top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 850 sonuç bulundu

  • Sembolizm (Simgecilik)

    Simgecilik, 1885 – 1900 yılları arasında Fransa’da yaygınlaşan ve özellikle şiir sanatını etkileyen bir akımdır. “Şey”lerin görünenden öte, görünmeyen yüzlerini ortaya çıkarma çabası denilebilir. Simgeleme, sanatın her döneminde görülmüş; ancak yukarıda belirtilen tarihlerde yazın alanında yeni teknik ve biçimlerin oluşturulması sağlanmıştır. Resim sanatında, müzik sanatında, yazın alanında hep aynı iç sıkıntıları ve karamsarlık görülür. Olguları doğrudan doğruya anlatmaktan öte onları sözcüklerle, seslerle, kimi çağrışımlarla, benzeşimlerle dinleyenin veya okuyanın sezgi gücüne dayanarak sunar. Gizil anlamların anlaşılır hale dönüştürülmesini, okuyucuyla paylaşmayı amaçlar. Jean Moreas 1886 yılında “Sembolizmin Bildirgesi” adlı yazısında “Simgeci şiir sıradan anlatımın, sözde duygusallığın, nesnel tanımlamanın düşmanıdır” der. Ona göre simgeci şiir, düşünceyi duygusal bir biçimde örter. Simgecilere göre, doğadaki her olayın gerisinde bir düşünce vardır. Gördüğümüz, algıladığımız şeyler, düşüncenin dış görüntülerinden başka bir şey değildir. Başka bir deyişle simgecilikte önemli olan, görünen değil, onun gerisindekidir. T EMEL İLKELERİ – Algılanan dış görüntülerin arkasında gizli olan anlamlar ortaya çıkarılmalıdır. Bunu yapabilmek ise duyumsamayla olur. – Doğa bir bütündür. Görünenin gerisinde bir düşünce vardır. İnsanla evren arasında, insanla nesneler arasında, nesnelerle onları algılamaya yarayan duyumlar arasında bir ilişki vardır. Buna “benzerlikler ve ilişkiler ilkesi” denir. – Simgecilerin görevi dış görüntülerin gerisindeki düşünceyi imgeler yaratarak anlatmaktır; çünkü nesnelere gerçek anlamlarını ancak imgeler verir. – Simgeci şair, konunun yapısına uyarak açık bir anlatımda bulunmamalıdır. Şiirde imgelere dayanan bir anlatım olmalıdır. Bir şeyi nitelemek yerine onu anımsatmakla yetinilmelidir. – Müziğin şiir diliyle bütünleşmesi gerekir. Müzik de gizli olanı, tanımlanamayanı anlattığı için şiire yansıtılmalıdır. Şiirdeki tartım (ritm) ve sözcükler müziksel anlatımla bütünleştirilmelidir. – Belli ölçü ve biçimlerden uzak durulmalıdır. Başka bir deyişle biçimde yenilik olmalıdır. Anlatım için seçilen sözcüklerdeki çağrışım gücünün çok olmasına özen gösterilmelidir. Simgeci şairlere örnek olarak: Fransız yazınından Baudelaire (1821-1867), Verlaine (1844-1896), Mallarme (1842-1898); Alman yazınından George (1868-1933), Hardt (1876-1947), Vollmöller (1878-1948); Rus yazınından Biely (1880-1934), Brioussou (1873-1924); İngiliz yazınından Dowson (1867-1900), Symons (1865- 1945); Türk yazınından Ahmet Haşim (1883- 1933) gösterilebilir. B ALKON H atıralar annesi, sevgililer sultanı, E y beni şad eden yâr, ey tapındığım kadın. O cak başında seviştiğimiz o zamanı, O canım akşamları elbette hatırlarsın. H atıralar annesi, sevgililer sultanı. O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan! Y a pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen B aşım göğsünde, ne severdin beni o zaman! N e söyledikse çoğu ölmeyecek şeylerden! O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan! N e güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları! K âinat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar! Ü stüne eğilirken ey aşkımın pınarı, S anırdım ciğerimde kanının kokusu var. N e güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları! K alınlaşan bir duvardı aramızda gece. S eçerdim o karanlıkta gözbebeklerini M est olur, mahvolurdum nefesini içtikçe. B ulmuştu ayakların ellerimde yerini. K alınlaşan bir duvardı aramızda gece. B ana vergi o tatlı demleri hatırlamak; Y eniden yaşadığım, dizlerinin dibinde O “mestinaz” güzelliğini boştur aramak, S evgili vücudundan, kalbinden başka yerde, B ana vergi o tatlı demleri hatırlamak. O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler, D ipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır? N asıl yükselirse göğe taptaze güneşler. G üneşler ki, en derin denizlerde yıkanır. O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler! C harles Baudelaire(Çeviren: Cahit Sıtkı Tarancı)

  • Romantizm (Coşumculuk)

    Romantizmle “Aydınlanma Dönemi” özdeş görülmektedir. Fransız Devriminin getirdiği yeni anlayış, sanatçıların da kendilerini özgürce anlatmalarına olanak sağlamıştır. Romantizm akla karşı duyguyu, seçkin sınıfa karşı halkı, süslülüğe karşı doğallığı, kurallara karşı kuralsızlığı işler. Yaratıcısı, esin kaynağını antik dünyanın klâsik kültür yapıtlarından değil, kişinin kendinde, duygularda ve düş gücünde bulur. Romantizmde sanatsal başarı, kişinin kendini anlatmasında, hatta kişiliğinin çok belirgin bir parçasını yani duygularını dile getirmesindedir. Romantizm sadece bir sanatsal anlatım biçimi olmamış aynı zamanda bir düşünce biçimi de olmuştur. Klâsisizm gibi romantizm de ilk olarak Fransız yazınında görülmüştür. En önemli katkı ise Victor Hugo’dan (1802 – 1885) gelmiştir. Fransız romantizmin bildirisi olarak kabul edilen ve Cromwell adlı oyununa yazdığı önsözde “sanatta özgürlük” görüşünü açıklamıştır. Diğer bütün romantiklerden söz ustalığı ile belirgin olarak ayrılmıştır. Romantizmin sürekliliği, kendinden öncekilere oranla daha belirgin olarak, düzyazı alanında görülmüştür. İlk kez Madame de Stael Edebiyat Üzerine adlı yapıtında, “kurumların ve geleneklerin değişimleri” ilkesine dayandırarak “eleştiri” kavramına yeni bir boyut kazandırmıştır. Düzyazının yanı sıra şiir, roman ve tiyatro örneklerinde de romantizmin belirgin özellikleri görülür. Örneğin tiyatroda güncel konular işlenmeye başlanmış, klâsik dönemin biçim kurallarına karşı çıkılarak, tiyatronun yansıtması öngörülen gerçeğin yeniden tanımı yapılmıştır. Fransız Devriminin hazırladığı özgürlük, eşitlik, adalet, yurt sevgisi, dinsel inançlara bağlılık gibi değerlerle donanmıştır. Coşumculuk yalnızca klâsik anlayışa tepki değil, aynı zamanda insan yaşamının bütün olanaklarını kapsayan bir bilinç değişimidir. Onu bir yazın akımı olarak belirleyen, getirdiği yeni sanat anlayışıyla birlikte kent soylu sınıfın dünya görüşüne koşut biçimde geliştirdiği “birey” kavramı olmuştur. Coşumcu duyarlığın temelinde sanatçının yaşadığı doğa ve toplumu birey olarak algılaması vardır. Bu akıma Fransız yazınından Victor Hugo (1802-1885), Lamartine (1790-1869), Musset (1810- 1857); Alman yazınından Friedrich Hölderlin (1770-1843), Heinrich von Kleist (1777-1811); İngiliz yazınından Byron (1788-1824), Coleridge (1772-1834), Keats (1795-1821); İtalyan yazınından Manzoni (1785-1873), Pellico (1788-1854), Leopardi (1798-1837); Amerikan yazınından Mellive (1819-1891), Edgar A. Poe (1809- 1849), Whitman (1816-1892); Türk yazınından Namık Kemal (1840-1888), Ahmet Mithat Efendi (1844-1913) örnek olarak gösterilebilir. T EMEL İLKELERİ Romantizm, klasisizme tepki olarak doğduğu için, romantizmin özellikleri ile klasisizmin özellikleri arasında tam bir karşıtlık vardır: 1. Hayal ve duygu, akıl kadar gerekli ve önemlidir. 2. Dış dünya, doğa, renkli ve göz alıcı betimlemelerle anlatılır. 3. Kusursuz, genel ve evrensel olan konular değil, özel ve yerel olan konular işlenir. 4. Yunan mitolojisi yerine Hıristiyanlık mucizeleri ve ulusal efsaneler işlenir. Konular, tarihten ya da günlük yaşamdan alınır. 5. Ölüm, acı, aşk, intihar gibi temalar işlenir. 6. Konular işlenirken iyi-kötü, doğru-yanlış, ak-kara gibi karşıtlıklardan yararlanılır. 7. Tiyatroda üç birlik kuralı kaldırılır ve “dram” türü başlatılır. (Dram türünün ilk izleri Shakespeare’de görülür; ama türü yaygınlaştıran romantiklerdir. Bu nedenle, romantizmin kaynağının Shakespeare olduğu unutulmamalıdır.) 8. Toplum için sanat anlayışı benimsenir.9. Sanatçı, yapıtında, kişiliğini gizleme gereği duymaz; olaylara karışır ve iyiden yana tavır alır. A ŞLICA TEMSİLCİLERİ J .J ROUSSEAU (1712-1778): Romantik bir sanatçı olmaktan çok, bir aydınlanmacıdır. Fransız İhtilali’nin “kalbi” sayılmıştır. Halk egemenliği, eşitlik ve özgürlük temellerine dayanan yeni bir toplum düzeni tasarlamış; bilim ve sanatta ilerlemenin ahlakta ilerlemeyi de birlikte getiremediğini, bu nedenle de ilkel insanın uygar insandan üstün olduğunu savunmuştur. Yapıtları: Toplumsal Sözleşme, Emile, İtiraflar, Diyaloglar… V OLTAIRE: Romantizm öncesi, aydınlanmacıdır. Kendinden sonraki sanatçıları etkileyen güçlü bir düşünürdür. Yapıtları: Zadig, Candide, Çıraklık Yılları (roman); Seçme Şiirler… V . HUGO (1802-1885): Romantizmin kurucusu ve kuramcısıdır. Ressamlığının izleri yazdıklarına yansımıştır. Şiirlerindeki ana duygu aşk, doğa, özgürlük, vatan ve insan sevgisidir. Roman ve oyunlarında Fransız toplumunun çeşitli dönemlerini anlatmıştır. Yapıtları: Sonbahar Yaprakları, Akşam Şarkıları, Işıklar ve Gölgeler (şiir); Ruy Blas, Kral Eğleniyor, Cromwell, Hernani (oyun); Sefiller, Notre-Dame’ın Kamburu (roman)… G OETHE (1749-1832): Şiir, tiyatro, roman ve yaşamöyküsü türlerinde yapıtlar vermiştir. Şiirlerinde, başlangıçta Halk şiirinin olanaklarından yararlanmış, sonra da “hayatfelsefesi”ni işleyen şiirler yazmıştır. Yapıtları: Roma Mersiyeleri, Divan (şiir); Faust, İphigenie Tauris’te, Tasso (oyun); Werther, Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları ve Gezileri (roman)… A . PUŞKİN (1799-1837): Rus romantiklerin en büyüğüdür. Birçok türde yazmıştır. Hareketli hayatı, yazdıklarının renkli ve canlı olmasını sağlamıştır. Yapıtları: Kafkas Esiri, Bahçesaray Çeşmesi, Çingeneler, Evgeniy Onegin (şiir, manzum öykü), Yüzbaşının Kızı, Dubrovski, Maça Kızı, Biyelkin’in Hikâyeleri (roman, öykü)… T ÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİR omantizmin Türk edebiyatındaki en yoğun etkisi Tanzimat döneminde görülür. Çeviriler yoluyla başlayan bu etki, özellikle Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi ve Abdülhak Hâmit’in yapıtlarında göze çarpar. A NNABEL LEE S enelerce, senelerce evveldi; B ir deniz ülkesinde Y aşayan bir kız vardı, bileceksiniz İ smi Anabel Lee; H içbir şey düşünmezdi sevilmekten S evmekten başka beni. O çocuk ben çocuk, memleketimiz O deniz ülkesiydi, S evdalı değil karasevdalıydık B en ve Annabel Lee; G öklerde uçan melekler bile K ıskanırlardı bizi. B ir gün işte bu yüzden göze geldi O deniz ülkesinde, Ü şüdü rüzgârından bir bulutun G üzelim Annabel Lee; G ötürdüler el üstünde K oyup gittiler beni, M ezarı ordadır şimdi, O deniz ülkesinde. B iz daha bahtiyardık meleklerden O nlar kıskandı bizi, – Evet! – bu yüzden (şahidimdir herkes V e o deniz ülkesi) B ir gece bulutunun rüzgârından Ü şüdü gitti Annabel Lee. S evdadan yana, kim olursa olsun, Y aşça başça ileri, G eçemezlerdi bizi; N e yedi kat göklerdeki melekler, N e deniz dibi cinleri, H içbiri ayıramaz beni senden G üzelim Annabel Lee. A y gelip ışır, hayalin erişir G üzelim Annabel Lee; B u yıldızlar gözlerin gibi parlar G üzelim Annabel Lee; O rda geceleri, uzanır beklerim S evgilim, sevgilim, hayatım, gelinim O azgın sahildeki,Yattığın yerde seni. E dgar Allan Poe(Çeviren: Melih Cevdet Anday)

  • Realizm (Gerçekçilik)

    Adını Fransızca realite sözcüğünden alan realizm, Türkçede gerçekçilik olarak kullanılagelmiştir. Tam olarak “var olan, varlığı yadsımayan, aslına uygun nitelik taşıyan, uydurma ya da yalan olmayan ” anlamına gelir. “Yaşamı ve doğayı olduğu gibi aktarmak” çabasında olan bu görüş, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da coşumculuğa tepki olarak ortaya çıkmıştır. Doğaya ve insana özgü olup bitenleri tüm gerçekliği ile olduğu gibi anlatmak sanatçının en önemli sorumluluğudur. Bu dönemde eleştirel, doğalcı ve toplumcu gerçekçilik oluşmuştur. Eleştirel gerçekçilikte, kentsoylu yaşam eleştirilmiş ve bu yaşamın insanı nasıl körelttiği vurgulanmıştır. Bunu yaparken de eleştirel gerçekçiliğin, “tipleştirme ve yaşam çözümlemesi” ilkesine bağlı kalınmıştır. Doğalcı gerçekçilikle, doğa olaylarındaki “aynı nedenler, aynı sonuçlar doğurur” ilkesi yaşama aktarılmıştır. Bu görüş aynı zamanda belirlenimcilik (determinizm) olarak da bilinir. Bu anlayışa göre, toplumsal nedensellik bir yana bırakılarak salt yaşananın nesnel olarak yansıtılmasıyla yetinilmiştir. Toplumcu gerçekçilik ise insan ve doğayı Marksist dünya görüşü ile açıklar. Buna göre, toplumsal çatışmayı ve bu çatışmanın insan üzerindeki etkilerini yansıtır. Düşücenin öncelikli olması, güzelliğin ve sanatsal özelliklerin geriye atılması anlamında değildir. İnsan içinde bulunduğu toplumun uzantısı olarak duyan, düşünen, tasarlayan bir varlıktır. Bu nedenle sanatçıya çok sorumluluk düşmektedir. Toplumcu gerçekçiliğin önemli yazarlarından M. Şolohov bu konuda şöyle der: “Okuyucuya namuslu söz söylemek, doğruyu anlatmak gerekir. Sanat, insanların kafalarını ve yüreklerini etkileyecek güce sahiptir. Bir insanın sanatçı tanımına uyması için, bu gücü insanların ruhunda güzeli yaratmaya ve insanlığın iyiliğine yöneltmesi gerektiğine inanıyorum.” Ö ZELLİKLERİ 1. Gözlem ve belgeye dayanır; insan, içinde bulunduğu çevrenin özellikleriyle değerlendirilir. 2. Sanatçı, taraf tutmaz; kendi duygu ve düşüncelerini yapıtına yansıtmaz. 3. İnsan ve toplum, “iyi-kötü, güzel-çirkin” demeden, olduğu gibi yansıtılır. (Klasikler, “olması gerektiği gibi”; romantikler, “kendi istedikleri gibi” anlatırlar.) 4. Anlatım kusursuzdur, üsluba önem verilir. Kişiler, sosyal düzeylerine göre değil, sanatçının üslup özelliklerine göre konuşturulur. 5. Betimlemeler, ruhsal özellikleri yansıtmak amacıyla ve yapıttaki kişilerin gözüyle yapılır. 6. Toplum gerçekleri ele alınmasına karşın, “sanat için sanat” anlayışı benimsenir. 7. Realist edebiyatta tiyatro, özellikle de roman türü çok gelişmiştir. B AŞLICA TEMSİLCİLERİ S TENDHAL (1783-1842): Gezi, anı, deneme, öykü ve roman türlerinde yapıtlar veren yazarın süssüz bir anlatımı vardır. Hafif alaycılığı ve psikolojik çözümlemeleri, yaşadığı dönemde anlaşılamamıştır. Yapıtları: Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı, Kastro Rahibesi, Racine ve Shakespeare… H . DE BALZAC (1799-1850): “İnsanlık Komedyası” genel başlığı altında topladığı romanlarında, insan hayatının çeşitli yönlerini eşsiz bir gözlem gücüyle yansıtmayı başarmış,dünya edebiyatına ölmez tipler bırakmıştır. Yapıtları: Eugènie Grandet, Goriot Baba, VadidekiZambak, Otuz Yaşındaki Kadın, Köy Hekimi, Mutlak Peşinde, Tılsımlı Deri… G . FLAUBERT (1821-1880): Yapıtlarında, kahramanlarının gerçeğe uygun olmasına, söyleyişe ve biçime önem vermiş, kendi kişiliğini gizlemiştir. Yapıtları: Madame Bovary, Salambo, Duygusal Eğitim, Üç Hikâye… R us Edebiyatında Realistler N . GOGOL (1809-1852): Öykü, roman ve oyun türlerinde yazmıştır. Yapıtlarında “didaktik” bir eğilim görülür. Yapıtları: Petersburg Hikâyeleri, Palto, Bir Delinin Hatıra Defteri, Masallar, Ölü Canlar, Müfettiş, Kumarcılar… T URGENYEV (1818-1883): Yapıtlarında gerçekle şiir, gözlemle düşsel sezgi arasında uyumlu bir denge kurmayı başaran yazar, köylülerin ve toprak sahiplerinin portrelerini çizmiştir. Toprak köleliğine karşı olan tutumu, toprak köleliğinin kaldırılmasında etkili olmuştur. Yapıtları: Babalar ve Oğullar, Fırtınadan Önce, Bir Avcının Notları, Taşralı Kadın, Köyde Bir Ay… F . DOSTOYEVSKİ (1822-1881): Acıma ve psikoloji, hemen bütün yapıtlarının temel öğesidir. Bu nedenle, çağdaş psikologlar ve egzistansiyalistler, onun sezgilerindenyararlanmışlardır. Yapıtları: Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Budala, Kumarbaz, Ölüler Evinden Hatıralar, Yeraltından Notlar… L . TOLSTOY (1828-1910): Düşünce ve hayal zenginliği taşıyan yapıtlarında yarattığı tipler, anlattığı olaylar, törelerle ilgili betimlemeler, gerçeklere çok yakındır. Bütün bunları yalın bir üslupla anlatmayı başarmıştır. Yapıtları: Savaş ve Barış, Anna Karenina, Diriliş, İvan İlyiç’in Ölümü, Hacı Murat, Sivastopol 1855 (roman, öykü); Karanlığın Kudreti, Yaşayan Ölü (tiyatro)… A . ÇEHOV (1860-1904): Öykü ve oyunlarıyla tanınır. Hayatın gelişigüzel, önemsiz yanlarını anlatır. Olaya pek önem vermemiş, konuyla doğrudan ilgili olmayan ayrıntılardan kaçınmıştır. Yapıtları: Hikâyeler, (4 cilt, öykü); Martı, Üç Kızkardeş, Vanya Dayı, Vişne Bahçesi (oyun)… M . GORKİ (1868-1936): Hiçbir öğrenim görmeyen; kendini yetiştiren yazar, “Rus edebiyatı” ile “Sovyet edebiyatı” arasında bir köprü ve “sosyal gerçekçilik”in öncüsü sayılır. Yapıtları: Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim, Ana, Klim Samgin’in Hayatı (roman); Stepte, Sıkıntı, Serseriler (öykü); Ayaktakımı Arasında, Küçük Burjuvalar (oyun); Edebiyat Yaşamım, Tolstoy’dan Anılar (anı, deneme)… İ ngiliz Edebiyatında Realistler C . DİCKENS (1812-1870): Yazdıklarında toplumsal sorunları sergilemiş; ama bunların nedenlerini, çözüm yollarını göstermede pek başarılı olamamıştır. Yapıtları: Büyük Ümitler, Antikacı Dükkânı, Oliver Twist, David Copperfield, İki Şehrin Hikâyesi… A merikan Edebiyatında Realistler M . TWAİN (1835-1910): Yapıtlarında, başından geçen serüvenleri yansıtmış, romantik ve realist öğeleri dengeli bir biçimde kullanmıştır. Yapıtları: Tom Sawyer’in Maceraları, Mississipi’de Hayat, Huckleberry Finn’in Maceraları… J .LONDON (1876-1916): Pek çok yapıtında insanların (ve hayvanların) toplumsal davranışı altında görülen “kabalık” kavramıyla uğraşmıştır. Yapıtları: Vahşetin Çağırışı, Âdem’den Önce, Deniz Kurdu, Kurt Kanı, Demir Ökçe, Martin Eden, Sevginin Katıksızı, Ateş Yakmak… E . HEMİNGWAY (1898-1961): Yalın bir anlatımı vardır. Yapıtları: Güneş de Doğar, Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, İhtiyar Adam ve Deniz, Afrika’nın Yeşil Tepeleri… J . STEİNBECK (1902-1968): Genellikle toprakla uğraşan insanları, köy ve sayfiyeleri anlatmıştır. İyi bir gözlemcidir. Yapıtları: Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri, Bitmeyen Kavga, Cennet Çayırları, Yukarı Mahalle, Uğurlu Perşembe… T ÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ Realizm, Tanzimat edebiyatının ikinci döneminden başlayarak Türk edebiyatının bütün topluluklarında etkisini göstermiştir. Recaizade M. Ekrem (Araba Sevdası), Samipaşazade Sezai (Sergüzeşt) ile başlayan realist etkilenme, Servet-i Fünun edebiyatında Halit Ziya ile en önemli temsilcisine kavuşur. Servet-i Fünun’un diğer realist yazarları, Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit’tir. Bağımsız yazarlardan Hüseyin Rahmi, Ahmet Mithat Efendi ve Ahmet Rasim de bu yönde yapıtlar kaleme almışlardır. Türk edebiyatının realist kabul edilen diğer yazarları şunlardır: Yakup Kadri, Refik Halit, Reşat Nuri, Halide Edip, Ebubekir Hazım, Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Memduh Şevket, Halikarnas Balıkçısı, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt… Ş İŞKO İLE SISKA N ikolayevski garında iki eski arkadaş karşılaşmıştı; biri tombalak, öbürü kupkuruydu. Şişko, istasyon büfesinde yemeğini henüz bitirmiş, yağlı dudakları olgun kiraz gibi pırıl pırıldı. Keres şarabıyla turunç çiçeği kokuyordu. Sıska olan, trenden yeni inmiş; valizler, bohçalar, şapka kutularıyla yüklü idi. Üstünden jambon, kahve telvesi kokusu geliyordu. Ardı sıra zayıfça, uzun sivri çenesiyle karısı ve uzun boylu, ikide bir, bir gözünü kırpıştıran jimnaz öğrencisi oğlu yürüyordu. S ıskayı birdenbire fark eden şişko, ona doğru atıldı: – Porfiri, sen misin dostum, diye bağırdı. Yıllar var görüşmeyeli, nerelerdesin yahu? – Vay canına Mişa sen misin?!.. Ne tesadüf bu! Çocukluk arkadaşım… Nereden böyle? İ ki arkadaş kucaklaşıp üç kez öpüştükten sonra yaşarmış gözlerle birbirlerini seyre başladılar. Tatlı bir şaşkınlık içindeydiler. – Hay çok yaşayasın dostum, diye öpüştükten sonra başladı zayıf olan. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi burada karşılaşacağımız! Ne hoş sürpriz bu!.. Dur bakayım sana bir; maşallah, hep eskisi gibi yakışıklı, dinç, iki dirhem bir çekirdek Mişa’sın. Ee, anlat bakalım: Herhalde paralandın, evlendin değil mi? Ben de çoluk çocuğa karıştım. İşte karım Lüiza, Wantzenbah’lardan… Protestan… Şu da oğlum Nafanail, üçüncü sınıfta. Nafanya, bak bu amca, çocukluk arkadaşımdır, jimnazda birlikte okuduk. N afanail bir şey düşünür gibi durakladı, sonra kasketini çıkardı. S ıska devam etti: – Evet okulda birlikteydik. Sana taktığımız adı hatırlar mısın, Mişa? Okul kitaplarından birini cigaranla yaktığın için Herostrates diye takılırdık… Benim adım da arabozuculuğumdan ötürü Ephialtes’di… Kıh-kıh… Çocukluk… Çekinme Nafanya, sokul amcana. Bu da karım, Wantzenbah ailesinden… Protestan.Nafanail biraz düşündü, babasının arkasına sindi. C oşkun bir sevinçle arkadaşına bakan şişko:- Nerelerdesin şimdi, dostum, diye sordu. Nerede görevlisin? Epey ilerledin herhalde?- Eh, karınca kararınca… İ ki yıldır 8’inci dereceye yükseldim: Bir Stanislav* taktılar… Aylığımız pek ahım şahım değil, ama ne yapalım?.. Karım piyano dersleri veriyor, ben boş zamanda oymalı tabaklar yapıyorum. Pek güzel tabaklar, görsen! Tanesini birer rubleye satıyorum. On tane alana ıskontom var doğallıkla… G eçinip gidiyoruz işte. Merkezdeyim, şimdi aynı bakanlıktan masa şefi olarak aktarma edildim buraya. Ya sen? Kim bilir, 6’ncı dereceye gelmişsindir yüzde yüz. – Çık azizim, daha çık… 3’üncüdeyiz… İki yıldızım da var. S ıska bir anda değişiverdi: Yüzü sapsarı oldu, durduğu yerde put kesildi. Ama bu hal yalnızca kısa bir an sürdü. Ardından, yüzüne birdenbire bir gülümseme yayıldı. Kırış kırış olmuş yüz çizgilerinden, gözlerinden sanki ince ince kıvılcımlar saçılıyordu. Kupkuru gövdesi büzülüp kamburlaşmış, daha da sıskalaşmıştı sanki… Karısının sivri çenesi daha da uzadı. Nafanail hazır ol durdu, ceketini ilikledi. S ıska, şişko arkadaşının karşısında ellerini uğuşturarak: – Bendeniz, Ekselâns… şey… Çok memnun oldum yani… mutlu oldum. Bir dostum, çocukluk arkadaşımız da diyebilirim… Böyle bir yere ulaşmış olması… Kih-kih!.. – Bırak bunları Porfiri, ne biçim konuşma bu! Çocukluk arkadaşları arasında resmiyet olur mu, ayıp! S ıska daha da büzülerek: – Aman efendimiz… Nasıl olur, diye kihkihlemeye devam etti. Devletlinin yüksek iltifatları… Bizler için baha biçilmez… Devletlimize Nafanail’i tanıştırmakla onur duyarım. Karım Lüiza… Protestanlardan… Ş işko karşılık vermek istedi; ama sıskanın yüzüne yayılan korku derecesinde saygı, baygınca tatlılık, yaltaklanma midesini bulandırdı. Yüzünü sıskadan çevirerek elini uzattı. Sıska, 3’üncü derece yüksek memurun elinin üç parmağını saygıyla sıktı, bütün gövdesiyle eğilerek selam verdi ve Çinlilerin yaptığı gibi kihkihledi. Karısı gülümsedi. Nafanail reverans yaparken kasketini düşürdü. Üçü, uzaklaşan şişkonun arkasından tatlı bir şaşkınlık içinde bakakaldılar. A nton Çehov(Çeviren: Nihat Yalaza Taluy) Realizm (Gerçekçilik)

  • Postmodernizm

    Postmodernizm 1960 sonrası Amerika’da ortaya çıkmış bir akımdır. Düşünce olarak mimaride, plastik sanatlarda ve yazın alanında etkili olmuştur. Yaşam biçimi olarak da benimsenen postmodernizm, modernizm sonrası, ona ek olarak ele alınır. Varlığını modernizme borçludur. Ancak modernizme karşı çıkış değildir. Modernizmin bir sonraki sürecidir. Zaten “post” sözcüğü de “ek, sonra” anlamına gelir. Bu nedenle modernizmle zıt düşmesi ya da modernizm yanlısı olması söz konusu değildir. Yine de modernizmden ayrı düşünülmesi yanlış olur. Yaşam biçimi olarak benimsenmesi tartışılacak birçok yanı beraberinde getirmiştir. Örneğin Türkiye ve Türkiye gibi modernizmi tam olarak yaşayamamış ülkelerde modernizm sonrasının yaşanılmaya çalışılması ya da yaşanılıyor sanılması büyük bir yanılgı olur. Erinç (1995, s. 139)’in deyişiyle “bir haftadan beri yıkanmamış vücuda old spice sürmek” gibi tanımlanır. Bu durum modern olamadan postmodern olmaçabasıdır ki anlamlı değildir. “Bir postmodern sanaçıyı isyankâr gösteren, onun esaretidir. Yaşanılmakta olan dünyayı eleştirebilecek, modernizm karmaşasını ve zıtlıklarını yakalayabilmek edinimleri ve bunları yansıtışıdır.” P ostmodern Edebiyat: Postmodern yazın modern anlayıştan farklı olarak öz ve biçimde yeni bir yaklaşımı beraberinde getirmiştir. Buna göre tür ayrımı ortadan kalkmıştır. Modern yapıtta yorumlanabilirlik sınırlandırıldığı halde, postmodern yapıtta okuyucu, okuduğu sırada metni yeniden yazma durumuna geçer. Modernlikte yapıt anlamlılık taşımaktayken, postmodern yapıt söz söyleme sanatıyla (retorik) bezenmiştir. Dil oyunlarına geniş yer verme ve zaman-yer bütünlüğünden uzaklaşma görülür. Postmodern yazında konu bağlarında geriye dönüşler vardır. Daha önce yazılmış metinlerden yola çıkarak yeni metinler üretilir. Hem sorgulama, hem de yanıt arama bir arada görülür. Roland Gerard Borthes (1915-1980) ve James Joyce (1882-1941)’un yanı sıra Türk yazınından Orhan Pamuk, Bilge Karasu da postmodern olarak nitelendirilen yazarlardan sayılırlar. Y ENİ HAYAT’tan B ir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk sayfalarındayken bile, kitabın gücünü öyle bir hissetim ki içimde, oturduğum masadan ve sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını sandım. Ama gövdemin benden kopup uzaklaştığını sanmama rağmen, sanki bütün varlığım ve her şeyimle her zamankinden daha çok sandalyede ve masanın başındaydım ve kitap bütün etkisini yalnız ruhumda değil beni ben yapan her şeyde gösteriyordu. Ö yle güçlü bir etkiydi ki bu, okuduğum kitabın sayfalarından yüzüme ışık fışkırıyor sandım: Aynı anda hem bütün aklımı körleştiren, hem de onu pırıl pırıl parlatan bir ışık. Bu ışıkla kendimi yeniden yapacağımı düşündüm, bu ışıkla yoldan çıkacağımı sezdim, bu ışıkta daha sonra tanıyacağım, yakınlaşacağım bir hayatın gölgelerini hissettim. Masada oturuyor, oturduğumu aklımın bir köşesiyle biliyor, sayfaları çeviriyor ve bütün hayatım değişirken ben yeni kelimeleri ve sayfaları okuyordum. Bir süre sonra, başıma gelecek şeylere karşı kendimi o kadar hazırlıksız ve çaresiz hissettim ki, kitaptan fışkıran güçten korunmak ister gibi bir an içgüdüyle yüzümü sayfalardan uzaklaştırdım. Çevremdeki dünyanın da baştan aşağıya değiştiğini o zaman korkuyla fark ettim ve şimdiye kadar hiç duymadığım bir yalnızlık duygusuna kapıldım. Sanki dilini, alışkanlıklarını, coğrafyasını bilmediğim bir ülkede yapayalnız kalmıştım. B u yalnızlık duygusunun verdiği çaresizlik bir anda beni kitaba daha sıkı sıkıya bağladı. İçine düştüğüm yeni ülkede yapmam gereken şeyleri, inanmak istediklerimi, görebileceklerimi, hayatımın alacağı yolu bana bu kitap gösterecekti. Sayfaları tek tek çevirirken kitabı şimdi bana vahşi ve yabancı bir ülkede yol gösterecek bir rehber gibi de okuyordum. Yardım et bana, demek geliyordu içimden, yardım et ki kazaya belaya uğramadan yeni hayatı bulayım. B u hayatın da, ama, rehberinin kelimeleriyle yapıldığını biliyordum. Kelimeleri tek tek okurken, bir yandan yolumu bulmaya çalışıyor, bir yandan da yolumu büsbütün kaybettirecek hayal harikalarını hayretle tek tek ben kuruyordum. B ütün bu süre boyunca kitap masamın üzerinde duruyor ve ışığını yüzüme saçarken, odamdaki öteki eşyalara benzer bildik tanıdık bir şey gibi gözüküyordu. Bunu, önümde açılan yeni bir hayatın, yeni bir dünyanın varlığını hayretle ve sevinçle karşılarken hissettim: H ayatımı böylesine değiştirecek olan kitap aslında sıradan bir eşya idi. Aklım pencerelerini kapılarını kelimelerin bana vaad ettiği yeni dünyanın harikalarına ve korkularına ağır ağır açarken, bir yandan da beni bu kitaba götüren rastlantıyı yeniden düşünüyordum, ama bu aklımın yüzeylerinde, derine gidemeyen bir hayaldi. Okudukça bu hayale dönmem bir çeşit korkudandı sanki: Kitabın bana açtığı yeni dünya o kadar yabancı, o kadar tuhaf ve şaşırtıcıydı ki, bu alemin içine bütünüyle gömülmemek için şimdiki zamanla ilgili bir şeyler hissetme telaşı duyuyordum. Başımı kitaptan kaldırıp odama, dolabıma, yatağıma bakarsam ve penceremden dışarıya bir göz atarsam, dünyayı bıraktığım gibi bulamayacağım korkusu içime yerleşiyordu çünkü.. . . . . O rhan Pamuk

  • Parnasizm Nedir? Parnasizmin Özellikleri Nelerdir?

    P arnasizmin temel ilkeleri: – Coşumculuğa (romantizme) bir tepki olarak ortaya çıkan parnas şiirde, kişisel duygular yerine nesnellik öne çıkarılmıştır. – Parnaslar biçimciliği amaçlamıştır. Biçimin kusursuz, eksiksiz olması gerektiğini ileri sürmüş; şiirde uyumdan çok tartıma, dilin müziğinden çok plastik sanatlardaki biçim güzelliğine önem vermişlerdir. – Şiirin nesnelliğinin yanı sıra bilimsel olması savunulmuştur. – Coşkunun sanatla bağdaşmayacağı düşünülmüştür. Rastlantısal esinlenmeyle yazmak yerine, klâsiklere özgü bir düzenlilik benimsenmiştir. – Bireycilikten soyutlanmış şiir anlayışı öngörülmüştür. Parnaslarda “ben” duygusu coşumculardaki “ben” gibi acılardan söz etmez. Şair kendini anlatırken insanı anlatıyordur. Parnas şairlerden bazıları şunlardır: Theophile Gautier (1811 – 1872), Leconte de Lisle (1818 – 1894), Jose – Maria de Heredia (1842 – 1905), Sully – Prudhomme (1839 – 1907), Theodere de Banville (1823 – 1891), Türk yazınından Tefik Fikret (1867-1915).Parnas sözcüğü Yunanistan’da bir dağa verilen Parnassos adından gelir. Esin perilerinin bu dağda bulunduğu, şairlerin bu bölgede yaşayıp şiirlerini yazdıkları öne sürülmüştür. Sanat anlayışı olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransız şiirinde ortaya çıkmıştır. “Sanat için sanat” görüşü ile şiirler yazılmaya başlanmıştır. Ozanlar sanat yapıtlarını bireycilikten, coşkusallıktan uzak tutmuş ve biçimsel yetkinliğe, salt güzele ulaşmayı amaçlayan yapıtlar oluşturmuşlardır. Parnasizme geçişte önceleri romantizmin konu ve amaçlarının değiştirilmesi görüşü ortaya atılmıştır. O güne kadar kişisel duyguların, aşkın, coşkuların anlatımı söz konusu iken, artık bunlardan vazgeçilmesi ve yazarın, içinde yaşadığı toplumu ilgilendiren konulara yabancı kalmamasını düşünen yazarlar ortaya çıkmıştır. Halka önderlik edebilecek, yol gösterici olabilecek konuların işlenmesi ve romantizmin sosyal konulara yönelmesini istemişlerdir. Ancak bütün bu görüşlere karşı çıkan, bir başka deyişle romantizmin ilkelerine tepki gösteren sanatçılar ise parnasizmin ilkelerini ortaya atmışlardır. Parnasistler, işlenecek konularda özgürlükten yana olduklarını, şiirde fanteziyi, egzotizmi, yerel renklerini aradıklarını bunun sonucu olarak da sanatı toplum ve etik için değil, “sanatı sanat için” yapmak istediklerini belirtmişlerdir. Bu anlayışın öncülerinden Theophile Gautier, 1856 yılında L’ Article adlı dergide görüşlerini açıklamış ve “Biz sanatın özerkliğine inanıyoruz. Bunun için sanat araç değil amaçtır. Bizim gözümüzde güzel olan şeyden başka şey amaçlayan sanatçı, sanatçı değildir.” diye belirtmiştir. Sanatta içerik kadar biçimin de önem taşıdığı, bu iki ögenin birbirinden ayrılmaz olduğu görülür. Parnas şiirde anlatımın resimselliği önemli bir özellik olarak yansır. Örneğin Heredia’ın aşağıdaki dizelerinde bir resim tablosu oluşturulmuş gibi farklı renkler birer doğa devinimi olarak aktarılır. . . . . .Buğdaylar alacalı ovadan taşmış Y uvarlanıp dalgalanıp açılıyor serin esen yelde V e uzakta bir sapan, göğün üzerinde S allanan bir gemiye benziyor A yaklarımın altında deniz, erguvan renkli, ufka kadar, M avi ya pembe ya menekşe ya renk renk Y a da gelgitin dağıttığı koyunlar örneği ak U çsuz bucaksız bir kır gibi yeşermekte V e deniz kuşları gelgitin peşinde A ltın bir dalganın şişirdiği olgun buğdaylara doğru S evinç çığlıklarıyla döne döne uçuyor K aradan kalkan balımsı bir yel K anatlı esrikliğin ardında kelebekleri K elebekten çiçeğe durmuş okyanusa serpiyor. H eredia(Çeviren: Semiramis Kantel) Şiirin biçimsellikte bilimden yararlanması gerektiği düşünülmüştür. Bu konuda Leconte de Lisk “Sanatla bilim birbiriyle yakın ilişkide bulunmalıdır” der. Bu anlayış şiirde duygusallığı bir yana bırakıp dış dünyanın, doğanın güzelliklerini olduğu gibi tanımlamıştır. Bir başka deyişle gerçekçiliğe ön hazırlık yapmıştır. Parnasizm Nedir? Parnasizmin Özellikleri Nelerdir?

  • Neoklasisizm

    Klâsisizm akımı 20. yüzyılda kendini neoklâsisizm olarak yeniden göstermiştir. Klâsik edebiyata dönme eğilimi taşıyan neoklâsikçiler, simgecilikten uzaklaşıp antik olana, Yunan ve Latin geleneğine dönmüşlerdir. Simgeci yazının öncülerinden Jean Moreas (1856 – 1910) zamanla bu sanat anlayışından koparak, geleneksel nazım biçimine dönmüş; klâsik değerleri ve biçimi savunmuştur. Ernest Raymaud, Charles Maurras gibi yazarlar da Jean Moreas’ın yanında yer almışlardır. Türk yazınında da bu akıma ilgi duyulmuş ve klâsisizm etkisinde eserler yazılmıştır. Yahya Kemal Beyatlı’nın (1884-1958) eserleri, bu akıma örnek gösterilmiştir. Neoklasisizm

  • Natüralizm

    Natüralizm, bilimsel realizmdir. Bu akımın amacı, olayları ve kişileri bir bilim adamı gözüyle, deneysel yöntemlerle incelemek; hayatın çirkin, iğrenç görünümlerini bile anlatmaktan çekinmemek; insan karakterini kalıtımla ve içinde yetiştiği çevreyle belirtmektir. Realizme tepki olarak doğmayan, onun bir türevi olan natüralizmin kurucusu Emile Zola’dır. Zola, bu akımın ilkelerini “Deneysel Roman” adlı yapıtında açıklamıştır. Ö ZELLİKLERİ 1. İnsan ve toplumla ilgili olaylar, bilimsel determinizm (aynı olayların, aynı koşullarda aynı sonucu doğurması) yöntemiyle incelenir. 2. Kişiliğin yansıtılması için, biyolojinin soyaçekim yasalarından ve toplumbilimin kurallarından yararlanılır. 3. İnsan davranışları, soyaçekimden gelen içgüdü özellikleriyle açıklanır. 4. Sanatçının kişiliğini gizleyebilmek için, üslupçuluğa karşı çıkılır; kişiler, sosyal düzeylerine göre konuşturulur. 5. Sanat, toplumsal sorunların çözümü için bir araç olarak görülür; bu nedenle “toplum için sanat” anlayışı benimsenir. 6. Çevrenin insan yaşamındaki etkisini yansıtabilmek amacıyla, tiyatroda, dekora, kostüme, aksesuvara en ince ayrıntılarına kadar yer erilir. B AŞLICA TEMSİLCİLERİ E . ZOLA (1840 – 1902): Natüralizmin kurucusu ve kuramcısıdır. Kuramsal açıdan bir bilim adamı gibi davranmış, toplumsal hayatı ve çağdaş sorunları canlandırmada üstünbir başarı göstermiştir. Yapıtları: Meyhane, Germinal, Toprak, Eser, Gerçek, Nana, Para… G ONCOURT KARDEŞLER: Edmond (1822-1886) ve Jules (1830-1870) Goncourt, doğrudan yaptıkları gözlemlere dayanan nörotik tiplerin psikolojik incelemelerini, yapıtlarında malzeme olarak kullanmışlardır. Yapıtları: Manette Salomon, Journal, Germinie Lacerteux… H . TAİNE (1828-1893): Yazarın “ırk ve çevre koşulları” üzerine ortaya attığı kuram, natüralistleri çok etkilemiştir. Yapıtları: Zekâ, Sanat Felsefesi, Sanatta Ülküye Dair, Çağdaş Fransa’nın Kaynakları, XIX. Yüzyılda Fransa da Klasik Filozoflar… A . DAUDET (1840-1897): Belgelere dayanarak çalışması, yazarı natüralistlere yaklaştırmıştır. Renklere ve biçimlere özen gösterdiği için şiirsel bir anlatımı vardır. Yapıtları: Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikâyeleri, Sapho, Jack, Tarasconlu Tartarin… G . DE MAUPASSANT (1850-1893): Karamsar bir bakışla yazmış, gözleme çok önem vermiş, yalın bir üslup kullanmıştır. Öykülerinde “olay” önemli bir yer tutar. Yapıtları: Tombalak, Ayışığı, Küçük Raque, Bir Hayat, Güzel Dost, Ölüm Kadar Acı… T ÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ Natüralizm, XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl başlarında, Türk yazarlarını da etkilemiştir. Beşir Fuat, Nabizade Nazım ve Hüseyin Rahmi, bu etkiyi yapıtlarında ilk kez yansıtmışlardır.

  • Kübizm

    Yirminci yüzyılın başında ortaya çıktı. Önce resim alanında, sonra diğer sanat dallarında ve özellikle şiirde kendini gösteren kübizm, gerçeküstücülük yolunda basamak oldu. Kübist sanatçılar, geçici bir anı değil, kişilerin ve eşyanın ebedî özünü, şuuraltının gizlerini yansıtmak istediler. Nesnelerin tabiî düzenini bozup, onları değişik açılardan ele aldılar. Konuları bir yönüyle değil, üç boyutuyla derinlemesine ve geometrik biçimde görmek istediler. Bu üç boyutu sağlamak için, örneğin, çizdikleri bir adamın, yalnız görünüşünü, duruşunu, bulunduğu yeri değil, aynı zamanda aklından ve gönlünden geçenleri, hayal ve arzularını, hatta günah ve sevaplarını da aynı kompozisyona, aynı tabloya sığdırmaya çalışırlar. Dış gerçeği sarsıp, iç benliği yansıtmaya yöneldiler. Kübizmin edebiyattaki amacı, anlatımı daha canlı kılmak, bunun için de duygularla olayları karıştırarak birlikte olduğunu kabul edilir hale getirmektir. Tabiî ki bu durum karmakarışıklık da yaratır. Konuyu bir bütün olarak kavramak, iç ve dış âlemi birlikte işlemek bu akımın temel özelliğidir. Kübist şair, ressam gibi, tasvirini yapmak istediği bir nesnenin bir yanını değil, her yanını tanıtmak, tasvir etmek, anlatmak ister. Kübistler, sanat ülküsünü duygudan çok, düşüncede ararlar. Bilim yoluyla değil, sanat yoluyla sanata ulaşmak isterler. Kübizm anlayışına göre empresyonizm, duyumların, yani devamlılık arz etmeyen, gelip geçici şeylerin tasviridir. Kübizm ise, sürekli olan ve değişmeyen özün tasvirine gayret göstermektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi eşyanın dış görünüşüyle birlikte, özünün de gösterilmesi gerekmektedir. Sözgelimi, insanın yalnız dış görünüşü ele alarak değerlendirirsek, onu sadece bir madde olarak anlamak ve düşünmek olur. Halbuki insan denilen canlı varlık, birtakım duyguların ve fikirlerin de sahibidir. Sanat, o varlığın bu yönlerini de göstermek mecburiyetindedir. Yani olaylarla duyguları ayrı değil, bir bütün olarak düşünmek gerekiyor. Konuyu bütün halinde tutmak temel amaçtır. 1910 yıllarında, empresyonizme tepki olarak ortaya çıkan Kübizm, 1913’te edebiyat alanında kendini hissettirmiş ve 1914’ten sonra da önemini kaybetmeye başlamıştır. Paul Cezanne, Georges Seurat, Picasso, Braque, Lhite, Leger (resim alanında), edebiyat alanında ise ilk öncüsü Guillaume Apollinaire olmuştur. Daha sonra edebiyat alanında Jacob, Cendrars, Cocteau da başarılı örnekler verdiler. Ş APKA SATICISI B ir elma ağacının üstünde uçtu güvercinler A vcılar koştu, güvercinler uçtu H ırsızlara gün doğdu, derman için bir tek elma yok Y alnız bir sarhoşun şapkası kaldı E n alçak dala asılıİyi sanat doğrusu şu şapka satıcılığı İ lla ki sarhoş şapkası satıcılığı H endeklerde mi dersin Ç ayırlar üzerinde mi, ağaçlar üzerinde mi B ul bulabildiğin kadar şapka Y enileri ise daima Kermarec’te bulunur K ermarec, Lannion’da şapka satıcısı R üzgârdır onun için çalışan B ense küçük bir terzi B en de şapka satıcısı olacağım E lma şarabı çalışacak benim için V e Kermarec kadar zengin olduğum zaman E lma şarabı için elmalar veren bir elma bahçesi alacağım V e ehli güvercinler B ordeaux’daysam şarap içeceğim V e güneşin altında yürüyeceğim

  • Klasisizm

    Bu akımın kuramsal dayanağı yazın alanında Rönesansta oluşturulmuştur. Bu nedenle de bazı araştırmalarda Rönesans dönemi sanatçıları klâsisizm içinde gösterilmektedir. Örneğin; W. Shakespeare, Montaigne vb. sanatçılar Rönesans dönemi yazarları olmalarına karşın klâsikler arasında sayılmışlardır. Diğer sanat alanlarında olduğu gibi yazın (edebiyat)da da klâsisizm denilince akla ilk gelen 17. yüzyıldır. Ancak klâsisizmin ortaya çıkış nedenlerine bakıldığında Antik Yunan ve Roma sanatının özellikleri görülür. Antik sanat anlayışına temel olan biçimsel kesinlik, düzen, denge, uyum gibi nitelikler 17. ve 18. yüzyıl Avrupa sanatını da kapsamıştır. Başka bir deyişle klâsisizm diye bilinen anlayışın uzantısı İ. Ö. 5. yüzyıla değin uzanır. Klâsisizmin ilk örnekleri, Fransız yazınında Boileau’nun eserlerinde görülür. Boileau klâsik sanatı şöyle tanımlar: “Bir yapıt hoş bir şeyle ve insanların genel beğenisine uygun bir tatla dolu değilse, az sayıda bilen kişice beğenilse de boşunadır, hiçbir zaman iyi bir yapıt sayılmayacaktır… Herkesin usundan geçen bir düşünce, ancak canlı ve yeni bir biçimde söylenirse değeri olan bir düşüncedir.” Klâsisizm usa dayalı öğreten, eğiten, yücelten bir sanattır. 17. yüzyıl yazını da bu anlayışla Aristoteles’in Poetika’sının etkisiyle oluşturulmuştur. Klâsisizmde duygusallığa yer yoktur. Biçimci kurallarla yer, zaman ve eylem birliği tek düze olarak kullanılmıştır. “Üç birlik kuralı” diye de bilinen bu kural, klâsik sayılan imgelerle oluşturulmuş, ortak beğenilerin dışına çıkılmamıştır. Klâsik sanatçı işleyeceği konuları doğadaki en güzel örnekler arasından seçer ve bunların düzensizliklerini ayıklar. Elde ettiği biçimin bütünlük ve uyum içinde olmasına çalışır. Parçalar arasında uyumun sağlanması, belli bazı oranların uygulanmasıyla sağlanabilir. Bu oranlar ise en ideal varlık olan insanın organları arasındaki oranlardan oluşturulur ve üç amaca ulaşmayı sağlar: – İdeal bir güzellik duygusu yaratmak,- Sistemleştirme eğilimini karşılamak,- Herkes için geçerli olan değer ölçüleri oluşturmaktır. Klâsisizmde konular insan doğasına uygun olarak seçilmiştir. Davranışlar aklın denetimi altındadır. Gerçekçi konular ele alınmış, karakterler yerine tipler işlenmiştir. Yöresellikten öte evrensel olanlar, klâsik dönemin özellikleri olarak yansımıştır. Alman yazınından Goethe (1749 – 1832), Schiller (1759 – 1805); Fransız yazınından Corneille (1606 – 1684), Racine (1639 – 1699), Moliere (1622 – 1673); İtalyan yazınından Goldoni (1707-1793); İngiliz yazınından Drydon (1631 – 1700); Rus yazınından Krilov (1768 – 1844) klâsik dönem için örnek sayılabilecek yazarlardan bazılarıdır. Ö ZELLİKLERİ 1. Akıl ve sağduyu önemlidir. İnsanı yanıltacağı için, duygu ve coşku önemsenmez. 2. “Doğa” olarak, insanın değişmeyen iç dünyası ele alınır; sürekli değişen dış dünya ve doğa, aldatıcı bulunur. Bu yüzden, gerçek doğa betimlemelerinden kaçınılır. 3. Günlük ve gelip geçici konular değil, kalıcı olanlar işlenir. Bu yüzden, Eski Yunan ve Latin edebiyatı kaynakları tekrar tekrar ele alınır. 4. İdeal ve mükemmel insan tipi işlenir, değişmez tipler yaratılır. 5. Konudan çok, konunun en güzel biçimle, kusursuz soylu bir dil ve anlatımla ortaya konması önemsenir. 6. Akla ve doğallığa önem verildiği için, tiyatroda “üç birlik kuralı” uygulanır (üç birlik: yer, zaman, olay birliği). 7. Kötü ve çirkin konular ele alınmaz.8. Yapıtlarda, sanatçının öznel açıklamalarına yer verilmez. B AŞLICA TEMSİLCİLERİDESCARTES (1596-1650): Klasisizmin düşünsel yönünü hazırlamış, Tanrının varlığını kanıtlayacak bir felsefe sistemi kurmaya çalışmıştır. Gerçeği, sahteden ayıran matematik yöntemini anlatmayı denemiş, metafizik ve fiziksel evren üzerine yapıtlar vermiştir. Yapıtları: Metot Üzerine Konuşma, Metafizik Düşünceler, Felsefenin İlkeleri, Ahlak Üzerine Mektuplar, Tabiat Işığı Altında… B OİLEAU (1636-1711): Yergiler ve eleştiriler yazmıştır. Eleştirilerinde, sanatta işçiliğin önemini belirtmiş ve nazmın kurallarını koymuştur. Yapıtı: Şiir Sanatı. C ORNEİLLE (1606-1684): Fransız tragedyasının kurucusu sayılır. Kahramanları, tüm engelleri aşan, iradesi güçlü kişilerdir. Komedyaları da vardır. Yapıtları: Le Cid, Horace, Cinna, Polyeucte… L A ROCHEFOUCAULT (1613-1680): Özdeyiş türünün kurucusu ve en büyük yazarıdır. İnsanların kusurlarını, yaşam deneyimlerine dayalı özdeyişlerle yansıtmıştır. Yapıtı: Özdeyişler. L A FONTAİNE (1621-1695): Yunan fabl ustası Aisopos’tan etkilenmiştir. Hayvanlar ve insanlar üzerinde gözlemler yapmış; hayvanlar arasında geçen olaylardan hareketleinsanların kusurlarını anlatmıştır. Yapıtları: Fabller (12 cilt). M OLİÉRE (1622-1673): Dünya komedyasının en büyük ustasıdır. Güldürürken düşündürmeyi amaçlamıştır. Yapıtlarını gülünç gelenekler ve karakterler üzerine kurmuş; olumsuz tipleri işleyerek mükemmel insanı duyurmak istemiştir. Yapıtları: Tartuffe, Don Juan, Zoraki Tabip, Cimri, Kibarlık Budalası, Gülünç Kibarlar, Hastalık Hastası, Kocalar Okulu, Kadınlar Okulu… P ASCAL (1623-1662): Fizikçi ve matematikçidir. Genç yaşında manastıra çekilmiş; orada teoloji, felsefe ve psikoloji konusunda notlar tutmuştur. Yapıtlar: Düşünceler, Taşra Mektupları. T ÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ Klasisizmin Türk edebiyatına etkileri çok belirgin değildir. Ancak, Şinasi’nin Şair Evlenmesi’nde üç birlik kuralını uygulaması ve La Fontaine’den yaptığı çeviriler; Ahmet Vefik Paşa’nın Molière’den yaptığı çeviri ve uyarlamalar; Yusuf Kâmil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Telemak çevirisi; Åli Bey’in Molière’den yaptığı Kokona Yatıyor uyarlaması, klasisizmin Türk edebiyatındaki etkisini göstermektedir. C İMRİ’denPERDE I / S AHNE IVALÈRE : Ne oluyor, Elise, güzelim? Nedir bu mahzun halin? Bana bu kadar umut verdikten sonra? Ben sevincimden uçarken sen sanki matem içindesin. Söyle, pişman mı oldun beni sevindirdiğine? Bana verdiğin sözü zorla mı verdin? Olur a, benim coşkunluğum seni istemeye sürüklemiş olabilir. E LİSE : Hayır Valère; senin için yaptığım hiçbir şeye pişman değilim. Öyle tatlı bir zor ki bana bunları yaptıran, istesem de elimde değil pişman olmak. Ama, doğrusunu istersen, bu kadar mutluluk ürkütüyor beni. Seni sevmekte belki fazla ileri gittim diye korkuyorum. V ALÈRE : Beni sevindirmek korkunç bir şey mi? Nedir seni korkutan? Ne var? E LİSE : Ah, neler var, bir bilsen! Babam küplere binecek. Evde herkes benden yüz çevirecek. Konu komşu adımı kötüye çıkaracak. Ama bütün bunlar bir yana, beni asıl korkutan, ne, biliyor musun? Sen, senin kalbinin değişmesi, Siz erkekler bir tuhafsınız: İnsan sizi yüreğinin bütün açıklığıyla sevdi mi, sevgisini gösterdi mi, hemen soğuyuverirsiniz; hem de nasıl! Ölsek kılınız kıpırdamaz. V ALÈRE : Beni başkalarına benzetmeye nasıl dilin varıyor? Bende istediğin kötülüğü gör, ama sana bağlılığıma toz kondurma. Şunu bil ki, benim sana sevgim, tükenecek sevgilerden değil. Ben yaşadıkça yalnız sen olacaksın kalbimde. E LİSE : Ah, Valère, hep böyle derler. Bütün erkekler birdir konuşurken, zamanla anlaşılır her birinin ne olduğu… V ALÈRE : Madem zamanla anlaşılır, bekle; ne yapacağımı gör de sonra yargıla sevgimi. İçinden geçen yersiz korkular yüzünden bütün suçları yükleme bana. Kuşkularını bir hançer gibi saplama yüreğime. Yalvarırım, bekle bekle biraz canıma kıymadan önce, bekle de sevgimin gerçekliğine inandırayım seni, yüzlerce kanıt sereyim önüne. E LİSE : Ne kolay, ne kolay inanıyor insan sevdiğine! Evet, Valère, beni aldatmayacağına, yüreğinin buna varmayacağına inanıyorum. Beni gerçekten sevdiğine, beni bırakmayacağına inanıyorum. Bütün kuşkuları atıyorum içimden. Bir korku kalıyor geriye: Ayıplama korkusu. V ALÈRE : Peki ama bu korkuya sebep ne? E LİSE : Herkes seni benim gözlerimle görse, hiçbir tasam olmazdı. Ben seni bildiğim için, doğru buluyorum seninle her yaptığımı. İyi bir insan olmam kalbimi haklı çıkarıyor kendime karşı. Üstelik sana hayatımı da borçluyum; Allah’ın gücüne gider sana nankörlük etmem. Bizi tanıştıran o korkunç kaza hiç gitmiyor gözümün önünden. Kendi canını hiç sakınmadan nasıl sulara atıldın beni kurtarmak için! Ne candan uğraştın benimle, sudan çıkardıktan sonra beni. O gün bugündür de bir an eksik olmadın yanımdan. Bunca zaman, bunca zorluklara inat, yılmak bilmedi sevgin. Ananı, babanı, yerini yurdunu aramaktan vazgeçip kaldın burada. Beni her gün görebilmek için kim olduğunu gizlemeye, babamın uşağı olmaya razı oldun. Bütün bunlar bir peri masalı gibi geliyor bana. Daha ne arayabilirim sana bağlanmak için? Ama hiç sanmam ki başkaları bununla yetinsin, benim duyduklarımı duysun. V ALÈRE : Bütün bu söylediklerin içinde değer verebileceğin bir şey varsa o da sevgimdir, yalnız sevgim. Öteki kaygılarına gelince, baban elinden geleni yapıyor sana hak vermem için. Bir yandan aşırı cimriliği, bir yandan çocuklarına karşı sertliği, daha da olmayacak şeyler düşündürebilir insana. Babandan böyle konuştuğum için beni affet, Elise. Bu taraflarını kimsenin övemeyeceğini sen de bilirsin. Ama umutlarım boşa çıkmaz da anamı babamı bulacak olursam, onun gönlünü yapmak hiç de zor olmayacak bizim için. Her gün haber bekliyorum onlardan, gecikirsen kendim gideceğim onları bulmaya. E LİSE : Aman, hiç ayrılma buradan, ne olur, Valère. Babamı kazanmaya, gözüne girmeye çalış, yeter. V ALÈRE : Bunun için neler yaptığımı görüyorsun. Hizmetine girebilmek için az mı şeytanca yarandım ona? Takınmadığım surat, dökmediğim dil mi kaldı hoşuna gitmek için? Maymuna dönüyorum her gün, sevdireyim diye kendimi. Ama bir hayli ilerledim bu yolda. Bakıyorum da, insanları kazanmak için en iyi çare onların sevdiklerini sever görünmek, doğru dediklerine doğru demek, kusurlarını övmek, her yaptıklarını alkışlamak. Yaranacak mısın, aşırı gitmekten hiç korkma. Yalan söylediğin istediği kadar belli olsun, suratından aksın, en zeki insanlar bile kanıveriyorlar dalkavukluğa. Pöhpöhü bastınız mı, en gülünç, yüzsüzce söylenmiş sözleri bile yutuyorlar. Bu benim yaptığım işte insan dürüstlüğünü yitiriyor biraz; ama insanlara muhtaç oldunuz mu, uymak zorundasınız onlara. Onları başka yoldan kazanamıyorsa insan, kabahat pöhpöhleyende değil, pöhpöh isteyende. E LİSE : Peki, kardeşimi niçin kazanmak istemiyorsun? Ya hizmetçi kız bizi ele verecek olursa? V ALÈRE : İkisini birden kazanmaya imkân yok. Baba ile oğulun kafaları o kadar ayrı ki, ya birinin adamı olacaksın, ya ötekinin. Ama sen bir yandan kardeşinin üstüne düş; aranızdaki dostluğu artır ki bizden yana olsun gereğinde. İşte, geliyor. Ben kaçıyorum. Bu fırsatı kaçırma. Konuş onunla. Ama, bak, ne kadar açılmak yerinde olursa o kadar açıl, fazla değil. E LİSE : Bilmem hiç açılabilecek miyim ona. M oliere ( Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu)

  • Hümanizm (İnsancılık)

    Hümanizm, edebiyatı da etkilemiş ve edebiyat akımı ola­rak etkili olmuştur. İtalya’da doğan bu akım 14. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar etkisini sürdürür. Hümanizm Rönesans’ın hazırlayıcısı olmuştur. Hümanizmde Eski Yunan ve Latin edebiyatlarından hare­ketle (dünyaya bakışları, işledikleri konular…) insanlığa seslenme amaçlanmıştır. T emsilcileri Dante, Boccacio, Petrarca, Montaigne, Cervantes

  • Fütürizm (Gelecekçilik)

    I. Dünya Savaşı başlamadan ortaya çıkan gelecekçilik akımı “geçmişten kopuşu, yenilik ve değişikliğe yönelişi anlatan” anlamına gelir. Yazın alanında olduğu kadar resim ve yontu (heykel) sanatında da gelenekselleşmiş kalıplara karşı ortaya atılmıştır. İtalyan yazar Marinetti (1876-1944) ve onun düşüncelerini paylaşan bazı yazarlar, var olan biçimleri ve işlenen temaları terk edip çağdaş anlayışta bir tekniğin sağlayacağı bolluğu, huzuru ve varlığı savunmuşlardır. İtalya’daki etkisi kısa sürmekle birlikte Fransa, Almanya ve Rusya’da uzun yıllar etkisini göstermiştir. Gelecekçilik anlayışına göre, şiirde uyak ve ölçü söz konusu değildir. Yalın sözcüklerle ve belirli bir dize biçimi olmadan aktarılan duygular dikkat çekicidir. Bu yaklaşımıyla kendinden sonra gelecek olan dadaizme ve sürrealizme önkoşul hazırlamıştır. Marinetti, sanatçının sokaklardaki kalabalığın içinde olması gereğini çağdaş sanatın bir önkoşulu olarak görür. Artık, konu önemini yitirmiştir. Önemli olan yapıtın kendisidir. Korkusuzluk, tehlike tutkusu, ortaklık ve başkaldırı yeni şiirin temel ögeleri olmuştur. Gelecekçi yazın, içeriği tümden kaldırmayı değil, onu yeniden gözden geçirmeyi amaçlamıştır. Yenilenmiş bir dünya özlemi vardır. Gelecekçilikte, sözle görsellik kaynaştırılmış ve soyut sanatın ilk adımları atılmıştır. Bu anlamda çağdaş toplumun oluşturulması çabaları dikkat çekicidir. Fransız yazınında Apollinaire, Cendrars, Larbaud, Max Jacob, Reverdy gibi simgecilik ve kübizmi etkilemiş olan yenilikçi şairler, gelecekçilik akımında da yer almışlardır. Rusya’da Mayakovski’nin öncülüğünü yaptığı gelecekçilik akımı, 20. yüzyılın ikinci yarısında etkisini yitirmiştir. G ELECEKÇİLİK BİLDİRGESİ (1909) B iz, şiirlerimizde tehlike tutkusunu, enerji ve ataklık alışkanlığını dile getirmek istiyoruz. Korkusuzluk, gözü peklik, başkaldırı, şiirimizin başlıca ögeleri olacaktır. Edebiyat şimdiye dek dalgın hareketsizliği, kendinden geçişi ve uykuyu övdü. Biz, saldırgan devingenliği (dinamizmi), hummalı uykusuzluğu, koşuyu, ölüm perendesini, şamarı ve yumruğu yücelteceğiz. D ünyanın görkemliliği yeni bir güzellikle zenginleşti; hızın güzelliği. Ateş soluyan yılanlara benzer borularla donatılmış bir yarış otomobili, kükreyen bir yarış otomobili, Samothrake Nike’si heykelinden daha güzeldir. S avaştan başka şeyde güzellik yoktur. Saldırgan nitelikte olmayan hiçbir eser başeser olamaz. Biz, dünyanın tek sağlığı olan savaşı, militarizmi, yurtseverliği, uğrunda ölünen güzel ülküleri ve kadının aşağılanmasını yüceltiyoruz. B iz, müzeleri, kitaplıkları, her türlü akademiyi yıkmak istiyoruz. Biz, çalışmanın, zevkin ya da ayaklanmanın harekete geçirdiği büyük toplulukların şiirini söyleyeceğiz; modern kentlerdeki devrimleri yaşayan çok renkli ve çok sesli yığınları söyleyeceğiz; şiddetli elektriğin ayışığı altında yangın gibi parlayan şantiyelerin ve tersanelerin titreyen gece coşkusunu; dev koşucular gibi bir yandan bir yana nehirleri aşan, güneşte bıçak gibi parıldayan köprüleri; ufukları koklayan serüvenci gemileri; üzengisi borulardan yapılmış kocaman çelik atlar gibi raylar üstünde eşelenen geniş göğüslü lokomotifleri; pervanesi rüzgârda bir bayrak gibi çırpınan uçakların akıp giden uçuşlarını söyleyeceğiz. B u kırıp geçiren, bu yıkıcı şiddetteki bildirgemizi İtalya’dan bütün dünyaya ilan ediyoruz ve “gelecekçilik”i (fütürizm’i) kuruyoruz; çünkü ülkemizi, profesörlerin, arkeologların, çenesi düşük edebiyatçıların ve antikacıların kangreninden kurtarmak istiyoruz. F .T. Marinetti(Çeviren: Bedrettin Cömert) Fütürizm (Gelecekçilik)

  • Entüisyonizm (Sezgicilik)

    Felsefe tarihinde bilginin kaynağı ve gerçeğin kavranması konusunda ortaya atılan sorunlar, birer dizge niteliği kazanmış, değişik düşünme yöntemlerine bağlanan çığırların doğmasına yol açmıştır. H.Bergson’un öncülük ettiği bu görüş, rasyonalist görüşe tepkiyi dile getirmektedir. Bergson’un sezgiciliği bilimsel bir nitelik taşır, özellikle ruhbilimle bağlantılıdır. Düşünülen bir sorunun çözümünü kolaylaştıran veriyi elde etmeye, dayanır. Bergson’un söylemiyle “içgüdü” (sezgi), içsel bir deneyimdir. Daha önceki çağlarda, özellikle tanrıbilim alanında “sezgi” tanrısal bir uyarı, tanrısal bir ışık olarak nitelenmiştir. Bu görüşe göre akıl, yalnızca kendisi gibi durağan yapıda olan maddeyi bilebilir. Bunun sonucunda doğa bilimlerinin bilgisine ulaşılır. Ancak akıl, dinamik yapıdaki yaşamın bilgisine ulaşamaz. Çünkü yaşam yalnızca anların bir toplamı değildir, sürekli devinim ve oluş halindedir. Bu nedenle gerçeği bilebilmek için başka bir yetiye gereksinim vardır, o da sezgidir. İslam düşünürü Gazali de gerçeğin bilgisine duyum ya da akılla ulaşılamayacağını ancak ” inançla” ulaşılabileceği öne sürmüştür. Gazali’de sezgi, Tanrı’nın insana bilgi ve bilgelik verdiği bir yetenektir. Bu görüşüyle Gazali’nin sezgiciliği öncelediği söylenebilir. İslam tasavvuffunda, özellikle Yeni-Platonculuk’ tan kaynaklanan öğretilerde, gerçeğin kavranması içedoğuş niteliği taşıyan sezgiyle sağlanabilirdi. Şahabeddin Sühreverdi’ ye göre sezgi tanrısal gerçekleri kavramak için bir duyuştur, içe doğuştur. Böyle bir yeteneği sağlamak için, kişinin bütün gönlüyle Tann’ ya, üstün gerçeğe yönelmesi, bütün geçici eğilimlerden, tutkulardan sıyrılması, içinde Tanrı’ dan başka bir varlık bırakmaması gerekir. Yeni-Platonculuk’ tan esinlenen tarikatlarda sezgi Tanrı’ ya ulaşmanın, kendi özünde Tanrı’ yı görmenin tek koşuludur. Onlara göre sezgi, aklın, kavrayış gücünün bütün yetkilerini aşar, en kısa süre içinde en kesin gerçeğe varmayı sağlar. “Ermişlik ” denen aşamaya ancak sezgiyle ulaşılır. Entüisyonizm (Sezgicilik)

bottom of page