Arama Sonuçları
Boş arama ile 850 sonuç bulundu
- Mektup Türünün Özellikleri
Ayrı mekânlarda yaşayan, farklı nedenlerle iletişim kurmak isteyen insanların birbirilerine samimî, sıcak ve konuşma üslûbuyla yazdıkları, mesaj iletme amacı taşıyan metinlere mektup denir. Mektuplarda yazarın kişiliğinin, duygu ve düşüncelerinin içten bir şekilde yansımasını görürüz. Dil ve üslûp genelikle yalındır. Mektupta uyulması gerekenler: Tarih: Kâğıdın sağ üst köşesine, hitapla aynı sıraya yazılır. Tarihten önce mektubun yazıldığı yer yazılır. Hitap: Hitap mektubun başlığıdır. Hitap bir iki sözcükten uzun olmamalı, aradaki sevgi, saygı, içtenlik derecesi bu bir iki sözcükte toplanmış olmalıdır. Hitaptan sonra virgül (,) işareti koymayı unutmamak gerekir. Giriş: Mektubun yazılış nedeni bu bölümde belirtilir. Giriş birkaç cümleliktir. Gelişme: Mektubun söyleşi bölümüdür. Verilecek haberler, sorulacak sorular bu bölümde yer alır. Sonuç: Bu bölümde mektup yazılan kimsenin ve tanıyorsak o ailedekilerin durumu, sağlığı sorulur. Kendi durumumuzdan haber veriler. İyi dileklerle mektup bitirilir. Mektubun sağ alt köşesine ad, soyad yazılıp imzalanır. Kâğıt özenle katlanıp zarfa konularak zarf kapatılır. İyi bir mektup yazmanın kuralları: . İşe kâğıt, kalem ve zarf seçimiyle başlanılmalıdır. Kullanacağımız kalem tükenmez ya da dolmakalem olmalıdır. Kâğıdımız ve zarfımız temiz olmalıdır. . Kullandığımız hitap, göndereceğimiz kişiye uygun olmalı. Hitap içten olmalı, bir iki sözcükten fazla olmamalı, mektubu yazış nedenimiz açık, seçik belirtilmeli. Mektup iyi dileklerle bitirilmelidir. . İki kişi arasındaki haberleşme nedeni ne olursa olsun, ne samimiyeti ne de öfkeyi terbiyesizliğe vardırmamalıdır. Zaten bu gibi durumlarda eğer karşı taraf davacı olursa, mektup aleyhte delil olarak kullanılır. . Mektupta anlatım kişiseldir ama niteliksiz değildir. . Bu kurallara bütün yazılı anlatımlarda uygulanacak genel kuralları ekleyiniz. Edebi Mektuplar Edebi mektuplar, özellik olarak, bir bakıma özel mektuptur. Edebiyatçıların birbirlerine ya da yakınlarına yazdığı mektuplar anlatımları sanat yüklü olduğu için zamanla araştırmacılar tarafından yayınlanır. Böyle mektuplara edebi mektup denir. Resmi Mektup Devlet kurumlarının kendi aralarında ya da özel, tüzel kişi ve kuruluşlar ile yaptıkları yazışmalara resmi mektup denir. Devlet kurumlarının mektuplarında kurum başlığı, konu, sayı bulunur. Çünkü resmi mektuplara, resmi dairede kayıt numarası verilir. Resmi mektuplarda da mektup plânı uygulanır; anlatımı ciddi olmak zorundadır. Konu dışındaki ayrıntılara girilmez. . Başlık: Resmi kurumlarda ya da tüzel kuruluşlarda yazılan mektuplar başlıklı kâğıtlara yazılır. Başlık, kâğıdın üstünden iki santim aşağıda ve satırın tam ortasında bulunur. Mektup, kişiden resmi ya da tüzel kuruma yazılıyorsa düz, temiz beyaz bir kâğıda yazılır. . Konu: Başlıktan iki satır aşağıda, sol tarafta yer alır. Mektubun niçin yazıldığı konudan belli olur. Kişiden resmi ya da tüzel kuruma yazılanlarda bu bölüm bulunmaz. Ancak kişi daha önceki bir resmi yazıyı cevaplıyorsa ilgi açılabilir. İlgide kurumdan gelen mektuptaki konu ve sayı belirtilir. “İlgi: …….konu ve …….. sayılı yazınıza.” diye yazılır. . Sayı: Mektuba resmi dairede verilen kayıt numarasıdır. Tek birimli kurumlarda sayı iki bölümden oluşur; birinci bölümdeki rakamlar desimal dosya (yazıların saklandığı dosya) numarasıdır, ikinci bölümdeki rakamlar o yılki kayıt numarasıdır. Bu numara kurumun gelen-giden evrak defterine kaydedilen sıra numarasıdır. Bu numara her takvim yılının başında birden başlar. Birden fazla birimli kurumlarda desimal dosya numarasının önünde harfli kod numarası vardır: Söz gelimi; resmi mektuptaki 243/109 sayısında 243 desimal dosya numarası, 109 gelen-giden evrak kayıt numarasıdır. Bünyesinde birden fazla birim olan üniversiteler, bakanlıklar…. gibi kurumlarda sayı kısmındaki numaralama farklıdır. Örnek: B.30.2.ANA.0.76.03.00230/991 sayısında “B.30.2.ANA.0.76.03.00” birim kod numarası, “230” desimal dosya numarası, “991” gelen ya da giden evrak kayıt numarasıdır. Kişinin yazdığı resmi mektupta bu sayılar bulunmaz. . Tarih: Kâğıdın üst sağ köşesine, konu ile aynı sıraya yazılır. Kişinin yazdığı resmi mektupta tarih, hitaptan iki satır yukarıya ya da mektubun son cümlesinin noktasından sonra yazılabilir. . Hitap : Resmi kurumlarda ya da tüzel kuruluşlarda yazılan mektuplar bir kuruma yazılıyorsa kurum adı ve kurumun bulunduğu yer; eğer kişiye yazılıyorsa kişi adı -varsa unvanıyla birlikte- hitap olarak kullanılır. Hitaptan sonra virgül (,) işareti konur. Kişinin yazdığı resmi mektupta hitap, resmi ya da tüzel kurum adının tamamıdır. Hitap satırın tam ortasına yazılır. . Giriş: Mektubun yazılış nedeni olan konu ya da sorun bu bölümde belirtilir. Kısa bir paragraftır. . Gelişme: Konu hakkındaki kurum kararı ya da kişi görüşü belirtilir. Gelen bir resmi yazıya karşılık ise kişiden istenilen bilgiler verilir. . Sonuç: Resmi mektubu gönderen makamın durumuna göre; üst makamdan alt makama gidiyorsa “rica ederim.” ile, alt makamdan üst makama gidiyorsa ya da kişi gönderiyorsa hep “arz ederim ya da dilerim” ile biter. Sağ alt köşede kişinin ya da makam sahibinin imzası, ünvanı ve adı bulunur. Eğer yazıya belge eklenecekse sol alt köşeye “Eki” ya da “Ekleri” yazılarak maddelerle belgeler tek tek yazılır. Zarf üstünün düzgün, okunaklı yazılması gerekir. Resmi zarfın sol üst köşesine kurum kaşesi basılır. Kaşe yazısının altına sayı yazılır. Zarfın sağ alt köşesine alıcının adresi yazılır. Dilekçe Dilekçe Nasıl Yazılır? Dilekçe , birçok kişinin yazdığı bir resmi mektup türüdür. Kişilerin dileklerini devlet kurumlarına ya da tüzel kurumlara bildirmek, bir isteği cevaplandırmak, bilgi vermek amacıyla yazılan resmi mektuptur. Kişiden kuruma giden resmi mektubun taşıdığı bütün özellikleri taşır. Gönderen, adresini yazmayı unutmamalıdır. İş Mektupları Özel kuruluşla kamu kuruluşlarının aralarında, hizmet verdikleri kişi ve kuruluşlar arasındaki iletişimi sağlayan mektuplara iş yazışmaları denir. Bir iş mektubunda gerekli bütün bilgiler bulunsa bile bu bilgiler belli bir sırayla, belli bir düzen içinde yazılmadıysa algılanması güçleşir. İş mektuplarında amaç içeriği kolayca anlamak ve işi hızlandırmak olduğu için bu tür mektup yazmada da biçimsel ve işlevsel kimi kalıplara uymak gerekir: Bunları şöyle sıralayabiliriz: . Mektubu gönderen kuruluşun adı, adresi, telefon, belgegeçer ve teleks numaraları, Ticarette kayıtlı marka adı, simgesi mektup kâğıdının başlığında yer alır. . Tarih için belli bir yer ayrılarak “Tarih: …./…/……..” yazılır. . Hitap, mektup gönderilen kişinin adına ya da kuruluş adına yazılır. Her iki yazımda da kuruluş adı, adresi yazılır. . “Özü:” Maddesinde mektubun çok kısa bir maddesi verilir. Bu da yazıyı masa masa dolaşmaktan kurtarır, işleri çabuklaştırır. . Ciddi bir anlatım kullanılır ve sözü uzatmadan selâm ve iyi dilekler iletilir. . Mektuptan sorumlu kişi meslek unvanını da yazarak imzalar. . Yazılan mektup gelen bir mektuba karşılık ise, “ilgi:” açılarak bu durum belirtilir. . Ayrıca mektubun gittiği kurum ya da kuruluşta masa masa dolaşmasını önlemek için hitaptan önce “…..’nın dikkatine!” diye belirtmekte yarar vardır. . Eklenecek belge ya da belgeler varsa mektubun sonunda “Eki:” diye bir bölüm açılır, belge ya da belgeler numaralandırılarak yazılır. . Paragraflar arasında ve bölümler arasında bırakılacak boşluklar gerekli bilgileri çabuk bulmayı sağlar. . Diğer mektuplarda olduğu gibi iş mektuplarında da zarf üzerine gerekli bilgilerin yazılması gerekir. Gönderen kuruluşun, gideceği kişi ya da kuruluşun adreslerinin doğru yazılması gerekir. #Dilekçe #DilekçeNasılYazılır #Mektup #MektupNasılYazılır
- Makale Türünün Özellikleri
Makale, temeli düşünce olan yazı türüdür. Makalede konu sınırlaması yoktur. Bir düşünce, toplumsal bir olay, bilimsel bir gerçek, söz sanatları, plastik sanatlar, makalenin konusu olur. Makaleler bir tezi savunma yazılarıdır. Bu nedenle yapısı, ortaya atılan bir görüş ve bu görüşü destekleyecek düşüncelerle örülür. Makalenin ülkemizde tanınması, gazetenin yayınlanmasıyla olmuştur. Makaleler köşe yazılarındandır. Gazetelerin ilk sayfalarındaki makaleye başmakale denir. Gazetenin başmakalesi genellikle aynı yazar tarafından yazılır. Gazetenin dünya görüşünü ve olaylara bakış açısını belirler. Gazetenin okuyucu sayısı üzerinde de etkilidir. Kimi insanlar, başyazar gazete değiştirdiğinde ya da beğendikleri makale yazarı artık eskisi kadar etkili ve tutarlı yazmadığında gazetelerini değiştirirler. Bu yüzden makale yazmak çok önemlidir. Makale yazarı, okuyucu ile bağını koparmamak zorundadır. Makalenin belirleyici özellikleri: • Düşünsel plânla yazılır. • Yazar anlattıklarının doğruluğuna güvenmeli, anlattıklarını bir mantık çerçevesine oturtabilmelidir. Her anlattığı, önceki anlattıklarıyla çelişmemelidir. • İşlenen konu kendinden önceki söylenmişlerden, yazılmışlardan ayrı olmalıdır. • Okuyucuya konunun önemini kavratabilmek için örnekleme, karşılaştırma, tanık gösterme gibi nesnel verilerden yararlanmalıdır. Türk edebiyatında ilk makaleyi, İbrahim Şinasî ilk sayısı 22 Ekim 1860’ta çıkan Tercüman-ı Ahval gazetesinde yayımlamıştır. Küresel Çevre Kirlenmesi Günümüzün dünyasında çevre kirliliği, tüm gezegeni kaplayan boyutlara ulaşmış durumda. Dünyanın birçok bölgesinde insanlar, çevre felaketine karşı korumasız, nükleer tehdit ve radyasyondan habersiz bir yaşam sürmektedir. Bilim adamları ise bu olumsuzlukların devamı halinde dünyadaki tüm canlıların ciddi biçimde tehdit altında olduğunu vurguluyorlar. Halbuki insanoğlunun gelişimi başlarda yaşam ve doğal çevre ile uyum içinde sürmüştür. Ancak dünyadaki toplumsal ve teknolojik gelişmelerin hızla artışı karşısında ekolojik sistemin bu hassas dengesi giderek bozulmuştur. Bu tehlikeli gelişmenin seyircisi durumunda olan insanlık ise dünyada dengeli bir çevrenin korunamaması halinde tüm canlıların varlığının sürmesinin olanaksızlığını acaba ne zaman anlayacak? Bu yılın yaz başlarında başlayan yağmur dönemi dünyayı etkisi altına aldı. Barajları, setleri ve köprüleri yıkan seller ölümcül sonuçlara yol açtı. Bir süre önce Trabzon’da yaklaşık üç saat süren yağmur, Sürmene ilçesi ve haritadan silinen Beşköy beldesinde büyük mal ve can kaybına neden oldu, ocakları söndürdü… Yağışların etkili olduğu bir başka ülke olan Çin’in birçok bölgesinde barajlar yıkıldı. Harekete geçirilen askeri birlikler setleri yıkarak sel sularının kırsal kesime yayılmasını sağlamaya çalıştılar. Sel, eylülün ortasında da Meksika’nın Chiapas eyaletinin Valdivia köyünü yok etti. Dünyadaki benzer sel baskınlarının verdiği zararlar ürkütücü boyutlara ulaştı. 240 milyon kişiyi etkilediği söylenen bu yazın selleri, resmi açıklamalara göre şimdiye kadar 2 binin üzerinde insanın ve sayısı bilinmeyen diğer canlıların yaşamlarına mal oldu. Yaklaşık 14 milyon kişi evini terk etmek zornuda kaldı. Bu durum, insana, Çinlilerin “Su ile şaka olmaz” özdeyişini hatırlatıyor. Gün geçmiyor ki çevre felaketi haberlerde yer almasın. Büyük Okyanus’ta 30 metreye kadar yükselen dalgalar sahilleri yerle bir etti. Deniz dibindeki deprem ya da yanardağların patlamasından meydana geldiği söylenen bu dev dalgalara karşı uyarı ağları da para etmiyor. Hatırlanacağı gibu bu dev dalgalar, 1993’te Endonezya’da bir adanın tamamını kapladı ve 2 bin kişinin yaşamını yitirmesine yol açtı. Yine Gine’de yaşamını yitirenlerin sayısı ise 3 bini aştı. Dev dalgalara yol açan depremin merkezi Büyük Okyonus’ta idi. Ama yer kabuğu, dünyanın başka bölgelerinde harekete geçecek şekilde etki alanını genişletti. Örneğin haziran başında başlayan depremlerin, dünyanın dört bir yanını salladığı ortaya çıktı. Ülkemiz de bundan nasibini aldı. Bu ve buna benzer felaketler bize, geleceğimizi bu günden tahmin etmenin olanaksızlığını gösteriyor. Ozondaki delinme ve hava kirliliğinin yaşamda olumsuzluklara neden olabileceği ve doğal yaşamın temellerini dinamitleyeceğini küresel gözlükle niçin göremiyoruz? Küresel çevre sorunlarının çözümü konusunda her ülkenin, çağdaş yöntemlerle halkını bilgilendirmesi bir görev olmalıdır. Sanayinin kent içinden uzaklaştırılmasına ve milli parkların gereği gibi korunup doğal hali ile tutularak toplumun yararlandırılmasına öncelik verilmelidir. Üç binlinli yılların insanları için, doğayla çok daha büyük uyum içinde yaşanacak rüzgârgüneş enerjisinden yararlanacak doğal konut yapımına geçilemez mi? Bu sahada yeni arayışlar içinde olmalıyız. Doğanın intikamının daha büyük olmaması ve acının yoksul ülkelere çektirilmemesi için insanların bir an önce kendilerine çeki düzen vermeleri gerekiyor. Ölümcül etkileri yıllardır sürmekte olan ‘Çernobil’ olayından kim sorumlu? Bugün ‘Çernobil’den on misli daha tehlikeli olacak, radyoaktif artıkların bulunduğu söylenen Sibirya’nın batısındaki Karaçay Gölü, bir saatli bombadan farksızdır. Gölün altında, yaklaşık yüz metre derinlikte beş milyon metreküp radyoaktif tozlardan oluşan kütlenin varlığı bilinmektedir. İnsanların yazgıları ile ilgili dehşet dolu olası tehlikelere karşı evrensel yurttaş girişimlerinin etkinliği attırılmalıdır. Hepimizin paylaştığı bu dünyayı, bu gezegeni gelecek kuşaklara kirli ve çirkin bırakmaya hakkımız var mı? Geleceğe bir borcumuz yok mu? Hatalarımızın bedelini henüz doğmamışlara ödetmemeliyiz. Doğa ananın yasalarına yeterince duyarlılık göstermeli ve doğal afetlerini ciddiye almalıyız. Doğal zenginliklerle dolu olması gereken bir dünyadan daha fazla yoksun olmamalıyız. (Şaban Ali Yaşaroğlu, Cumhuriyet, 3 Ekim 1998) #Makale #MakaleninÖzellikleri
- İnceleme Yazılarının Özellikleri
İncelemenin kapsamı çok geniştir. Her yazı türünün inceleme ile bir bağlantısı vardır. İnceleme bilgisi olmadan makale, fıkra, eleştiri, gezi, röportaj, anı gibi yazı türleri yazılamayacağı gibi; öykü, roman, tiyatro gibi gözlem gücünün kullanıldığı sanatlı yazı türlerinde de başarılı olunamaz; konferans, açıkoturum, panel, sempozyum, açıklama (brifing) gibi sunuşlar yapılamaz; tutanak, rapor gibi yazışmalar yazılamaz. İncelemeyi eser oluşturma yöntemi dışında, ayrı bir uğraşı alanı olarak da kullanıyoruz. Bu alanda çalışanlar; olmuş olayları, oluşturulmuş eserleri değerlendirirler ki, bu konuda verilmek istenen de budur. İncelemeye monografi de denir. İnceleme sözlü ya da yazılı yapılabilir. Kalıcı olması için yazılı olması ve bir düzen içinde verilmesi sağlıklıdır. İncelemenin biçimi eserin türüne göre de değişir. Bu anlamda bir makale, bir şiir, bir roman, bir senaryo… incelenebilir, sonuç her birinde kendine özgü bir düzen içinde yazılır. İncelemeyi yapan kişi teknik olarak yer yer makale gibi, yer yer söyleşi gibi yazma olanağına sahiptir. İnceleme yazıları eleştiri yazılarıyla karıştırılmaktadır. Eleştiri yaparken inceleme yöntemlerinden yararlanılır, fakat incelemede eleştirme amacı güdülmez. Yalnızca incelemesi yapılan kişinin dünyaya ve olaylara bakış açısı yakalanmaya çalışılır. İncelemede önemli bir kişinin, bir dönemin yalnız bir özelliği üzerinde durulur. Bir sanatçıdaki hem yalnızlık duygusu, hem ilerici kişilik aynı incelemede ele alınamaz. İncelemesi yapılan, her ne ise, bir bütün olarak ele alınmalı, sonuca öyle varılmalıdır. Bir sanatçıdaki yalnızlık duygusu hakkındaki yargı, o sanatçının bütün eserleri incelenmeden verilemez. Bir roman inceleniyorsa yarısı incelenip, yarısı inceleme dışı bırakılamaz. İncelenen konu daha önce başkaları tarafından incelendi ise, onların da gözden geçirilmesi gerekir. İncelemede bir yöntem belirlemek gerekir. Bu yöntem incelenen eserin türüne göre ayrılık gösterebilir. Bir makale ile bir romanın, bir roman ile bir şiirin incelenmesi aynı sorularla olamaz. Söz gelimi; bir makale incelemesinde ana düşünce, yardımcı düşünceler ele alınırken; romanda ana olay; ikinci derecedeki, üçüncü derecedeki olaylar ve bu olayları yaşayan kahraman, ikinci derecedeki, üçüncü derecedeki kahramanlar; olayın geçtiği yer, zaman… ele alınır. Şiir inceleniyorsa nazım türü, nazım biçimi, ölçüsü, uyağı ele alınır. Fakat incelenecek yazının türü ne olursa olsun sözcük bilgisi, cümle bilgisi gibi gramer incelemeleri yöntem olarak biraz daha birbirine yakındır. Kitap incelemesi için hazırlanmış bir plân şöyledir: A. Dış Yapı İncelemesi Yerleştirme: • Eserin adı, bir eserden alındı ise kaynağının adı, kaynaktaki sayfa numaraları, basıldığı yer, yıl; boyutları. • Eserin yazarı, yazarın sanatı, sanat yaşamındaki evreler; varsa, çevirmeni. • Eserin yazıldığı dönem, yazarı etkileyen, eserine yansıyan önemli olaylar. • Eserin türü. B. İç Yapı İncelemesi • Eserin konusu • Eserin teması • Eserdeki dünya görüşü • Eserdeki hayal örgüsü • Eserin bölümleri • Ana düşünce (olay), yardımcı düşünceler (olaylar) • Eserde altı çizilecek diğer düşünce, olay, benzetme, sembol… vb. • Eserin anlatım özellikleri • Kullanılan sözcüklerdeki öznellik – nesnellik; sözcükler arası soyut – somut ilişkiler; sıfatların, zarfların, bağlaçların kullanımı; kurduğu tamlamaların özellikleri… • Eserde sözdizimiyle sağlanan iç ahenk (Şiir için: ölçü, uyak, alliterasyon, asonans…) İyi bir incelemede, incelenecek mataryele bol bol Kim/ Ne, Kimden/Neden, Niçin, Nasıl, Nerede, Ne zaman… vb. sorular sormalıyız. İnceleme plânı, incelemeyi yapan kişinin araştırma boyutuna ve isteğine bağlı olarak ufak tefek ayrılıklar göstermekle birlikte, ortak ilkelere uymalıdır: İnceleme yazılarında uyulacak ilkeler: • Düşünsel plân uygulanmalıdır. • Bol döküman incelenerek sonuca ulaşılmalıdır. • Nitelik olarak belirtilen her özellik örneklerle desteklenmelidir. • Konu dışına çıkılmamalıdır. • İnceleme sonucu elde edilen bilgileri herkese benimsetmek gibi bir amaç güdülmemelidir. • İnceleme bittikten sonra yapılan değerlendirmede yazar, incelemeden elde ettiği sonuçları belirtmelidir. Her incelemede ele alınan konunun bir yönü aydınlatılmış olur. İnceleme yapmak, inceleme yazılarını okumak bizim de ufkumuzu açar. Söz gelimi edebiyat eserlerini incelemek bizim edebiyat kültürümüzü arttırır, edebiyat eserlerine, sanata bakış açımızı etkiler. • Bu kurallara bütün yazılı anlatımlarda uygulanacak genel kuralları ekleyiniz. #İncelemeYazılarınınÖzellikleri
- Haber Yazılarının Özellikleri
İnsanlar arası ilk ilişkilerden biri haberleşmedir. Bugün hayvanlar dünyası gözlendiğinde yine aynı gerçekle karşı karşıya kalırız. Leyleklerin göç katarlarının idaresi; arılardaki, karıncalardaki iş bölümü; anaç tavuğun yavrularını büyütmesi başka nasıl açıklanır? İlk insanlardan günümüze haberleşme dumandan, davuldan, kuştan, atlı postalardan, motorlu postalardan; günlük gazetelere, sesli radyo haberlerine, görüntülü televizyon haberlerine, bilgisayar ağlarına uzanan bir gelişme göstermiştir. Günlük gazetelerde, belli aralıklarla yayınlanan dergilerde, meslek kuruluşlarının belli aralıklarla yayınladığı bültenlerde; radyo ve televizyonlarda belli zaman aralıklarıyla sunulan bültenlerde halka duyurulmak üzere yayımlanan yazılara haber denir. Yayın organlarının en büyük desteği haberdir. Hiç bir yayın organı habersiz düşünülemez. Bir haberin değeri okuyucu sayısıyla belirlenir. Bu nedenle her olay haber olmayabilir. Belli bir okuyucu kitlesine ulaşabilecek olaylar haber sayılır. Halka günlük olayları haber verme geleneğinin -şimdilik- Atina’da başladığı sanılmaktadır. Eski Atina’da, halk günün belirli saatinde, bir meydanda toplanır, hatip kendilerine o günün haberlerini yüksek sesle söylerdi. Eski Osmanlı’daki “tellâl çağırmak”, “tellâl çıkartmak” işi de, halka duyurulması gerekli haberleri ulaştırmak için haberci göndermekten başka bir şey değildi. Tellâl mahalle aralarına girer, sokak sokak gezer, böylece haberi vatandaşın ayağına götürürdü. Günümüzde aynı işi belediyeler; acil durumlarda, haberin hemen iletilmesi için resmi daireler en çok da pazarlamacılar uygarlığın teknik olanaklarını da kullanarak hâlâ yapmaktadırlar. Görülüyor ki, haber kaynağını yaşamdan alır. Genel olarak bu kaynaklar üçe ayrılır: 1. Resmi Haberler, 2. Özel Haberler, 3. Ajans Haberleri. Resmi haberler , resmi ve özel kuruluşlardaki yetkili kişilerden alınan haberlerdir. Özel haberler , halk arasından toplanır. Ajans , haber toplama ve yayma işleriyle uğraşan kuruluştur. Haberde; yurtiçindeki, yurtdışındaki önemli ya da ilginç olaylar kısa ve özlü bir biçimde halka sunulur, gerekirse resimle, fotoğrafla desteklenir. Haber yazıları, anlattığı olayın türüne göre ad alır: Siyasal haberler, ekonomik haberler, bilimsel haberler, teknoloji haberleri, sanat haberleri, spor haberleri, sosyal haberler… vb. Skandal ve dedikodu haberleri… gibi halk arasında heyecan yaratan haberler vardır, böyle haberlere sansasyonel haber denir. Haberin anlatımı çoğunlukla resmi olmak zorundadır. Haber toplayana, haber yazana muhabir denir. Gazeticilikte bir haberde aranan ilkeler: Gazete haberlerinde uyulması gereken ilkeler vardır. Bir haberde bunların eksiksiz verilmesi gerekir:” Ne?/Kim?; Neyi?/Kimi?; Nasıl?; Niçin?; Nerede? ;Ne zaman?” sorularının yanıtları haberde bulunmalıdır. Buna 5N 1K denir. 5N 1K Kuralı • Ne/Kim: Habere kaynak olan olayın kimin başından geçtiği ya da neyin bir olay sonucunda etkilendiği bildirilmelidir. Örneğin: “Vezüv yanardağı patladı”, “Tarihi Zeus Heykeli kaçırıldı.” “Atatürk Bütün Yurtta ve Dış Temsilciliklerimizde Anıldı. “ • Neyi/Kimi: Habere kaynak olan olay kimi, neyi etkiledi. “Bakanlar Kurulu, memur maaş katsayısını görüştü.”, “Milli Eğitim Bakanı, resim çalışmalarıyla uluslararası başarı kazanan beş öğrenciyi kutladı.”… • Nasıl: Habere kaynak olan olayın yapılış, meydana geliş sürecinin anlatıldığı bölümdür. • Niçin: Her olayın bir nedeni vardır. En kötü olayları gerçekleştirenler bile, bir nedenin arkasına sığınırlar. Doğada nedeni çözülemeyen olaylarla bilim adamları hâlâ uğraşmaktadır; kanserin oluş nedenleri, ozon tabakasının delinmesinin nedenleri… • Nerede: Yeryüzü bir yerdir. İnsan bir yerde doğar. Bütün olaylar bir yerde geçer. Yer bilgisi haberlerde genelden, tikele doğru verilir; ülke, il (varsa ilçe, köy), mahalle, semt, cadde, sokak, ev, mutfak… • Ne zaman: Yine bütün olaylar bir zamanda meydana gelir. Zaman bilgisi de haberlerde genelden, tikele doğru verilir; yıl, ay, gün, saat, dakika… Haber yazmak çok önemlidir. Muhabir, bu ilkeleri uygularken okuyucu ile bağını koparmamak zorundadır. Haber yazısının belirleyici özellikleri: • Haber plânı tersine dönmüş pramit diye bilinir. Tersine dönmüş pramitte, haberin giriş bölümünde olay birkaç cümle ile özetlenir. Gelişme bölümünde sözü uzatmadan gerekli ayrıntılar verilir. Sonuç bölümünde ise olayın etkisi, olaya el koyma anlatılır. • Haber ilginç olmalıdır. Haberin başlığı da ilginç olmalı, başlığa gözü takılan okuyucu, gerisini okumak için can atmalıdır. • Haber duyulmamış olmalıdır. Okuyucu duyduğu bir olayı ikinci kez okumaz. • Haber önemli olmalıdır. Haberin ilgilendirdiği okuyucu kitlesi çok olmalıdır. • Haber doğru olmalıdır. Muhabir haberi tarafsız yazmalı, habere yorum katmamalıdır. Yorum köşe yazarlarının işidir. • Haber yazılarında, muhabir okuyucuyu haberle başbaşa bırakmalı, okuyucusuna kendi varlığını hissettirmemelidir. #5N1KKuralı #haberyazıları
- Günlük (Günce) Türünün Özellikleri
Yazarların kendi kendileriyle dertleşme, hesaplaşma, konuşma isteklerini kağıt üzerinde yapmalarından doğmuş yazılardır. Bu nedenle yayımlanmak amacı güdülmez, fakat yazarın ilerlemiş yaşlarında ya da yazar öldükten sonra bir şekilde yayımlanır. Günümüzde kimi yazarlar günlüklerini yayımlamak için de yazarlar. Günlüklerde yazarın kendisini buluruz. Yaşadığı günler içindeki sevincini, öfkesini, kaygılarını, umutlarını içtenlikle anlatır. Günlükler, yazarın yaşadığı dönem için önemli bir belgeseldir de aslında. Yazarın sözünü ettiği olaylar artık tarih olmuştur. Günlüğün belirleyici özellikleri: • Günlükler iddia ve ispat yazıları değildir. • Günlüklerde yaşanmakta olan anlatılır. • Yayımlandığında, artık geçmişi anlattığı için bu yazılar da tarihe ışık tutar. Kimi olaylar tarihi olaylardır. Türk ve dünya edebiyatında günlük: Türk edebiyatında İzzet Melih’in Sermet (1918) ve Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu (1922) adlı romanları bir bakıma günlük-roman örneği olarak gösterilebilir. Roman kahramanı Sermet, günlük yaşantısını yer ve tarih vererek aktarıyor. Bu bölümler birer günlüktür. Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in Gönül Hanım (1920) romanının “Mehmet Tolun Bey’in Rûznamesi” başlıklı kısmı da günlük tarzında tutulan notlardan oluşmaktadır. Hemen hemen her meslekten kişiler günlük tutmaktadırlar. Ancak bu türde yazmayı en fazla edebiyatçı olanlar, yani şair ve yazarlar tercih etmektedirler. Başlangıcından 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar ortaya konan günlükler, genellikle faydaya dönük gündelik işlerin kayıtlarından ve seyahat notlarından oluşan ve bildiğimiz anlamda modern günlük türünün ayırıcı özelliklerini kazanamamış klâsik metinlerden oluşmaktaydı. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ise günlük, edebî bir tür olma özelliğini kazanmaya başladı. Modern günlük metinlerinde yazarın gün içindeki anlık durumları, refleksleri, duygu ve düşünceleri ön plâna çıkmıştır. Metnin kurulmasında çağrışımların önemli bir payı vardır. Yazar, içe bakış tekniğiyle bilinçaltını deşifre eder. Günlük tutmaya pek fazla rağbet edilmeyen Türk edebiyatında bu türün Tanzimattan sonra ortaya çıktığını görüyoruz. Tanzimattan önce ortaya konan vakâ’yinâme, seyâhatnâme, sefâretname gibi eserlerde günlük türüne özgü kimi nitelikler bulunabilirse de bu eserler esas itibarıyla günlük değillerdir. Ancak bu arada Sünbülî Şeyhi Seyyid Hasan Efendinin 1660-1664 yılları arasındaki dergâh hayatıyla ilgili Sohbetnâme adlı notlarını günlük türü içinde değerlendirmek gerekir. Bizde batılı anlamda ilk günlük yazarı Şair Nigâr Bint-i Osman (1862-1918)’dır. Nigâr Bint-i Osman 20 defter tutarındaki notlarının başına o günün tarihini koymuş günlüklerinin bir kısmı Hayatımın Hikâyesi (1959) kitabında yayımlanmıştır. Şair bu eserinde genellikle çocukluğu, evlilikleri, boşanmaları gibi başından geçen olayları, çektiği acı ve çileleri anı üslûbuyla aktarmıştır. Türk edebiyatında devlet yöneticileri, sanatçı, edebiyatçı, yazar, bilim adamı gibi değişik kesimlerden kişiler günlük tutmuşlardır. Türk edebiyatında günlük türünde en çok edebiyatçılar ürün vermişlerdir. Onların tuttuğu günlüklerde kendi şahsî yaşantıları, sosyal ve siyasî fikirleri, eserleri ve sanatçı kişilikleri ilgili bilgileri bulabildiğimiz gibi içinde yer aldıkları sanat ve edebiyat çevreleriyle ya da dönemlerinin sosyal ve siyasî olaylarıyla ilgili bilgiler de bulmaktayız. Bu bakımdan bu günlükler değişik açılardan önemli zenginlikler içermektedirler. Ömer Seyfettin, Balkan Savaşı sırasında tuttuğu günlüklerini Balkan Harbi Rûznâmesi, 1917’den sonra kaleme aldığı günlüklerine de Rûzname adını vermiştir. Ömer Seyfettin’in bir kısım günlükleri Türk Dili (Nisan 1962, S.127, s.586-590) ‘nin Günlük özel sayısında da yayımlanmıştır. Ali Canip Yöntem de 1920’de Ömer Seyfettin’in hastalığı ve ölümüyle ilgili tuttuğu günlükleri yayımlamıştır (“Ömer’in Ölüm Hastalığına Dair Notlarım”, Ömer Seyfettin, 1947). Cumhuriyet döneminde yayımlanan ilk günlük kitabı Günlük (1955) adıyla Salah Birsel ‘e aittir. Salah Birsel, 20 Ocak 1949-4 Mayıs 1955 tarihleri arasındaki günlüklerinin toplandığı bu kitabında genellikle edebiyatla ilgili sorunlara yer vermiştir. İkinci günlük kitabı Kuşları Örtünmek (1976) 1972-1975 yıllarını kapsar. 1982’de Hacıvat Günlüğü, 1986’daYaşlılık Günlüğü,1988’de Aynalar Günlüğü, 1992’de Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu adlı kitaplarını çıkardı. Birsel, günlüklerinde daha çok şiir ve sanat konularına yer vermiştir. Kendine özgü bir üslûp geliştirmiş, hiç duyulmamış sözcükler üreterek canlı, ilgi çekici bir konuşma üslûbunu yakalamıştır. Nurullah Ataç , 1953’ten 1957 yılına kadar yazdığı günlüklerini gazetelerde yayımlamış; daha sonra bunlar toplanarak önce 1960’ta, daha sonra 1972’de iki cilt halinde yayımlanmıştır. Ataç, günlük yazmaya Fransızca haftalık Carrefour gazetesinde çıkan Monsieur Maurois’nın “Le Journal d’Andre Maurois” adlı güncesinden etkilenerek ve ona özenerek yazmaya başlamıştır. Nurullah Ataç’ın günlükleri kendi özel hayatından ve yapıp ettiklerinden çok, okuduğu kitapların, dergilerin, gazetelerin, görüp duyduklarının kendisinde bıraktığı izlenimleri, çağrışım yoluyla oluşan düşünceleri aktarmıştır. Üzerinde durduğu en önemli konular arasında Türkçenin Arapça ve Farsçadan gelmiş yabancı sözcüklerden kurtulması için ortaya koyduğu düşünceler, sanat, edebiyat tartışmaları yer almaktadır. Yayımlanmış günlük türündeki bazı eserlere şu örnekleri verebiliriz: Oktay Akbal, Günlerde (1968), Anılarda Görmek (1972), Yeryüzü Korkusu (1983), 80’lerde Bir Yazar (1994); Tomris Uyar, Gündökümü 75 (1977), Sesler, Yüzler, Sokaklar (1981), Günlerin Tortusu (1985), Yazılı Günler (1989); İlhan Berk, Elyazılarına Vuruyor Güneş (1983), İnferno (1995); Oğuz Atay, Günlük (1988); Cahit Zarifoğlu, Yaşamak (1990); Cemal Süreya, 999. Gün / Üstü Kalsın (1991); Necati Cumalı, Yeşil Bir At Sırtında (1991); Vüs’at O. Bener, Bay Muannit Sahtegî’nin Notları (1991); Ece Ayhan, Başıbozuk Günceler (1993); Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter (1993); Atilla Birkiye, Saptamalar (1985); Mazhar Candan, Günceden (1981) ve Geceden Kalan (1986); Ayşe Şasa, Yeşilçam Günlüğü (1993); Nuri Pakdil, Klas Duruş (1997); Ahmet Oktay, Gece Defteri (1998); Muzaffer Buyrukçu, Arkası Yarın (1976), Sıcak İlişkiler (1982) Dillerinde Dünya (1985); Dünden Bugüne (Günlükler) (1997); Turgay Gönenç, Tarihsiz Günlükler (1990); Enis Batur, Kesif Saint Nazaire Günlüğü (1998); Kemal Özer, Tanık Günler(1994). #Günce #Günlük #TürkEdebiyatındaGünlük
- Gezi Yazısı (Seyahatname) Türünün Özellikleri
Bir yazarın yurt içinde ve yurt dışında gezip gördüğü yerlerin ilgi çekici özelliklerini anlattığı yazı türüdür. Gezi yazıları gezip görmenin, iyi bir gözlemin ürünüdürler. Gezi yazılarının tarihi çok eskidir. İnsanlar hep uzak ülkeleri, uzak ülkelerin doğasını, insanlarını, bu insanların yaşayış biçimlerini ve yarattıkları kültür eserlerini merak etmişlerdir. Bir nedenle başka ülkelere giden kişilerle karşılaştığımızda, onları soru yağmuruna tutmamız bundandır. Günümüzde televizyon görüntüleri dünyanın birçok kültürünü yanıbaşımıza getirdiği halde, hâlâ gezi anılarını dinlemenin ya da okumanın tadı başkadır. Gezi yazılarının çok yönlü anlatım olanakları vardır. Uzunluğu çoğu zaman kitap olacak kadardır. Gazetenin iç sayfalarından birinde dizi halinde günlerce yayınlandığı da olur. Okuyucunun sıkılmadan, merakla okuduğu bir yazı türüdür. Gezi yazısı yazarken ilgiyi uyanık tutmak, okuyucuda okuduğu yerleri görme isteği uyandırmak çok önemlidir. Gezi yazarlığı ayrı bir ustalığı gerektirir. Yazar gezdiği yerlerin ilginç özelliklerini hemen farkedecek kıvrak bir zekâya ve kültür birikimine sahip olmalıdır. Gezi yazısı ile röportaj arasındaki farklar: Gezi yazılarıyla röportaj birbirine karıştırılmamalıdır. Gezi yazısında ilgi çekici yerler anlatılır. Röportajda olduğu gibi, sorunları deşmek, arkasındaki sorunları duyurmak, kamuoyu oluşturmak amacı güdülmez. Gezi yazıları bir bakıma anıya ve günlüğe de benzer, fakat onlardan ayrı bir yazı türüdür. Gezi yazısının belirleyici özellikleri: • Gezi yazılarında çoğu kez kronolojik zamanlı plân uygulanır. Gezi için yapılan hazırlıklar; yolculuk, yolculuk sırasında görülen ilgi çekici olaylar; varış, varıştaki ilk izlenimler… • Gezi yazılarında da kendinden önceki söylenmişlerden, yazılmışlardan ayrı olmak önemlidir. Aynı yerler daha önce de başkaları tarafından görülmüş, yazılmış olabilir. İkinci gidişte görülenlerle, ilk gidişte görülenler arasındaki farklara bile değinmek gerekir. Bu da gezi yazılarının zamanla tarihsel belge olduğunu ortaya koymaktadır. • Yazar anlattıklarının doğruluğunu; konuşma ile, bilgi toplama ve fotoğraflarla desteklemeli, anlattıklarını bir mantık çerçevesine oturtabilmelidir. Her anlattığı, önceki anlattıklarıyla çelişmemelidir. • Gezi yazılarında yazar; açıklayıcı anlatım, öyküleyici anlatım, betimleyici anlatım ve tartışmalı anlatım gibi bütün anlatım yollarından yararlanır. Ayrıca okuyucuya değişikliği gösterebilmek için örnekleme, karşılaştırma, tanık gösterme gibi nesnel verilerden de yararlanabilir. • Resim kullanılmalıdır. Türk ve dünya Edebiyatında gezi yazısı: Dünya edebiyatının en önemli seyahatnameleri arasında 13. yüzyılda yayımlanmış Marko Polo’nun Uzak Doğu izlenimlerini içeren Seyahatnamesi ve 14. yüzyılda yaşamış Arap gezgin İbn-i Batuta’nın İslâm dünyası gezilerini konu edinen Seyahatnamesi yer alır. Türk edebiyatının ilk seyahatname eserleri arasında Farsça yazılan Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ın Acâibü’l-Letâif adlı eseriyle Ali Ekber Hatâî’nin 1515’te yazdığı Hıtâînâme adlı eseri sayılabilir. Seydî Ali Reis (ö.1562) Mir’atü’l-Memâlik (1557) adlı seyahatnamesinde Belücistan, Hindistan, Afganistan, Buhara, Maveraünnehir’le ilgili gözlemlerini ve yaşadığı olayları anlatmıştır. III. Sultan Murat (1575-1575) döneminde Tokatlı İbrahim oğlu Ahmet, Acâibname-i Hindistan adlı eserinde Kabil, Hindistan, Basra, Yemen, Hicaz izlenimlerini aktarır. Trabzonlu Mehmet Aşık’ın (1555-?) Menâzıru’l-Avâlim adındaki eseri de gezi edebiyatının önemli eserlerindendir. Türk edebiyatının en önemli seyahatname eserlerinden biri Evliya Çelebi’nin (1611-1682) 10 ciltlik seyahatnamesidir. Evliya Çelebi , 40 yıllık gezilerinden elde ettiği coğrafî, etnografik, tarihî, kültürel pek çok bilgiyi akıcı ve mübalâğalı bir üslûpla kaleme almıştır. Türk edebiyatında “seyahatname” adıyla birçok eser yazıldığı gibi, adı “seyahatname” olmadığı hâlde bu türe özgü özellikler gösteren başka eserler de vardır. Pirî Reis’in Bahriye adlı eseri buna bir örnektir. İlk seyahatnameler, genellikle başka ülkelerde elçi olarak gönderilen devlet memurlarının gittikleri ülkenin yaşama biçimi, kültürel özellikleri, sosyal ilişkileri, giyim kuşamları, sokakları, şehircilikleri, bürokrasileri ve başka özellikleri hakkında Türk okuyucusu için aktardıkları ilgi çekici bilgilerden oluşmaktadır. Kimi yazarlar, gittikleri ülkelerden gönderdikleri mektuplarda bulundukları ülke ile ilgili bazı bilgiler de vermişlerdir. Sultanların sefer sırasında konaklar arası mesafeleri gösteren menâzil kitapları, her gün yapılan işleri anlatan rûznâmeler de gezi türüne ilişkin bilgiler içermektedirler. Haydar Çelebi Rûznâmesi buna örnek olarak gösterilebilir. Keçecizade İzzet Molla (1785-1829) sürgüne gönderildiği Keşan ve İstanbul’a dönüş izlenimlerini Mihnet-Keşan (1269) adlı eserinde anlatır. Ömer Lütfi, Ümit Burnu Seyahatnamesi’nde dört yıl din bilgisi hocası olarak kaldığı Ümit Burnu ve havalisini değişik yönleriyle tanıtır. Türk edebiyatında modern zamanlarda da yurt içine, İslâm dünyasına, Batıya ve başka ülkelere yapılmış pek çok gezinin notları yayımlanmıştır. Kırıkkale’ye Giderken Ankara kalesi, telsiz direkleri ve bir tünel… Yarım dakika karanlık. Ankara geride kaldı. Bu yol, bütün bozkırı geçer, Karadeniz’e dek ulaşır. İsmet Paşa yıllardır fikir döktü, ray döşedi. şimdi ben, bu ray üstünden fikir taşıyan kültür savaşının zırhlı trenine yetişmek için kilometrelerin sekişini sayıyorum. Tren yolunda… Gezici eğitim sergisi Kırıkkale istasyonunda… Tren yolunda dediğim zaman dudaklarımızda yabansı bir kıvrıntı seziyor gibiyim. Sezmeye de gerek yok gerçekten: “Tren yolunda da laf mı a canım.” diyebilirsiniz. Eğer siz, bir zamanlar Yahşıhan’a dek böyle gidip gelen eski tren bozuntusunu anımsarsınız hiç de böyle düşünmezsiniz. Hele benim gibi Yahşıhan yolunda tuhaflıklara tanık olmuşsanız… Size, istasyonların kimi bodurumsu, kimi kavaklar gibi birbirlerinin sırtından sırıtan uzun dallı ağaçlarından, çeşmelerinden, bayrak direklerinden, makaslarından, telgraf direklerine tünemiş güvercinlerinden, yol kenarında doygun doygun treni seyreden öküzlerden, özgür ve neşeli sıpalardan söz edeceğimize bizim orta Anadolu’ya kültür ve yeninin aşkını taşıyan trene rast gelinceye dek bugünkü güzel trenin yerindeki o eski tren ve ray bozuntusundan söz edeyim, her halde canınız sıkılmaz. Yıl 1921, İnönü ile Sakarya savaşının araları… Ankara’dan Kayseri’ye doğru bir akın var. Kağnı, kağnı, kağnı….. Yollardan, dağlardan, taşlardan gıcırtıdan geçilmiyor. Mumyalanmış bir eşeğe benzeyen cılız, sanki tenekeden yapılma bir lokomotif, ince, uzun hörgücünü kaldırmış, bitkin develeri anımsatan vagonlar da bunların arasında Kayseri yolunu tutuyor. Her nedense o zaman burada işleyen dekovilde, sudan geçmeyen hayvanın inadına benzer bir inat vardı. Zaman zaman tutarağı tutardı. Bakarsınız, tıpış tıpış giderken birdenbire zınk yerinde sayar. Bir ses duyulur: “Lokomotifin suyu tükendi. Allah’ını seven su getirsin!…” Kovalarla, ibriklerle, testilerle bir sürü halk su aramaya çıkar, su bulunmayan bir yerde ise herkes mataralarındaki, testilerindeki, teneke ya da toprak ibriklerindeki suları lokomotife boşaltırlar. Mübarek, yürümeye başlar. Ama yürüyüş de ne yürüyüş!… Trenin üstünde pinekleyen ihtiyarlar, kimi zaman şöyle konuşurlardı: “Tren giderken indim, aptes bozdum, elimi yudum, trene bindim.” “Aptes tazeledim, yine geldim, yetiştim.” Yokuş bir yere gelindi mi bir ses yükselirdi: “Allah’ını seven vagonları ardından itsin!” Yüzlerce adam trenden iner, trenin durduğunu gören köylüler de gelir. Helesa yelesa ile treni yürütürlerdi. Trenin kömürü tükenip yöreden çalı çırpı topladığımızı da ben bilirim. Bunları söylerken sadece bir anıyı anlatıyorum. Dün süngüsünü tüfeğine çaputla bağlayıp düşmana saldıran bir ulusun o günü böyle geçerdi. Şimdi İsmet Paşa’nın döşediği raylar üstünde fikir gibi hızlı, düzenli ve rahat trenle Kırıkkale’ye yaklaşıyoruz. Makinenin, tekniğin dokunduğu yer, çölün ortasında bile olsa yepyeni bir uygarlığı fışkırtıveriyor. Kırıkkale işte böyle bozkırın ortasında baca, fabrika, asfalt, geometri, boyalı ev, sağlam tavan, iş gömleği giyen alın terli insan demektir. Kırıkkale bana, kopmuş bir film parçasının sarı bakkal kâğıdına yapıştırılması etkisini yaptı. Kırıkkale, başlı başına minnacık bir fabrika yuvasıdır. Sağı solu, önü arkası bozkırdır. İstasyon kalabalık… Siyahlar giyinmiş öğretmenler, iş gömlekli işçiler, ustalar, mühendisler, bereli kadınlar, irili ufaklı çocuklar vagonların çevresinde toplanıyorlar… [Sadri Etem (Ertem). “Kırıkkale’ye Giderken”,Türk Dili Dergisi, Gezi Özel Sayısı, 1 Mart 1973.] #GeziYazılarınınÖzellikleri #GeziYazısı #Seyahatname #TürkEdebiyatındaGeziYazısı
- Fıkra Türünün Özellikleri
Bir yazarın, günlük olaylardan esinlenerek yazdığı ve o konu üzerinde, kendi kişisel görüş ve düşüncelerini yansıttığı gazete ve dergi yazılarıdır. Fıkranın özellikleri: 1. Fıkralar güncel konularda yazılır. 2. Fıkra yazıları gazetelerin belli sütunlarında yayınlandığı için köşe yazısı olarak adlandırılır. 3. Fıkra türünde dil açık, anlaşılır ve sadedir. 4. Fıkralarda anlatıcı öznel bir tavır takınır. 5. Fıkra yazılarında ortaya konan düşüncenin kanıtlanma zorunluluğu yoktur. 6. Yazar yönlendirmek, kanıları değiştirmek, bilgi vermek, haber vermek vb. gibi amaçlarla yazısını oluşturur. 7. Fıkra yazıları günübirlik yazılar olduğu için kalıcılığı yoktur. Bu yazı türünü, halk arasında anlatılan kısa, güldürücü, ders verici olay anlatılarıyla karıştırmamak gerekir. Gazetelerdeki köşe yazılarındandır. Her gün aynı köşe ya da sütunda yayınlanır. Siyasal, ekonomik, eğitim… gibi günlük toplumsal konular ayrıntıya girilmeden kısaca işlenir. Fıkranın belirleyici özellikleri: • Makale gibi düşünsel plânla yazılır. Fakat makaleden kısa yazılardır. • Yazar anlattıklarını kanıtlamak zorunda değildir. Bilimselden çok kişisel görüşünü açıklar, okuyucusunu kendisi gibi düşündürme kaygısı yoktur. • Günübirlik yazılardır, en beğenileni bile birkaç gün sonra unutulur. • Yazar, yapmacıklıktan uzaktır. Anlatım yalın ve sade bir dille yapılır. • Anlatım yazarın kendine özgü olmalıdır. Türk edebiyatında fıkra: Türk edebiyatında fıkra yazarlığı, Şinasi’nin 1860 yılında Agâh Efendi ile birlikte çıkardıkları Tercüman-ı Ahval gazetesindeki yazılarıyla başlamıştır. O zamandan günümüze kadar fıkra yazan başlıca yazarlar şunlardır: Namık Kemal, Ahmet Rasim, Ahmet Haşim, Falih Rıfkı Atay, Burhan Felek, Peyami Safa, Refi Cevat Ulunay, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Bedii Faik, Necip Fazıl Kısakürek, Nazlı Ilıcak, Rauf Tamer, Ahmet Kabaklı, Çetin Altan, Oktay Ekşi, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, İlhan Selçuk, Ergun Göze, Hasan Pulur, Mehmet Barlas, Fehmi Koru, Taha Akyol, Gürbüz Azak, Ahmet Taşgetiren, Cengiz Çandar, Yavuz Gökmen, Gülay Göktürk… Kahraman Ebe Maraş’ın Bertiz Bucağına bağlı köylerdeki 10 tifolu çocuğu tedavi ederken 20 yaşındaki genç ve güzel köy ebesi aynı hastalığa yakalanarak ilaçsızlık yüzünden ölmüştür. Yolları, belleri kar tutmuş, köyün şehirle bağlantısı kesilmiştir. Elinde ancak çocukları tedavi edecek kadar ilaç bulunan Döndü Çomar adındaki genç ve güzel ebe çocukları kurtarmış, fakat kendini kurtaramamıştır. Döndü Çomar hatıra defterine şunları yazmıştır: “Doktor yüzü görmeyen, senenin 6 ayında dış dünya ile her türlü bağlantısı kesik olan bu masum insanlara elimden geldiğince yararlı olmaya çalışıyorum. Çevrede 10 tane tifolu yavru var. Doktor olmadığı için aileleri ile birlikte bu yavrular hayat umutlarını bana bağlamışlar. Onların yüzüne baktıkça üzüntüden kahroluyorum. Elimde çok az sayıda ilaç var. Yollar açılıncaya kadar bunlarla idare etmeme imkân yok. Güç bir görev yüklendiğimin farkındayım. Ama kendimi çok kuvvetli hissediyorum.” Issız ve sahipsiz Anadolu… Aşağı yukarı bütün köyleri böyledir. Kış geldi mi, şehirlerle bağlantısı kesilir, yalnızlığa ve kaderine bürünür. Bertiz bucağına bağlı köylere bir ebe gidebilmiş nasıl gidebilmişse. Başkalarında ebe de, ilâç yoktur. İnsanlar, hayvanlar, kırılır da kimsenin haberi bile olmaz. Tuhaf bir raslantı, genç ebe Döndü Çomar’ın ölüm haberinin geldiği gün gazeteler Tıp Bayramını yazıyordu. Ankara’da ve İstanbul’da kutlanan bayram sırasında köylerimizin sağlıktan yoksun durumunu bildiren ölüm haberi de geldi. Bilmiyorum, doktorlarımızın yüreğini bu kahraman genç ebenin hayat hikâyesi burkmuş mudur? Gözleri ağlamaklı okudum ben haberi. Ebe, çocukları tedavi ederken kendinin de hastalığa yakalandığını anlıyor. Elinde ilâç yoktur. Çaresizdir. Çaresizliğini biliyor, fakat ne yapsın? Oturup hatıra defterine ölmeden şunları yazıyor: “Tanrıya binlerce teşekkür, 10 yavru yeniden hayata kavuştu. Bu arada elimde ilâç da kalmadı. Üç gündür hastayım. Tifoya yakalandığımı sanıyorum. Yollar kapalı, şehre inemem. Ayrıca çocukları uzaktan da olsa kontrol etmem gerekiyor. Her an, her dakika ölüme biraz daha yaklaştığımı hissediyorum. Ölüm beni hiç, ama hiç korkutmuyor. Görevini yapan insanların iç huzurunu duyuyorum. Bu arada bana inanan, beni seven insanların arasında rahatça ölebilirim.” Ne bilinçli, ne görev duygusu ile dolu bir ölüme gidiştir bu!… İnsanların kafasında bu bilinç oldu mu, ölüme gidiş değil, ölümsüzlüğe gidiş oluyor. Bütün tarihe geçen kahraman hemşirelerin şanlı destanları arasına bu da katılacaktır. Bu köylerden birine, ikisine veya Bertiz bucağına bu kahraman ebenin adı konmalıdır. Bir de heykeli dikilmelidir. başka bir türlü kahramana minnet borcumuzu ödeyemeyiz. Köylüler çok sevdikleri bu ebenin anısına saygı örneği olarak İçişleri Bakanlığı’na başvurmalı, adının bucağa konmasını ve heykelinin dikilmesini istemelidirler. (Mehmed Kemal. Vatan Gazetesi. 1965) #düşünceyazısıfıkra #Fıkra #TürkEdebiyatındaFıkraTürü
- Eleştiri (Tenkit) Türünün Özellikleri
Eleştiri de temeli düşünce olan yazı türüdür. Konu sınırlaması yoktur. Sanat, edebiyat ya da düşünce yazılarının içeriği ile bu içeriğin işlenişini, değerli ve değersiz yönlerini ortaya koyan bir yazı türüdür. Yazarın yazıyı kendine göre, yazıyı ilgilendiren topluma göre, kendi alanındaki diğer çalışmalara göre değerlendirdiği yazılardır. Eleştirinin belirleyici özellikleri: • Düşünsel plânla yazılır. • Konu, yazının sonuna dek değerlendirilmesi yapılan esere bağlı kalmalıdır. Eser ile ilgili, değerli ve değersiz diye gösterilen yargılar, eserden alınacak örneklere dayandırılmalıdır. • Yazar, yargılarında belirli ölçülere bağlı kalmalı, eleştirileri nesnel olmalı, “beğendim, hoşuma gitti”… gibi öznel değerlendirmelerden kaçınmalıdır. Bunun yanında eleştiri yazısını okutacak olan elbette eleştiri yazarının kendine özgü konuyu ele alış biçimi, kendine özgü yorumlayışı ve anlatımındaki üslûbudur. • Eleştirisi yapılan çalışma, bütün boyutlarıyla ele alınmalı, kendi türü içindeki bilimsel, sanatsal, toplumsal yere oturtulmalıdır. Alanındaki diğer çalışmalarla karşılaştırılarak bu türe kattıklarıyla, kendisinden beklendiği halde katamadıklarıyla ele alınmalıdır. Bu da gösteriyor ki eleştiri yazarı, her konuda eleştiri yazısı yazamaz, ancak uzmanı olduğu alanda yazabilir. Eleştiri yazarının alan bilgisi, eleştirdiği çalışmayı yapanın alan bilgisi ile en azından aynı düzeyde olmalıdır. Yazınsal Yaratmada Bireyin İşlevini Nasıl Anlamalı? Bir yapıtın açıklanmasında yazarın yaşamöyküsü, yapıtın anlaşılmasında temel bir öğe değildir; yazarın düşünce ve niyetlerinin bilinmesi de bu yapıtın anlaşılmasında temel bir öğe olamaz. Yapıt, önemli bir yapıt olduğu ölçüde, kendi gücüyle yaşar ve anlaşılır ve çeşitli toplumsal sınıfların düşüncelerinin çözümlenmesiyle de doğrudan doğruya açıklanabilir. Bir yazın ya da felsefe yapıtında bireyin işlevini yadsımak, yadsımak mı demektir? Kuşkusuz hayır. Ne var ki, bütün gerçekler gibi bu işlev de eytişimseldir (diyalektiktir), dolayısıyla onu neyse öyle anlayıp kavramaya çalışmak gerekir. Yazın ya da felsefe ürünlerinin, yazarlarının yapıtları olduğunu yadsımayı kimse düşünemez; ne ki bunların da kendi mantıkları vardır, dolayısıyle keyfe bağlı yaratmalar değillerdir hiç de. Yazınsal bir yapıtta hem kavramsal bir dizgenin iç bağlantısı, hem de bir canlı varlıklar dizgesinin iç bağlantısı vardır; bu bağlantı, bunların birtakım bütünler oluşturduğunu gösterir; bu bütünlerin parçaları, birbirlerine göre, birbirlerinin yardımıyle, özellikle temel özleri yardımıyle anlaşılıp kavrayabilirler. Böylece, bir yandan şu sonuç çıkar ortaya: Yapıt ne denli büyük olursa o denli de kişisel olur; çünkü, ancak çok zengin ve güçlü bireylik, henüz oluşmakta bulunan ve topluluğun bilincinde pek az belirlenmiş olan bir evreni düşünüp görebilir ve son ayrıntılarına dek bunu yaşayabilir. ama bir yandan da şu sonuç çıkar ortaya: Bir yapıt ne denli büyük bir düşünür ya da yazarın kaleminden çıkmışsa o denli de kendi gücüyle kendini anlatabilir; dolayısıyle tarihçinin, yapıtı yaratanın yaşam öyküsü ya da düşüncelerine baş vurmasına hiç gerek kalmaz. En güçlü kişilik, düşünsel yaşamla en iyi özdeşleşen kişiliktir, toplumsal bilincin etken ve yaratıcı bütün temel güçleriyle en çok özdeşleşen kişilik. Bir yapıtın güçsüz ve tutarsız yanlarını anlamak söz konusu olduğunda ancak, yazarın kişiliğine ve yaşamının dış koşullarına baş vurmak zorunluluğu doğar çok kez. Böylece, Goethe’nin pek yazınsal bir değer taşımayan bir sürü benzetme oyunları, hatta Faust’un birtakım cılız, güçsüz yanları, yazarın Weimar sarayında karşı karşıya bulunduğu zorunluklarla açıklanabilmektedir. Ama Goethe artık kendine yaraşır düzeyde bulunmadığı andadır ki Weimar bakanı yapıtta ön sıraya geçip varlığını duyurur. Demek, toplumla bireyi, tinsel değerlerle toplumsal yaşamı birbirine karşıt görmek şöyle dursun, gerçek, bunun tam tersidir. Toplumsal yaşam, yaratma gücünün en son noktasına eriştiğinde, her ikisi de, en yüce biçimleri içinde birbirleriyle kaynaşmış olurlar; yazın alanında bu böyledir, felsefede, siyasal alanında da böyle. Racine ya da Pascal’ı Port-Royal’dan nasıl ayırabilirsiniz. Munzer’i Köylüler Savaşından, Luther’i din devriminden, Napoléon’u imparatorluktan ve Fransız Devrimiyle eski rejim arasındaki sürekli kavgadan? Tersine, topluluk ortaklığa dönüştüğünde, birey güçsüzleşip göze batar duruma geldiğinde aradaki karşıtlık iyice derinleşir. Ama o zaman da, yazınsal yaratma tarihinde, derin bilginleri çok ama yazınsal düşünce tarihçisini pek az ilgilendirebilecek olan yazılarla karşı karşıya bulunuruz artık.. ( Lucien Goldmann. Matérialisme dialectique et histoire de la littérature, Çeviren: Tahsin SARAÇ, Türk Dili Dergisi, Eleştiri Özel Sayısı , Mart 1971) #Eleştiri #Tenkid #Tenkit #TürkEdebiyatındaEleştiriTürü
- Deneme Türünün Özellikleri
Yazarın özgürce seçtiği bir konuda, kişisel görüş ve kanaatlerini paylaştığı, sade, içten yazılardır. Denemenin özellikleri: 1. Deneme yazıları istenilen her konuda yazılabilir. Ölüm, yaşama sevinci, sevgi, dostluk, arkadaşlık, kıskançlık, özgürlük, tutsaklık, hayvan sevgisi… gibi her şey denemeye konu olabilir. 2. Deneme, okurlara hoşça vakit geçirdiği, onları avutup oyaladığı gibi, birtakım gerçekleri de öğretir. Ne ki okur, bunun ayrımına varmaz. Çünkü asık suratlı, güç okunan bir yazı türü değildir deneme. 3. Denemede söylenenler, okura iletilmek istenenler bir konuşma havası, bir söyleşme havası içinde verilir. Daha doğrusu denemeci bu hava içinde sanki kendisiyle konuşuyormuş gibi bir yol izler. 4. Denemeci, söylediklerini kanıtlama, belgeleme yoluna gitmez. Öne sürdüğü savı ya da düşünceleri kesin sonuçlara bağlamaz. Böyleyken denemelerin inandırıcılığı, yazarlarının içtenliğinden gelir. 5. Deneme yazarı dili ustalıkla kullanır. Söylediklerini dilin inceliklerinden yararlanarak güzel bir anlatımla vermeye çalışır. Denemenin tarihsel gelişimi: Batı edebiyatında ünlü deneme yazarları Fransız Montaigne (1533 -1596) ile İngiliz Bacon (1561 -1626) dur. Bizim edebiyatımızda bazı fıkralar (özellikle Ahmet Haşim’in fıkraları), deneme türüne alınabilir. Bir insanın herhangi bir konuda içini dökmek, paylaşmak amaçlı kesin hükümlere varmadan samimi bir üslupla yazdığı yazılara deneme denir . Deneme tür ve üslup olarak pek çok türe yaklaşır. Bu yüzden de yazılması en zor olan türlerdendir. Belki de adı bu yüzden denemedir. Deneme yazarken paylaşımcı ve samimi bir üslup kul1anırken sohbete, düşünmemizi ortaya koyarken fıkraya, duygularımızı ortaya koyarken eleştiriye yaklaşma riski her zaman vardır. Deneme yazarı, olay, olgu, durum ve eşyalarda sıradan insanların -eskilerin ifadesiyle- ülfet ve ünsiyet perdesiyle göremediği, farkına varamadığı ayrıntıları, dikkat etmediği hususları, incelikleri, güzellikleri, harikaları, olağanın altında yatan olağanüstülükleri görebilen, hissedebilen, düşüncesiyle ve deneyimleriyle onları okuyucular için ilginç görülebilecek şekilde yazıya dökebilen insandır. Sıradan insanın “baktığı” şeyi deneme yazarı “görür”. Deneme dilinde çeşitli bilim, felsefe ve sanat dallarına ait terimlere yer vermekten ziyade, halk çoğunluğunun ortak günlük konuşma dilinin düşünce diline dönüştürülmesi çabası hâkimdir. Denemede bilimsel yazılardaki kuruluk ve şematiklik bulunmaz. Düşünce şiirsel, akıcı, samimî bir üslûpla sunulur. Bu bakımdan deneme yazılarının geniş halk yığınlarınca kolayca ve rahatlıkla okunabilme özelliği vardır. Deneme yazarı yazısını yazarken, bir anlamda kendi kendisiyle diyalog içindedir. Kendi zihinsel âleminde düşünce temrinleri yapar. Felsefî metinlerde filozof, yazısında kendince sistemini kurduğu felsefî bir anlayışa, sistematik felsefî bir dünya görüşüne bağlı olarak düşüncelerini ortaya koyar. Ortaya koyduğu her metin, kendi felsefî bakış açısının birer açılımı, ayrıntısı mahiyetindedir. Ancak denemede böyle sistematik bir düşünceye bağımlılık zorunluluğu yoktur. Denemecinin yazısında ileri sürdüğü düşünce, herhangi bir felsefe ekolüyle ilintili olmayabilir. Ancak filozof yazısında kurduğu ekole bağlı düşünce üretme çabası içindedir. Bu türün en büyük ustası Montaigne kitabının önsözünde özetle şöyle demektedir: “Eğer mümkün olsaydı karşınıza anadan doğma çıkardım. Bu kitapta size asla bir şey kanıtlama iddiam yoktur. Elimden geldiğince size beni anlattım. Bana hak vermenizi ya da yargılamanızı istemiyorum” buradan da anlaşıldığına göre denemeler iddialı olmayan, ispat kaygısı taşımayan; temel anlamda insan doğallığına dayanan eserlerdir. Deneme, Avrupa edebiyatında Fransız Montaigne ile başladı. Türk edebiyatında ise Tanzimat sonrasında özellikle de Servet-i Fünûn döneminde karşımıza çıkar. Ancak asıl gelişmesini Cumhuriyet döneminde gerçekleştirir. Günümüzde deneme en sevilen türlerden biridir. Eskiden denemeye verilen “muhasebe” ismi, onun konusu hakkında bir ipucu vermektedir. Çünkü denemeler toplumsal konulardan daha çok kişisel: konulara, soyut dünyalara ve iç hesaplaşmalara daha yakındır. Bu yönüyle fıkra türünden ayrılır. Fıkralar toplumsal konulara kişisel yaklaşımlar getirirken deneme iç dünyanın samimi itirafı gibidir. Denemeye özgü bir konu türü yoktur. Özgürce seçilen bir konuda, yazarın kendi kendiyle konuşma havası içinde yazdığı yazı türüdür. Yazının konusu yazarın o anda aklına geliveren bir konu görünümündedir. Öğretici ve düşünsel yanı da vardır. Denemenin belirleyici özellikleri: • Makale gibi düşünsel plânla yazılır. Fakat makaleden kısa yazılardır. • Yazar anlattıklarını kanıtlamak zorunda değildir. Bilimselden çok kişisel görüşünü açıklar, okuyucusunu kendisi gibi düşündürme kaygısı yoktur. • Günübirlik yazılardır, en beğenileni bile birkaç gün sonra unutulur. Serbest düşüncenin ifade alanı ve nesrin bir türü olarak deneme, yazarın gözlemlediği ya da yaşadığı olay, olgu, durum ve izlediği objelerle ya da herhangi bir kavramla ilgili izlenimlerinin herhangi bir plâna bağlı kalmayarak, deliller getirip kanıtlama yoluna gerek duymadan ve kesin hükümler vermeden, tamamen kişisel görüşüyle serbestçe yazıya döktüğü birkaç sayfayı geçmeyen kısa metinlere denir. Deneme, derin düşünceden çok, kişinin kendi dışındaki nesnelerle herhangi bir konuda gerçek ya da hayalî olarak girdiği diyaloğun ürünüdür. Deneme yazarı, olay, olgu, durum ve eşyalarda sıradan insanların eskilerin ifadesiyle ülfet ve ünsiyet perdesiyle göremediği, farkına varamadığı ayrıntıları, dikkat etmediği hususları, incelikleri, güzellikleri, harikaları, olağanın altında yatan olağanüstülükleri görebilen, hissedebilen, düşüncesiyle ve deneyimleriyle onları okuyucular için ilginç görülebilecek şekilde yazıya dökebilen insandır. Sıradan insanın “baktığı” şeyi deneme yazarı “görür”. Deneme dilinde çeşitli bilim, felsefe ve sanat dallarına ait terimlere yer vermekten ziyade, halk çoğunluğunun ortak günlük konuşma dilinin düşünce diline dönüştürülmesi çabası hâkimdir. Denemede bilimsel yazılardaki kuruluk ve şematiklik bulunmaz. Düşünce şiirsel, akıcı, samimî bir üslûpla sunulur. Bu bakımdan deneme yazılarının geniş halk yığınlarınca kolayca ve rahatlıkla okunabilme özelliği vardır. Deneme yazarı yazısını yazarken, bir anlamda kendi kendisiyle diyalog içindedir. Kendi zihinsel âleminde düşünce temrinleri yapar. Felsefî metinlerde filozof, yazısında kendince sistemini kurduğu felsefî bir anlayışa, sistematik felsefî bir dünya görüşüne bağlı olarak düşüncelerini ortaya koyar. Ortaya koyduğu her metin, kendi felsefî bakış açısının birer açılımı, ayrıntısı mahiyetindedir. Ancak denemede böyle sistematik bir düşünceye bağımlılık zorunluluğu yoktur. Denemecinin yazısında ileri sürdüğü düşünce, herhangi bir felsefe ekolüyle ilintili olmayabilir. Ancak filozof yazısında kurduğu ekole bağlı düşünce üretme çabası içindedir. Klâsik Türk edebiyatındaki münşeât mecmualarındaki yazılar ve Kâtip Çelebi (16091657) gibi yazarlar bir tarafa bırakılırsa, modern anlamda deneme türü, Türk edebiyatında asıl olarak gazete ile birlikte ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk özel gazete Tercümanı Ahval (1860)’in yayın hayatına başlamasından itibaren gazetelerde çıkan değişik yazılar, zamanla ayrı bir tür olan deneme için dil, anlatım ve yaklaşım bakımından zemin oluşturmuşlardır. Tanzimattan itibaren bir süre gazete ve dergilerde “musâhabe” üst başlığı altında deneme benzeri yazılar kaleme alınmıştır. Türk edebiyatında deneme türünde pek çok ürün verilmiştir. Bu tür içine koyabileceğimiz ürünler, genellikle değişik zamanlarda çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazıların bir araya getirilip kitaplaşmış şekilleridir. Bu eserlerde yer alan yazıların bir kısmı, inceleme, eleştiri yazısı olarak da görülebilir. Bunun yanında bir kitapta yer alan yazıların bir kısmı edebiyat, bir kısmı tarih, bir kısmı felsefe, bir kısmı başka konularda olabilmektedir. O bakımdan deneme türü için çok kesin sınıflandırma ve sınırlandırmalar yapılamamaktadır. Türk edebiyatında ilk deneme kitapları arasında Ahmet Haşim’in Bize Göre (1928), Gurebahanei Laklakan (1928); Ahmet Rasim’in pek çok yazısı; Mahmut Sadık’ın Takvimden Yapraklar (1912); Refik Halit Karay’ın Bir Avuç Saçma (1939), Bir İçim Su (1931), İlk Adım (1941), Üç Nesil Üç Hayat (1943), Makyajlı Kadın (1943), Tanrıya Şikâyet (1944); Falih Rıfkı Atay’ın Eski Saat (1933), Niçin Kurtulmak (1953), Çile (1955), İnanç (1965), Pazar Konuşmaları (1966), Kurtuluş (1966), Bayrak (1970) gibi kitaplarını saymak mümkündür. #deneme #denemetürününözellikleri #TürkEdebiyatındaDenemeTürü
- Bibliyografi Türünün Özellikleri
Günümüzde bilimde, teknolojide ve sanatta yaşanan gelişmeler sonucu basılı yayın o kadar arttı ki artık bunların hepsini bir kitapta toplamak mümkün değildir. Günümüzde her bilim kendi bibliyografisini hazırlamaktadır. Hatta bilimlerin alt kollarının da bibliyografileri hazırlanmaktadır. Örneğin; Türkiye Türkçesi içinde Anadolu Ağızları ayrı bir çalışma alanıdır. 1867 yılından beri çalışılan bu alandaki basılı yayın adlarını toplama çalışmaları 1940’lardan beri sürmektedir. Böylece Anadolu Ağızları Bibliyografisi oluşmuştur. Anadolu Ağızlarını araştıracaklar, bu bibliyografiler yardımıyla alanlarındaki yazılı kaynaklara ulaşmakta güçlük çekmezler. Ayrıca bir yazarın bütün eserlerinin bibliyografisi hazırlanabilir. Bu anlamda bütün bilim ve sanat dalları, alt kolları, bilim adamları ve sanatçılar düşünüldüğünde bibliyografi oluşturmak da ayrı bir bilim alanı olmuştur denilebilir. Bibliyografide eserler yazarların soyadları gözönüne alınarak alfabe sırasıyla yazılır. Kitap birden fazla yazarlı ise ilk yazarın soyadı dikkate alınır. Kitap tanıtımında ise: Kitabın adı, yazarın adı, konusu, bölümleri (varsa), cilt sayısı, baskı sayısı, basım yeri, basım yılı, sayfa sayısı, eserin boyutları, fiatı, resimli olup olmadığı, kapak kompozisyonu, dizgi, baskı ve kâğıt nitelikleri verilir. Eğer eser bir makale ise: Yazarın soyadı, ön adı, eserin adı, eserin yer aldığı dergi, kitap vs. adı, basım yeri, basım yılı, eserin yer aldığı sayfalar, eserin boyutları verilir. Son zamanlarda kitap boyutlarındaki standart ölçüler kalkmakla birlikte hâlâ kitap boyutlarını; küçük boy, orta boy, büyük boy olmak üzere üç türde toplayabiliriz. Buna göre roman ve öykü kitaplarının boyutu küçük, ders kitaplarının boyutu orta, ansiklopedilerin boyutu büyüktür. Bir Kitabın Bibliyografi Bilgisi: Kitabın adı: Söylev (Nutuk) Ya zarın soyadı, ön adı: Kemal ATATÜRK Konusu: Kurtuluş Savaşı Cilt: I (1919 – 1920), II (1920 – 1927), III (Vesikalar) Baskı sayısı: Yedinci Baskı Basım yeri: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Devlet Kitapları Müdürlüğü, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi. Basım yılı: 1967 Sayfa sayısı: IV+1280 Eserin boyutları: Küçük boy Fiyatı: 800 x 3 = 2400 kuruş Resimli olup olmadığı: Bir Atatürk resmi var. Kapak kompozisyonu: Resimsiz Dizgi, baskı ve kâğıt nitelikleri: Bir Makalenin Bibliyografi Bilgisi: Yazarın soyadı, ön adı: AZMUN, Yusuf Eserin (makalenin) adı: Türkmen Halk Edebiyatı Hakkında Eserin yer aldığı kitap adı: Reşit Rahmeti Arat İçin Basım yeri: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 19, seri:I, Sayı: A 2, Ankara, Basım yılı: 1966 Eserin yer aldığı sayfalar: 32- 83 Eserin boyutları: Orta. İnceleme yazı türünün belirleyici özellikleri: • Yerleştirme eksiksiz olmalı, konunun (eserin/kişi/olay/akım…) adı, bir eserden alındı ise kaynağının adı, kaynaktaki sayfa numaraları, basıldığı yer, yılı, boyutları eksiksiz olarak verilmelidir. • Eserin konusu kısaca fakat içeriğini yansıtacak biçimde verilmelidir. Varsa bölümleri yazılmalıdır. • Yazarı objektif olmalı, subjektif bilgiler katmamalıdır. • Bu kurallara bütün yazılı anlatımlarda uygulanacak genel kuralları ekleyiniz. #BibliyografiTürününÖzellikleri #TürkEdebiyatındaBibliyografi
- Anı (Hatıra) Türünün Özellikleri
Yazar kendi başından geçen olayları ya da kendi yaşadığı dönemde ortaya çıkan kültürel, sosyal, siyasal… olayları ve teknolojik gelişmeleri kendi gözlemlerine ve görüşlerine bağlı kalarak anlatırsa anı dediğimiz bir yazı türü ortaya çıkar. Yazar bu olaylar karşısındaki duygularını okuyucularıyla paylaşmak ister. Anı türünde yazar kişisel öykülerinin yanısıra belli bir dönemi kişisel aynasından yansıtır. Yazar, anılarını yazarken, anlattığı dönemle ilgili tüm yazılı kaynaklardan, canlı kaynaklardan, fotoğraf… gibi belgelerden yararlanır. Bu nedenle anı türündeki bir yazı tarih bilmine de kaynak olur; fakat yazar, yazdıklarını yüzde yüz belgelendirmek zorunda değildir. Kimi anılarda yazar, geçmişi yönlendiren olayları, ünlü sanatçı ya da politik kişileri anlatır. Önemli kişilerin anlatıldığı anılara anı portre denir. Anı türünün belirleyici özellikleri: • Anılar iddia ve ispat yazıları değildir. • Anılarda yaşanmakta olan değil, yaşanmış olaylar anlatılır.. • Geçmişi anlattığı için tarihe ışık tutar. Kimi olaylar tarihi olaylardır. Bazı anı kitapları toplum içinde belli özellikleriyle kendini göstermiş kişilerin portrelerinden oluşmaktadır. Yazar, görüp tanıdığı önemli kişilerin, siyasî, edebî, kültürel kişiliklerini, kişisel özelliklerini ve başka yönlerini tasvirî ve çözümleyici bir üslûpla anlatır. Bu tür anı kitaplarına Halit Fahri Ozansoy’un Edebiyatçılarımız Geçiyor (1939), Yahya Kemal Beyatlı’nın Siyasî ve Edebî Portreler (1968) adlı eserleri örnek olarak gösterilebilir. Yusuf Ziya Ortaç Portreler (1960) adlı kitabında yirmi dört şair ve yazarın fiziksel ve ruhsal portrelerini, sanatları ve eserleri ile ilgili düşüncelerini, kendileriyle yaptığı görüşmeleri, onların kendi üzerinde bıraktığı izlenimleri kaleme almıştır. Hakkı Süha Sezgin’in 101 kişiden oluşan Edebî Portreler’i de Beşir Ayvazoğlu tarafından alfabetik bir düzen içinde yayımlanmıştır (İstanbul 1997). Vecihi Timuroğlu’nun Yazınımızdan Portreler (Ankara 1991) adlı eseri 26 kişiden oluşmaktadır. Beşir Ayvazoğlu da “Osmanlının Yadigârları”, “Yeni Devir Yeni Yüzler”, “46 Sonrası” ve “Onlar da Bizden” adlı 4 bölümde topladığı 40 kişinin portresini Defterimde 40 Suret (İstanbul 1996) adıyla yayımlamıştır. Türk Edebiyatında şuara tezkireleri, menakıpname, siyer, vekayi’name, gazavatname, fetihname, sefaretname gibi eserler bilinen anlamıyla birer anı eseri olmasalar da bu türe özgü bazı unsurları barındırmaktadırlar. Babür Şah (1488-1530) ‘ın Vakâyi (Babürname), Timur’un Tüzükât, Ebulgazi Bahardır Han’ın Şecere-i Türk adıyla bizzat yazdıkları eserleri bir anlamda anı eserleridir. Hümayunname (Farsçadan çeviren: Abdürrab Yelgar,1944), Hümayun’un kızkardeşi Gülbeden’in kaleminden çıkmıştır. Yine Hümayun ile ilgili anıları ibrikçisi Cevher Tezkiretü’l-Vâkıat adıyla kaleme almıştır. Kanunî Sultan Süleyman’ın sadrazamı ve eniştesi Damat Lutfî Paşanın anıları Asafname adıyla Hayat Tarih Mecmuası (S.2, Mart 1968) ‘nda yayımlanmıştır. Kadı Macuncuzade Mustafa Efendi (1597) adında Kıbrıs’a tayin edilen bir kadı, Kıbrıs’a yakın bir yerde Malta korsanları tarafından esir edilmesini ve başından geçenleri, türlü anılarını Sergüzeşt-i Esirî-i Malta (1597) adlı eserinde anlatır. Tameşvarlı Osman Ağa da 1788’de Kara Mustafa Paşa’nın Viyana kuşatması sırasında düştüğü esaret anılarını kaleme alır (M.Şevki Yazman, Viyana Muhasarasından Sonra Avusturyalılara Esir Düşen Osman Ağa’nın Hatıraları (1961). XVI. yüzyılda şair Zaifî, anılarını Sergüzeşt-i Zaifî adlı mesnevîsinde kaydetmiştir. Bu yüzyılda ayrıca Barbaros Hayreddin Paşa’nın anıları, Seyyid Muradî Reis tarafından Gazavât-ı Hayreddin Paşa (Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hatıraları, 1995) adıyla kaleme alınmıştır. XVII. yüzyılda Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hak, Süllemü’l-Vüsûl, Fezleke, Cihannümâ, Keşfü’z-Zünûn gibi eserlerinde; Evliya Çelebi de Seyahatname’sinde bazı anılarını aktarmışlardır. Yukarıda verdiğimiz örnekler tarzında pek çok eser, anı türüyle ilişkilendirilebilecek niteliktedir. Burada siyasî ve edebî mahiyetteki anı eserlerin başlıcaları örnek olsun diye düzenlenmiştir. Bunlar kesin sınırlandırmalar değildir. Bir siyasî anı kitabında edebî anılar da olabilmektedir. Tanzimat döneminden itibaren edebiyat alanında varlık gösteren pek çok sanatçı ve yazar, özellikle olgunluk yaşlarında yazdıkları anılarında edebiyata nasıl başladıkları, içinde yer aldıkları edebî topluluk ya da çevreleriyle olan ilişkileri, mücadeleleri, dönemlerinin siyasî, sosyal, edebî, kültürel görünümüne ilişkin düşünce, gözlem ve izlenimleri, eserleriyle ilgili açıklamaları gibi daha çok edebiyat tarihçilerinin ve edebiyatçıların biyografilerini merak edenlerin işine yarayabilecek zengin bir malzeme bırakmışlardır. Edebiyata ilişkin özellikleri ağır basan bu anıların başlıcaları şunlardır: Ebuzziya Tevfik, Nümûne-i Edebiyyat-ı Osmâniyye (1876); Yakup Kadri, Anamın Kitabı (1957), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969); Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl (1936), Saray ve Ötesi (1942); Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıraları (1930); Hüseyin Cahit Yalçın, Edebî Hatıralar (1935); Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım (1973), Siyasî ve Edebî Portreler (1968). Anı Lisede Adnan’ı tanıyorum da, Orhan’ı tanımıyorum. Bizden çok büyük sınıfta okuduğu için, fazla iz kalmamış hatırımda, Melih’le Oktay öyle değil. İkisinin de hatırımda kalan izleri var. Melih tiyatro ile uğraşırdı. Oktay, Atatürk’ün önünde başarılı bir tarih sınavı vermişti. Orhan’ı ilk Monno Vanna piyesini okul adına oynarken gördüm. Ercüment Behzat ona önemli bir rol vermişti, ama neydi, şimdi bilemem. Başarılı oynadığını söylüyorlardı. Bir şairin başarılı aktörlüğünü kavrayamamıştım, çocukluk. Bir adam ya şair olurdu, ya aktör benim o zamanki anlayışıma göre… Şairlik çok büyüktü, gözümde. Başka işle paylaşamazdım. Şimdi öyle değil tabiî… Şiirlerim yayımlanmaya başladığı zaman, Orhan’la eşit konuştum. Bu eşitliği Orhan koydu. Ben koyamazdım. Ne yalan söyleyeyim Orhan’ın ilk denemelerini ben anlayamadım. Nurullah Ataç övmeye başladığı zaman da anladım. Nâzım bizim gözümüzde sevgiliydi. Sevgiliydi ama, etkisinde kalmaktan da korkuyorduk. Orhan’ın bir çığır açtığının çok sonraları farkına vardım. “Ağaca bir taş attım/ Düşmedi taşım/ Taşımı isterim/ Taşımı isterim” şiirini ciddiye alamıyordum. Şiir benim için bir eylemdi. Tek başına bir uğraş değildi o yaşlarda. Orhan da bu anlayışımı bildiğinden olacak üstüme varmazdı. Hatta ciddî bir tartışmaya bile girmek istemezdi. Çocukluğuma mı verirdi, yoksa teşvik mi ederdi, hâlâ kestiremiyorum. Bugünse, Orhan’ın yeri edebiyatımızda bellidir. Benim düşüncemde bir değişiklik olmamıştır. Hâlâ aynı kanıdayım. Onun içindir ki, işi fıkracılığa döktüm. Başka eylemlerim ağır bastı. Bugün Orhan olsa ne derdi, bilmem. Anlayışlarımızın farklı oluşu dostluğumuza engel olmadı. Bir gün Orhan, Sait Faik’in bir piyesinden söz etmişti. Sait mi okumuştu ona, anlatmış mıydı? Geçmiş gün unuttum. Pencere kenarında, Kürt Mehmet’te oturmuş konuşuyorduk. Yağmur yağıyordu. Orhan Tercüme Bürosundan, ben gazeteden ayrılmıştım. İkimiz de yarı yarıya işsiz sayılırdık. Orhan, Doğan Kardeş Yayınlarına sattığı Nasrettin Hoca’nın telif ücretini bekliyordu. Ben de bir gazeteden alacağım parayı. Sabahleyin uğramış, idare müdüründen: “Yarın gel…” cevabını almıştım. “Ben: “Ah bir yarın olsa…” diyordum. Orhan: “Ah postacı havaleleri bir dağıtmaya başlasa…”.diyordu. Durup dururken birden: “Sait’in bir piyesi var, bilir misin? dedi. “Bilmiyorum, Sait piyes yazmış mı? “Yazmış…” Aklım, fikrim parada: “İyi…” İlgilenmediğimi görünce anlatmaya başladı: “Sait’in piyesinde hareket var, laf yok. Bir kelimelik konuşmayla da bitiyor. Böyle yağmurlu bir günde kalabalık bir caddede insanlar koşuşuyor. Beyoğlu olacak… Taksiler, hususiler, bağıran, çağıran, kadınlar, kızlar… deme gitsin… büyük bir kalabalık… İşte bu kalabalık arasından bir adam çıkıyor. Omuzunda bir tek yorganı… Ondan başka göze batar bir şeyi yok. Vitrinlere baka baka, sahnenin önüne doğru geliyor, sırtındaki yorganı indirip seyircilere doğru uzatıyor, hüzünlü bir sesle: – Satıyorum… diyor. Piyes de bitiyor.” İstanbul’da idi. Bir gün haberini aldık. beyin kanamasından ölmüş. Cebinden para, pul, banka cüzdanı değil, at yarışı dergisi çıkmış. #Anı #AnıTürününÖzellikleri #Hatıra #TürkEdebiyatındaAnıTürü
- Öğretici Nesir Türleri
Toplumu, bilimsel, siyasal, sanatsal ya da sosyal bir konu üzerinde düşündürmeyi, tartıştırmayı, bu yolla gerçeklere ulaştırmayı, haber vermeyi amaçlayan yazı türlerine düşünce yazıları denir. Düşünce yazılarının çoğu duygusal boyutlu değildir, gözlem ya da deneyime dayalı yazılardır. Yazarın sanatlı anlatım kaygısı yoktur. Genellikle gazetelerden tanıdığımız yazı türleridir. Haber, makale, fıkra, eleştiri, deneme, söyleşi, röportaj, gezi, günlük, anı, inceleme, biyografi, otobiyografi, bibliyografi türündeki yazılar düşünce yazıları arasında yer alırlar. Anı (Hatıra) Bibliyografi Biyografi Deneme Eleştiri Fıkra Gezi Yazısı Günlük Haber Yazısı İnceleme Yazısı Makale Mektup Mülakat Nutuk Otobiyografi Röportaj Söyleşi #HaberYazısı #Röportaj #Mektup #GeziYazısı #ÖğreticiMetinler #Makale #ÖğreticiNesir #Günlük #İncelemeYazısı #Nutuk #Söyleşi #Eleştiri #Bibliyografi #Fıkra #Mülakat #AnıHatıra #deneme



