge veya çeşitli nesneler kullanılarak, yansılama yoluyla oluşan, seyircisiyle buluştuğunda varolan ve her buluşmada yeniden yaratılan sanata tiyatro denir.

  • Çağdaş Türk Romanında Feminist Söylem ve Kadın Yazarlar

    Feminist Söylem Feminizm, kadınların erkeklere kıyasla daha güç şartlar altında yaşadıklarını, öğrenim görme, yükselme, toplum içinde saygın bir yer edinme gibi konularda haklarının yendiğini hissedip bunu dile getirme ve bu alanda mücadele etmeyi amaçlar. Feminist söylem de bu amaçlar doğrultusunda sesini yükseltmek, yazmak ve konuşmaktır. Türk edebiyatında kadın yazarlar tarafından sorgulanan bu haklar, başlangıçtan günümüze kadar birçok romanın konusu olmuştur. Türk romanında kadın haklarını ve kadınların yaşadıkları problemleri dile getiren kadın yazarlar, günümüzde edebiyat etkinliklerinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Kadın Yazarlar Kadının Türk toplumunda ve kültür hayatında evin içerisinden çıkışı Tanzimat’tan sonradır. Kızların eğitimine önem verildiği ilk kadın gazete ve dergilerinin çıktığı dönem bu dönemdir. İlk Türk kadın romancı olan Fatma Aliye Hanım (1864 -1936), önceleri Fransızca’dan tercümeler yapmış, sonraları ise Ahmed Midhat Efendi üslûbunu andıran romanlar yazmıştır. Fatma Aliye 1892’de yayımlanan “Muhaderat” adlı ilk romanında kadın problemlerini ele almaktadır. 1908 II. Meşrutiyet’e kadar Fatma Aliye Hanım, neredeyse tek kadın yazardır. II. Meşrutiyet döneminde Halide Edip Adıvar (1882-1964), romanlarının kahramanlarını kadınlar arasından seçer. Cumhuriyet Döneminde Yetişen İlk Kadın Yazarlar Müfide Ferit Tek (1892 - 1971), Şükufe Nihal Başar (1896 - 1973), Halide Nusret Zorlutuna (1901 - 1983), Güzide Sabri Aygün (1886 - 1946); Cumhuriyet’in ilk döneminin kadın yazarlarıdır. Müfide Ferit Tek (1892-1971), Aydemir (1918) isimli Turancı düşüncenin izlerini taşıyan romanıyla tanınmıştır. Pervaneler (1924), romanında ise yabancı okullarda eğitim gören Türk kızlarının millî benliklerinden uzaklaşmaları işlenir. Şükufe Nihal (1896-1973); Renksiz Istırap (1928), Yakut Kayalar (1931), Çöl Güneşi (1933), Yalnız Dönüyorum (1938), Çölde Sabah Oluyor (1951), Vatanım İçin (1955) romanlarında kadınların dünyasını anlatır. Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984), romanlarını daha çok yaşadıkları ve izlenimleri çevresinde kurgulamıştır. Bu romanları; Küller (1921), Sisli Geceler (1925), Gülün Babası (1933), Büyükanne (1971), Aydınlık Kapı (1974), Aşk ve Zafer (1978) isimlerini taşır. Bu dönemin bir başka yazarı da Güzide Sabri (Aygün)’dür. Güzide Sabri’nin romanlarında genç kızların ilgiyle okuyup heyecan duyacağı konular ele alınmış, ilişkiler bu tarzda düzenlenmiştir. 1950 Sonrasında Kadın Yazarlar Milliyetçi-Maneviyatçı Görüşe Sahip Olanlar ve Tarihsel Perspektifle Yazanlar Yine Halide Edip Adıvar çizgisinin devamı diyebileceğimiz bu kadın yazarlar Millî edebiyat akımı içerisinde yetişenlerdir. Romanlarında milliyetperver bakış açısı çevresinde geleneğe bağlı kadın hâkimdir. Samiha Ayverdi (1906 - 1993), Safiye Erol (1900 - 1964), Emine Işınsu (1938), Sevinç Çokum (1943), Nazan Bekiroğlu, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu bu kadın yazarlarımızdandır. Sâmiha Ayverdi (1905 - 1993), romanlarını daha çok tasavvuf düşüncesi çevresinde kurar. Ayverdi, olaylardan çok insanların iç dünyalarına yönelir. Romanlarındaki kişilerin büyük çoğunluğunu İstanbul’un aristokrat ve aydın kesiminden seçmiştir. Karakterler manevi boyutlarında büyük çatışmalar yaşar. Romanlarının sonu ders niteliğindedir. Sâmiha Ayverdi’nin romanlarındaki karakterler çeşitli kavram değerleri yüklenir. Dolayısıyla bu karakterlerin kendi içlerinde bir çatışması vardır. Ciğerdelen romanıyla tanınan Safiye Erol’un kadının dünyasını ele alan romanları da vardır. Emine Işınsu Öksüz, romanlarında Türk toplumunun son kırk yıl içinde geçirdiği sarsıntıları, yaşadığı buhranları, kitlesel dalgalanmaları, sağ-sol şeklinde biçimlenen kutuplaşmaları, iyice hazmedilmemiş reçetelerle ve siyasal doktrinlerle kendilerine bir yer tutmaya çalışan ve yaşamlarını bunlarla yönlendiren dönemin gençliğini ve sorunlarını, kuşak çatışmasını, inanç buhranını ve bu buhrandan gönül yüceliğine ulaşmanın yollarını bir öğretmen yüreğiyle, bir anne duyarlılığıyla, içten ve yalın anlatımıyla öyküleştirir. Sevinç Çokum, romanlarında sosyal ve tarihsel konulara yer verir. Kendi dönemini konu alan Zor’da (1977), 1970’li yılların sosyal ve siyasal olaylarını işler. Bizim Diyar’da (1978) ve Ağustos Başağı ’nda (1989) yakın dönem tarihsel olaylarını konu alır. Bu grup içerisinde değerlendirebileceğimiz genç kuşak romancılar Nazan Bekiroğlu ve Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’dur. Toplumcu-Gerçekçi Çizgide Eser Veren Kadın Yazarlar Toplumcu çizgide eser veren yazarlar, sosyal hayatın içerisinde kadının yerini ve yaşadığı çeşitli problemleri, toplumsal problemler çerçevesinde dikkatlere sunmuşlardır. Suat Derviş (1905-1972), Afet Ilgaz Muhteremoğlu, Sevgi Soysal (1936-1976), Füruzan Tekil (1935 -) bu bağlamda ilk akla gelen yazarlardır. Suat Derviş (1905 - 1972), yazıları ve romanlarıyla toplumcu edebiyatın öncülerinden kabul edilir. Romanlarının büyük bir kısmı tefrika halinde kalmıştır. Suat Derviş, “toplumcu gerçekçi” ve “popülist” nitelemeleriyle iki farklı biçimde anılmış bir yazardır. Romanlarını çoğunlukla kadın kahramanların bakış açısıyla oluşturur. Olaylarda toplum hayatının çelişkilerini işler. Maddi imkân - imkânsızlık, toplumsal değerler - bireysel özgürlük gibi çatışmalar etrafında toplumun her kesiminden kişilerin rol aldığı vakalarda kadın, bireyliğini ve kimliğini kazanmak peşindedir. Kadın, bir bakıma toplumun yıpranmış davranış değerleri ile çatışma yaşar. Sevgi Soysal (Nutku, Sabuncu) (1936-1976), Türk romanında kadın sorunlarını gündeme getirmiş yeni bir soluktur. Yürümek’ten (1970) itibaren konularını kendi hayatını, tanık olduğu olayları hareket noktası alarak eleştirel gerçekçi/toplumcu romanlara yönelir. Füruzan Tekil (d. 1935), Güz Mevsimidir (1972) adlı uzun öyküsünde ve 47’liler’de, sol ideolojik söylemleri ön plana çıkarır. Berlin’in Nar Çiçeği’nde (1988)Almanya’daki Türk işçileri ile ilgili anılarını romanlaştırır. 1950 sonrasında İslâmî söylem ile romanlarını kaleme alan yazarlar da vardır. Bu yazarlar sadece İslâmî değerleri referans olarak alırlar. Popüler Kadın Romancılar Popüler roman kısaca halkın zevkine, ruhuna hitap eden eser anlamındadır. Halkın dili ve halkın ifadeleriyle dile getirilir. Ele aldıkları konu bakımından şu türlere ayrılabilir: Aşk romanları, polisiye romanlar, casusluk romanları, tarihsel romanlar, acıma duygusunu ateşleyen toplumsal romanlar, heyecan - macera - gerilim romanları, mizah romanları, ideolojik romanlar. “Bu tür romanlarda işlenen konular, günlük hayattan alınır. Eserler olay ağırlıklıdır. Yazarlar edebî endişeden uzaktır. Bu yüzden edebi değerleri yüksek değildir. Cumhuriyet dönemindeki popüler romancıların bir başka özelliği, romanlarının büyük bir bölümünün sinema filmi ve televizyon dizisi haline getirilmesidir. Bunun sebebi de halkın zevkine ve duygularına hitap etmelerinden kaynaklanmaktadır. İsimleri bugün için pek hatırlanmayan bu romancılar, eserlerini halkın beğenisini göz önüne alarak yazmışlardır. Kerime Nadir Arzak, Muazzez Tahsin Berkant, Mebrure Sami Koray, Mükerrem Kamil Su, Cahit Uçuk, Peride Celal, Nezihe Muhittin, Sevda Sezer, Meliha İlksel, İpek Ongun bunlara örnektir. Bu romancıların 1940 sonrasında Türk halkına okuma alışkanlığı kazandırdığı inkâr edilemez. Hemen hepsi roman kaleme aldıkları dönemde en çok okunan yazar konumunda olmuşlardır. Modern Akımların İzinde Yazan Kadın Romancılar Modern akımların izindeki kadın yazarlar, genellikle dikkatlerini kadının iç dünyasına yöneltmişlerdir. Kadının problemlerini çağrışımlara dayalı olarak aksettirirler. Nezihe Meriç, Leyla Erbil bu tür yazarlardandır. Bu yazarlarda kadın kimliği daima ön plandadır. Ayrıca 1980’lerden itibaren roman yazmaya başlayanlar arasında Pınar Kür, Adalet Ağaoğlu, İnci Aral, Lâtife Tekin, Erendiz Atasü, Oya Baydar, Ayşe Kulin, Nazlı Eray, Aysel Özakın, Buket Uzuner, Elif Şafak toplumsal problemlerin yanında sanat endişelerini öne çıkarırlar, yeni biçimler denerler. Bilinçaltı akımına uygun roman kaleme alan Nezihe Meriç’te kendi iç yalnızlığını sürdüren kadının dünyası vardır. Adalet Ağaoğlu (1929), ilk romanından sonuncu romanına kadar 1950’li yıllardan itibaren Türk toplumundaki sosyal değişimleri kadını merkeze alarak anlatır. Romanlarında klasik anlatım tekniklerinin dışına çıkarak bilinç akışı, iç monolog gibi yeni anlatım teknikleri deneyen yazar Ölmeye Yatmak (1973), Fikrimin İnce Gülü (1979), Bir Düğün Gecesi (1979), Yaz Sonu (1980), Üç Beş Kişi (1984), Hayır (1987), Ruh Üşümesi (1991), Romantik Bir Viyana Yazı (1993), adlı romanlarının tümünde yaşadığı dönemi sorgulamıştır. Kadın yazar kimliğiyle kendini gösteren Leyla Erbil (1931) tüm romanlarında tabuları yıkan bir düşünce ile okuyucunun karşısına çıkar. İlk romanı Tuhaf Bir Kadın’da (1971) kadının toplumdaki yerini sorgular. Ayla Kutlu (1938), Bir Göçmen Kuştu O (1985), Hoşça kal Umut (1987), Kadın Destanı (1994), Emir Beyin Kızları (2000) romanlarını kaleme alır. Oya Baydar (1940), ilk romanı Kedi Mektupları’nda (1993) kediler aracılığıyla toplumun baskıcı tutumunu gözler önüne sermeye çalışır. Bir yandan da 68 kuşağının iç hesaplaşmalarını anlatır. Hiçbir Yere Dönüş, Sıcak Külleri Kaldı, Erguvan Kapısı diğer kitaplarıdır. Ayşe Kulin (1941), biyografi karakterli romanları ile ünlenmiştir. “Ayşe Kulin’in romanlarındaki kadınlar sosyoekonomik durumları birbirinden farklı olsa da fiziksel güzelliğe sahiptirler. Aysel Özakın’ın (1942) Alnında Mavi Kuşlar (1978) romanı, feminist düşüncenin belirdiği eserlerden birisi durumundadır. Aysel Özakın, Genç Kız ve Ölümde’de (1981) Cumhuriyetin ikinci kuşağı gözüyle ilk kuşağı sorgular. Pınar Kür (1943 -), romanlarında toplumsal problemleri ve kadınların çeşitli dertlerini işler. Pınar Kür romanlarında kadınların başkaldıran yönlerini öne çıkarır. Kadınların haklarını elde edebilmeleri için siyasal mücadelelerin içerisinde olmaları gerektiğini de işaret eder. İnci Aral (1944) da daha önce üzerinde durduğumuz kadın yazarlar gibi kadın sorunlarını işleyen romanlar kaleme almıştır. Romanlarında şiirsel bir anlatım sergiler. Ölü Erkek Kuşlar (1991), Yeni Yalan Zamanlar (1994). Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm (1197), Mor (2003) romanlarına verilebilecek örneklerdir. Nazlı Eray (1945 -) zengin hayal gücüne dayalı romanlar kaleme almıştır. Nazlı Eray ilk romanından sonuncusuna kadar gizemli ve hayal ile örülü bir dünyayı aksettirir. Romanlarında fantastik öğeleri kullanır. Eray’ın bütün romanlarında farklı anlatım teknikleri çevresinde bu hayal yolculuğu, yaşanan zaman dilimiyle birlikte vardır. Pasifik Günleri (1981), Arzu Sapağında İnecek Var (1989), Ayışığı Sofrası (2000), Sis Kelebekleri (2003) kitaplarından bazılarıdır. Duygu Asena (1946) sadece yazdıklarıyla değil tartışmalarıyla da ismi feminizm ile özdeşleşmiş bir yazardır. Kadının Adı Yok (1987), yazıldığı dönemde feminizm tartışmalarını üst boyuta taşımış bir romandır. Erendiz Atasü (1947) roman yazmaya kadın konusunu sorgulayarak başlar. Cumhuriyet devriminin olumlu etkilerine karşın Türk toplumunun halen ataerkil özellikler taşıdığını, kadının ezilmesi ve aile içi şiddet olaylarının yaygın biçimde sürmesine tepkilidir. “Erendiz Atasü, kadının kendini gerçekleştirmesi, haklarına kavuşması, birey olabilmesi konularını bir kadın yazar duyarlılığıyla öykü ve romanlarına ana izlek yapmakla kalmaz, sosyoloji, antropoloji alanlarından konuya ilişkin yayınları izler, edebî eserlerdeki iz düşümlerini de gözden kaçırmaz. Buket Uzuner (1955 -) İki Yeşil Susamuru, Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri (1991) romanında, bir kadının düşsel ve fantastik dünyası vardır. Kumral Ada-Mavi Tuna (1997) romanının birinci dereceden kişisi Tuna’yı hareket noktası alarak geri dönüşlerle ve metaforik bir anlatım tekniğiyle kaleme alınmıştır. Latife Tekin (1957), toplumsal ve siyasal çatışmaları konu alan romanlar yazdı. Berci Kristin Çöp Masalları (1984), anlatım tekniği ve ele aldığı konu bakımından ilgi çekicidir. Bu romanda, masal öğeleri ve metafora dayalı dil malzemesi eşliğinde gözler önüne serer. Unutma Bahçesi (2004) romanında farklı anlatım teknikleri ile döneminin sanat dünyasını ve siyasal olaylarını anlatır. Sevgili Arsız Ölüm (1983), Gece Dersleri (1986), Buzdan Kılıçlar (1989), Aşk İşaretleri (1995) romanları da toplumsal ve siyasal çatışmalar ekseninde kurulmuştur. Elif Şafak (1971), ilk romanı Pinhan (1997) ile tarih ile masalın iç içe girdiği bir anlatımla eleştirmenlerin dikkatini çekmiştir. Şehrin Aynaları (1999), Mahrem (2000), Bit Palas (2002), Araf (2004); Elif Şafak’ın günümüz okuyucusu tarafından beğenilmesini sağlayan romanlardır. Baba ve Piç (2006), Siyah Süt (2006), Aşk (2009) adlı romanları da geniş okuyucu kitlelerine ulaşmıştır. Günümüzün en çok okunan ve roman yazmaya devam eden kadın yazarlarındandır. Veda-Esir Şehirde Bir Konak-Ayşe Kulin Roman, yazarın ailesinin Millî Mücadele yıllarında yaşadıklarını konu almaktadır. Yazarın, Millî Mücadele yıllarında Maliye Nazırlığı yapan dedesi Ahmet Reşat Efendi’nin, Anadolu’da gelişen Millî Mücadele hareketi ile Padişahın yanı başındaki İstanbul Hükümeti arasındaki kararsızlığı ve İstanbul Hükümetinden yana tavır alması, aile bireylerinin yaşama tarzları ile birleştirilerek anlatılmaktadır. Veda Esir Şehirde Bir Konak isimli roman, Millî Mücadele yılları İstanbul’undan, kadınlar çevresinden, onların yaşadığı bir konaktan hareketle, farklı ilişkiler yumağıyla, merkeze Kemal ve Ahmet Reşat Bey’i koyarak, görüntüler sunmaktadır.

  • Büyülü Gerçekçilik (Magic Realism) Akımı

    Büyülü gerçekçilik, akıl sınırlarını zorlayan, mantık dışı öğeleri, sihirli şeyleri içinde barındıran ve bunları düşülkesel (Fr. utopique) ya da karşı-düşülkesel (Fr. dystopique) bir kurgu düzleminde ortaya koyan bir akımdır. Postmodern edebiyatın içinde bir yönelim ve bazı durumlarda bir teknik olarak da karşımıza çıkan büyülü gerçekçilik, kendine özgü nitelikleri ve bu nitelikler çevresinde üretilen sanat yapıtlarının doğası dikkate alınarak birçok eleştirmen tarafından özgün bir sanat akımı olarak değerlendirilir. Büyülü gerçekçilikte (magic realism) “magic” terimi yaşamın gizemlerini ifade ederken, büyüleyici (magical) ve olağanüstü (marvellous) gerçekçilik sıra dışı olayları, özellikle ruhsal ve mantık ötesi olayları anlatır. Büyülü (büyüleyici) gerçekçi yapıtlar büyülü olaylar ya da nesneler, hayaletler, birden ortadan kaybolmalar, mucizeler, sıra dışı masallar ve ilginç atmosferler içermektedir. Bunlar, herhangi bir sihirbazlık gösterisindeki olaylardan farklıdır. Bu tür sihirlerde yanılsama doğaüstü bir şey olmuş gibi gösterilir, oysa büyülü gerçekçilikte sıra dışı bir şey gerçekleşir. Büyülü Gerçekçilik (Magic Realism) Akımı, 1985’li yıllara kadar Türkçede büyülü gerçekçilik ya da olağanüstü gerçekçilik olarak çevrilebilecek iki farklı kavramla birlikte anılmış ancak 80’li yıllardan sonra büyülü gerçekçilik kavramı akımın genel adı olarak benimsenmiştir. Terim olarak ilk defa Alman sanat eleştirmeni Franz Roh tarafından değiştirilmiş gerçekliği gösteren bir tabloyu tanımlamak için kullanılan büyülü gerçekçilik; Massimo Bontempelli, Ernst Jünger ve Gilbert Keith Chesterton gibi yazar ve eleştirmenler aracılığıyla Almanya, İtalya, İngiltere gibi Avrupa ülkelerinde; Jorge Luis Borges, Julio Cortazar, Miguel Angel Asturias, Alejo Carpentier Carlos Fuentes ve Gabriel Garda Marquez ile de Yeni Dünya olarak anılan Latin Amerika ve Karayipler gibi iki anakara ve üç bölgede ortaya çıkmış ve buralardan dünyanın öteki bölgelerine yayılarak sanat ve edebiyat dünyasını etkilemiştir. Özellikle dünyada İngilizce konuşan ülkelerin edebiyatı ve eleştiri çevresinde son dönemde öne çıkan postmodernizm, sömürgecilik-sonrası, çok kültürlülük kavramları sorunsallaştıran kültürel çalışmalar bölümünde çok sayıda araştırma yapılmaktadır. Bu çalışmalar, küreselleşen dünyada Batılılaşmanın etkisinde gelişen bir dünya edebiyatı olgusunu tartışmaya açmaktadır. Büyülü gerçekçilik akımı 1960’lı yıllardan itibaren özellikle Latin Amerika ülkelerinde büyük gelişme göstermiş ve 1980’li yıllardan sonra da Afrika’dan Asya’ya ve Avustralya’ya kadar yayılmıştır. Büyülü Gerçekçiliğin Genel Nitelikleri Büyülü gerçekçilik, içinde büyülü öğeleri barındıran gerçeklik anlayışı çerçevesinde, “düşsel/gerçekdışılık ile gerçekçiliği birbirine bağlayan” gerçekliğin postmodern bir görüntüsüdür. Bu akım, düşsel ile kurmaca arasında gerçekliğin üzerinde oynanan masalımsı bir oyunu andırmaktadır. Genellikle fantastik türle karıştırılan bu akım, kimi yönleriyle fantastiği andırsa da temeldeki ayrım çok açık ve kesindir. Bu bağlamda, David Punter’in bu ayrıma ilişkin verdiği örneği burada anımsamak oldukça açıklayıcı görünmektedir: Eğer bir hayalet kahvaltı masanıza oturur ve siz de korkar, dehşete düşerseniz bu korku ya da fantastik olur. Ancak eğer, “Ah, bir hayalet; lütfen şu reçeli bana uzatır mısın?” derseniz büyülü gerçekçilik olur. David Punter, bu örneği büyülü gerçekçiliğin önemli niteliklerinden yalnızca birisini belirtmesi açısından yeterli bulmayarak şu eklemeyi yapar: “Ancak siz, ‘Ah, bir hayalet; lütfen şu reçeli bana uzatır mısın?’ dedikten sonra hayalet: ‘Benim büyükannem çok güzel soğan reçeli yapardı’ der ve siz buna karşılık ‘saçmalama, soğanın reçeli yapılmaz!’ derseniz, işte o zaman anlatı büyülü gerçekçi olur. Büyülü gerçekçi romanın nitelikleri aşağıdaki gibi sıralanabilir: Büyülü gerçekçilik, fantastik öğelerden beslenen postmodern edebiyatın yeni bir ürünüdür. Büyülü gerçekçilik anlatısı sömürgecilik-sonrası söylemde, düşlem ve gerçeklik gibi iki farklı niteliğin melez bir bireşimidir. Anlatılarda doğa yasalarıyla açıklamanın olası olmadığı ve gündelik neden-sonuç bağıntısı mantığını tersyüz eden büyülü olaylar gerçekleşir. Düşlemin tersine, büyülü gerçekçi romanlarda içinde yaşanılan dünya ayrıntılı olarak betimlenir, bu ayrıntılara içkin büyülü doğa ise metni gerçeklikten uzaklaştırır. Okur, gerçek ile kurmaca, düşsel ile olgusal, doğa ile doğaüstü, tekinsiz ile olağanüstü, alışılmış ile alışılmamış arasında kalır. Ancak bu kusursuz bileşim, okuru şaşırtmadan gerçekleştirilir. Büyülü gerçekçi bir roman sözlü edebiyat içinden doğan fantastik söylensel geleneğin bir yansıması olarak, cin, peri, hayalet ve değişik doğaüstü varlıkların örüntülediği söylenceler, törensel gelenekler ve halk öykülerinden yararlanır. Büyülü gerçekçi romanın anlatıcısı, okurun büyülü ve tuhaf olandaki mantıksızlığın bilincine varmaması için, olaylar üzerinde hiçbir açıklayıcı bilgi vermeden ya da alaysılama tekniğine başvurarak, okur ile metin arasında bir uzaklık duygusu yaratır. Melezleşme aynı zamanda, anlatıların zaman ve uzam birliğini bozarak, çevrimsel söylensel zamanı çizgisel süredizimsel zamanla harmanlar. Uzama gelince, coğrafi olarak saptamanın pek olası olmadığı, bunun yanında sınırsız bir imgelemeden doğan fantastik bir uzam değil, gizemli bir uzam söz konusudur. Büyülü gerçekçi romanlarda, anlatı kişilerinin ruhsal durumlarına değil, eylemlerine ağırlık verilir. Bu romanlar, söylen, söylence, halk öyküleri, masalların değişik niteliklerinden yaralanırken varlık bilimsel, siyasal, uzamsal ve türsel sınırları görmezden gelir, yaşam ile ölüm, düşünce ile beden, madde ile ruh, gerçek ile düş, kendi ile öteki, erkek ile dişi arasındaki sınırlar ortadan kalkar. Bir arada olmalarının olası olabileceği düşünülmeyen dizgeler, yapılar ve evrenler kolaylıkla bir arada olabilir. Türkiye’de Büyülü Gerçekçilik Şaman Türk inancı ile Dede Korkut öyküleri, Anadolu büyülü gerçekçilik akımının temel göndergelerini oluşturur. Şaman inancında doğaüstü öğeler ile dinsel törenler, cin, peri, Hızır, nazar gibi büyülü ve gizemli olgu ve varlıklar halkın günlük yaşamının ve etkinliklerinin doğal bir bütünleyeni olduğu için, tüm bunlar büyülü gerçekçi Türk romancıları için doğal bir kaynak olmuştur. Büyülü Gerçekçilik Akımının Temsilcileri Yüzde yüz büyücü gerçekçilik akımının sınırları içerisinde değerlendirileceği iddia edilmese de bu çerçevede sıralanabilecek yazarlar şu şekildedir: Alejo Carpentier, Angela Carter, Ben Okri, Julio Cortazar, Carlos Fuentes, Curzio Malaparte, Francisco Tario, Gabriel Garcia Marquez, Günter Grass, Italo Calvino, Jorge Luis Borges, Latife Tekin, Michel Tournier, Miguel Angel Asturias, Mihail Bulgakov, Milan Kundera, Salman Ruşdi ve Yann Martel.

  • Şubat Ayı Edebiyat Ajandası

    1 ŞUBAT 1814: Lord Byron’ın The Corsair’i (Korsan), satışa çıktığı gün 10.000 nüsha sattı. 1851: Frankenstein’ın yazarı Mary Shelley, 53 yaşında İngiltere, Bournemouth’ta öldü. 1874: Hugo von Hofmansthal doğdu. 1902: Şair ve yazar Langston Hughes, Missouri, Joplin’de doğdu. 1967’de öldü. 1918: Romancı Muriel Spark, Edinburgh’da doğdu. 1930: Muzaffer Buyrukçu doğdu. 1956: Şair Sefa Kapl an doğdu. 1979: Niyazi Akıncıoğlu öldü. 1979: Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi öldürüldü. 2 ŞUBAT 1826: Anthelme Brillant-Savarin öldü. 1870: Mark Twain (34), Olivia Langdon’la evlendi. 1882: James Joyce, Dublin’de doğdu. Ulysses, 1922’de, kırkıncı doğumgününde Shakespeare and Company’den çıktı; numaralı 1000 nüsha bir ay içinde tükendi. 1947: Yedigün gazetesinde Sait Faik’in Orhan Veli’yle yaptığı bir röportaj yayımlandı: “Rakı Şişesinde Balık Olmak İsteyen Şair”. 1970: Filozof Bertrand Russell, “dalya” demesine üç yıl kala öldü. 3 ŞUBAT 1874: Yazar ve Yitik Kuşak’ın kılavuzu Gertrude Stein, Pennsylvania, Allegheny’de doğdu. 1997: 82 yaşındaki Çekoslovakya’lı yazar, “Çek edebiyatının kralı” Bohumil Hrabal (Sıkı Denetlenen Trenler), romatizmadan tedavi gördüğü Prag Hastanesi’nde, kuşları beslemeye çalışırken beşinci kattan düşerek öldü. 4 ŞUBAT 1921: Feminist Betty Friedan (Feminine Mystique, 1962), Illinois, Peoria’da doğdu. 5 ŞUBAT 1626: Avrupa’nın en tanınmış mektup yazarı Mme de Sevigné, Paris’te doğdu. Provence’ta oturan kızkardeşine 30 yıl boyunca yazdığı 1500 mektup, Paris yaşamı, saray dedikoduları ve günün önemli insanları konusunda vazgeçilmez bir kaynaktır. 1881: Tarihçi ve deneme yazarı Thomas Carlyle, Londra’da 85 yaşında öldü. “İyi yazılmış bir hayat hemen hemen iyi yaşanmış bir hayat kadar ender bulunur” diye yazmıştı. 1885: Hamamizade İhsan doğdu. 1887: Beşir Fuad intihar etti. 1897: Marcel Proust, Les Plaisirs et les Jours hakkında iftiracı bir yazı yazan Jean Lorrain’le düello etti – tabancayla. 1914: Beat kuşağının “baba” yazarı William Burroughs, Missouri, St. Louis’de doğdu. (Naked Lunch’ın Kıyı Yayınları’ndan Çıplak Şölen adıyla çıkması -birkaç yıldır- bekleniyor.) 1915: Halk şairi Sümmani öldü. 1959: New York eyaletinin Nyack kentinde, sufle, istiridye, üzüm ve şampanyalı bir öğle yemeğinden sonra, Carson McCullers pikaba bir plak koydu ve (kocası Arthur Miller da yemekte olan) Marilyn Monroe ile Isak Dinesen’i (namıdiğer Karen Blixen) dansa davet etti Ğ mermer yemek masasının üstünde! 6 ŞUBAT 1564: Uslanmaz kavgacı, casus, oyun yazarı ve şair Christopher Marlowe, Canterbury’de (İngiltere) doğdu. (29 yıl sonra da öldü: 1 Haziran 1593) 1857: Fyodor Dostoyevski, ilk evliliğini Sibirya’da Marya Dmitriyevna ile yaptı. Marya Dostoyevski yedi yıl sonra ince hastalıktan öldü. 1876: Lewis Carroll, yayıncısından The Hunting of the Snark’ın (Köpan Avı: Barış Pirhasan) şömizine kitabın adını basmasını rica etti; yayıncı onu kırmadı: The Hunting of the Snark, şömizinde adı yazılı ilk kitap oldu. 7 ŞUBAT 1478: Utopia’nın yazarı Sir Thomas More, Londra’da Cheapside’ın Süt Caddesi’nde doğdu. 1764: Gotik romanlar yazarı Ann Radcliffe (The Mysteries of Udolpho), Londra’da doğdu. 1812: Charles Dickens, İngiltere, Portsmouth’ta doğdu. 1836’da, 24. doğumgününde, takma adla yazdığı denemeler Sketches by Boz adıyla ve George Cruikshank’in resimleriyle yayımlandı. 1812: Genç Lord Byron (24), Lordlar Kamarası’nda ilk konuşmasını yaptı: konuşması, isyancı işçilere ölüm cezası getirecek olan bir “önlem paketi” aleyhindeydi. 1837: Filolog ve sözlükçü Sir James Murray, İskoçya, Roxburghshire’da doğdu. 1915’te öldüğü sırada, Oxford English Dictionary’nin yarısını tek başına hazırlamış durumdaydı. 1867: “Küçük Ev” kitap dizisinin yazarı Laura Ingalls Wilder, Wisconsin, Pepin’de doğdu. 1885: (Harry) Sinclair Lewis (kendi tarifiyle: “meziyeti Ğvarsa eğerĞ kitaplarında bulunan ruhsuz bir adam”), Minnesota, Sauk Centre’da doğdu. 8 ŞUBAT 1577: İngiliz deneme yazarı ve filozof Robert Burton (The Anatomy of Melancholy [Melankolinin Anatomisi]), Leicestershire, Lindley’de doğdu. 1819: Sanat eleştirmeni John Ruskin, Londra’da doğdu. 1828: Bilimkurgunun babası Jules Verne, Nantes’da (Fransa) doğdu. 1926: İrlandalı oyun yazarı Sean O’Casey’in The Plough and the Stars’ı (Pulluk ve Yıldızlar) ilk kez Dublin’de Abbey Theatre’da sahnelendi. 9 ŞUBAT 1441: Ali Şir Nevai doğdu. 1874: İmajist şair Amy Lowell, Massachusetts, Brooklyn’de doğdu. 1915’te, savaşın yol açacağı sıkıntıyı önceden görerek -o da George Sand (bkz. 1 Temmuz) gibi sıkı bir puro tiryakisiydi- 10.000 Manila purosu ısmarlayacaktı. 1881: Fyodor Dostoyevski öldü. 1911: İngiltere’de Morning Post’ta çıkan imzasız bir yazı gazetenin okurlarını çok eğlendirdi. Yazı The White Peacock (Beyaz Tavuskuşu) üzerineydi ve yazarı bir şeyi çok merak ediyordu: “D.H. Lawrence’ın cinsiyeti nedir?” 1922: On yıllık bir aradan sonra, Duino Elegies’in esin perisi Rainer Maria Rilke’ye geri döndü ve Rilke şiir dizisini 18 günde bitirdi. (Can Alkor’un Duino Ağıtları’nı çevirmesi ne kadar sürdü sahi?) 1923: İrlandalı oyun yazarı Brendan Behan, Dublin’in kenar mahallelerinden birinde doğdu. 1953: Behçet Necatigil “Evlerle Savaş” şiirini yazdı: “Körükler cılız olmak / Evlerin hiddetini, / Evlerle savaşımız / Savaşların çetini.” 10 ŞUBAT 1302: 27 Ocak’ta sürgüne gönderilen Dante, gıyabında ölüme mahkûm edildi. 1749: Henry Fielding’in on küçük ciltlik The History of Tom Jones’unun yedi gün önce başlayan yayını tamamlandı. 1775: Deneme yazarı ve eleştirmen Charles Lamb, Londra’da trajik bir ailenin çocuğu olarak doğdu. 1837: 37 yaşındaki Aleksandr Puşkin, karısının onurunu korumak için girmek zorunda kaldığı düelloda aldığı yaralar yüzünden Moskova’da öldü. 1890: Boris Pasternak (Doktor Jivago), Moskova’da doğdu. 1898: Alman şair, oyun yazarı ve tiyatro kuramcısı Bertolt Brecht, “Karaormanlar’da” Augsburg kentinde doğdu. 11 ŞUBAT 1650: René Descartes öldü. 1899: Şaire Adile Sultan öldü. 1963: Kocası şair Ted Hughes’den dört ay önce ayrılmış olan Sylvia Plath, Londra’da 30 yaşında intihar etti. Bir yıl önce “Lady Lazarus”ta kâhince yazmıştı: “Ölmek / Bir sanattır, her şey gibi. / Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi.” (Cevat Çapan) 12 ŞUBAT 1804: Immanuel Kant, Prusya’daki Königsberg’de, doğumundan beri oturduğu ve hiç ayrılmadığı evinde 79 yaşında öldü. 1809: Charles Darwin, İngiltere’de Shropshire, Shrewsbury’de doğdu. Aynı gün, ABD Kentucky’deki Hardin (şimdi Larue) İlçesi’nde bir orman evinde de Abraham Lincoln doğdu. 1979: Ali Rıza Ertan öldü. 13 ŞUBAT 1903: İnanılmaz “velut” romancı, Komiser Maigret’nin yaratıcısı Georges Simenon, Liége’de (Belçika) doğdu. 1934: Cenap Şahabettin öldü. 1958: Şair Nilgün Marmara doğdu. 1974: Aleksandr Soljenitsin, Sovyetler Birliği’nden sürüldü. 14 ŞUBAT 1483: Babur Şah doğdu. 1571: İtalyan heykeltraş, döküm ustası ve dikkate değer bir özyaşamöyküsünün yazarı olan Benvenuto Cellini, 70 yaşında, doğum yeri olan Floransa’da öldü. 1895: Oscar Wilde’ın komedisi The Importance of Being Earnest (Ciddi Olmanın Önemi) Londra’da St James Tiyatrosu’nda gösterilmeye başlandı. 1921: New York’ta Jane Heap ve Margaret Anderson, Joyce’un Ulysses’ının bir bölümünü Little Review’da yayımladıkları için müstehcen yayın yapmakla suçlandılar. Bir hafta sonra 50 dolar para cezasına çarptırıldılar. 15 ŞUBAT 1748: İngiliz hukukçu ve filozof, “yararcılık”ın yaratıcısı Jeremy Bentham, Londra’da doğdu. 1781: Laocoon heykel grubu üzerine incelemesiyle tanınan Gotthold Ephraim Lessing öldü. 1886: “Dr Fu Manchu” dizisinin yazarı Sax Rohmer, Birmingham’da doğdu. 16 ŞUBAT 1751: İngiliz şair Thomas Gray, “Bir Köy Kilisesinin Avlusunda Yazılmış Ağıt”ını imzasız yayımladı. 17 ŞUBAT 1673: Molière Paris’te 51 yaşında, kendi oyunu Hastalık Hastası’nda başrolü oynadıktan birkaç saat sonra öldü. Kilise cenaze töreni yapılmasını önce yasakladı. Daha sonra, rezaletten korkulduğu için tören gece yapıldı ama, binlerce hayranı dramatik bir fener alayı düzenledi. 1715: Antoine Galland, Paris’te öldü. 1776: İngiliz tarihçi Edward Gibbon’ın Roma İmparatorluğu’nun Yükselişi ve Düşüşü kitabının ilk cildi yayımlandı. 1856: Heinrich Heine öldü. 1903: Sadık Hidayet, Tahran’da doğdu. 1933: Tahsin Yücel, Elbistan’da doğdu. 18 ŞUBAT 1896: André Breton, Fransa’nın Orne eyaletinin Tinchebray kentinde doğdu. 1986: Tezer Özlü öldü. 19 ŞUBAT 1837: Georg Büchner (Danton) öldü. 1927: Yalnız Bir Avcıdır Yürek ve Hüzünlü Kahvenin Türküsü’nün yazarı Carson McCullers, Georgia, Columbus’ta doğdu. “Sanırım benim ana izleğim ruhsal soyutlanma” diyecekti. 1951: Fransız romancı André Gide, 81 yaşında Paris’te öldü. Birkaç gün sonra Sorbonne’da bir salonun duyuru panosunda Gide’in imzasıyla bir telgraf mesajı görüldü: “Cenennem yok. Claudel’e bildirseniz iyi olur.” Katolik mistik şair Paul Claudel, bir ara Gide’i dine döndürmeye çalışmış, başaramamıştı. 20 ŞUBAT 1852: Emily Dickinson’ın matrak St Valentine şiiri “Sic transit”, Springfield’da Republican’da yayımlandı. 1912: İtalyan şair Filippo Tommaso Marinetti, Le Figaro’da Fütürizm Bildirgesi’ni yayımladı. 1988: Fransız şair Réné Char öldü. 21 ŞUBAT 1595: İngiliz şair Robert Southwell, bir Cizvit rahibi olarak yürürlükteki yasaya karşı geldiği için Tyburn’de asıldı. 1907: Amerikan asıllı İngiliz şair W(ystan) H(ugh) Auden, New York’ta doğdu. 1925: The New Yorker’ın ilk sayısı yayımlandı. Harold Ross’un kurup yönettiği dergi, “New York’lu” anlamına gelen adından da anlaşılacağı gibi, “metropol yaşamını yansıtmak” niyetindeydi ve ilk sayısında “Dubuque’taki yaşlı hanım için” çıkmayacağını duyuruyordu. (Merak edenler için: Dubuque, Iowa’da Mississippi kıyısında bir şehir; 1990 nüfusu bile ancak 62.321.) 22 ŞUBAT 1900: Buñuel doğdu. 1942: Stefan Zweig Petropolis’te intihar etti. 23 ŞUBAT 1821: John Keats gencecik öldü. 1888: 24 yaşındaki Hüseyin Rahmi’nin [Gürpınar] ilk romanı Şık, Ahmet Mithat Efendi’nin gazetesi Tercüman-ı Hakikat’te yayımlanmaya başladı: “Bunun baş tarafını rüştiyede iken yazmıştır. Bu kısmı okuyan ahbaplarının tavsiyelerine uyarak, eseri Ahmet Mithat Efendi’ye göndermiş, iki gün sonra Tercüman-ı Hakikat’te Şık yazarını matbaaya çağıran bir ‘muhâbere-i aleniyye’ [açık mektup] görünce gitmiş; Ahmet Mithat, romanı ‘çocuk yazısına benzetemediği’ için, bunun Hüseyin Rahmi tarafından yazıldığına ilkin inanmamış, fakat ‘çocuğun’ ısrarlarını ve ‘gözünden iki damla yaş akmasını’ görmesi üzerine inanmış ve tamamlayıp getirmesini istemiş, romanın son kısmını başından daha güzel bulmuş, genç yazarı, ‘evlâd-ı ma’nevî’ ilân ederek, romanı Tercüman-ı Hakikat’te tefrikaya başlamıştır.” (Cevdet Kudret, Edebiyat Kapıları) 1971: Halit Fahri Ozansoy öldü. 24 ŞUBAT 1786: Wilhelm Grimm doğdu. 1946: Ömer Bedrettin Uşaklı öldü. 1978: Cahit Öztelli öldü. 1992: Hıfzı Veldet Velidedeoğlu (d. 1904) öldü. 25 ŞUBAT 1495: Cem Sultan öldü. 1707: Carlo Goldoni doğdu. 1871: Rimbaud, üçüncü kez evden kaçtı; Paris’te on beş gün kalıp döndü. 1970: Fethi Giray öldü. 26 ŞUBAT 1802: Victor Hugo doğdu. Sekseninci doğum günü Fransa’da ulusal bayram ilan edilecekti. 1947: Cemal Nadir Güler öldü. 1961: Hasan-Âli Yücel öldü. 1984: Hasan Hüseyin (Korkmazgil) öldü. 1986: Şair, romancı ve deneme yazarı Robert Penn Warren, ABD’nin ilk resmi “Başşair”i (Poet Laureate) oldu. Kongre Kütüphanecisi Daniel J. Boorstin tarafından seçilen Warren, o sırada Pulitzer Ödülü’nü hem kurmaca (1947) hem de şiir (1958, 1979) dallarında kazanmış olan tek yazardı. (Aynı yılın Eylülünde, başşair seçiminde atama uygulaması başlatıldı) 1988: Akşit Göktürk (d. 1934, Van) öldü. 1994: Tarık Buğra öldü. 27 ŞUBAT 1644: Şeyhülislam Yahya öldü. 1807: Henry Wadsworth Longfellow doğdu. 1902: John Steinbeck, California’nın Salinas kentinde doğdu. 1912: Lawrence Durrell, Hindistan’ın Darciling kentinde doğdu. 1959: Hüseyin Siret Özsever (d. 1872) öldü. 28 ŞUBAT 1533: Michel de Montaigne doğdu. 1884: Ömer Seyfettin doğdu. 1916: Romancı Henry James, Londra’da 72 yaşında öldü. 29 ŞUBAT 45 (İÖ): Julius Caesar -445 gün sürdüğü için Karışıklık Yılı olarak bilinen- İÖ 46 yılını, 365 gün altı saate sabitleyerek, düzeltti.

bottom of page