top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 850 sonuç bulundu

  • Divan-ı Lügati’t-Türk

    Kaşgarlı Mahmut ‘un günümüze kadar ulaşan eserinin adı Divânü Lügâti’t-Türk’tür.  O, bir eseri daha olduğunu divanında söylemekle beraber bu eser henüz bulunamamıştır. Bulunamayan bu eserin adı Kitâbı Cevâhir el-Nahvi fî Lügâti’t-Türk’tür. Kaşgarlı Divânü Lügâti’t-Türk’ü yazış amacını eserinin önsözünde şöyle belirtiyor: “Türk dili ile Arap dilinin at başı beraber yürüdükleri bilinsin diye…”  yani o eserini yabancılara, özellikle de Araplar’a Türkçe’nin üstün bir dil olduğunu ve diğer dillerle yarışabilecek seviyede olduğunu belirtmek için yazmıştır. Eserini yazmak için Türklerin bir çok şehrini gezmiş, dolaşmış ve birçok not aldıktan sonra eserini yazmaya koyulmuştur. İyi bir hazırlanma ve çalışma neticesinde ortaya çıkan bu eser bize XI. yüzyıldaki Türklerin tarihi, coğrafyası, kültürü, folkloru, yaşayışı, edebiyatı, belli başlı yerleri, belli başlı kişileri, günlük hayatta sık sık kullanılan kelimeleri vb. birçok özelliğini yansıtmaktadır. Bu yönüyle eser, Türk tarihinde bir “hazine” sayılmaktadır. Yazar, yukarıda saydığımız özellikleri lügatine seçmiş olduğu kelimeleri örneklerken kullanmıştır ve bunda da çok başarılı olmuştur. Normalde eser bir sözlük olmasına rağmen seçtiği örneklere baktığımızda gerek savlar (atasözleri), sagular (ağıt), beyitler, çeşitli şiir parçaları, deyimler ve gerekse de çeşitli yer adlarına ve kişi adlarına rastlamaktayız. Bizim konumuz divanda geçen savlar, halk edebiyatı unsurları, beyitler ve çeşitli şiirlerdir. Kaşgarlı lügatine almış olduğu sözcükleri açıkladıktan sonra onları daha anlaşılır kılabilmek için sözcükleri cümle içerisinde örnekleme yoluna gitmiştir. Bu yola başvurduğunda ise örnek olarak da sıradan cümleler değil, o zaman halk arasında kullanılmakta olan savlar (atasözü), sagular (ağıt), destanlar, beyitler, dörtlükler, koşuklar, deyimler veya çeşitli edebî cümleleri almıştır. Bu yolla sözcüklerin daha kolay anlaşılmasını ve aynı zamanda akılda daha çok kalmasını sağlamıştır. Kaşgarlının eserinde, yukarıdaki örneklerin kullanımıyla ilgili Banarlı şu açıklamayı yapmaktadır: “Divânü Lügâti’t-Türk’teki Türkçe örnekler Göktürk Kitabelerinden bu yana bize kadar yaşayan en eski Türk edebiyatı hatıralarıdır. Bunlar arasında türlü koşuklar, sagular ve destan parçaları vardır. Böyle şiirler, umûmiyetle ve herhangi bir kelimeleri dolayısıyla, birer dörtlük halinde eserin muhtelif sahifelerinde dağınıktır. Bu muhtelif sahifelerdeki dörtlükler, mevzuları ve kafiyeleri ile seçilerek, birbiri arkasına konulunca bundan bir manzumenin bütünü veya büyük bir parçası meydana çıkmaktadır.” Yukarıda belirttiğimiz türleri örneklendirerek konumuzu sonlandırmak istiyoruz. Eserde geçen sav, sagu, koşuk, destan parçalarından ve deyimlerden bazıları şunlardır. DESTAN (Uygurlara Karşı Bir Savaş destanından) Kemi içre olturup Ila suvın keçtimiz Uygur tapa başlanup Mınglak ilin açtımız Gemi içerisinde oturarak Ila suyunu geçtik Uygurlara karşı durmakla Mınglak ilini fethettik Ağdı kızıl bayrak Toğdı kara toprak Yetişü kelip oğrak Tokışıp anın geçtimiz Kızıl bayrak yükseldi Kara toprak canlandı Oğrak binicileri de yetişip Savaşa tutuşarak geciktik KOŞUK Keldü esin esneyü Kadka tükel osnayu Kirdi bodun kasnayu Kar bulut kükreşür Kara buz kamu erüşdi Taglar suvı akışdı Kökşin bulıt örüşdi Kayguk bolıp ögrişür Tümen çiçek tizildi Bükünden ol yazıldı Üküş atıp özeldi Yirde kopa adrışur Günümüz Türkçesiyle: Rüzgar eserek geldi Kar tipisine benziyordu Halk titreyerek (evlere)girdi Kara bulutlar gürlüyor Karlar ve buzlar hep eridi Dağların suyu (seller halinde) aktı Mavimtırak bulutlar belirdi (Bunlar, deniz üstündeki) kayıklar gibi (Havada sallanıp duruyor) On binlerce çiçek sıra sıra dizildi Tomurcuklarından çözüldü Uzun süre yatmaktan sıkılmışlardı Yerden biterek birbirlerinden ayrılıyorlar SAVLAR 1. Aç ne yimes, tok ne times. 2. Alın arslan tutar, küçin sıçgan tutmas. 3. Bir karga birle kış kelmes. 4. Böri koşnısın yimes. 5. Ermegüke bulıt yük bolır. 6. Efdeki buzagı öküz bolmas. 7. İt ısırmaz, at tepmes time. 8. Tag taga kavuşmas, kiş kişike kavuşur. 9. Yılan kendi egrisin bilmes, tefi boynın eğri tir. 10. Kanıg kan bile yumas. Günümüz Türkçesiyle: 1. Aç ne yemez, tok ne demez. 2. Al (Hile) ile aslan tutulur, güç ile sıçan tutulmaz. 3. Bir karga ile kış gelmez. 4. Kurt komşusunu yemez. 5. Tembele bulut yük olur. 6. Evdeki buzağı öküz olmaz. 7. İt ısırmaz, at tepmez deme. 8. Dağ dağa kavuşmaz, kişi kişiye kavuşur. 9. Yılan kendi eğrisini bilmez, deve boynun eğri der. 10. Kanı kanla yıkamazlar. BİRKAÇ BEYİT “Algıl ögüt mendin oğul erdem tile. Boyda uluğ bilge bolup bilging ula. (Oğul! Benden öğüt al, edep ve terbiyeye çalış, tâ ki ulusun büyüğü olasın; onlar arasında edep ve hikmetin yayıla.) Kışka etin kelse kalı kutluğ yay Tün kün keçe alkınur ödhlek bile ay (Kutlu yaz geldiğinde kış için hazırlan; gece gündüz geçerek ay ile zaman tükenir.)” SONUÇ Elimizdeki bu eser yabancılara özellikle de Araplar’a Türkçeyi öğretmek için yazılmıştır. Kimi dilcilerimize göre de bu eser şuurlu bir milliyetçi olan ve Türk dilinin zenginliğini bilen Kaşgarlı’nın onun bu özelliğini başkalarına da anlatmak istemesidir. Her ne amaçla yazılmış olursa olsun bu eser Türk dil ve kültür tarihimizin bir “hazinesi” konumundadır. Görünüşte bir gramer kitabı olan Divânü Lügâti’t-Türk içerik olarak çok zengindir. Divanda o zamanki Türk dünyasının dili, kültürü, folkloru, tarihi, coğrafyası, vb. özelliklerin verilmiş olması onu daha da önemli kılmaktadır. Eseri asıl önemli kılan da budur zaten. Bu eser aynı zamanda Türk dilinin ilk Türkçe sözlüğü olmasıyla da önemlidir. Eserin tanıtımı daha iyi yapılmalı ilköğretimde, ortaöğretimde ve yükseköğretimde öğrencilerin kapasitelerine göre yavaş yavaş verilmeli, bu kültür hazinemiz herkese öğretilmelidir. #DivanıLügati039tTürk #İlkTürkçeSözlük #KaşgarlıMahmut

  • Kutadgu Bilig

    1069 yılında Balasagunlu Yusuf Has Hacib tarafından yazılmış, Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sunulmuştur. Eseri çok beğenen Tabgaç Buğra Han, eserin yazarı Yusuf’a “has haciplik” görevini vermiştir. Yazar bu nedenle daha çok Yusuf Has Hacib ismiyle anılmaktadır. Kut, Türkçe’de saadet ve devlet manalarına gelir. Kutadgu Bilig, kutluluk bilgisi , saadet bilgisi, devlet olma bilgisi, devlet idaresi bilgisi manalarında bir isimdir. Kutadgu Bilig gerek fert olarak gerek cemiyet halinde yaşayan insanların, iyi bir siyasetle idare edilip, dünyada ve ahrette mesut olmaları için tutmaları gereken yolları göstermektedir. Eser, mesnevi şekliyle yazılmış olup 6645 beyitlik bir esedir. Fakat Yusuf Has Hacip, Türk kültürünün öğelerinden olan manileri, eserinin çeşitli yerlerine yerleştirerek eserini Türk-İslam sentezi eseri haline büründürmüştür. “Könül kimni sevse körür közde ol Közin kanca baksa uçar yüzde ol Könülde negü erse arzu tilek Ağız açsa barça tilin sözde ol” Gönül kimi sevse gözünün önünde hep onu görür Göz ne yana baksa onun hayali uçar Gönülde arzu, dilek her ne ise İnsan ağzını açınca hep ondan söz açar Bu manilerin İslamiyet öncesi manilerden farkı vezin hususundadır. Yusuf Has Hacip, eserinde kafiyeye de önem vermiştir. “Bu dünya işi kör oyun ol oyun Oyunka katılma nerek bu oyun İdi’n varlığa kıl özin kullukı Kalı kılmasa sen anuk tut boyun” Bu dünya işi oyundur oyun Oyuna katılma neyine gerek bu oyun Allah’ın varlığına uy, kendi kulluğunu bil Böyle yapmazsan boynunun gitmesine hazır ol “Küvencim avıncımcım sevincim kamuğ Sevinci içinde turur ey Uluğ” Güvenim, avuntum, sevincim Hepsi senin rızan içindir ey ulu Tanrım Kutadgu Bilig, İslâm-Türk klâsik edebiyatının, şimdilik ilk Türk eseridir. Edebî bakımdan ilk sayıldığı gibi, dil bakımından da Orta Türkçe veya daha dar bir sahada düşünürsek, Hakaniye Türkçesi’nin ilk örneğidir. Kitabın yazıldığı lehçe, Karahanlı Devleti’ndeki bütün boyların konuşma dili değil, anlaşma dili, yani devlet ve yazı dili idi. Kaşgarlı Mahmud’un bu lehçeyi ‘Hakaniye’ adıyla anması da bunu göstermektedir. Kutadgu Bilig’de dil henüz saflığını korumaktadır. Eserde güçlü bir İslâm-İran etkisi olmakla birlikte Arapça ve Farsça sözler yüz tane kadardır. İlginç olan, bunların içinde İslâmiyet’e ait ‘helâl, haram, ecel, şükür, dua, şeriat, tarikat, fazl, nimet’ gibi sözcükler bulunmasına rağmen ve Yusuf da muttaki bir Müslüman olduğu halde, ‘Allah’ kelimesinin bir kez bile kullanılmamış olmasıdır. Genellikle Türkçe ‘Tanrı’, ‘İdi’, ‘Bayat’, ‘Ugan’ ve seyrek olarak da Arapça ‘Rab’ kelimeleri kullanılmıştır. ‘Peygamber’ ve ‘Resul’ kelimeleri de kullanılmamış, onların Türkçe karşılığı olan ‘Yalavaç’ ve ‘Savcı’ tercih edilmiştir. En dikkat çekici olanı ise ‘Tengri Taâla’ ifadesidir ve bir sentezin sembolü gibidir. Eserin adı ‘kutadgu’ ve ‘bilig’ gibi iki Türkçe kelimeden meydana gelmiş bir tamlamadır. Tamlanan ‘bilig’ kelimesi, ‘bil-‘ fiil kökünden ‘-g’ fiilden isim yapma eki ile yapılmış bir isim olup, ‘bilgi’ demektir. Tamlayan ‘Kutadgu’ kelimesi ise, ‘kut’ isim kökünden ‘-ad-‘ isimden fiil yapma eki ile yapılmış ‘kutad-‘ fiilinden ‘-gu’ eki ile yapılmış bir isimdir. Kutadgu Bilig, ‘kutlandıran bilgi’ veya ‘kutlu olma bilgisi’ demektir. Bu çeviri üzerinde anlaşılmakla birlikte, kök unsur olan ‘kut’ kelimesinin anlamı üzerinde bir türlü fikir birliğine varılamamıştır. Vámbéry, Radloff ve Thomsen bu sözün ‘saadet’ anlamında kullanıldığını düşünmüşlerdir; Barthold’a göre ‘majeste’ (Haşmetmeab) karşılığı olarak kullanılmıştır. Arsal ve Kafes oğlu, kelimenin ‘siyasî iktidar’ kavramını ifade ettiğini, ‘tâlih’, ‘saadet’, ‘bahtiyarlık’ gibi karşılıkların ikinci plânda kalan ve ancak sonraları ortaya çıkan tâli anlamlar olduğu kanaatindedirler. Karamanlı oğlu, ‘kut’ kavramının tamamen ‘devlet’ sözünün bugün de ifade ettiği anlamlar karşılığı olduğunu kabul ediyor; yani, hem hükümranlık hem saadet. Bu yorum, doğruya en yakın olanı gibi görünmektedir. Bütün bu tartışmalar boyunca, Yusuf’un bilerek bir ‘dil oyunu’ yapmış olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Belki de, bu dil oyunu sayesindedir ki, Kutadgu Bilig felsefî yoruma daha uygun bir hale gelmiştir: Hükümdâr olabilecek kişi, hükümdâr olmakla, ancak kendini gerçekleştirebilir. Bu gâyeye eriştiğinde tamamlanmış olur ve aynı anda mutluluğa da kavuşur. Zirâ, mutluluğun önündeki en büyük engel ‘eksiklik’tir. Kutadgu Bilig’in bu güne değin üç nüshası bulunmuştur. Bunların hepsi de eserin yazıldığı dönemden çok sonra, eserin aslından değil de, kopyalarından alınmış ikinci kat kopyalardır. Bu nüshalar, bulundukları yerlerin adları ile Viyana, Mısır ve Fergana nüshaları olarak anılırlar. Uygur harfleri ile yazılı olan Viyana nüshası 1439’da Herat’ta kopya edilmiştir. Aynı yüzyıl içinde Tokat’a, oradan da 1474’de İstanbul’a getirilmiştir. Ünlü tarihçi Hammer, bunu XIX. yüzyıl başlarında İstanbul’da satın alarak Viyana Saray Kitaplığı’na vermiştir. Bilim dünyasında ilk tanınan nüsha budur. Arap harfleri ile yazılı olan ve Kahire’deki Kral Kitaplığı’nda bulunan Mısır nüshasının ne zaman yazıldığı belli değildir. Bu nüsha 1896’da tespit edilmiştir. 1914’de bulunan ve yine Arap harfleri ile yazılmış olana Fergana nüshası ise, eldeki nüshaların en eskisidir ve XIII. yüzyıla ait olduğu sanılmaktadır. Her üç nüshanın tıpkıbasımları Türk Dil Kurumu’nca yayımlanmıştır. Bu üç nüshanın karşılaştırılması ile meydana getirilen metin ve eserin günümüz Türkçesi’ne çevirisi, Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır. Arat’ın hazırladığı karşılaştırmalı nüsha 88 bölümden oluşmaktadır. Baştaki 11 bölüm giriş, 74 bölüm asıl konu, son 3 bölüm de bitiriş bölümleridir. Eser, genellikle mesnevî biçimiyle, sondaki bitiriş bölümleri de kaside biçimiyle yazılmıştır; bunlar 6299 beyit tutmaktadır. İçinde 173 tane de dörtlük vardır ki, hepsi birden 13.290 dize etmektedir. Bu dörtlükler biçimdeki millî unsuru teşkil etmektedirler. Kitabın başında sonradan başkalarınca eklenmiş olan, nesir ve nazım olmak üzere iki önsöz vardır; bunlar eserin yazarı, konusu ve şöhreti hakkında bilgi vermektedirler. Sözü edilen üç nüshanın da Türklerin hâkim olduğu coğrafyalarda bulunmuş olması, Kutadgu Bilig’in, vaktiyle bütün Türk dünyasına yayılmış olduğunu gösterir. Yayık nehrinin ağzına yakın, Saraycık denilen yerde, üzerinde Kutadgu Bilig’den alınmış dizelerin olduğu bir çömleğin bulunması, bugüne kadar bulunan nüshaları az olmasına rağmen, zamanında epeyce meşhur olduğunu düşündürtür. Kutadgu Bilig alegorik bir münâzara karakterindedir. Eserin temeli dört kavram üzerine kurulmuş; bunlar kişileştirilerek eserin dört kahramanı ortaya çıkartılmıştır. Bunlar dört kişi olmakla beraber, kitap ikili konuşmalardan oluşur. Dört temel kavram ve bunları temsil eden kişiler şunlardır: Kün-Togdı (hükümdâr): ‘köni törü’ (Adâlet) Ay-Toldı (vezir) : ‘kut’ Ögdülmiş (vezirin oğlu) : ‘ukuş’ (Akıl) Odgurmış (vezirin kardeşi) : âkıbet (hayatın sonu) Bu dört kişi arasında geçen konuşmalarda; birey, toplum ve devlet hayatının düzenlenebilmesi için gerekli olan görgü, bilgi ve erdemlerin neler olduğu ve bunların nasıl elde edilip kullanılacağı anlatılır. Böylelikle, ideal olan devlet ve toplum yapısı belirlenmek istenir. Sadece dört kavramın birbirleriyle olan ilişkileri veya temsilci kişilerin konuşmalarının içerikleri açılarından sonuçlar çıkarmak mümkün olduğu gibi, her iki durum gözetilerek de değerlendirme yapılabilir. Bugüne kadar, eser ile ilgili yapılan çalışmalarda, üzerindeki Hint-İran, Çin, Yunan ve İslâm etkileri vurgulanmıştır. Bunların hepsi mümkün olabilir. Türkler İslâmiyet’i doğrudan doğruya Araplar’dan değil, İranlılar vasıtasıyla almışlar ve özellikle Maveraünnehir’deki İran kültürüyle ilişkide olmuşlardır. Çin’i iki bin yıldır tanımaktadırlar ve kültür alışverişinde bulunmuşlardır. İslâm felsefesi ise, Yunan felsefesinin en büyük mirasçısı olmuş; özellikle Aristoteles felsefesi, bu topraklarda, başta Fârâbî ve İbn-i Sinâ olmak üzere temsil edilmiştir. Ancak bu durumların hiçbirisi Kutadgu Bilig’in özgün olmadığını göstermez. Çünkü, Kutadgu Bilig’in önemi hikâyesinde ve şeklinde değil, kitaptaki tartışmaların konu içeriğindedir. Sosyal hayat, ahlâk, bilgi ve özellikle devlet anlayışı hakkındaki fikirler, tamamen eski Türk geleneğinin sonucudur. Kutadgu Bilig’de iyiliği telkin eden sözlerin dayanağı ise, bütün dinlerde ve ahlâkçı felsefe sistemlerinde rastlanabilen evrensel ilkelerdir ve kimsenin malı değildir. Eser üzerindeki çalışmalarıyla tanınan İtalyan Türkolog A.Bombaci, “tamamen orijinal bir eser olduğu hükmüne varıyoruz” demektedir. Bu tartışmaların dışında, çok yeni olarak, eser üzerinde bir Sümer etkisinden söz ediliyorsa da, bunu temellendirmek oldukça güçtür; yine de hükmü zamana bırakmak gerektir. Çoğu zaman, tartışmaların odağında, esere sonradan eklenen mukaddimelerde bulunan sözler vardır. Bunlara göre esere, Çinliler, Edebü’l-mülûk; Maçinliler, Âyînü’l-memleke, Doğulular, Zînetü’l-ümerâ; İranlılar, Şahnâme ve Turanlılar da Kutadgu Bilig derler49. Bu sözlerin eser üzerindeki etkileri gösterdiği iddia edildiği gibi, tam tersine, eserin etkilerini gösterdiğini savunanlar da vardır. Kutadgu Bilig’in, dönemini tasvir ettiği; yaşamasını istediği değerleri tespit ettiği; mâziyi canlandırmak istediği ve ideal bir toplum ve devlet modeli tasarladığı söylenmiştir. Bunların hepsi de iç içe geçmiş şeylerdir ve doğrudur. Eserin ne tür nedenlerden dolayı kaleme alındığı bilinmemekle beraber, dışarıdan gelen bir emir veya istek üzerine yazıldığını gösteren bir işaret yoktur. Yusuf’un, yaşadığı dönemin iç karışıklıkları yüzünden sarsılmış olan toplum ve devlet düzenini, bir ideal devlet tasarlamak suretiyle eleştirdiği anlaşılmaktadır. Kitabın sonlarında yer alan “Zamânenin bozukluğunu ve dostların cefâsını söyler” başlıklı bölümde bunu açıkça görmek mümkündür. Kutadgu Bilig, geçmişe referansla geleceği kurma çabasıdır. Yüzyıllar boyunca imparatorluklar kurmuş bozkır atlı kültürünün pratik zekâ ve zihniyetini ‘teorileştirme’ denemesidir. Türk kültürü bakımından tartışılmaz bir öneme sahip Kutadgu Bilig, Roux’ya göre, bunun yanı sıra başka bir işlevi daha gerçekleştirmiştir. Bu da, kavmî ve dilbilimsel köklerine hâlâ bağlı kalmayı sürdüren bir dinin gerçekten evrensel nitelikte bir dine dönüşmesine yardımcı olmaktır. #KutadguBilig #YusufHasHacib

  • Yahya Kemal’in Şiirinin Kaynakları

    Yahya Kemal, Redife Hanım adlı bir geç kıza duyduğu ilgi neticesinde şiire başlar. Üsküp yıllarında dönemin önemli şahsiyetlerinden Muallim Naci’nin eserlerini okumuş, Zemzeme adlı eserleriyle Recaizâde Mahmut Ekrem Bey’i tanıma fırsatı bulmuştur. Muallim Naci’nin tesiriyle şiirler yazmaya başlamış olan Yahya Kemâl, Selanik’te bulunduğu yıllarda Tevfik Fikret ve Cenab Şahabettin’i eserleriyle tanımıştır. Yahya Kemâl, bu dönemde Abdülhak Hamid, Muallim Naci, Tevfik Fikret ve diğer şairlerimizin ortaya koydukları eserler kendi dönemlerini temsil etmeleri açısından oldukça önemli görmekte; fakat Türk şiirinin geleceğini oluşturma süreci içerisinde yeterli görmemektedir. Yahya Kemâl, Fransa’ya bu şiir zevki ve anlayışıyla gitmiştir. Fransa’da kaldığı dönemde özellikle hocalarından Albert Sorel’in fikir dünyasından ve olayları değerlendirişinden çok etkilenir. “İstanbul’dan bize ait her şeye nefret hisleriyle dolu olarak kaçan, tarih ortasında ve coğrafyada Türklüğü aramak üzere, genç bir adam olarak döner.”1 Bu etkilenme neticesinde Türklüğü aramak ve tarih sahnesine çıkarmak fikri, şairin yaşamında en önemli gayesi olur. Yahya Kemâl, Fransa’da kaldığı yıllarda Fransız şiirini yakından tanıma fırsatı bulduğunu belirtir. “Bir gün Camile Julian’ın bir cümlesini okudum. Bu cümle benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dair dağınık düşüncelerimi birdenbire yeni bir istikamete sevk etti. Camile Julian’ın cümlesi şuydu: ‘Fransız milletini, bin yılda Fransa’nın toprağı yarattı. Bu cümle kafama birdenbire yeni bir ufuk açmıştı. Artık milliyetimize dair fikirlerim bu cümlenin ilham ettiği noktada birleşiyordu.” Fransız şiirini tanıdıkça düşünce dünyası zenginleşir ve şiirde arayışlara girer. Şair, bu arayış sürecinde Fransız şiirinde keşfettiği unsurları bizim şiirimize yansıtarak yeni bir şiir dili yaratmak amacındadır. O, batılı bir dikkatle bizi biz yapan değerler peşindedir. Türk şiir tarihi içerisinde Türk şiirinin sesini ve ölçüsünü aramaktadır. Bunu sağlamak için Yahya Kemâl, batının milliyet anlayışını ve şiirde ki ilerleyişini idrak etmesi gerekiyordu. Yahya Kemâl’in Paris’te geçirdiği on iki yıllık süre bu idrak sürecinin oluşmasını sağlamıştır. Yahya Kemâl, şiirde yapılması gereken en önemli yenilik olarak şiiri kollektivitenin lisanında yapmak gerektiğini belirtir. “Yahya Kemâl Türkçesi ne bir tesadüf, ne de moda hareketlerle müşterek bir dil cereyanının eseridir. Şair, Türkçenin Türkiye topraklarındaki güzelleşmesi tarihini adım adım takip ederek, milletimizin asırlar boyunca bu lisana verdiği güzellikteki sırları araştırmış, bulmuş ve onu terennüm etmiştir. Batı şiir lisanlarının kendi milli dehaları içinde asırlarca nasıl işlendiğini görüp, aynı ses ve söyleyiş üstünlüğünü Türkçeye de vermek için gereken yolları araştırmaktan doğan bu netice, şairin kendi dil ve sanat sevgisiyle kendi gayretiyle ve kendi lisan felsefesiyle elde edilmiştir. ”Günlük yaşam içerisinde herkesin kullandığı kelimelerle şiir söylenmelidir. Divan şairlerinin ve divan şiirinin en önemli sıkıntılarından biri işte bu noktadır. Halkın kullandığı bu dilden kopuk bir şiiri, halkın takip etmesi ve anlamasının güçlüğünü dile getirmiştir. “Yahya Kemâl, yıllardan beri aydınlarımızın konuşmaya ve dinlemeye bile değmez gördüğü irfan sahibi insanlarla dostluk kurmuş ve tarihî kimliğimizi onlarda bulmuştur. Sesindeki berraklık ve temizlik de bundan gelir. O, yıllardan beri dikkate alın mayan sokaktaki adamla diyalog kuran ve ondaki değerleri tarihi kimliğimizle bütünleştiren ilk çağdaş Türk aydınıdır.” Yahya Kemâl’in şiiri Doğu ile Batı’nın çok başarılı bir bileşkesidir. Yeni şiir anlayışıyla bütün dikkatleri üzerine çeken şair Türk şiirinin kurulup yerleşmesine öncülük etmiştir. Milletimizin duygularına, düşüncelerine, hayal dünyasına önem veren bu yeni Türk şiiri, gerçek rayına Yahya Kemâl’le oturmuştur. “Gerçek bir sanatçı kişiliği içinde taklitçilikten uzak, kozmopolitçiliğe karşı, milli bir edebiyatı, yenilikçi bir anlayışla ve milli ölçüler dâhilinde savunmuş ve bunun en başarılı örneklerini vermiştir. Batı dünyasına, batı sanatına kendi değer ölçülerimizle tam bir bağlılık içinde yaklaşmıştır.” Türk şiirini millileştirmeyi genç yaşta ulaşılacak hedef olarak tespit eden Yahya Kemâl, Paul Verlaine’nin “Aşıkâne Ziyafetler” adlı eserinden aldığı ilhamla Eski Şiirin Rüzgârıyla adlı kitapta yer alan şiirlerini kaleme almıştır. Bu şiirlerde dil ve konuyu birleştirmiştir. Yavuz Sultan Selim Destanı olarak yazdığı şiirlerinde o dönemin dil özelliklerine has bir söyleyiş göze çarpmaktadır. XVIII. yy. başlarında yer alan Lâle Devri ile ilgili şiirleri Nedim’in Türkçesiyle yazmıştır. Bu güzel eserler tarih ortasında Türklüğün şiir zevkini arama gayretidir. Yahya Kemâl’in, şiirde oluşturmak istediği en önemli unsur öz şiiridir. Bu doğrultuda Verlaine, Baudelaire, Mallerme gibiöz şiir taraftarlarının tesirinde kalmıştır. Şairin amacı, öz şiirden hareketle, şiirimizdeki şiire ait olmayan unsurları temizleyerek; şiiri asıl unsuru olan ritme kavuşturmaktır. Şaire göre şiir nesirden çok farklı bir yapıya sahiptir. Bu yapı içerisinde şiirin kendine has bir ritmi olduğunu belirten şair; şiiri insanımızın iç ahenginin yansıması olarak vermeye çalışır. Yahya Kemal, Ok şiiri hariç bütün şiirlerini arûz vezniyle yazmıştır. Hece ve arûz vezninin birbirlerine karşı ne fazlalıklarının ne de eksikliklerinin olduğunu belirtir. Şair, vezinleri ahenk için bir alet olarak görür ve önemli olan bu aletleri iyi kullanmak ve onlardan iyi ses çıkarmak olduğunu vurgular. “Yahya Kemâl’i, başka bir milletten bir şaire benzetmek lazımsa Puskin’e benzetebiliriz. Onun gibi gelecek nesillerin hesabına kapılar açmış, bize dilimizle milletimizin şuurunu getirmiştir.” “Yahya Kemâl eski şiirimizdeki üstün kudreti anlamış ve ondan aldığı bazı motiflerle Terkib-i Bend, Gazel, Şarkı, Kıta, Musammat ve Serbest Müstezâd gibi nazım şekillerini kullanarak âhenkli şiirler meydana getirmiştir.”7 XX. Yüzyıl Türk şiirinin en gür ve en manalı sesi olan Yahya Kemâl’de Türkçe, kendi şiiriyetini ifâde imkânı bulmuştur. Şairin değindiğimiz fikir dünyası ve şiir hakkındaki görüşleri şiirlerinin kaynağını teşkil etmektedir. Yahya Kemâl’in, şiirlerine genel olarak; İstanbul semtleri ve bu semtlerde yaşayan insanlar, İstanbul ve Boğaziçi’nin doğa güzellikleri, Türk toplumunun yarattığı uygarlık ve bu uygarlığa duyduğu hayranlık şiirinin kaynaklarını oluşturur. Osmanlı tarihindeki zaferler ve yenilgilerin verdiği duygular, doğanın eşsiz güzelliği, din ve sonsuzluk duygusu, yaşlılık ve ölüm şiirinin kaynaklarını teşkil eder. Vatan Yahya Kemâl’in şiirlerine kaynaklık eden en önemli unsurların başında vatan gelir. Yahya Kemâl’de vatan, insanın toprak ile özleşmesi neticesinde oluşan, kendine has dokusuyla bir bütündür. “Şairde, İstanbul fetihten itibaren geçen bütün zaman kadrosu içinde, tarihi, tabii, sosyal… bütün hususiyetleriyle, bölünmez bir ‘bütün’, milli varlığımızın bir sembolü olarak yaşar.” Yahya Kemâl’e göre vatan bir nazariye değil, bir topraktır. ‘‘Bu toprak, cetlerin mezarlarının bulunduğu, camilerin kurulduğu yerdir. Sanayi-i nefise namına ne yapılmışsa onun sergisidir.” Yahya Kemâl’in, İstanbul’u konu alan şiirlerinde, bu şehri vatanın sembolü olarak ele aldığı bilinmektedir. Çünkü coğrafi mekânı vatan yapan kollektif ruhtur. Kollektif ruh, en iyi ve en güzel şekilde İstanbul’da tezahür etmiştir. Yahya Kemâl’in vatan anlayışında, 1071 yılında yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi sonucu açılan topraklar vatanı teşkil eder. Toprak parçasının vatan olarak kabul edilmesinde dil çok önemlidir. Yahya Kemâl bu konudaki görüşlerini şöyle dile getirir: “Türkçenin çekilmediği yerler vatandır. Ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar. Vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir.” Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu mısrası Anadolu da Türk tarihinin başlangıç noktasını ifade eder. 1071 yılında yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi neticesinde açılan Anadolu vatanı teşkil eder. Vatan, maddi ve manevi unsurlarla üzerinde yaşanılan kutsal mekândır. Vatan, bizim kendi Gök Kubbemiz’dir. Türk milletinin milli ve dini değerlerini çok iyi bilen şairimiz; kendi benliğinin farkında olmayan insanlara karşı düşüncelerini mısralarında büyük bir heyecanla dile getirmektedir. Yahya Kemal, “Acabâ, bizim vatanımız gibi, geniş bir memleketi olup da onu asla görmeyen, edebiyatta, gözleri ecnebî bir âleme dalmış ve yalnız o âlemden bahseden başka bir millet var mıdır?” diyerek kendi milletinin büyüklüğünden, vatanının güzelliklerinden haberdar olmayanlara sitem eder. “Yol Düşüncesi” adını taşıyan şiirde: “Cihan vatandan ibarettir, itikadımca” diyen. Yahya Kemâl vatanın önemini ve büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Yahya Kemâl ölümden ve ölümün getireceği bilinmezlik ve ölüm sonrası bizi bekleyen gizemden pek korkmaz. Ancak “Eylül Sonu” şiirindeki söyleyişiyle, Kanlıca gibi tek bir semtini bile sevmek için ömrümüzü kısa bulduğunu belirtir. İnsana zor gelen ölüm vaktinin gelmesi değil, İstanbul’dan, vatandan ayrılma vaktinin gelmesidir. Dünya gözü ile bir daha vatanı görmek zevkinden mahrum kalışının ıstırabı zor gelir. Ölümü sevimsiz kılan da vatandan ayrılış geçeğidir. Bu yüzden o, Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor; Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor. diye haykırır ve öldükten sonra hayalinde eski haliyle vatanın kalması ister: Ölüm yabancı bir âlemde geceyse bile, Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle. “1918” adlı şiiri Milli Mücadele yıllarında vatan topraklarının birer birer elden çıkması sonucu Yahya Kemâl’in içine düştüğü durum anlatılmaktadır. “1918” adlı şiir bu acılı günlerin bir feryadıdır: Ölenler öldü, kalanlar muztarip kaldık. Vatanda hor görülen bir cemaâtiz artık “16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un işgal edilmesi her Türk insanını üzdüğü gibi Yahya Kemal’i de derinden etkilemiştir. Büyük bir imparatorluğun merkezde, düşman askerlerinin varlığı mukaddes bir mekânın kirletilmesi gibidir. Vatan topraklarının işgal edildiği günlere ait duygularını şair, 16 Mart 1920 adlı şiirinde şöyle dile getirir: “Dil var mı kahr-ı dehr ile viran edilmedik Beytü’l-hazen mi kaldı perîşân edilmedik Dûr olmasıyla rahmeti Hakk’ın bu ülkeden Yoktur sirişk katresi rîzân edilmedik Gurbet yolunda bir eve uğrar mı bir garib Gam sofrasında şâm-ı garîbân edilmedik. Vatan, Yahya Kemâl için her şey demektir. Cennete gitmek vatan toprağında yaşamaya eş değerdir. Vatan toprağında ölmek ve o topraklara gömülmek yok olmak değil; insanın ilk yolculuğa çıktığı gerçek vatana ulaşması demektir. Millet Yahya Kemâl’in Türk tarihine eğilmesi sonucu tarihimizi 1071 Malazgirt Savaşı ile başlatmayı uygun bulur. Bunun en önemli sebebi ise milleti vatan toprağıyla bir bütün olarak görmesidir. Malazgirt Meydan Muharebesi, Türk milletenine yeni bir vatan ve vatan topraklarında bir milletin şekillenmesine fırsat veren bir özellik taşıdığı için tarihimizi 1071 yılından başlatmayı uygun görür. “Yahya Kemâl’in Türk milletine bakışı, o zamana kadar alışılmış bakış tarzlarından hiç birine benzemiyordu. Zaten o, mücerret olarak İslâm üzerinde hemen hiç durmamış, İslâm’ın bilhassa Osmanlı toplumundaki görünüşünü almıştır. Hakikaten Osmanlı kültüründe İslâm idrâki hiçbir zaman şeriat prensiplerinden bütünüyle uzaklaşmamakla beraber, tamamen kendine has bir mahiyet taşıyordu. Osmanlı Müslümanlığı ehli-sünnet doktrininin, her renkten tasavvufî anlayışı da bünyesinde barındıran estetik bir yorumu gibidir.” “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nda daha değişik bir tarihi perspektif içinde takdim edilişi ile karşılaşırız. Bu abide şiirde yer alan: Tâ Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? sözleri, dokuz asır boyunca, vatan toprağı, milli tarih ve İslâm imanı ile yoğrula yoğrula gelen bir milleti; asırların sabırlı, kararlı ve sihirli ellerinin şekillendirdiği bir terkîbi sembolize etmektedir. “Bu nefer” bütün bir millettir. O, bizim dün, bugün ve hatta yarınlarımızın bir aynasıdır. Yine “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirde cami kelimesinin manasına uygun olarak milli birlik ve beraberlik şuurunun topladığı yer olarak görülmektedir. Kollektif ruhun temsil edildiği mekân Süleymaniye’dir. Süleymaniye tarihtir ve birlikte yaşama saadetine erişilen yerdir. Kollektif ruh bu mekân etrafında oluşmaktadır. Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık, Yürüyor, durmandan, insan ve hayâlet karışık; Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilahî yapıya. Tanrının mâbedi her bir taraftan doluyor, Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor. mısralarından da anlaşıldığı üzere yaşayanlar ile geçmişte yaşamış olan insanlar da aynı şuurla topluluğa katılmaktadır. Milletimizin tarihinde vatan ve millet uğrunda yaşamış olan ve şuan yaşamakta olan insanları aynı çatı altında bir araya getirerek vatanın bütünlüğüne ve milletin devamlılığına verdiği önemi göstermeye çalışmıştır. “İstanbul Fethini Gören Üsküdar” adlı şiirde yer alan: Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak Görmüş, İstanbul’a yüz bir meleğin uçtuğunu mısralarda aynı şekilde geçmiş ile içinde bulunulan anı birleştirerek kolektif ruhu vermiştir. “Yahya Kemâl’in tarihimizde en çok özlediği devirler, dikkat edilirse, “hayat hamlesi”nin en güçlü olduğu devirlerdir. Çok önemli dönüm noktaları olan Malazgirt zaferi ve İstanbul fethi onun düşüncesinde ve şiirinde önemli bir yer tutar.” Yahya Kemâl, Akıncılar ve Mohaç Türküsü adlı şiirlerde milleti için savaşan neferlerin safları arasına girerek bu neferlerin ruhlarıyla konuşur. “Akıncılar” adlı şiirde yer alan: Bir gün yine doludizgin atlarımızla Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde mısralarıyla vatanın ve milletin geleceği için savaşan Türk askerinin şehit oluşu ve yedi kat arşa çıkışı vurgulanır. Cennetin o eşsiz güzellikleri içerisinde, savaş esnasındaki kızıllığın unutulmadığını dile getirirken neferin ruhunu konuşturmuştur. “Mohaç Türküsü” adlı şiirde şair milleti uğruna şehir olmuş neferi konuşturmakla birlikte; şehit olan neferi cennette cedleri ile birleştirerek kollektif ruhu mükemmel bir şekilde vermiştir. Dünyaya veda ettik, atıldık dolu dizgin; En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin! Bir bir açılırken göğe, son def’a yarıştık; Allah’a giden yolda meleklerle karıştık. Geçtik hepimiz dörtnala, cennet kapısından; Gördük ebedî cedleri, bir anda yakından! Millet olmak için süreklilik esastır. Milletler tarihleri ve tarihi süreçleri içerisinde oluşturacakları medeniyetle varlıklarını devam ettirirler. Bu bakımdan millet, tarih medeniyet bir bütünlük ve süreklilik arz etmelidir. Şairin “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinde, milletin manevi yönünü dile getiren bu sürekliliği güzel bir şekilde dile getirmiştir. Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi, Senelerden beri ru’yada görüp özlediğim Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Şiirin devamında şair, bir neferin şahsında tarihimizi hatırlayarak yurdu kuran ve koruyan askerimizin bir simgesi olarak bu neferi sembolleştirmiştir. Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu, Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli; Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz. Yahya Kemal hayatının her alanında milletimizi ayrıcalıklarının farkına varılmasına, üzerinde yaşadığımız toprakların ne kadar önemli olduğuna, topraklar üzerinde yaşamış olan atalarımızın bırakmış oldukları kültür ve medeniyete, milleti millet yapan değerlere dikkat çekmek istemiştir. “Yahya Kemâl, tarih içinde Türk milliyetini meydana getiren büyük mimariye ve mimariyi yaratanın sanatına hayran olmuş; onun bu mimaride kullandığı bütün malzemeyi yakından incelemiştir. Kahramanlık, asalet, fedakârlık, tevazu, şevk ve iman unsurlarıyla birleşen, şiir gibi, musiki gibi, mimari gibi güzel sanatların böyle bir milliyeti nasıl ifade ettiklerini araştırmış, bulmuş, şiirlerini bu zengin malzeme içinden seçtiği güzelliklerle söylemiştir.”16 Millet olarak milli hayatımızın devamını sağlamak için milli mazimizi iyi bilmeli; örf, adet, kültür eserlerimizi iyi tanıyıp korumalıyız. Bu bakış açısı şairin birçok şiirinin kaynağını oluşturur. İstanbul Sevgisi Yahya Kemâl’de, İstanbul ve İstanbul’a olan sevgi birçok şiirinin kaynağını oluşturmaktadır. Yahya Kemal şiirlerinde, İstanbul semtlerinden ve oralarda yaşayan halktan, insanlara karşı duyduğu sevgiden, İstanbul ve Boğaziçi’nin doğa güzelliklerinden, Türk toplumunun yarattığı uygarlıktan bahseder. Yahya Kemâl’de, İstanbul, “fetihten itibaren geçen bütün zaman kadrosu içinde, tarihi, tabii, sosyal… bütün hususiyetleriyle, bölünmez bir ‘bütün’, milli varlığımızın bir sembolü olarak yaşar. İstanbul, milli tarihimizin bu büyük serveti, renk renk hatıraları, tabii ihtişamının bitip tükenmez pitoreski ve her biri kendi yaşayışımızın sadık ve sihirli birer aynası olan semtleri, insanları ve bütün canlılığı ile onun şiirlerindedir. ” Yahya Kemal’de İstanbul sevgisi oldukça önemlidir. İstanbul, bütün Türk tarihinin, coğrafyasının bir sembolüdür. Bu sembol şehri sevmek ve ona hayran olmak Türk milletini ve vatanı sevmek demektir. “Hakikî vatan ve insanı mesut edecek tek yer, bütün vatanın ruhunu teşkil eden bu şehirdir.” Şairin bu şehre olan sevgisi birçok şiirde kendini göstermektedir. Yazarın, ‘Kendi Gök Kubbemiz’ isimli kitabında Yakacık, Fenerbahçe, Moda, Göztepe, Maltepe, Erenköy ve Çamlıca… gibi birçok semtine şiirler yazmıştır. Şairin İstanbul’a olan sevgisini şu mısralarla anlayabiliriz: Gelmek’çün ikinci bir hayata Bir gün dönüş olsa ahretten Her ruh açılıp ta kâinata, Keyfince semada tutsa mesken; Talih bana dönse, nazikâne Bir yıldızı verse malikâne; Bigâne kalır o iltifata İstanbul’a dönmek isterim ben Güzelliği, göz alıcı mevsimleri özellikle Boğaziçi’siyle İstanbul, Yahya Kemâl için bütün bir tabiat demektir. Bu mekân daima en güzel duygulara kaynak olmuştur. Şiirlerinde İstanbul ve Boğazı hiçbir yerle mukayese etmez, sadece “Siste Söyleyiş” adlı şiirinde İsviçre göllerinin bu derece güzel olabileceğini belirtir. Benzetmek olmasın sana dünyada bir yerî; Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri İstanbul, her yönüyle Yahya Kemâl’de orijinal hayaller uyandırmaktadır. Bu hayaller şaire en güzel duyguların kapısını açmaktadır. Yahya Kemâl bu hayal ve duyguları en güzel şekilde şiirlerinde istemiştir. “Onun İstanbul için yaptığı: Bir objeden hareketle, onun ardındaki zaman ve mekâna uzanmaktır. İstanbul manzarasında bütün imparatorluğu görür. Bu bakışı, tarihi ve coğrafî unsurları kullanarak gerçekleştirir. Binbir tepe yükselen Boğaz’dan, Baktıkça vatan görünsün engin. mısralarına baktığı yer Boğaziçi’dir. Ancak gördüğü, engin bir vatan ufkudur.” Yahya Kemal’in şiirinde Çamlıca ve Üsküdar ayrı bir ehemmiyete sahiptir. Çamlıca, gurbetten dönüş esnasında şairi karşılayan ve birçok kutsal değerin simgesi olan İstanbul’a kavuşulduğunun müjdecisidir. Üsküdar, şairin Anadolu yakasına baktığında Anadolu’da yaşayan insanımızı anlatan ve o insanları görmemizi sağlayan bir vasıta konumundadır. Ben yolcuyum bugün, yolun ufkunda Çamlıca Hala görünmüyor; Hala görünmüyor diyerek sabırsızım. Yıllarca sevdiğim Adalar, sevdiğim deniz Artık görünsünler. Yahya Kemâl, şiirlerinde İstanbul ve semtlerini oldukça sık kullanmıştır. İstanbul’un hemen hemen her semti için şiir kaleme almıştır. İstanbul, şairin şiirlerinde sadece görünüm arz etmez. İstanbul onun şiirlerinin en önemli kaynağını oluşturur. Çünkü o vatanına, insanına ve maneviyatına İstanbul’u sembol olarak seçmiş ve bu değerlere İstanbul üzerinden seslenmiştir. Yahya Kemâl bir İstanbul şairidir. İstanbul onun için bünyesinde maddi ve manevi birçok özelliği barındıran bizi biz yapan Türk-İslam kültürünün temsilcisidir. “Yahya Kemâl, İstanbul’a bakınca yalnız o günkü halini görmez. O, her hangi bir semti gezerken, şiirlerinde tasvir ederken, o yerin, İstanbul’un Fethinden beri bütün tarihini ve hayatını yaşar. Din Anlayışı İslamiyet’in en son ve en mükemmel bir din olduğuna inanan Yahya Kemâl, X. yy.’dan itibaren Türk Milletinin, İslam terbiyesi ile birlikte büyük ve önemli işler başardığımızı söyler. Yahya Kemâl’in dine duyduğu ilginin temelinde çocukluğunda aldığı dini ve milli terbiyenin önemli bir tesiri bulunmaktadır. Şair, çocukluk hatıralarında şöyle bahsetmektedir: “O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minârelerde ezan başladığı zaman evimizde rûhani bir sessizlik olurdu. Gâliba Üsküp’ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mabed sükunu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları İsm-i Celâl’le kımıldardı. Bin üç yüz sene evvel, Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i Habeşî’den dinlediği ezan asırlarca sonra, bizim semamızda hem dini, hem milli bir musiki olmuştur.” Yahya Kemâl’in şiirlerine kaynaklık eden en önemli unsurların başında din duygusu gelir. Şairde din duygusu, hayat tarzının öne çıkardığı bir şiir kaynağıdır. Şair bu duygu etrafında yaşarken camiyi bu yaşamın merkezine yerleştirir. Şair, camileri bir sembol olarak ele alır. Camiler toplumun yaşam sürecinde merkezde yer alan ve milli birlik ve beraberliğimizin en önemli temsilcisidir. Çünkü camiler bütünleştirici bir özellik sergilemektedir. Şair caminin bütünleştirici bu özelliğini “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirde şu şekilde dile getirir: Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allahı anarken bir ağızdan herkes Nice bin dalgalı tekbîr oluyor tek bir ses. Yahya Kemâl, “O Taraf” adlı şiirinde, rüyasında gördüğü ahiret âlemini ve Cennet hayatını tasvir eder. Onun burada söyledikleri, Kur’an ve hadislerden öğrendiğimiz ahiret âlemi hakkındaki bilgilerimize aykırı olmadığı gibi, üstelik çok munis ve câziptir.” Hâkimdi yerde ufka kadar uhrevi vakar; Bir çeşme vardı her taraftan ziyâ akar; Geçtikçe bembeyaz gezinenler üçer beşer Bildim ki âhiret denilen yerdedir beşer. İslam dini içerisinde din ve vatan uğruna ölenlere şehit denir, bu şehitler cennetle müjdelenmiştir. Yahya Kemâl’in, “Akıncı” ve “Mohaç Türküsü” gibi şiirlerine, bu duyuş ve düşünce yapısı kaynaklık etmiştir. Şair birçok şiirinde insanların ruhlarla beraber yaşadığını ve bizimde ölen atalarımızla birlikte yaşadığımızı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nda şöyle yer alır: Çok şükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine Yaşıyanlarla berâber bulunan ervâhı Yahya Kemâl, ölen atalarımızın ruhları ile birlikte yaşamaktan büyük bir zevk duyar. Şair, atalarımızın bu toprakların alınmasında ve dinin yaşam sürecine katkısında ataların önemli rol oynadıklarını ve bu nedenle onların ruhlarıyla yaşamanın büyük bir saadet olduğunu dile getirir. “Koca Mustapaşa” adlı şiirinde bu duygular şu şekilde yer alır. Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak, Vatanın fâtihi cedlerle, beraber yaşamak Yahya Kemâl, ölen atalarımızın ruhlarının aramızdan yaşamakta olduğuna inandığı gibi bu ruhların zor anlarımızda insanımıza yardım ettiğini “İstanbul Fethini Gören Üsküdar” adlı şiirinde şöyle dile getirmektedir: Görmüş İstanbul’a yüzbin meleğin uçtuğunu; Saklamış durmuş, asırlarca hayâlinde bunu. Bu ifadesinde, yüz bin melek, İstanbul’un Fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet’in ordusuna yardımcı olmuş ve birlikte savaşmıştır. Şairin ünlü “Veda Gazeli”nin son bölümünde insanların öldükten sonra öteki alemde tekrar diriltileceği işlenmiştir. Tekrâr mülaki oluruz bezm-i ezelde Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler “Yahya Kemâl, verdiği birçok eserde dini-milli bir bütünlük oluşturmaya çalışmıştır. Türk milleti ile İslamiyet bir bütün olarak ele almış ve bu bileşkenin hiçbir zaman yok olmayacağına inanmıştır. “Yahya Kemâl, din konusunda inkâra düşmemiştir. Şair din konusunda toplumumuzun geçmişinden gelen birikimiyle bir bütünlük oluşturduğunu görerek, yapıcı bir fonksiyonla ele almış ve şiirinin büyük kaynaklarından birini oluşturmuştur. Yaşlılık ve Ölüm Yahya Kemâl’in şiirlerine kaynaklık eden diğer unsurlar yaşlılık ve ölümdür. İnsanın yaşının ilerlemesi, hissedilen yorgunluk ve kendini gösteren yalnızlık hayatın solgun yüzünü ortaya çıkarır. İnsan, bu solgun dönemini yaşadığı bu süreçte; bu sürecin doğal sonucu olarak ölüm endişesini yaşamaya başlar. Hayatı seven ve her yönüyle yaşamaya çalışan Yahya Kemâl, yaşı ilerledikçe duyduğu acı ve ıstırabı şiirlerinde yaşatmıştır. Bu duygu “Deniz Türküsü” adlı şiirde önemli bir yer tutmaktadır. İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar Yahya Kemâl için ölmek hayatın en kötü anı değildir. “Düşünce” şiirinde dile getirdiği gibi hayatın en feci işi yaşlanmak; yani ölmeden evvel ölmektir. Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi. Yahya Kemâl, yaşlılıktan pek hoşlanmaz. Yahya Kemâl’e göre yaşlılık “beyhude sonbahar”dır. Bunun için bir an önce bitmesi gerekir. “Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!” Düşünce “Yahya Kemâl, gittikçe yaşlanmakta olduğunu anlamanın verdiği büyük bir tedirginlik içinde görünür. Çevresindeki her şeyin, alıştığı eşyanın ve insanların değişikliğe uğraması, şairi korkutur. Bir sona doğru yaklaşmakta olduğunu hisseden şâir, gönlünce şöyle seslenir”: Ne yazık! Geçmek üzeredir bu gece; Ey gönül fecre az zaman kalıyor! Maltepe Yahya Kemâl, insanın ölmesini tabiî bir olay olarak görünür. “Uyanılmaz bir uyku” olarak nitelendirilir. Ölüm ile yaşam arasında çok yakın bir ilişki olduğunu bu iki kavramın bir birine çok uzak olmadığını dile getirir. Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada, O kadar komşu ki dünyâya dıvar yok arada. Yahya Kemâl, “Sessiz Gemi”, “Sonbahar”, “Eylül Sonu”, “Yol Düşüncesi” gibi şiirlerde, ölüm düşüncesine kendini hazırladığını görmekteyiz. “Rindlerin Ölümü” adlı şiirde ise şair, ölümü güzelleştirir ve hasretle beklenen bir durum haline getirir. Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece birbir bülbül öter. Yahya Kemâl, şiirlerinde dile getireceği duygular için en uygun kelime ve sembolleri arayan usta bir şairdir. “Sessiz Gemi” adlı şiirinde insan hayatının en acı gerçeği olan ölümü en mükemmel ve en manalı bir şekilde işlemiştir. Bu süreçte cezalandırılan insanın macerası anlatılmaktadır. Dünyada ki ömrünü tamamlayan ruh “meçhule doğru” gitmektedir. O bilinmezlik yola çıkan geminin (insanın) limana varmasıyla öğrenilecektir. Fakat varılan noktada olanları hayatta kalanlara anlatma imkânı olmayacaktır. Şiirin başlığındaki sessiz ibaresi bu olanları anlatamayış sessizliğidir. Yahya Kemâl, bir bakıma “Sessiz Gemi” adlı şiirinde dile getirdikleri ile ölümün felsefesini yapmaktadır. Gurbet ve Hasret Duygusu Yahya Kemâl, Paris’te kaldığı yıllar, büyükelçilik görevleri ve diğer seyahatler şairi vatandan ve vatanın sembolü olarak gördüğü, çok sevdiği İstanbul’dan uzak kalmasına neden olmuştur. Bu uzak kalış beraberinde gurbet ve hasret duygusunu getirmiştir. Bu duygular şairin yaşamında yer aldığı gibi şiirine de kaynaklık etmiştir. Yahya Kemâl’in vatandan ayrı olması nedeniyle duyduğu gurbet ve hasret duygusunu; geçmişimizdeki bazı olayları düşününce yine aynı duyguları yaşadığını görmekteyiz. Şairin ünlü “Açık Deniz” adlı şiirinde, yeni kaybedilen toprakların verdiği acı, eskinin şan ve şeref dolu zaferlerini, o günlere duyulan hasret duygusunun ateşini yakar ve bu ateş şairin şiirlerine şöyle yansır: Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum; Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum. “Kaybolan Şehir” adlı şiirde doğduğu Balkan topraklarının elimizden çıkması şairin duygu dünyasında büyük üzüntülere neden olur. Bu Üsküp’e olan dinmeyen hasretini üzüntüsüdür. Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için. Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Şair memleketinden uzun süre ayrı kalması nedeniyle; sürekli bir hüzün içerisinde yaşamış ve kendini vatanından uzak yaşamış olan İngiliz şâiri Byron’a benzetmiştir. Kalbimde vardı Byron’u bedbaht eden melâl Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl, Aldım Rakofça kırlarının hür havasını, Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını, Yahya Kemâl, “Akıncı”, “Mohaç Türküsü” ve “O Rüzgar” adlı şiirlerinde de, Türk akıncılarının vatan sevgilerine karşı duyduğu hayranlık ve hasret duyguları işler. Bu şiirlerde akın ve akıncılardan yoksun olmanın burukluğunu sezmek mümkündür. Yahya Kemâl, “Hüzün ve Hâtıra” adlı şiirde, İstanbul’dan uzakta olduğu günleri anlatır. “İstanbul Ufuktaydı” adlı şiirde ise gurbetin artık çekilmez olduğunu dile getirerek; İstanbul’a dönmek ve bir daha ayrılmamak arzusu kendini gösterir. Yıllarca uzaklarda yaşarken İstanbul’u hicranla tahayyül, beni yordu. Yer kalmadı beynimde hayâle. İstanbul’a artık bu dönüş son dönüş olsun. Yahya Kemâl, geçmişte yaşanan güzel hatıralara duyduğu özlemi şu şekilde dile getirir: Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde, Sen nerdesin, ey sevgili, yaz günleri nerde! Dağlar ağarırken konuşurduk tepelerde, Sen nerde, o fecrin ağaran dağları nerde! Özleyen Tabiat ve Sonsuzluk Yahya Kemâl’in şiirlerinde eski Türk edebiyatına ve medeniyetine hâkim olan iki insan tipi hâkimdir: Akıncı ve rind. Bu ikisi birbirinden farklı olmakla beraber, bir noktada birleşir: “Dünyâyı aşma……. Akıncıya da, rinde de ufukları aşma ve sonsuzluk duygusu hâkimdir. Yahya Kemâl’de, tıpkı ataları gibi, ufukları aşma ve sonsuzluk duygusu ile dolu ve coşkundur. Yahya Kemâl’in “Türk şiirinde tecrübe etmek istediği bir şiir tarzı da, kendisinin “engin şiir” dediği sonsuzluk duygusunu ifâde eden şiir tazıdır. Bu şiir tarzı bizde fazla tecrübe edilmemiştir. Fuzûli’nin bazı mısralarında, Tekke şairlerinde ve bilhassa Melâmiler’de sonsuzluk duygusu yok değildir, elbet vardır.” Fakat eski edebiyatımızda bu tarz şiir, “daima tasavvuf vadisinde kalmıştır. Hâlbuki o, “tâbiatta ve ferdin ruhunda bulunan sonsuzluğu yeni bir çığırda Türkçede tecrübe etmek istemektedir.” Bundan dolayı şiirlerinde masal unsurlarından faydalanarak tabiat ve sonsuzluk duygusunu eşsiz bir güzellikte işlemiştir. Yahya Kemâl’e göre hayal insanın ayrılmaz bir parçasıdır. Hayal insanların yaşam sürecinde önemli bir noktadır. Çünkü ona göre, “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.” “Yahya Kemâl, insandan, ruhtan hareket etmek suretiyle, tabiatta beşeri bir plana sokuyor. Onun birçok şiirleri adeta bir duygunun hikâyesidir. Tabiat asla tek başına bir değer ve mana ifade etmez. Tabiat temaşa eden ve duyan insandır. Doğru yol, tabiattan insana değil, insandan tabiata gitmektir. İnsan tabiatı, kendi duygusu ve hayali ile kavrıyor. Bu kavrayışla tabiat canlanıyor ve beşeri bir değer kazanıyor.” Yahya Kemâl’in şiirlerinde en çok göze çarpan noktalardan biri de, şairin sık sık denizden bahsetmesi, deniz hayalini mısralarında canlandırmasıdır. “Açık Deniz”, “Deniz Türküsü”, “Sessiz Gemi” gibi bazı şiirlerinde deniz ve denizle alâkalı pek çok mısraya rastlanır. Yahya Kemâl denizi “bin başlı ejder”e benzetir. Masal unsuru olan ejder; ortama zarar ve korku vermesiyle tanınır. Şair dalgalarıyla ürküntü veren denizi, ejderhaya benzetmesiyle gerçekleri masal unsurlarıyla birleştirip büyülü bir ortam oluşturarak şiirine kaynak oluşturur. Özcan BAYRAK

  • Dede Korkut Kitabı Nüshaların Karşılaştırılması

    D resden nüshası: Aslı, Dresden Kral Kütüphane­sinde bulunan bu nüshanın bugün elimizde fotokopisi bulunmakta­dır. Nüshayı ilk defa bulan H.O. Fleischer, kataloğunda şu bilgileri vermektedir: “152 yapraklık Türkçe mecmua, eski Doğu Türkçesi veya Oğuz şivesi ile yazılmış Kitab-i Dede Korkut’tur. İç Oğuz ve Taş Oğuz kabilelerinin Mu­hammed devrindeki maceralarının hikâyeleridir. Kitabın adı bütün hikâyelerde Korkut adında bi­rinin büyük rolü olmasından ileri gelmektedir. Korkut’un dindar, akıllı ve Oğuz kabileleri arasın­da büyük itibar sahibi olduğu rivayet edilir”. Nüs­ha bir giriş ile 12 hikâyeyi içine almaktadır. V atikan nüshası: Vatikan nüshası, Vatikan Kütüphanesi Türkçe kısmında 102 numarada kayıtlıdır. Bu nüsha baş­ka bir risale ile beraber aynı cilt­te bulunmaktadır. Bu cildin 2-58. yaprakları arasında bulunan ilk risalesi “Hikâyet-i lâtife-i ucube ve mahcûbe-i zarife” adlı eserdir. Dede Korkut nüshası ise bundan sonra başlamakta ve 58 b ile 106. yaprak arasında bulunmaktadır. Vatikan nüshası hikâyelerin sayısı bakımından eksik bir nüsha olup giriş ile birlikte altı hikâyeyi içine almaktadır. Vatikan nüshası Dresden nüshasına nazaran çok kötü bir nüshadır. Özel adlar bir­kaç şekilde yazılmış ve hareke­lenmiştir. Nüshanın bu vasfı esas ve çok iyi bir nüsha olan Dresden nüshasına onun yapacağı yardı­mı çok azaltmaktadır. Doğru ve iyi bir nüsha olan Dresden nüshasının XVI. asrın ilk yarısında, yanlışları çok ve dili daha yeni olan Vatikan nüshasının ise daha sonra, belki XVI. as­rın ikinci yarısında kopyalanmış oldukları tahmin edilmektedir.

  • Tarihi Kaynaklarda Dede Korkut

    Dede Korkut’tan veya Dede Korkut Kitabındaki hikâyeler ve şahıslardan bahseden eski eserler şunlardır: 1- Dede Korkut isminin geç­tiği en eski tarihî kaynak İlhanlı veziri Reşidüddin’in Câmiü’t-tevârih’idir. Tabip Reşidüddin’in 1305 yılında bir heyetle yazdığı bu ünlü cihan tarihinin Târih-i Oğuz u Türkân u hikâyet-i cihangîr-i u adını taşıyan bölümünde dört Oğuz hükümdarının çağdaşı ola­rak Korkut’tan bahsedilmektedir. Bu Farsça Oğuznamede Korkut, Oğuz sülalesinin onuncu hüküm­darı olan Kayı İnal Han zamanın­da sahneye çıkar ve ona müşavir­lik eder. Korkut, asıl, onun babası olan dokuzuncu hükümdar İnal Sır Yavkuy zamanında ortaya çık­mış olup Kayı İnal Han’dan sonra daha üç hüküm­dar devrini yaşamış ve onuncudan on dördüncü­ye kadar dört hükümdara müşavirlik yapmıştır. Kendisi Bayat boyundan olup Kara Hoca’nın oğ­ludur. Bu rivayetleri Reşidüddin’e anlatan zat, Korkut’un 295 yıl yaşadığını söylemiştir. Reşidüd­din, Korkut’un güzel sözler ve kerametler söyle­miş olduğunu kaydederek, onun hikâyelerinin çok olduğunu ve aşağıda nakledileceğini bildiriyorsa da, yazık ki eserine bunları eklememiştir. Görülüyor ki Korkut, Farsça Oğuznamede hanların akıl hocası ve çok sözü geçer bir devlet müşaviridir. Onun akıl hocalığı, keramet sahibi olması, Peygamber zamanında yaşamış bulunma­sı, Bayat boyundan olması, çocuklara ad takması, güzel sözler söylemesi, Dede Korkut Kitabındaki özelliklerinin baştanbaşa aynıdır. 2- Mısırlı müellif Ebû Bekr b. Abdullah b. Ay­bek ed-Devâdârî’nin Dürerü’t-tîcan adlı umumî tarihinde, Dede Korkut hikâyeleriyle ilgili çok önemli bir kayıt vardır. Aslen Selçuk hanedanın­ dan olan bu Mısırlı Türk, Melik Nasır Muhammed b.Kalavun adına yazdığı ve 1310 yılına kadar olan olayları içine alan Arapça tarihinde, 1229 yılı olay­larından bahsederken Cengiz Han’a ait mukad­dimede Oğuzname hakkında bilgi vermiş ve De­pegöz hikâyesine dokunmuştur. Ebû Bekr Aybek, Dede Korkut hikâyelerini içine alan Oğuznameyi görmüştür. Buradaki Tepegöz, Dede Korkut Kita­bındaki Tepegöz’ün aynıdır. 3- Yazıcıoğlu Selçukname’sinin Topkapı Sara­yı Revan Köşkü Kütüphanesinde. 1390 numarada kayıtlı eski bir nüshasının başında fihrist için boş bırakılan sayfalardan üçüne sonradan eklenmiş 65 satırlık bir Oğuzname vardır. İçinde geçen Emir Süleyman adından XV. asrın başında Yıldırım Bayezid’in oğlu Emir Süleyman zamanında yazıl­dığı anlaşılan bu Oğuzname parçası, Dede Korkut Kitabında adları geçen Oğuz bey­leriyle hikâyelerdeki bazı vakalar­dan bahsetmektedir. Bu Oğuznamede dikkati çeken şey Dede Korkut Kitabı kahraman­larından başka adların da geçmesi ve Dede Korkut kahramanlarının sıfatları sayılırken daha geniş olay­ların bildirilmesidir. Bundan an­laşılıyor ki bu Oğuznameyi tespit eden zat Dede Korkut hikâyeleri­nin daha geniş şekillerini taşıyan bir Oğuzname­den veya Oğuz rivayetlerinden haberliydi. 4- Berlin Devlet Kütüphanesinde bulunan ve hazihi er-risâleti min kelimâti Oğuzname el-meş­hur bi-Atalar Sözi başlığını taşıyan yazma bir ata­sözü kitabında da Dede Korkut’la ilgili adlar geç­mektedir. Eserin Prof. Ahmet Caferoğlu tarafından istinsah edilen bir kopyası elimizdedir. Baş tarafında “Kan olan Emir Süleyman Sultan”dan bahsedildiğine göre, yine Emir Süley­man zamanında yazıldığı anlaşılan bu eserin giriş bölümünde Dede Korkut’un kendi ağzından anla­tılan atasözleri ve kehanetler vardır. Bu sözlerin bir kısmı Dede Korkut Kitabının girişinde geçen bazı atasözlerinin aynıdır. 5- Yazıcıoğlu Ali’nin XV. yüzyılın ilk yansında II. Murad adına yazmış olduğu Târih-i âl-i Selçuk adlı eserinde Korkut Ata ile ilgili kayıt vardır. Bu kayıt, Dede Korkut Kitabının girişindeki Korkut Ata’yı tanıtan kaydın aşağı yukarı aynıdır. 6- Tebrizli Hasan b. Mahmud Bayatî’nin hac­ca giderken tanıştığı Cem Sultan’ın ricası üzeri­ne, yanında bulunduğu bir Oğuzname nüshasına dayanarak yazmış olduğu Câm-i Cem-âyin adlı Osmanlı silsilenamesinde de Dede Korkut’un adı geçmektedir. 7- Ali Şir Nevayî’nin 1495 yılında, Câmî’inin Nefahatü’l-üns-’ünden çevirme ve tamamlama yo­luyla yazdığı Nesâimü’l-mahabbe adlı, sûfîlerden ve mutasavvıflardan bahseden eserinde Dede Kor­kut için kayıt vardır. Görülüyor ki Nevayî de Korkut Ata’yı, Türkler arasında şöhrete ihtiyacı olmayacak kadar şöhret sahibi ve kendisinden önce olup bitenleri bilmek, kendisinden sonra olacak olayları haber vermekle meşhur, veciz ve değerli sözleri olan bir kimse ola­rak tanıtmaktadır. 8- Bayburtlu Osman’ın III. Murad devrinde (1574-1595) yazdığı Tevârih-i cedîd-i mir’at-i cihan adlı eserinin “Bayundur Han” bölümünde, Dede Korkut Kitabıyla yakından ilgili ve şahıs adları ha­rekeli olan bir kısım vardır. Bayburtlu Osman’ın, Bahrü’l-ensâb adlı bir kitaptan aldığı ve eski bir Dede Korkut Oğuznamesine dayandığı anlaşılan bilgiler esas olarak, geniş bir Dede Korkut nüsha­sına veya rivayetine dayanmaktadır. 9- Bitlis Kürt beylerinden olan Şeref Han’ın 1597’de bitirdiği Şerefnâme adlı Farsça tarihinin mukaddimesinde, Dede Korkut hikâyelerinde adı geçen Bügdüz Emen ile ilgili bir kayıt vardır. Bu kaydında Şeref Han, Kürtlerin dağınık kalmalarına ve devlet ku­ramamalarına neden olarak nak­ledilen bir rivayetten bahseder. Bu rivayete göre Peygamber ortaya çı­kınca, cihan hükümdarları kendisi­ne itaatlerini bildirmek için elçiler göndermişler. Türkistan’ın büyük hükümdarlarından Oğuz Han da bu arada, Kürt büyüklerinden Buğ­duz adlı birini göndermiştir. Haz­ret-i Peygamber bu korkunç yapılı elçinin dehşetli ve iğrenç hâline şaşarak nefretle hangi kabileden olduğunu sorar. Elçi Kürt taifesinden olduğunu söyleyince, Peygamber bu kavme devlet kurmak nasip olmasın, çünkü dünyanın başına bela olurlar diye beddua eder. Onun için Kürtlere büyük dev­let kurmak ve saltanat sürmek nasip olmamıştır. Şerefnâme’nin bu rivayetindeki elçinin adı Buğduz olarak geçmekte ve Kürt olduğu kaydedil­mektedir. Fakat gerek Dede Korkut Kitabında bu­lunan Bügdüz Emen’in gidip Peygamberi gördüğü ve gelip Oğuzda sahabesi olduğu şeklindeki tanı­tımdan, gerek Bayburtlu Osman’ın Oğuz elçilerini gördüğü zaman Peygamberin ürperdiği şeklindeki kaydından bu rivayetin Kürtlere Oğuzlardan geç­tiği anlaşılmakta ve Kürt büyüklerinden gösterilen Buğduz’un Dede Korkut’taki Bügdüz Oğuzlarının beyi Bügdüz Emen olduğu görülmektedir. Esasen Buğduz’u Oğuz Han’ın göndermesi de bu rivaye­tin aslında Oğuzlara ait olduğunu göstermektedir. 10- Dede Korkut’un Kayılar hakkındaki ke­rametinden Osmanlı tarihçisi Edirneli Rûhî de bahsetmiştir. Eserini XVI. yüzyılın başında yazan Rûhî’nin bu kaydını sonradan Müneccimbaşı da almıştır. Köprülü bu kayda dayanarak Rûhî’nin Dede Korkut Kitabını ilk defa gören Osmanlı ta­rihçisi olduğunu ve bu rivayetin oradan alındığını söyler. Fakat bu rivayette bir “Oğuz Hanın vasiye­ti” meselesi vardır ki bu Dede Korkut Kitabında da, Selçukname’de de yer almamıştır. 11- Ebulgazi Bahadır Han’ın 1659-1660 yılla­rında yazdığı Şecere-i Terakime adlı eserde Dede Korkut’la ilgili geniş bilgiler vardır. Oğuznamenin Türkmen rivayetini teşkil eden bu eserde Korkut Ata, çok sayılan bir devlet müşaviridir. 12- Edirneli Rûhî’nin Dede Korkut ile ilgili kaydını sonradan Müneccimbaşı’nın da tekrarladığı­nı yukarıda söylemiştik.! 13- Târih-i Dost Sultan isimli eserde de Korkut’tan bahsedilmek­tedir. 14- Evliya Çelebi de Dede Korkut’tan bahseden müellifler arasındadır. Fakat Evliya Çelebi’nin bu hususta verdiği bilgiler sadece Dede Korkut mezarlarıyla ilgilidir. 15- Buharalı Hafız Derviş Ali Çengî adlı bir müellifin XVII. yüz­yılda yazdığı Tuhfetü’s-sürûr adlı, ozan çalgısı kopuzdan bahseden Farsça bir kitapta, Dede Korkut kitabındaki bazı kahramanlarla ilgili bir rivayet vardır. 16- Kul Ata adlı ne zaman yaşadığı belli olma­yan bir Azeri şairinin Leylâ – Mecnun mesnevisinde de Dede Korkut’un adı ve öğütleri geçmektedir. 17- XVII. yüzyıla ait bir Batı kaynağında da Dede Korkut ile ilgili bazı kayıtlar vardır. Alman hükûmetinin Rusya’ya ve İran’a gönderdiği elçiler heyetine dâhil bulunan Leipzig Üniversitesi Pro­fesörlerinden Adam Olearius 1638 ‘de Demirkapı- Derbend şehrinden geçerken o civardaki mezarla­rı incelemiş ve bu eski mezarlar hakkındaki yerli söylenti ve inanışları dinlemiştir. Yerliler bu mezarların Muhammed Peygam­berden sonraki bir zamanda Okus milletine mensup Kassan isimli padişahın Lezgilerle yaptığı ve onlardan binlercesini öldürdüğü bir savaştan kaldığını anlatmış­lardır. Burada ayrıca bir “kırklar” mezarının da bulunduğunu kay­deden Olearius’a yerliler, kendi eceliyle ölen Kassan’ın mezarının Tebriz yakınında Acı Çay’ın kıyı­sında, Kassan’ın karısı Burlae’nın mezarının da Urmi ( Urmiye ) kalesinde olduğunu söylemişler­dir. Olearius ayrıca Derbend yakı­nında bir tepenin üzerinde İmam Kurchud’un mezarını da görmüş­tür. Bu İslam velisi, anlattıklarına göre, Peygamberin yakınlarından olup onun ölümünden sonra da üç yüz yıl yaşamıştır. Bu Kurchud, Kassan’a çok bağlıymış ve önünde kopuz çalıp şiirler söyleyerek onu Müslüman olmayan Lezgiler aleyhinde sava­şa teşvik edermiş. Sonunda İslam propagandası yapmak üzere aralarına girdiği putperest Lezgiler tarafından öldürülmüş. Görülüyor ki anlatılan rivayetler, tarihî olay­larla Dede Korkut hikâyelerinin birbirine karışma­sından meydana gelmiştir. Yerlilerin Kazan, Burla ve Korkut isimleri ile Kazan-Kor­kut münasebeti ve Korkut hak­kında verdikleri bilgilerin baştan aşağı Dede Korkut rivayetlerinin kalıntısı olduğu şüphesizdir. Sonradan Barthold, Olearius’un bahsettiği Dede Kor­kut mezarını aramaya gitmiş, fakat bildirilen yerde böyle bir şeyle kar­şılaşmamıştır. Evliya Çelebi’nin de gördüğü bu mezarın zamanla kay­bolduğu anlaşılmaktadır.

  • Dede Korkut Hikâyelerinin Sayısı

    Bugün elde bulunan Dede Korkut hikâyeleri­nin sayısı on ikidir. Eserin asıl ve büyük nüshası olan Dresden nüshası on iki hikâyeyi içine almak­tadır. Vatikan nüshasında bunların altı tanesi bu­lunmaktadır. Azerbaycanlı milliyetçilerin Berlin’de çıkardıkları Açık Söz dergisi İlkteşrin 1936 tarihli 3. sayısında, Bakü’de çıkan Bakinskiy Raboçiy gaze­tesinin 4 Ağustos 1936 tarihli sayısından naklen, Profesör Bekir Çobanzade’nin Leningrad Şarkiyat Enstitüsü yazmaları arasında Dede Korkut’un on üçüncü hikâyesini bulduğunu haber vermiştir. Sonradan, bu hikâyenin Azerbaycan’da yayımlan­dığına dair sözlü haberler de gelmiştir. Fakat Dede Korkut Kitabı, milliyetçiliği ve Türk birliği duygu­sunu aşılıyor diye 1950’de Rusya’da yasaklanmış ve bu konudaki bütün yayınlar toplattırılmış oldu­ğu için on üçüncü hikâye hakkında başka bir bilgi elde edilememiş ve bu mesele bugüne kadar ay­dınlanamamış ayrıca bu yoldaki haberlerin doğru olup olmadığı anlaşılamamıştır.

  • Dede Korkut Hikâyelerinin Niteliği

    Yukarıda, başlıca olayları ve önemli noktaları belirtmek için ana çizgilerini verdiğimiz Dede Kor­kut hikâyelerinin, her biri tek başına bağımsız ve tamam bir hikâye olarak karşımıza çıkmakta, fakat hepsi birden ayrıca büyük bir bütün teşkil etmek­tedir. Başta bütün beylerin kendisine bağlı olduk­ları bir han vardır. Genel olarak hanlar hanı diye gösterilen, Begil oğlu Emren hikâyesinde de padi­şah olarak vasıflandırılan bu han Kam Gan oğlu Bayındır’dır. Bütünüyle Oğuz ülkesinin hükümda­rı olan Bayındır Han genel olarak arka plândadır ve hikâyelerin hiçbirinde kahraman olarak görünmez. Onun hikâyelerdeki rolü, beylere akın izni ver­mek, gerekince beyleri büyük divanına toplamak ve yılda bir defa büyük bir ziyafet vermektir. Akınların sonunda bey­ler ganimetlerin en değerlisini ona ayırırlar. O da ziyafetlerinde, gelen haraç malından beylere armağan­lar verir, kahramanlık yapan bey çocuklarına giyecekler bağışlar. Buğaç ve Depegöz hikâyelerindey­se sahnede şöyle bir görünürse de rolü seyirci olmaktan ileri geçmez. Bunların dışında hikâyelerindeki yeri kahramanların kendisine ma­nevi destek olarak bakmalarından ibarettir. Mevki bakımından Bayındır Han’dan sonra Kazan Bey gelmek­tedir. Bayındır Han’ın damadı olan Ulaş oğlu Salur Kazan, aynı zaman­da onun beylerbeyidir ve bütün İç Oğuz ve Taş Oğuz ( Dış Oğuz) beyleri kendisine bağlıdır. Birlikte yapılan savaşları o idare eder, en önde ve ortada o bulunur. Kazan Bey’den sonra ona bağlı Oğuz beyleri gelmektedir. Bu beylerin bir kısmı hikâyelerin esas kahramanı durumunda olup ötekileri derece de­rece olaylara karışan ve divanlarda toplantılarda adları geçen şahıslardır. Hikâyeleri elimizdeki şekliyle tespit eden meçhul sanatkâr her hikâyeyi ayrı olarak işlemeye önem vermiş, her hikâyeyi düzenlerken yalnız onu düşünmüş ve her hikâyeye en büyük etki kuvve­ti verebilmek için elindeki malzemeyi istediği şe­kilde kullanmaktan çekinmemiştir. Hikâyeler hep aynı tip, vaka ve kahramanlarla doludur. Bunların içinde aynı kâfir beylerinin her hikâyenin sonunda Oğuz beyleri tarafından tekrar tekrar öldürülmesi gibi gariplikler bile vardır. Dede Korkut hikâyeleri genel olarak birtakım mücadelelerin destanlarıdır. Bu mücadelelerin iki­si Oğuzların kendi aralarında geçer. Bunlardan bi­rinde (Dirse Han oğlu Buğaç) mücadele bir beyin oğlu ile kendi adamları arasında geçer. Ötekinde İç Oğuz ile Taş Oğuz (Üç Ok-Boz Ok) karşılaşır. İki hikâyedeyse mücadele tabiat ve insanüstü kuvvetlere karşıdır. Birinde Delü Dumrul Azrail’in karşısına çıkar, ötekinde Basat, Depegöz adındaki devi öldürür. Bunların dışında kalan sekiz hikâyede müca­dele Oğuz beyleri ile kuzeydeki ve batıdaki kâ­firler arasındadır. Düşmanların en büyüğü Şökli Melik’tir. Diğer düşmanlar Kara Arslan Melik, Kara Tüken Melik, Buğaçuk Melik, Arşun oğlu Di­rek Tekfur ve diğer melik ve tekfurlardır. Dede Korkut akıl hocalarıdır. Oğuz kavminin bütün müşkülünü o çözer. Dede Korkut aynı za­manda ozandır ve hikâyelerde anlatılan her mü­cadelenin sonunda yapılan şenliklerde kopuz çalıp destanlar söyler. Bütün hikâyeler mücadelelerin sonunda onun tarafından düzenlenerek sahipleri­ne ithaf edilmiştir. Oğuzlar Müslümandır. Fakat din çok kuvvetli bir unsur olarak görünmez. Müslümanlıkları daha çok dıştadır. Zaten yaşadıkları çağ peygamberlerin çağıdır. Arala­rında Bügdüz Emen peygamberi görmüş ve Oğuz’da sahabesi ol­muştur. Savaşta beyler daima ön­ceden abdest alıp iki rekât namaz kılarlar. Düşmana saldırırken adı görklü Muhammed’e salavat ge­tirirler. Mücadele sonunda daima, aldıkları kalelerin kiliselerini yıkıp mescit yapar, keşişleri öldürüp ezan okuturlar. Fakat öte yandan bol bol şarap ve kımız içtikleri gö­rülür. At eti yerler. İçlerinde Delü Dumrul Azrail’i bile bilmez, onunla savaşmaya kalkar. Mücadelelerinin hiçbirisi din uğruna değil­dir. Düşmanları kâfir diye anmakla beraber onlarla mücadeleleri tamamıyla dünyevidir ve hiçbir kah­raman din kahramanı değildir. Aile çok sağlam bir durumdadır. Tek eşlilik esastır. Ancak çok zor durumlarda birden fazla ka­dın alınabilmektedir. Bunun tek örneği Beyrek’in kendisini tutsak bulunduğu hisardan kaçıran Bay­burt beyinin kızını almasıdır. Diğer durumlarda hiçbir zaman ikinci bir kadın almak hatıra gelmez. Karısından çocuğu olmayanlar bile bunu düşün­mezler. Kadınlara çok saygı gösterilir. Gerekince, Begil’in karısının yaptığı gibi, kocalarına akıl öğ­retirler. Kadınlar kocalarının kâfir kızlarıyla düşüp kalkmalarını, kâfir kızlarının onlara sakilik etme­lerini kıskanmazlar. Kocalar karılarına sevgilim diye hitap ederler. Evin işlerine, ziyafetlere kadın nezaret eder. Çok kuvvetli bir ana sevgisi vardır. Babalar da çocuklarına çok düşkündürler. Çocuğu olmayanların Allah’ın gazabına uğradığına inanı­lır. Karı kocanın karşılıklı davranış ve seslenişleri içten ve saygılıdır. Aile başkanı baba olmakla bera­ber bir koca baskısı yoktur. Çocukların ana babaya hürmeti kesindir. Babanın bir sözünü iki eden ço­cuk iyi sayılmaz. Ana hakkı Tanrı hakkıdır. Erkek çocuk kıza üstün tutulur. Ahlak çok kuvvetlidir. Yalan söz nedir bilmez­ler. Aralarında bir tek yalan söyleyen vardır, onun da adı Yalancıoğlu kalmıştır. Namus için can verilir. Hikâyelerdeki hayat tarzı ise göçebe hayatıdır. Yazın yaylaya göçer, kışın ovaya inerler. Evlerin daha ziyade büyük göçebe çadırı şeklinde olduğu anlaşılır. Başlıca varlıkları hayvanlardır. Her beyin büyük tavlaları, ağılları vardır. Başlıca hayvanları at, deve ve koyundur. Geçimlerinde yağmacılığın ve avların da yardımı olur. Beylerin ünlü çobanları ve ılkıcıları vardır. Çocuklarını, zamanı gelince, evlendirmek is­terler. Bir çocuğa baş kesip kan dökmeden ad tak­mazlar. Böyle hallerde ad takma işini Dede Korkut yapar. Nişanlanma yüzük takmak suretiyle olur. Beşik kertme şeklinde nişanlanma da vardır. Dü­ğünler yedi gün yedi gece veya kırk gün kırk gece sürer. Düğünde güveyinin yüzü­ğüne ok atarlar. Gerdek güveyinin okunun düştüğü yere dikilir. Dü­ğünde kadınlar ve erkekler ayrı ayrı yerlerde eğlenirler. Başlıca sazları kopuzdur. Savaşta davul­lar ve borular çalınır. Birisi ölünce atının kuyruğu­nu keser veya atını boğazlayarak yemeğini verirler. Dede Korkut’taki insan tipi alp tipidir. İnsanda aranılan vasıf kahramanlıktır. Kadınlarda bile bu tipe önem verilir. Kahramanların hayatı daha çok göçebe hayatının gereği olarak, dışa dönüktür. Hikâyelerde tabiat büyük bir yer tutar. Bu tabiat canlı bir tabiattır. Göçebe psiko­lojisiyle tabiat unsurları birer canlı gibi sayılmışlar­dır. Dağa beddua edilir, sudan haber sorulur. Hikâyelerde en çok tekrarlanan unsurlardan biri de avdır. Ava da aşağı yukarı bir akın kadar önem verilir. Büyük hazırlıklar görülür ve gerekir­se bir haftalık avlar tertip edilir. İşte kısaca belirttiğimiz bütün bu unsurlar hikâyelere dağılmış olarak anlatılmaktadır. Hikâ­yelerin bağımsızlığına rağmen saydığımız bütün bu noktalar ya tekrar olarak veya birbirlerini ta­mamlayarak bütün hikâyelere geçmiş bulunmak­tadır. Onun içindir ki hikâyeler tek başlarına ba­ğımsızdır. Fakat hepsi birden aynı zamanda büyük bir bütün teşkil etmektedir. Bu bütünlük şüphesiz bir destan bütünlüğü değildir. Bütün hikâyeler tek bir kahraman üzerinde toplanmadığı ve zincirle­me bir bütün teşkil etmediği için Dede Korkut ki­tabına bir destan gözüyle bakamayız. Fakat hikâ­yelerin birbirleriyle olan bağlılığı manalı bir bütün teşkil etmekte ve bunların büyük bir destandan ay­rılmış bulunduğunu açıkça göstermektedir. Esasen hikâyelerin bu şeklini belirleyen meçhul sanatkâ­rın bütün kuvvetiyle onları bağımsız hâle getirme­ye çalışmasına rağmen aradaki bağların büsbütün kopmamış olması da bundandır. Çünkü bu hikâ­yelerin esas malzemesi hep aynı kaynaktan çıkmış gibi gözükmekte ve daha önce oluştuğu anlaşılan büyük bir Oğuz destanına dayanmaktadır. Hikâyelere ayrı ayrı geniş anlamıyla destan de­mek de mümkün değildir. Çünkü hikâyeler küçük­tür. En uzunları olan Beyrek bile destan dediğimiz büyük kahramanlık menkıbesinin ancak küçük bir parçası olabilecek büyüklüktedir. Fakat hikâyele­rin esas karakteri destanidir, epiktir. Bu bakımdan onları birer destan parçası saymak ve bunun için onlara dar anlamda destan demek mümkündür. Fakat bu hususta kullanılacak en uygun tabir des­tansı hikâye’dir. Dede Korkut hikâyeleri için masal sözünü kullanmak ise hiç doğru değildir. Çünkü hiçbir aslı esası olmayan, kahramanları adsız ve baştanbaşa uydurma, zamansız, mekansız hikâyeler için kullanı­lan ve “légende” karşılığı olan masal kelimesinin Dede Korkut hikâyelerine uyacak hiçbir tarafı yoktur. Dede Korkut hikâyeleri tam bir destan karakterinde olan, bir tarihî vakaya dayanan ve des­tan tarzında teşekkül etmiş bulu­nan kahramanlık menkıbeleridir. Dede Korkut Kitabında bu hikâyelere boy denilmektedir ki bu kelime “destan” sözünün Türkçe karşılığıdır. Kitapta boy kelimesi ile hikâyelerin türü belirtilmekte ve vasıflandırıl­maktadır. Hikâyelere içindeki­ler bakımından verilen ad ise Oğuzname’dir. Demek ki eserin kendisine göre Dede Korkut hikâyeleri boy şeklin­de Oğuzname’lerdir. Dede Korkut hikâyeleri şekil bakımından des­tan ile halk hikâyesi arasında bir yer tutar. Hikâye­ler manzum ve mensur olarak belirlenmiştir. Olay­ların anlatılışı, vakaların hikâyesi mensur olarak geçer, fakat seslenme ve konuşmalar genel olarak manzum şekildedir. Fakat Dede Korkut’taki mensur parçalar nor­mal mensur hikâyelerde gördüğümüz nesre hiç benzememektedir. Birbirini kovalayan cümleler büyük bir ahenkle sıralanmakta, bunların meyda­na getirdikleri akıcı bütünlük, taşıdıkları uyak un­surlarının dışında ayrı bir ölçü izlerini taşımakta­dır. Uyaklı olmayan yerlerde de düzenli bir nesirle karşılaşılması Dede Korkut nesrinde manzumeye yakın bir ifadenin bulunduğunu açıkça göster­mektedir. Hatta bu yüzden manzum ve mensur parçaları birbirinden ayırmak bazen çok güç ol­makta, bazen da imkânsız bir hâle gelmektedir. Dede Korkut’un nesrini böyle bir çeşit yarı manzu­me haline getiren, kanaatimizce, onun kaynağıyla ilgilidir. Gerek Dede Korkut Kitabının yapısı, hikâ­yelerin şekil ve muhtevası, gerekse tarihî deliller ve çeşitli Oğuz rivayetleri bu hikâyelerin, eskiden oluşmuş büyük bir Oğuz destanından ayrılan, yeni unsurlar eklenerek zamanla bağımsız hâle gelen parçalar olduğunu göstermektedir. Dede Korkut Kitabının, destansı unsurlar taşımak bakımından Türk halk hikâyeleri arasında başka bir benzerinin bulunmaması da bundandır. Her hâliyle bir hikâ­yeleşmiş destan görünüşünde olan Dede Korkut kitabı, içinden çıktığı Türk çevresi henüz destan çağını tamamlamadan düzenlendiği ve yazıldığı için hikâyeler içindekiler bakımından olduğu gibi, şekil bakımından da büyük ölçüde destan izlerini taşımaktadır. İşte bu nedenle kitabın mensur kı­sımları da çok özgün bir karaktere bürünmüş ve nesirle nazım arasında bir çeşit destansı nesir ben­liğini almıştır. Hikâyelerin aşağı yukarı yarı yarıya manzum şe­kilde olması, bilhassa bazen tas­virlerde bile manzum ifadenin kullanılması ve bunların aynen tekrarlanması da bundan ileri gelmektedir. Kitaptaki manzum parça­lar esas olarak seslenmelere ve konuşmalara ait kısımlardadır. Hikâyelerin üslubu “style di­reote” tarzında olduğu için ko­nuşmalar daima kahramanların ağzından anlatılmakta, kahra­manların sözleri vakaları anlatan üçüncü şahıs tarafından hikâye edilmeyerek aydur sözü ile doğ­rudan doğruya sahiplerine bıra­kılmaktadır. Çok hareketli olan bu hikâyelerde şahıslar daima sahnede olduğu için eserin bü­yük bir kısmı bu konuşmalardan ibaret olup aydur sözü de böylelikle en çok geçen kelimelerden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu konuşmaların karşılaşmalarda ve heyecanlı anlar­da geçenleriyse, ozan geleneği gereğince, daima manzum olduğu için kitap aşağı yukarı yarı yarıya manzum parçalarla doludur. Bu manzumeler gerek içindekiler, gerek şekil bakımından destansı Türk şiirinin çok güzel ve çok orijinal örneklerini teşkil etmektedir. Taşıdıkları kahramanlık unsurları, göçebe hayatıyla yakından ilgili tabiat ve hayvanlara dayanan geniş ve canlı tasvir ve benzetmeler, akıp giden bir coşkunluk ve yiğitçe edası bakımından canlı bir destan havası taşıyan bu parçalar şekil bakımından çok dikkate değer durumdadırlar. Kafiyeleri bakımından genel olarak hafif bir ses benzerliği verecek şekilde ya­rım kafiyeli olan, birçok defa da ahengi tekrarlarla elde eden bu manzumelerde vezin yoktur. Fakat ölçüsüz bir mısra yapısı içinde bir iç ahengi mey­dana getirilebilmiş ve meçhul sanatkâr bu parçala­rın taşıdığı içlilik ve sadeliği ölçünün baskısından uzak tutarak, serbest nazmın çok başarılı örnekle­ rini vermiştir. Dede Korkut hikâyelerindeki bu manzume tarzının bir geleneğe dayanmadığını kabul etmek imkânsızdır. Aksine ilk Türk şiirinin bu tarzda manzum bir yapıya sahip olması çok muhtemeldir. Dede Korkut hikâyelerinin kendisinden ayrılmış olduğu anlaşılan meçhul büyük Oğuz destanının bu tarzda bir serbest nazımla oluşmuş bulunma­sına ihtimal vermemek için hiçbir sebep yoktur. Aksine bütünü bakımından kuvvetli bir destan ha­vası taşıyan Dede Korkut Kitabındaki bu manzum parçaların taşıdığı destansı unsurlar, bunların bir destanın küçük parçaları olması ihtimalini kuvvet­lendirmektedir. Hikâyelerin belirlendiği zamanın destan çağı olduğu düşünülürse bu ihtimalin ya­bana atılır bir şey olmadığı daha iyi anlaşılır. Hele çeşitli hikâyelerde belirli tasvir ve seslenişler için hep aynı manzum parçaların tek­rarlanması elimizdeki metnin tes­pit edildiği devirde bu tarz man­zumelerin çok tutulduğunu açıkça göstermektedir. Oğuzların halk şairleri olan ozanların o devirlerde Oğuzlar arasında çalıp söyledikleri şiirlerin ve Oğuz destanlarının bu şekilde manzum parçalar olduğu anlaşılıyor. Dede Korkut Kitabında bu manzum parçalar hep ozanla­rın söylediği şekilde söylenmekte ve şahıslar ozanları taklit etmekte­dirler. Çağatay lügatlerinde ozan kelimesinin karşılığı olarak verilen bilgiler bu manzum parçalar için çok dikkati çekecek durumdadır. Bu lügatlerde ozanların vezinsiz şiir söyledikleri bildirilmektedir. Şeyh Süleyman Efendi lügatinde ozan kelimesinin karşılığı olarak verilen “mani tarzında vezinsiz ve nağmesiz bir teranedir ki Oğuz Han hikâye ve destanında söy­lerler” şeklindeki ozan için doğru olmayan açıkla­ma, ozanın söylediği şiirler ve destan parçalarının vezinsiz olduğunu göstermek bakımından çok önemlidir ve baştanbaşa Dede Korkut’taki man­zum parçalara uymaktadır. Dede Korkut Kitabında bu manzum parçalara soy ve soyluma denilmektedir. Böyle manzumeler söylemeye de soyla- deniliyor. Aynı şekilde destan için boy ve destan söylemek için de boyla- tabirleri kullanılmıştır. Bundan da anlaşılıyor ki o devirde Oğuzlar arasında çok tutulan destanlara boy, bir destanın içindeki parçalara da soy denilmektedir. Böylece Dede Korkut hikâyelerindeki manzume şeklinin Oğuz destanındaki şekillerle aynı oldu­ğu daha iyi aydınlanmış olmaktadır. Yani Dede Korkut’taki manzume tarzı Oğuz destan tarzıdır.

  • İç Oğuz’a Taş Oğuz Asi Olup Beyrek’in Öldüğü Destanı

    Kazan yılda bir defa evini yağmalatmaktadır. Yağma sırasında kendisi karısını alarak dışarı çık­makta ve Uç ok ile Boz ok evini yağma etmekte­dirler. Yine böyle bir yağma günüdür. Fakat bu sefer Taş Oğuz beyleri bulunmazlar, yağmaya yalnız İç Oğuz katılır. Buna kızan Taş Oğuz beyleri Aruz, Emen ve diğer beyler Kazan’la ilgiyi keserler. Va­ziyeti öğrenmek üzere Kazan’ın adamlarından Kıl­baş adlı biri gidip Taş Oğuz’un büyüğü Aruz Koca ile konuşur ve Kazan’ın üzerine yağı geldiğini söy­leyerek dayısı Aruz’dan yardım ister. Aruz yağma­da bulunmadıkları için Kazan’a düşman oldukları­nı bildirir. Kılbaş ise işte bunu anlamak istediğini, gerçekte Kazan’ın üzerine yağı falan gelmediğini söyleyerek dönüp İç Oğuz’a gider. Buna çok canı sıkılan Aruz Koca, Emen’i, Alp Rüstem’i, Dülek Evren’i ve diğer Taş Oğuz beyleri­ni toplar, ağırlar, azizler, Kılbaş’ın sözlerini anlatır, ortaya mushaf ge­tirerek Kazan’a düşman oldukları­na dair beylere and içirir. Aruz Koca aynı zamanda Beyrek’e mektup göndererek gelip kendilerini Kazan’la barıştırmasını ister. Beyrek gelince gerçek maksa­dını ortaya koyarak kendilerinin Kazan’a düşman olduklarını bildi­rir ve Beyrek’ten de Kazan’a düş­man olduğuna dair and içmesini ister. Maksadı Beyrek’i Kazan’dan ayırmaktır. Beyrek bunu şiddet­le reddeder. Bunun üzerine Aruz, oturduğu yerde Beyrek’i kırbaç­layarak sağ uyluğunu düşürür. Beyrek’i ölüm hâlinde evine getirirler. Beyrek son dakikalarını yaşarken kırk yiğidini Kazan’a göndererek ondan kanını Aruz’a bırakmamasını ister. Kazan durumu öğrenince büyük bir yas tutar ve yedi gün divana çıkmaz. Sonunda kardeşi Kara Göne ile Kılbaş odasına giderek Kazan’a Beyrek’in öcünü almasını söylerler. Kazan ve beyleri hazır­lık yapıp Taş Oğuz’a yürürler. Uç Ok, Boz Ok kar­şılaşır. Taş Oğuz beyleri İç Oğuz’dan kendilerine birer karşılık seçerler. Aruz, Kazan’ı; Emen, Ters Uzamış’ı; Alp Rüstem, Ense Koca oğlu Okçu’yu seçtiklerini bildirirler. Aruz meydana girerek Kazan’ı çağırır. Kazan kısa zamanda dayısı Aruz’u vurup attan yıkar ve kardeşi Kara Göne’yi çağırarak başını kestirir. Bunun üzerine diğer Taş Oğuz beyleri attan inip Kazan’ın ayağına düşer, bağışlanmalarını isterler. Kazan suçlarını bağışlar, Aruz Koca’nın varını yo­ğunu yağmalattırır, çadırını dikip otağını kurarak şenlik yaptırır. Dedem Korkut gelip şadlık çalar ve gazi erenler başına neler geldiğini anlatır. Burada biten hikâyenin sonunda yine dünya­nın geçiciliğini anlatan manzumeyle ozan duası vardır.

  • Salur Kazan’ı Oğlu Uruz’un Tutsaklıktan Çıkardığı Destanı

    Beyler beyi olan Han Kazan bir gün, Trabzon tekfurunun ken­disine göndermiş olduğu şahin ile ava çıkar. Av yerinde şahini bir sürü kazın üzerine atarlar. Fakat şahin kazları bırakır, uçup gider ve Tuman’ın kalesine iner. Kazan ve beyler arkasına düşerler. Giderken Kazan’ın uykusu gelir ve kalenin göründüğü bir yerde küçücük ölü­me dalar (Oğuz beyleri yedi gün uyudukları için uykuya küçücük ölüm demektedirler). Bunu gören kâfir casusu Tuman’ın kalesinin tekfuruna haber verir. Tekfur askerini top­layarak gelir. Kazan’ın yirmi beş beyini şehit ettikten sonra Kazan’ı uyuduğu yerde arabaya bağlayıp Tuman’ın kalesine getirir, bir kuyuya hapsederler. Kuyunun ağzına bir değirmen taşı korlar. Suyunu ekmeğini taşın deliğinden verirler. Bir gün tekfurun karısı, ne biçim adam oldu­ğunu görmek için Kazan’ı görmeye gelir. Kuyu­nun ağzından Kazan ile konuşur. Yer altında ra­hatının nasıl olduğunu, şimdi ne yiyip içtiğini ve neye bindiğini sorar. Kazan da ölülerine verdikleri yemekleri ellerinden aldığını ve ölülerine bindi­ğini söyler. Kadın yedi yaşında ölmüş olan kızına binmemesi için yalvarır, fakat Kazan ölülerin en yorgası o olduğu için hep ona bindiğini söyler. Tekfurun karısı kocasına bunu anlatarak Kazan’ı kuyudan çıkar­ması için yalvarır. Kâfirler Kazan’ı çıkarıp bir daha kendilerine düş­manlığa gelmeyeceğine yemin eder ve aynı zamanda kendilerini övüp Oğuz’u yererse serbest bıra­kacaklarım bildirirler. Kazan, “val­lahi doğru yolu koyup eğri yoldan gelmeyeyim” şeklinde yemin eder. Yeminini beğenirler, “şimdi de bizi öv, Oğuz’u yer” derler. Kazan yer­yüzünde kimseyi övmeyeceği için binmek üzere bir adam ister. Geti­rirler, Kazan kâfire at gibi binerek onun canını çıkarır. Kopuzunu eli­ne alır, çalıp söylemeye başlar ve kendisini öldür­seler bile kâfiri övmeyeceğini anlatır. Bunun üzeri­ne Kazan’ı yeniden hapsederler. Diğer taraftan Oğuz ülkesinde Kazan’ın ölü­sünü dirisini kimse bilmez. Zamanla oğlu Uruz büyür, koca bir delikanlı olur. Kendisinden baba­sının durumunu saklarlar, o da Bayındır Han’ı ba­bası olarak bilir. Sonunda bir gün yolda birinden Bayındır Han’ın değil, Kazan’ın oğlu olduğunu öğrenir, anasına gelir, sorup soruşturur, gerçeği iyice an­layınca beylerle birlikte babasını kurtarmaya ha­zırlanır. Askerin başına amcası Kara Göne’yi ge­çirirler, yola düşerler. Yolda kâfirin Ayasofya’sını alırlar. Kâfirler bunlarla karşılaş­mak üzere Kazan’ı çıkarır, eğer gelen düşmanı dağıtırsa hem ken­disini serbest bırakacaklarını, hem de haraç vereceklerini bildirirler. Kazan razı olur ve gelen ordunun karşısına çıkarlar. Kazan meydana girerek er diler. Sırasıyla Beyrek’i, Dülek Evren’i, Alp Rüstem’i birer vuruş ile meydandan kaçırır. Bu­nun üzerine Uruz meydana atıla­rak Kazan’ın omuzuna kılıç çalar ve dört parmak derinlikte yara açar. Dönüp tekrar vuracağı sırada Kazan kendisini tanıtır. Toplanıp hep beraber kâfirlere saldırırlar. Kaleyi alıp kilisesini yıkar, mescit yaparlar. Uruz babasını böylece kurtarıp döner. Büyük şenlikler yaparlar. Dedem Korkut ge­lip kopuz çalar, gazi erenlerin başına ne geldiğini söyler. Hikâyenin sonunda yine dünyanın geçicili­ğini anlatan manzume ile ozan duası vardır.

  • Uşun Koca Oğlu Segrek’in Destanı

    Oğuz zamanında Uşun Koca adında birinin iki oğlu vardır. Büyük oğlu Egrek, istediği zaman Bayındır Han’ın divanına gelebilmektedir. Aynı şekilde Kazan’ın divanına da istediği zaman teklif­sizce girmekte ve beyleri basarak Kazan’ın önünde oturmaktadır. Bir gün yine böyle teklifsizce beylerin önüne geçip oturunca Ters Uzamış adındaki bey, “hey Uşun Koca oğlu, bu oturan beylerin her biri otur­duğu yeri kılıcının ve ekmeğinin kuvvetiyle almış­tır, sen baş mı kestin, kan mı döktün, aç mı doyur­dun çıplak mı donattın?” der. Egrek “baş kesip kan dökmek hüner midir?” diye sorar. Ters Uzamış “hünerdir ya!” der. Ters Uzamış’ın bu sözleri Egrek’e dokunur, kalkıp Kazan Bey’den akın izni ister. Kazan Bey izin ve­rir, akın ilan ederek akıncı toplar. Egrek üç yüz akıncı ile bir­likte Şirügüven ucundan Gökçe Denize kadar yağmaya girişir. Bol ganimet alırlar. Yolu, Alınca kale­sine uğrar. Burada Kara Tekfur’ün Oğuz yiğitlerine tuzak olsun diye yaptırdığı koruya girerler. Bunu casuslarından öğrenen Kara Tek­fur altı yüz kâfir göndererek yiğit­lerini öldürtüp Egrek’i yakalatır. Alınca kalesinde zindana atarlar. Aradan zaman geçer, Uşun Koca’nın küçük oğlu Segrek büyür, yiğit bir delikanlı olur. Bir gün bir dernekte ayakyoluna çıkarken iki öksüz çocu­ğun dövüştüklerini görür. Onları ayırmak için her birine bir tokat vurunca çocuklardan biri, hüneri varsa Alınca kalesinde tutsak bulunan kardeşini kurtarmasını söyler. Segrek kardeşi olduğunu ve onun tutsak bu­lunduğunu öğrenince deliye döner. Gelip anasının ağzını arar. Gerçeği anlayınca Alınca kalesine git­meye karar verir. Anası babası engel olmaya çalışır­lar, fakat başaramazlar. Kazan Bey’in tavsiyesiyle hemen düğününü yaparlar. Fakat Segrek gerdeğe girince kızın bütün ısrarlarına rağmen murada ermeyi reddeder. Gelin durumu kayın atasına ve kayın anasına anlatır. Hasılı Segrek’i durduramaz­lar. Atına atlayıp yola girer ve üç günlük yolu bir günde alarak Dereşam ucundan geçer, kardeşinin tutulduğu koruya gelir. Kâfirin ılkıcılarını öldürüp koruya girer. Tam bu sırada uykusu geldiği için atının yularını bileğine bağlayıp uyur. Diğer taraftan kâfirin casusu durumu gelip tekfura bildirir. Tekfur önce altmış atlı, sonra yüz atlı gönderir, fakat her iki seferde de bileğine bağladı­ğı at Segrek’i uyandırır ve Segrek kâfirleri dağıtır. Kâfirler Segrek’in üzerine yeniden gitmeyi redde­derler. Sonunda Egrek’i çıkarıp göndermeye karar verirler ve o yiğidi öldürürse kendisini serbest bırakacaklarını söylerler. Egrek üç yüz kâfirle birlik­te korudaki yiğidin üzerine gelir. Kâfirler uzakta dururlar. Egrek bu Oğuz yiğidinin yanına gelir. At, bu sefer yularından boşanıp kaçtı­ğı için, Segrek’i uyandıramaz. Eg­rek uyuyan yiğidin kopuzunu alarak çalar ve onu uyandırır. Haberleşince kardeş olduklarını öğrenir, kâfirleri basıp kaleye dökerler. İki kardeş dönerek yine Dereşam suyunu geçer ve sağ esen Oğuza gelirler. Uşun Koca büyük şenlikler yapar. Büyük oğluna da gelin getirir. İki kardeş birbirine sağdıç olurlar. Dedem Korkut gelip destanlar söyler. Burada biten hikâyenin sonunda yine dünya­nın geçiciliğini anlatan bir cümle ile dört cümlelik ozan duası vardır.

  • Begil Oğlu Emren’in Destanı

    Kam Gan oğlu Han Bayındır yine bir gün bü­yük çadırlarını kurarak İç Oğuz, Taş Oğuz beyle­rini divanına toplamıştır. Bu sırada Dokuz Tümen Gürcistan’ın haracı gelir. Bir at, bir kılıç ve bir çomaktan ibaret olan bu haracın azlığı Bayındır Han’ı üzer. Bunları beyler arasında nasıl böleceğini düşünürken Dede Korkut “üçünü de aynı yiğide verelim, Oğuz iline karakolluk yapsın” der. Sonun­da Begil adında bir yiğide verirler. Dedem Korkut kılıcı Begil’in beline bağlar. Begil atına binip hısım akrabasını ayırıp evini çözer ve Oğuzdan göç eyler. Berde’ye, Gence’ye gidip Dokuz Tümen Gürcistan ağzına yerleşerek karakol vazifesine başlar. Begil yılda bir defa Bayındır Han’ın divanına gelmektedir. Yine bir gün Bayındır Han’dan adam gelerek Begil’i divana çağırır. Bayındır Han Begil’i tam üç gün ağırlar, azizler. Üç gün de av etiyle ağırlamak üzere av tertip ettirir. Av hazırlığı sırasında beylerin ki­misi atını, kimisi kılıcını, kimisi ok atmasını övmeye başlar. Salur Ka­zan ne atını, ne de kendisini över, sadece Begil’in hünerini söyler. Gerçekten Begil av sırasında öyle herkes gibi ok kullanmamak­tadır. Avını yakalamak için yayını boynuna atarak onu kolayca dur­durmakta, zayıf ise belli olsun diye kulağını delip bırakmaktadır. Kazan işte bundan bahsederek “hüner atın mıdır, erin midir ?” diye sorar. Beyler “erindir” derler. Kazan bunu ata bağlar. Kazan’ın bu sözü Begil’e çok dokunur. Bayındır Han’ın he­diyelerini önüne dökerek divanı bırakıp evine dö­ner. Karısına Oğuza baş kaldırdığını söyleyerek Dokuz Tümen Gürcistan’a göçmelerini teklif eder. Karısı bırakmaz ve gözü gönlü açılsın diye Begil’i ava gönderir. Av sırasında Begil attan düşer ve sağ uyluk kemiği kırılır. Eve döner, kimseye söylemez. Fakat beş gün divana çıkmaz. Sonunda karısına durumu söyler. Böylece Begil’in ayağının kırıldığı her yana yayılır. Kâfir casusları bunu tekfura bil­dirirler. Tekfur Begil’in yurduna saldırmaya karar verir. Begil casuslarından bunu haber alınca oğlu­nu, Kazan’ı yardıma çağırmaya göndermek ister. Fakat oğlu Emren bunu reddederek düşmanın kar­şısına kendisinin çıkacağını bildirir. Emren babasının atına binerek kâfirleri karşı­lar. Şökli Melik’in kâfirleri gelirler. Emren tekfurla yaptığı savaşta yenilecek gibi olunca Allah’a yal­varır. Tanrı da kendisine kırk kişilik kuvvet verir. Bunun üzerine tekfuru basıp altına alır. Tekfur Müslümanlığı kabul eder. Kâfirler dağılırlar. Akın­cılar kâfir ülkesini yağma ederler. Begil şenlik yapar ve oğlunu hediyelerle bir­likte Bayındır Han’a götürür. Padişah, Kazan oğlu Uruz’un sağ yanında ona yer gösterir, elbiseler giydirir. Dedem Korkut gelip şadlık çalar, bu Oğuzna­meyi düzenleyerek Emren’e ithaf eder. Gazilerin başından geçenleri anlatır. Burada biten hikâyenin sonunda yine aynı ozan duası vardır.

  • Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Destanı

    Bir gece, üzerine düşman gelince Oğuz kav­mi ürkerek göç eder. Kaçıp giderken yolda Aruz Koca’nın küçük çocuğunu düşürürler, bir arslan bulup götürür, besler. Bir müddet sonra Oğuz kavmi yine dönüp yurduna yerleşir. Arslanın götürdüğü çocuk büyü­müştür. Sazlıktan çıkıp atları öldürerek kanlarını sömürmeye başlar. Toplanıp çocuğu sazlıktan çı­karır, getirirler. Fakat her seferinde çocuk kaçıp yine arslan yatağına gider. En sonra Dedem Korkut ge­lip ona insan olduğunu, hayvan­larla değil, insanlarla birlikte yaşa­ması gerektiğini anlatır ve büyük kardeşinin adının Kıyan Selçuk olduğunu bildirerek kendisine de Basat adını takar. Aruz’un bir çobanı vardır. Konur Koca Saru Çoban adındaki bu çoban yaylaya çıkma zamanı gelince daima herkesten önce yay­laya çıkar. Bir gün yine böyle bir yaylaya çıkma zamanında Saru Çobanın sürüsü Uzun Pınar denen bir pınara gelince ürkmeye başlar. Çünkü pınara periler konmuşlar­dır. Çoban ilerleyerek peri kızla­rından birisini yakalar ve tamah ederek münasebette bulunur. Ertesi sene aynı pınarın başında peri kızı ço­bandan olan çocuğunu dünyaya getirmiştir. Ba­yındır Han beylerle gezerken bununla karşılaşır. Tepesinde tek gözü olan bu çocuğu Basat’la bir­likte beslemek üzere Aruz Koca evine getirir. Da­dılara verirler. Fakat Depegöz öyle kuvvetli emer ki birkaç dadının canını alır. Bunun üzerine sütle beslerler. Günde bir kazan süt yetmez. Depegöz büyüyüp gezmeye ve çocuklarla oynamaya baş­lar. Fakat bu sefer de çocukların burunlarını, ku­laklarını yediği görülür. Aruz Depegöz’ü evinden kovar. Depegöz’ün peri anası gelip ok ve kılıç işle­mesin diye oğlunun parmağına bir yüzük geçirir. Depegöz Oğuzdan çıkarak bir yüce dağa yerleşir, yol keser, adam öldürür, büyük bir harami olur. Bir müddet sonra Oğuzdan da adam yemeye baş­lar. Toplanıp üzerine giderler. Fakat Depegöz’e bir şey yapamazlar. Kazan Bey ile kardeşi Kara Göne Depegöz’ün önünde dayanamazlar. Düzen oğlu Alp Rüstem’i, Uşun Koca’nın iki oğlunu, demür donlu Mamak’ı öldürür. Bıyığı kanlı Bügdüz Emen acze düşer. Aruz Koca’ya kan kusturur ve büyük oğlu Kıyan Selçuk’ün ödü patlar. Hasılı Oğuz kav­mi Depegöz’ün önünde perişan olur. Yurtlarından kaçmak isterler, fakat Depegöz yedi defa önlerini keserek bir yana bırakmaz. Çaresiz, Depegöz’le an­laşmaya karar verirler. Dedem Korkut’u gönderip Depegöz’le pazarlık ederler. Depegöz yemek üzere günde iki adamla beş yüz koyuna razı olur. Aynı zamanda yemeğini pişirmek için de iki kişi ister. Yünlü Koca ile Yapağulu Koca’yı Depegöz’ün ye­meğini pişirmeye gönderip günde iki adamla beş yüz koyun vermeye başlarlar. Böylece her ev sıra ile bir oğlunu verir. Kapak Kan adında birisi de iki oğlundan birini vermiştir. Bu sefer sıra öbür oğlu­na gelir. Anası feryat etmeye başlar. Tam bu sırada Basat, çıkmış olduğu akından dönmektedir. Kapak Kan’ın karısı, oğlunun yerine bir tutsak vermesi için Basat’a karşı gelir. Ona Depegöz’ün yaptıkları­nı anlatır ve bir tutsak alır. Basat durumu öğrenin­ce Depegöz’le karşılaşmaya karar verir. Kazan ve babası vazgeçir­meye çalışırlarsa da, Basat kara­rından dönmez ve Depegöz’ün yerleştiği Salahana kayasına gelir. Bu sırada Depegöz sırtını güneşe verip uyumaktadır. Basat’ın attığı okları önce sinek sanır, fakat okun bir parçası önüne düşünce kalkıp Basat’ı yakalar, çizmesine sokar, yeniden uykuya dalar. Biraz sonra Basat çizmeyi yarıp içinden çıkar. Kocalardan, Depegöz’ün yalnız gözünde et olduğunu öğrenince süngüsünü ocakta kızdırarak uyu­yan Depegöz’ün gözüne basar, gözünü kör eder. Bundan sonra Basat ile Depegöz arasında çetin bir çekişme başlar. Basat önce ka­çıp mağarada koyunun içine girer. Depegöz bunu anlar, mağaranın kapısını keserek koyunları birer birer çıkarır. Basat bir koçun de­risine girerek mağaradan çıkar. Depegöz bu sefer yüzüğünü verir, Basat parmağına takar, Depe­göz bu arada Basat’ı hançerle vurmak ister, Basat yine kurtulur. Depegöz bunun üzerine hazinesini vermek bahanesiyle Basat’ı hazinenin bulundu­ğu kulübeye sokar. Tam kümbedi yıkacağı sırada kümbet yarılır ve Basat dışarı çıkar. Nihayet ancak, bir mağara kapısında asılı olan kılıcının başını ke­seceğini söyleyerek Depegöz Basat’ı kılıca gönde­rir. Kendi kendisine inip çıkan bu çok keskin kılıca Basat, ok ile zincirini koparıp düşürdükten sonra yaklaşır ve getirerek Depegöz’ün boynunu vurur. Kocaları Oğuz’a müjdeci gönderir. Oğuz ülkesi sevinç içinde çalkanır. Beyler Salahana kayasına gelir, Depegöz’ün başını ortaya getirip şenlik ya­parlar. Dede Korkut gelip gazi erenlerin başlarına gelenleri anlatır ve Basat’a dua eder. Burada biten hikâyenin sonunda iki cümlelik kısa bir ozan duası vardır.

bottom of page