Arama Sonuçları
"" için 691 öge bulundu
- Dram Sanatı ve Tiyatro Sanatı
Tiyatro Nedir? Tiyatronun ve opera, bale, sinema gibi tiyatro ile akraba olan diğer sanatların temelinde oyun vardır. Tiyatroyu tanımak ve tanımlamak için dram sanatının yakından tanınması gerekir. Tanımlanması güç olan dram sanatı çok yaygın olup pek çok sanat dalında yer alır. Tarihi bin yıllara varan dram sanatının zaman içinde çok büyük evrimler geçirmiş olması tanımlanmasının zorluğunda önemli bir etkendir. Bu sanatı çetrefilli kılan bir diğer özelliği, aynı kalan özelliklerine rağmen ülkeden ülkeye, kültürden kültüre göre farklılıklar göstermesidir. Yaygınlık kazandığı türler (tragedya, komedya, dram, vodvil, fars vb.) arasında her zaman kalın olmayan sınır çizgileri de dram sanatının tanımlamasını zorlaştırmaktadır. Bununla birlikte, her türde değişmeyen özellikleri vardır ve türlerin de belli özellikleri bulunmaktadır. Dram sanatının başka sanatlarla (şiir, destan, öykü, resim vb.) ilişkili olması nedeniyle bunlarla bağlar içinde bulunduğunun, hangi özelliklerinin kendisinin özellikleri olduğunun, hangilerinin başka sanatlardan alındığının ve hangilerinin ortak olduğunun irdelenmesi bu sanatın daha iyi tanınmasında önemlidir. Dram Sanatının Yaygınlığı 17. yüzyıla kadar, dram sanatının tiyatro ve dramatik dans olmak üzere iki temel biçimi egemendi. Bunların ardından, 1594’te “Dafne” adını taşıyan ilk opera ortaya çıkmıştır. Modern anlamda balenin doğuşu, Jean eorges Noverre’in, 1760 yılında yayımladığı “Letters on the Dance and Ballet” eseri ile olsa da bu sanatın temeli İ.Ö. 5 yüzyıla kadar dayanmaktadır. Dram sanatının önemli ve etkili temsilcilerinden biri olan sinema, 1895 yılında, Lumière’in ilk belgesel bilmleriyle başlar. 1900 yılında, oyunculu ve devinimli kamerayla yapılan sinemaya, çizgiler, nesneler ve hareketsiz kamerayla yapılan canlandırma sineması eklenmiştir. Sinemanın keşfinden sonra, dram sanatı için önemli bir araç olan televizyon bulundu. İlk drama yayını 1930’da, Pirandello’nun “Ağız Çiçekli Adam” ile oldu. Televizyon yayını, dram sanatının biçim ve araç değiştirerek gelişmesine katkıda bulunmasının yanında bu sanatın geniş kitlelere ulaşmasını da sağlayarak sanata yaygınlık kazandırmıştır. Dram sanatının özgün bir biçimi de radyoda yapılan “Radyo tiyatrosu” gibi dramatik etkinliklerdir. Günümüzde, video, bilgisayar ve internet ağı da dram sanatının yaygınlaşmasına ve daha fazla kullanılmasına katkıda bulunmakta, dram sanatından yararlanmaktadır. Dram sanatı, bunlarla beraber başka sanatsal, kültürel, dinsel ya da eğitimsel alanlarda da yaygın olarak kullanılmaktadır. Araç Olarak Yaygın Olan Dram Başlangıcından günümüze kadar, sanat biçiminin yanında dram, pek çok alanda yöntem olarak da etkili bir biçimde kullanılmıştır. Hıristiyanlığın ortaya çıkışıyla birlikte dramın etkili bir yöntem olduğu anlaşılmış ve dinsel öykülerin dramatize edilerek veya tablolar ile anlatılması yolu izlenmiştir. 16. yüzyıldan başlayarak, günlük hayat içinde, noel törenlerinde, karnavallarda, dramatik özellikteki şakalar yapılmış, oyunlar oynanmış, Latince öğrenmede kullanılmıştır. Dramın, sanat biçimi olarak geniş bir yelpazede kendine yer bulması, anlatımdaki somutluğu, insanları kolay etkilemesi ve etkilerinin uzun süreli olması sebebiyle günümüzde de diğer birçok alanda başvurulmaktadır. Öğretimde Drama Dramın somut anlatımı, böylece, benzerlik, ayrım ve çelişkilerin daha çarpıcı olarak ortaya konması, daha kolay algılanması ve görsel belleğin daha güçlü olması, günümüzde de eğitimcileri ve öğreticileri, dramı bu alanda kullanmaya itmiştir. Öğretilecek konunun drama kullanılarak aktarılabilmesi için, amaçlar doğrultusunda dramatik bir anlatı oluşturulur ve bu anlatının profesyonel oyuncular veya öğrenciler tarafından canlandırılması sağlanır. Radyo ve televizyonda yer alan öğreti programlarındaki dramatik bölümler hem daha etkili olmalarını hem de zevkle takiplerini sağlar. Bu yöntemin öğretimde etkin ve yaygın bir biçimde kullanılması, öğretimin, daha az enerji, daha az zaman kullanılarak, daha etkin bir biçimde gerçekleştirilmesini, öğrenilen bilgilerin daha uzun süre korunmasını sağlar. Eğitimde Drama; Yaratıcı Drama Dramın eğitimde kullanılması, İngiltere, A.B.D. ve Almanya kaynaklı olup ülkemizde bu kullanımlar yol gösterici olmuştur. Yaratıcı drama, dramın yaratıcılıkta, bireyin kendini ve toplumu tanımasında, toplumla arasındaki ilişkiyi saptamasında, toplumla arasındaki dengeyi kurmasında, iletişim kurmasında ve güçlendirmesinde, tutum, davranış edinmesi ve değiştirmesinde kullanılmasıdır. Bu yöntemle, bir grup içinde yer alan kişilerin duygu, düşünce, tutum, davranış ve sorunları dramatize edilerek irdelenmektedir. “Drama Lideri” öncülüğünde, grup üyelerinin yaşantılarından anlatıların ya da bazı nesne, durum ve sorunlar üzerinde kurulmuş yeni anlatıların dramatize edilebildiği bu yöntemde dram, sorunların ortaya konmasına, irdelenip anlaşılmasına ve çözüm yollarının bulunmasına katkıda bulunmaktadır. Dram Sanatının Kaynağı ve Temel Nitelikleri Diğer sanatların aksine gereksinimden ortaya çıkan dram sanatının “büyüden”, büyü amaçlı ritüellerden ve mitoslardan doğduğu düşünülmektedir. İlkel dönemlerde, insan büyüye bugünkü bilimin işlevini yüklüyor ve dünyayı bununla değiştirebileceğine inanıyordu. Dram sanatının kökeni büyü amacıyla yapılan simgesel sözlere ve simgesel eylemlere dayanmaktadır. Mitoslar, simgesel sözler, ritüeller ise simgesel eylemlerdir. Bu dönemlerde insanlar, yansılama özelliklerini çok yönlü olarak kullanmaktaydılar. Bunun yanında kişileştirme, kimlik değiştirme ve role girme de bu ritüellerde gelişiyordu. Nesnel ve bilimsel bilginin gelişmesi ve böylece büyünün etkisinin azalması ile büyü törenleri, ritüel ve mitos sanatsal bir biçime dönüşmüştür. Mitos ve ritüeller sanat amaçlı yapılmış olmamasına rağmen biçimleri dramatikti. Daha sonraları, epik şiir, roman ve öykü mitoslardan doğup gelişmiştir. Dram sanatının ortaya çıkışı da bunların değişime uğramasıyla biçimlenmiştir. Tarih içinde, dram büyüsel özelliğinden yavaş yavaş sıyrılmış, biçimini korumakla birlikte, içerik olarak daha dünyasal konuları ele almaya ve sanatsal bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Dram sanatının ileri sürülen kaynaklarından biri de öykü anlatıcılığıdır. Dile getirme arzusunun ve iletişim isteğinin de yansıtıldığı öykü anlatıcılığının, dram sanatının gelişmesinde etkili olduğu belirtilmektedir. Bu kaynaklar ek olarak, ilkel insan hayatının vazgeçilmez ögeleri arasında yer alan müzik ve dansın, çıkarılan çarpıcı, ürkütücü seslerin, törenlerde takılan maskelerin, rengarenk boyanmaların dramın ortaya çıkmasında ve gelişiminde etkili olduğu belirtilmektedir. Tüm bu kaynaklar dram sanatının ortaya çıkışında ve gelişmesinde etkili olmuştur. Ancak sözle ifade edilen anlatı (mitos) ile eylemle ifade edilen anlatı (ritüel) dram sanatının kaynağında öne çıkmaktadır. Dram Sanatının Temeli Anlatı Mitos ve ritüellerin temelinde anlatı bulunmaktadır. Mitos ve ritüelden doğup gelen birçok sanatın (öykü, roman, masal, tiyatro, bale, televizyon dizileri vb.) harcında anlatı bulunmaktadır. Anlatı Birçok sanat dalında farklı sunum biçimleri ve türleriyle yer alan anlatılar çok sayıda ve çeşitliliktedir. Anlatının tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir, bütün zamanlarda, bütün yerlerde, bütün toplumlarda vardır. Bir anlatı oluşması için bulunması zorunlu olan dört temel öge vardır. Bunlar, kişi, uzam, zaman ve eylemlerdir. Bununla birlikte, bu dört temel ögenin yan yana gelmesi her zaman bir anlatı oluşturmaya yetmemektedir. Kişi Bir anlatı en az bir kişiye ihtiyaç duymaktadır. Anlatılarda kişiler etken ya da edilgen, gerçek (Marat-Sade’daki de Sade, tarih anlatısındaki Barbaros gibi) ya da kurmaca (Oblomov’daki Oblomov, Madam Bovary’deki Madam Bovary gibi) olabilirler. Bazen, hayvanlar ya da nesneler, rüzgar, yağmur gibi doğa olayları da kişileştirilmekte, bunlar tıpkı insanlar gibi düşünmekte ve davranmaktadır (Orwell’in Hayvan Çiftliği, La Fontaine’in masalları’nda olduğu gibi). Uzam Eylemlerin geçtiği yeri belirtmektedir. Uzamlar da gerçek olabileceği gibi (anı, günlük, tarih anlatılarında olduğu gibi), gerçeğin taklidi de (sinema, opera ve tiyatroda yaratılan dekorlar gibi) olabilmektedir. Zaman Anlatıda kişinin yaptığı ya da maruz kaldığı eylemler ve edimler belli bir zamanda gerçekleşir. Zaman ölçen araçların bulunmadığı ortamlarda, zamanın geçişi uzamın değişiminden (bitki örtüsünün değişmesi, yapıların eskimesi vb.) anlaşılır. Zaman, anlatıda her boyutuyla (süre, süreç, vakit, an) yer alabilir. Lirik şiir, heykel, fotoğraf gibi bazı sanatların zamanla ilişkisi yok gibi görünse de bunlar, açık ya da gizli zaman kiplerinde belirtilerek) bir biçimde, doğrudan ya da dolaylı olarak (örneğin sinemada uzam aracılığıyla) zamanla bir ilişki içinde oluşur ve öyle alımlanır. Eylemler Bir anlatı kurabilmek için en az iki eylem ya da edim gerekmektedir. Bununla birlikte, birbiriyle bağlantısız iki eylem ya da edim de anlatı oluşturmaya yetmemektedir. Anlatı içinde yer alan eylem ve edimler için özellikle ardıllık ilişkisi vurgulanmaktadır. Anlatı ve ögelerinin farklı kullanımlarıyla iki büyük grup oluşmaktadır; yazınsal (edebi) anlatı ve dramatik anlatıdır (dram sanatı). Yazınsal (Edebi) Anlatı Bu grupta yer alan sanatların temeli anlatıya, anlatının en eski hali olan mitosa ve epik şiire dayanmaktadır. Eski biçimleri mitolojik öykü, masal, destan iken; öykü, roman, anı, günce gibi yeni biçimleri oluşmuştur. Yazınsal anlatı içinde yer alanlar göreceli olarak daha kolay gruplanabilen sanat dallarıdır. Yazınsal anlatının kendine özgülüğü, sözel dil içermenin yanı sıra anlatı ögelerini kullanma biçiminden kaynaklanmaktadır. Bu ögeleri ve ögelerin kullanımını bir bağıntı içinde şu şekilde belirtilebilir. • Kişi: O, onlar (başkaları) • Uzam: Orası (başka bir yer) • Zaman: O zaman (başka zaman, geçmiş zaman) • Eylemler: Sözel dille aktarma (anlatıcı) Yazınsal Anlatıda Kişi Anlatıcı, bir yazar, bir masalcı dede, bir radyo spikeri vb. olabilir. Kişileri onun sözel dili (sözlü ya da yazılı) aracılığıyla alımlarız. Aktarma dolaylıdır. Kişiler genellikle isimleri ile ya da “o”, “onlar” biçiminde aktarılırlar. Bazı anlatılar (anı, günce ve yazınsal düşlerde), birinci tekil şahıs olan “ben” üzerinden de anlatabilir. Bazılarında ise (öykü ve romanlarda) yazar, anlatı içinde bir anlatıcı yaratmıştır. Yazınsal Anlatıda Uzam Yazınsal anlatıda, okurlar ya da dinleyiciler olan bizler için uzam “başka bir yer”dir. Uzamın uzaklığı dil aracılığıyla vurgulanır. Öykü, masal, roman, fıkra gibi yazınsal anlatılarda, uzam “orası” genellemesi içinde aktarılır. Bazılarında (özellikle anı ve güncelerde) uzam için “burası” belirlemesi kullanılsa da kuramsal olarak “orası” anlamı taşır. Gerçek ya da hayali uzamlar kullanılabilir. Yazınsal Anlatıda Zaman Olaylar geçmişte, “başka bir zaman”da olup bitmiştir. Anlatıcı onu “şimdi” sözel dil aracılığıyla iletmektedir. Anlatılar bilim-kurgu türünde olsa ve gelecekte geçse bile, o anlatı yine de geçmişte olup bitmiş gibi dile getirilir. Anlatılar geniş zamanda ya da şimdiki zamanda anlatılsa bile bunlar geçmiş zamanda olmuş olarak alımlanır. Yazınsal Anlatıda Eylemler Yazınsal anlatıda, başka bir uzamda, geçmiş zamanda ve başkalarının başından geçen olaylar bir anlatıcı tarafından aktarılır. Anlatıcı, eylemleri aktarırken, bazen bazı bilgileri gizleyerek merak duygusunu arttırır, bazen betimlemelerle anlatıyı duraklatır ve gerilimi askıda tutar, bazen boşluklar bırakarak hayal gücünü harekete geçirir. Dramatik Anlatı (Dram Sanatı) Kökeni mitos ve ritüele dayanmaktadır. Tiyatro ve dramatik dans en eski biçimleridir. Opera, bale, sinema, televizyon dramaları, radyo oyunları vb. gibi yeni biçimleri ortaya çıkmıştır. Dramatik anlatı, birbirinden kopartılmış, farklı kurumlar içine alınmış, birbiriyle ilişkisiz gibi duran, “dramatik sanatlar”ın temelidir. Dram sanatını araç olarak kullanan bazı alanlar da dramatik anlatıya başvurmaktadırlar. Bu alanlar arasında öğretimde drama çalışmaları, psikodrama, her türlü dramatizasyon, radyo ve televizyon programları içinde yer alan dramatik bölümler vb. yer alır. Dramatik anlatıdaki temel ögeler ve kullanımları bir bağıntı içinde şu şekilde belirtilebilir: • Anlatı: Dramatik anlatı • Kişiler: Sen-ben • Uzam: Burası • Zaman: Şimdi, şu anda • Eylemler: Canlandırma (temsil) Dramatik Anlatıda Kişiler Dramatik anlatıda kişiler “sen-ben” ilişkisi içinde aktarılır. Bu genel belirleme, “biz-siz”, “sen-biz”, “ben-siz” ilişkisini de içerir. Dramatik anlatının da anlatıcıları vardır, ancak sanat alıcıları onları görmez. Oyun yazarı, senarist, oyun ya da film yönetmeni, sahne tasarımcısı vb. dramatik anlatının anlatıcılar arasında yer alır. Sahnede ya da perdede görülen ya da radyo dalgasıyla duyulan kişiler gerçek değil, onların taklididirler. Dramatik anlatı bazen sözel dile de sahipse söz diyalog ya da monolog, şarkı, mektup vb. biçimlerdedir. Dramatik anlatıda, dil, sözce olarak ortaya çıkar. Sözce, kişinin, “ben”den ve “şimdiki zaman”dan hareket ederek sözle dışa vurduğu anlamlı bütündür. Dramatik Anlatıda Uzam Olaylar nerede geçmiş olursa olsun, onlar “burada”, sanat alıcılarının yanı başında geçiyormuş gibi alımlanır. Uzam dekor, ışık, nesneler, efektler veya resimler aracılığıyla yeniden yaratılır. Dramatik Anlatıda Zaman Dramatik anlatıda zaman, genel olarak, “şimdi, şu anda” özelliğindedir. Anlatılarda, olaylar sunumdan önce ya da sonra olup bitmiş olsa da alıcılar sunum sırasında gerçekleşiyormuş gibi alımlar. Dramatik Anlatıda Eylemler Dramatik anlatı, eylem ve edimlerin sunumunu yazınsal anlatıdakinden farklı bir biçimde yapar. Dramatik anlatıda eylem ve edimleri aktarmanın yolu “canlandırma”, yansılama, bir başka deyişle taklittir. Eylem ve edimlerin canlandırılması, anlatının içinde aracına göre farklılıklar gösterir. Tiyatro, opera ve balede sahnede, sinema perdede, televizyon ekranda bu canlandırmayı yapar. Dram Sanatı, kişi, uzam, zaman ve eylemler içeren anlatıların, “sen-ben” ilişkisi içinde, “şimdi” ve “burada”lık duygusu yaratacak biçimde, içinde yer aldığı araca göre farklı biçimlerde yansılanarak oluşan, tiyatro, opera, bale, kurmaca sinema filmi, kukla oyunu, radyo oyunu, gölge oyunu gibi sanatları içeren sanattır. Bunlardan hareketle tiyatro şu şekilde tanımlanabilir: Tiyatro: Kişi, uzam, zaman ve eylemler içeren anlatıların, “sen-ben” ilişkisi içinde, “şimdi” ve “burada”lık duygusu yaratacak biçimde, sahnede ya da sahne yerine geçecek bir alanda, oyuncu, kukla, gölge veya çeşitli nesneler kullanılarak, yansılama yoluyla oluşan, seyircisiyle buluştuğunda varolan ve her buluşmada yeniden yaratılan sanata tiyatro denir.
- Çağdaş Türk Romanında Feminist Söylem ve Kadın Yazarlar
Feminist Söylem Feminizm, kadınların erkeklere kıyasla daha güç şartlar altında yaşadıklarını, öğrenim görme, yükselme, toplum içinde saygın bir yer edinme gibi konularda haklarının yendiğini hissedip bunu dile getirme ve bu alanda mücadele etmeyi amaçlar. Feminist söylem de bu amaçlar doğrultusunda sesini yükseltmek, yazmak ve konuşmaktır. Türk edebiyatında kadın yazarlar tarafından sorgulanan bu haklar, başlangıçtan günümüze kadar birçok romanın konusu olmuştur. Türk romanında kadın haklarını ve kadınların yaşadıkları problemleri dile getiren kadın yazarlar, günümüzde edebiyat etkinliklerinin önemli bir kısmını oluşturmaktadır. Kadın Yazarlar Kadının Türk toplumunda ve kültür hayatında evin içerisinden çıkışı Tanzimat’tan sonradır. Kızların eğitimine önem verildiği ilk kadın gazete ve dergilerinin çıktığı dönem bu dönemdir. İlk Türk kadın romancı olan Fatma Aliye Hanım (1864 -1936), önceleri Fransızca’dan tercümeler yapmış, sonraları ise Ahmed Midhat Efendi üslûbunu andıran romanlar yazmıştır. Fatma Aliye 1892’de yayımlanan “Muhaderat” adlı ilk romanında kadın problemlerini ele almaktadır. 1908 II. Meşrutiyet’e kadar Fatma Aliye Hanım, neredeyse tek kadın yazardır. II. Meşrutiyet döneminde Halide Edip Adıvar (1882-1964), romanlarının kahramanlarını kadınlar arasından seçer. Cumhuriyet Döneminde Yetişen İlk Kadın Yazarlar Müfide Ferit Tek (1892 - 1971), Şükufe Nihal Başar (1896 - 1973), Halide Nusret Zorlutuna (1901 - 1983), Güzide Sabri Aygün (1886 - 1946); Cumhuriyet’in ilk döneminin kadın yazarlarıdır. Müfide Ferit Tek (1892-1971), Aydemir (1918) isimli Turancı düşüncenin izlerini taşıyan romanıyla tanınmıştır. Pervaneler (1924), romanında ise yabancı okullarda eğitim gören Türk kızlarının millî benliklerinden uzaklaşmaları işlenir. Şükufe Nihal (1896-1973); Renksiz Istırap (1928), Yakut Kayalar (1931), Çöl Güneşi (1933), Yalnız Dönüyorum (1938), Çölde Sabah Oluyor (1951), Vatanım İçin (1955) romanlarında kadınların dünyasını anlatır. Halide Nusret Zorlutuna (1901-1984), romanlarını daha çok yaşadıkları ve izlenimleri çevresinde kurgulamıştır. Bu romanları; Küller (1921), Sisli Geceler (1925), Gülün Babası (1933), Büyükanne (1971), Aydınlık Kapı (1974), Aşk ve Zafer (1978) isimlerini taşır. Bu dönemin bir başka yazarı da Güzide Sabri (Aygün)’dür. Güzide Sabri’nin romanlarında genç kızların ilgiyle okuyup heyecan duyacağı konular ele alınmış, ilişkiler bu tarzda düzenlenmiştir. 1950 Sonrasında Kadın Yazarlar Milliyetçi-Maneviyatçı Görüşe Sahip Olanlar ve Tarihsel Perspektifle Yazanlar Yine Halide Edip Adıvar çizgisinin devamı diyebileceğimiz bu kadın yazarlar Millî edebiyat akımı içerisinde yetişenlerdir. Romanlarında milliyetperver bakış açısı çevresinde geleneğe bağlı kadın hâkimdir. Samiha Ayverdi (1906 - 1993), Safiye Erol (1900 - 1964), Emine Işınsu (1938), Sevinç Çokum (1943), Nazan Bekiroğlu, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu bu kadın yazarlarımızdandır. Sâmiha Ayverdi (1905 - 1993), romanlarını daha çok tasavvuf düşüncesi çevresinde kurar. Ayverdi, olaylardan çok insanların iç dünyalarına yönelir. Romanlarındaki kişilerin büyük çoğunluğunu İstanbul’un aristokrat ve aydın kesiminden seçmiştir. Karakterler manevi boyutlarında büyük çatışmalar yaşar. Romanlarının sonu ders niteliğindedir. Sâmiha Ayverdi’nin romanlarındaki karakterler çeşitli kavram değerleri yüklenir. Dolayısıyla bu karakterlerin kendi içlerinde bir çatışması vardır. Ciğerdelen romanıyla tanınan Safiye Erol’un kadının dünyasını ele alan romanları da vardır. Emine Işınsu Öksüz, romanlarında Türk toplumunun son kırk yıl içinde geçirdiği sarsıntıları, yaşadığı buhranları, kitlesel dalgalanmaları, sağ-sol şeklinde biçimlenen kutuplaşmaları, iyice hazmedilmemiş reçetelerle ve siyasal doktrinlerle kendilerine bir yer tutmaya çalışan ve yaşamlarını bunlarla yönlendiren dönemin gençliğini ve sorunlarını, kuşak çatışmasını, inanç buhranını ve bu buhrandan gönül yüceliğine ulaşmanın yollarını bir öğretmen yüreğiyle, bir anne duyarlılığıyla, içten ve yalın anlatımıyla öyküleştirir. Sevinç Çokum, romanlarında sosyal ve tarihsel konulara yer verir. Kendi dönemini konu alan Zor’da (1977), 1970’li yılların sosyal ve siyasal olaylarını işler. Bizim Diyar’da (1978) ve Ağustos Başağı ’nda (1989) yakın dönem tarihsel olaylarını konu alır. Bu grup içerisinde değerlendirebileceğimiz genç kuşak romancılar Nazan Bekiroğlu ve Fatma Karabıyık Barbarosoğlu’dur. Toplumcu-Gerçekçi Çizgide Eser Veren Kadın Yazarlar Toplumcu çizgide eser veren yazarlar, sosyal hayatın içerisinde kadının yerini ve yaşadığı çeşitli problemleri, toplumsal problemler çerçevesinde dikkatlere sunmuşlardır. Suat Derviş (1905-1972), Afet Ilgaz Muhteremoğlu, Sevgi Soysal (1936-1976), Füruzan Tekil (1935 -) bu bağlamda ilk akla gelen yazarlardır. Suat Derviş (1905 - 1972), yazıları ve romanlarıyla toplumcu edebiyatın öncülerinden kabul edilir. Romanlarının büyük bir kısmı tefrika halinde kalmıştır. Suat Derviş, “toplumcu gerçekçi” ve “popülist” nitelemeleriyle iki farklı biçimde anılmış bir yazardır. Romanlarını çoğunlukla kadın kahramanların bakış açısıyla oluşturur. Olaylarda toplum hayatının çelişkilerini işler. Maddi imkân - imkânsızlık, toplumsal değerler - bireysel özgürlük gibi çatışmalar etrafında toplumun her kesiminden kişilerin rol aldığı vakalarda kadın, bireyliğini ve kimliğini kazanmak peşindedir. Kadın, bir bakıma toplumun yıpranmış davranış değerleri ile çatışma yaşar. Sevgi Soysal (Nutku, Sabuncu) (1936-1976), Türk romanında kadın sorunlarını gündeme getirmiş yeni bir soluktur. Yürümek’ten (1970) itibaren konularını kendi hayatını, tanık olduğu olayları hareket noktası alarak eleştirel gerçekçi/toplumcu romanlara yönelir. Füruzan Tekil (d. 1935), Güz Mevsimidir (1972) adlı uzun öyküsünde ve 47’liler’de, sol ideolojik söylemleri ön plana çıkarır. Berlin’in Nar Çiçeği’nde (1988)Almanya’daki Türk işçileri ile ilgili anılarını romanlaştırır. 1950 sonrasında İslâmî söylem ile romanlarını kaleme alan yazarlar da vardır. Bu yazarlar sadece İslâmî değerleri referans olarak alırlar. Popüler Kadın Romancılar Popüler roman kısaca halkın zevkine, ruhuna hitap eden eser anlamındadır. Halkın dili ve halkın ifadeleriyle dile getirilir. Ele aldıkları konu bakımından şu türlere ayrılabilir: Aşk romanları, polisiye romanlar, casusluk romanları, tarihsel romanlar, acıma duygusunu ateşleyen toplumsal romanlar, heyecan - macera - gerilim romanları, mizah romanları, ideolojik romanlar. “Bu tür romanlarda işlenen konular, günlük hayattan alınır. Eserler olay ağırlıklıdır. Yazarlar edebî endişeden uzaktır. Bu yüzden edebi değerleri yüksek değildir. Cumhuriyet dönemindeki popüler romancıların bir başka özelliği, romanlarının büyük bir bölümünün sinema filmi ve televizyon dizisi haline getirilmesidir. Bunun sebebi de halkın zevkine ve duygularına hitap etmelerinden kaynaklanmaktadır. İsimleri bugün için pek hatırlanmayan bu romancılar, eserlerini halkın beğenisini göz önüne alarak yazmışlardır. Kerime Nadir Arzak, Muazzez Tahsin Berkant, Mebrure Sami Koray, Mükerrem Kamil Su, Cahit Uçuk, Peride Celal, Nezihe Muhittin, Sevda Sezer, Meliha İlksel, İpek Ongun bunlara örnektir. Bu romancıların 1940 sonrasında Türk halkına okuma alışkanlığı kazandırdığı inkâr edilemez. Hemen hepsi roman kaleme aldıkları dönemde en çok okunan yazar konumunda olmuşlardır. Modern Akımların İzinde Yazan Kadın Romancılar Modern akımların izindeki kadın yazarlar, genellikle dikkatlerini kadının iç dünyasına yöneltmişlerdir. Kadının problemlerini çağrışımlara dayalı olarak aksettirirler. Nezihe Meriç, Leyla Erbil bu tür yazarlardandır. Bu yazarlarda kadın kimliği daima ön plandadır. Ayrıca 1980’lerden itibaren roman yazmaya başlayanlar arasında Pınar Kür, Adalet Ağaoğlu, İnci Aral, Lâtife Tekin, Erendiz Atasü, Oya Baydar, Ayşe Kulin, Nazlı Eray, Aysel Özakın, Buket Uzuner, Elif Şafak toplumsal problemlerin yanında sanat endişelerini öne çıkarırlar, yeni biçimler denerler. Bilinçaltı akımına uygun roman kaleme alan Nezihe Meriç’te kendi iç yalnızlığını sürdüren kadının dünyası vardır. Adalet Ağaoğlu (1929), ilk romanından sonuncu romanına kadar 1950’li yıllardan itibaren Türk toplumundaki sosyal değişimleri kadını merkeze alarak anlatır. Romanlarında klasik anlatım tekniklerinin dışına çıkarak bilinç akışı, iç monolog gibi yeni anlatım teknikleri deneyen yazar Ölmeye Yatmak (1973), Fikrimin İnce Gülü (1979), Bir Düğün Gecesi (1979), Yaz Sonu (1980), Üç Beş Kişi (1984), Hayır (1987), Ruh Üşümesi (1991), Romantik Bir Viyana Yazı (1993), adlı romanlarının tümünde yaşadığı dönemi sorgulamıştır. Kadın yazar kimliğiyle kendini gösteren Leyla Erbil (1931) tüm romanlarında tabuları yıkan bir düşünce ile okuyucunun karşısına çıkar. İlk romanı Tuhaf Bir Kadın’da (1971) kadının toplumdaki yerini sorgular. Ayla Kutlu (1938), Bir Göçmen Kuştu O (1985), Hoşça kal Umut (1987), Kadın Destanı (1994), Emir Beyin Kızları (2000) romanlarını kaleme alır. Oya Baydar (1940), ilk romanı Kedi Mektupları’nda (1993) kediler aracılığıyla toplumun baskıcı tutumunu gözler önüne sermeye çalışır. Bir yandan da 68 kuşağının iç hesaplaşmalarını anlatır. Hiçbir Yere Dönüş, Sıcak Külleri Kaldı, Erguvan Kapısı diğer kitaplarıdır. Ayşe Kulin (1941), biyografi karakterli romanları ile ünlenmiştir. “Ayşe Kulin’in romanlarındaki kadınlar sosyoekonomik durumları birbirinden farklı olsa da fiziksel güzelliğe sahiptirler. Aysel Özakın’ın (1942) Alnında Mavi Kuşlar (1978) romanı, feminist düşüncenin belirdiği eserlerden birisi durumundadır. Aysel Özakın, Genç Kız ve Ölümde’de (1981) Cumhuriyetin ikinci kuşağı gözüyle ilk kuşağı sorgular. Pınar Kür (1943 -), romanlarında toplumsal problemleri ve kadınların çeşitli dertlerini işler. Pınar Kür romanlarında kadınların başkaldıran yönlerini öne çıkarır. Kadınların haklarını elde edebilmeleri için siyasal mücadelelerin içerisinde olmaları gerektiğini de işaret eder. İnci Aral (1944) da daha önce üzerinde durduğumuz kadın yazarlar gibi kadın sorunlarını işleyen romanlar kaleme almıştır. Romanlarında şiirsel bir anlatım sergiler. Ölü Erkek Kuşlar (1991), Yeni Yalan Zamanlar (1994). Hiçbir Aşk Hiçbir Ölüm (1197), Mor (2003) romanlarına verilebilecek örneklerdir. Nazlı Eray (1945 -) zengin hayal gücüne dayalı romanlar kaleme almıştır. Nazlı Eray ilk romanından sonuncusuna kadar gizemli ve hayal ile örülü bir dünyayı aksettirir. Romanlarında fantastik öğeleri kullanır. Eray’ın bütün romanlarında farklı anlatım teknikleri çevresinde bu hayal yolculuğu, yaşanan zaman dilimiyle birlikte vardır. Pasifik Günleri (1981), Arzu Sapağında İnecek Var (1989), Ayışığı Sofrası (2000), Sis Kelebekleri (2003) kitaplarından bazılarıdır. Duygu Asena (1946) sadece yazdıklarıyla değil tartışmalarıyla da ismi feminizm ile özdeşleşmiş bir yazardır. Kadının Adı Yok (1987), yazıldığı dönemde feminizm tartışmalarını üst boyuta taşımış bir romandır. Erendiz Atasü (1947) roman yazmaya kadın konusunu sorgulayarak başlar. Cumhuriyet devriminin olumlu etkilerine karşın Türk toplumunun halen ataerkil özellikler taşıdığını, kadının ezilmesi ve aile içi şiddet olaylarının yaygın biçimde sürmesine tepkilidir. “Erendiz Atasü, kadının kendini gerçekleştirmesi, haklarına kavuşması, birey olabilmesi konularını bir kadın yazar duyarlılığıyla öykü ve romanlarına ana izlek yapmakla kalmaz, sosyoloji, antropoloji alanlarından konuya ilişkin yayınları izler, edebî eserlerdeki iz düşümlerini de gözden kaçırmaz. Buket Uzuner (1955 -) İki Yeşil Susamuru, Anneleri, Babaları, Sevgilileri ve Diğerleri (1991) romanında, bir kadının düşsel ve fantastik dünyası vardır. Kumral Ada-Mavi Tuna (1997) romanının birinci dereceden kişisi Tuna’yı hareket noktası alarak geri dönüşlerle ve metaforik bir anlatım tekniğiyle kaleme alınmıştır. Latife Tekin (1957), toplumsal ve siyasal çatışmaları konu alan romanlar yazdı. Berci Kristin Çöp Masalları (1984), anlatım tekniği ve ele aldığı konu bakımından ilgi çekicidir. Bu romanda, masal öğeleri ve metafora dayalı dil malzemesi eşliğinde gözler önüne serer. Unutma Bahçesi (2004) romanında farklı anlatım teknikleri ile döneminin sanat dünyasını ve siyasal olaylarını anlatır. Sevgili Arsız Ölüm (1983), Gece Dersleri (1986), Buzdan Kılıçlar (1989), Aşk İşaretleri (1995) romanları da toplumsal ve siyasal çatışmalar ekseninde kurulmuştur. Elif Şafak (1971), ilk romanı Pinhan (1997) ile tarih ile masalın iç içe girdiği bir anlatımla eleştirmenlerin dikkatini çekmiştir. Şehrin Aynaları (1999), Mahrem (2000), Bit Palas (2002), Araf (2004); Elif Şafak’ın günümüz okuyucusu tarafından beğenilmesini sağlayan romanlardır. Baba ve Piç (2006), Siyah Süt (2006), Aşk (2009) adlı romanları da geniş okuyucu kitlelerine ulaşmıştır. Günümüzün en çok okunan ve roman yazmaya devam eden kadın yazarlarındandır. Veda-Esir Şehirde Bir Konak-Ayşe Kulin Roman, yazarın ailesinin Millî Mücadele yıllarında yaşadıklarını konu almaktadır. Yazarın, Millî Mücadele yıllarında Maliye Nazırlığı yapan dedesi Ahmet Reşat Efendi’nin, Anadolu’da gelişen Millî Mücadele hareketi ile Padişahın yanı başındaki İstanbul Hükümeti arasındaki kararsızlığı ve İstanbul Hükümetinden yana tavır alması, aile bireylerinin yaşama tarzları ile birleştirilerek anlatılmaktadır. Veda Esir Şehirde Bir Konak isimli roman, Millî Mücadele yılları İstanbul’undan, kadınlar çevresinden, onların yaşadığı bir konaktan hareketle, farklı ilişkiler yumağıyla, merkeze Kemal ve Ahmet Reşat Bey’i koyarak, görüntüler sunmaktadır.
- Büyülü Gerçekçilik (Magic Realism) Akımı
Büyülü gerçekçilik, akıl sınırlarını zorlayan, mantık dışı öğeleri, sihirli şeyleri içinde barındıran ve bunları düşülkesel (Fr. utopique) ya da karşı-düşülkesel (Fr. dystopique) bir kurgu düzleminde ortaya koyan bir akımdır. Postmodern edebiyatın içinde bir yönelim ve bazı durumlarda bir teknik olarak da karşımıza çıkan büyülü gerçekçilik, kendine özgü nitelikleri ve bu nitelikler çevresinde üretilen sanat yapıtlarının doğası dikkate alınarak birçok eleştirmen tarafından özgün bir sanat akımı olarak değerlendirilir. Büyülü gerçekçilikte (magic realism) “magic” terimi yaşamın gizemlerini ifade ederken, büyüleyici (magical) ve olağanüstü (marvellous) gerçekçilik sıra dışı olayları, özellikle ruhsal ve mantık ötesi olayları anlatır. Büyülü (büyüleyici) gerçekçi yapıtlar büyülü olaylar ya da nesneler, hayaletler, birden ortadan kaybolmalar, mucizeler, sıra dışı masallar ve ilginç atmosferler içermektedir. Bunlar, herhangi bir sihirbazlık gösterisindeki olaylardan farklıdır. Bu tür sihirlerde yanılsama doğaüstü bir şey olmuş gibi gösterilir, oysa büyülü gerçekçilikte sıra dışı bir şey gerçekleşir. Büyülü Gerçekçilik (Magic Realism) Akımı, 1985’li yıllara kadar Türkçede büyülü gerçekçilik ya da olağanüstü gerçekçilik olarak çevrilebilecek iki farklı kavramla birlikte anılmış ancak 80’li yıllardan sonra büyülü gerçekçilik kavramı akımın genel adı olarak benimsenmiştir. Terim olarak ilk defa Alman sanat eleştirmeni Franz Roh tarafından değiştirilmiş gerçekliği gösteren bir tabloyu tanımlamak için kullanılan büyülü gerçekçilik; Massimo Bontempelli, Ernst Jünger ve Gilbert Keith Chesterton gibi yazar ve eleştirmenler aracılığıyla Almanya, İtalya, İngiltere gibi Avrupa ülkelerinde; Jorge Luis Borges, Julio Cortazar, Miguel Angel Asturias, Alejo Carpentier Carlos Fuentes ve Gabriel Garda Marquez ile de Yeni Dünya olarak anılan Latin Amerika ve Karayipler gibi iki anakara ve üç bölgede ortaya çıkmış ve buralardan dünyanın öteki bölgelerine yayılarak sanat ve edebiyat dünyasını etkilemiştir. Özellikle dünyada İngilizce konuşan ülkelerin edebiyatı ve eleştiri çevresinde son dönemde öne çıkan postmodernizm, sömürgecilik-sonrası, çok kültürlülük kavramları sorunsallaştıran kültürel çalışmalar bölümünde çok sayıda araştırma yapılmaktadır. Bu çalışmalar, küreselleşen dünyada Batılılaşmanın etkisinde gelişen bir dünya edebiyatı olgusunu tartışmaya açmaktadır. Büyülü gerçekçilik akımı 1960’lı yıllardan itibaren özellikle Latin Amerika ülkelerinde büyük gelişme göstermiş ve 1980’li yıllardan sonra da Afrika’dan Asya’ya ve Avustralya’ya kadar yayılmıştır. Büyülü Gerçekçiliğin Genel Nitelikleri Büyülü gerçekçilik, içinde büyülü öğeleri barındıran gerçeklik anlayışı çerçevesinde, “düşsel/gerçekdışılık ile gerçekçiliği birbirine bağlayan” gerçekliğin postmodern bir görüntüsüdür. Bu akım, düşsel ile kurmaca arasında gerçekliğin üzerinde oynanan masalımsı bir oyunu andırmaktadır. Genellikle fantastik türle karıştırılan bu akım, kimi yönleriyle fantastiği andırsa da temeldeki ayrım çok açık ve kesindir. Bu bağlamda, David Punter’in bu ayrıma ilişkin verdiği örneği burada anımsamak oldukça açıklayıcı görünmektedir: Eğer bir hayalet kahvaltı masanıza oturur ve siz de korkar, dehşete düşerseniz bu korku ya da fantastik olur. Ancak eğer, “Ah, bir hayalet; lütfen şu reçeli bana uzatır mısın?” derseniz büyülü gerçekçilik olur. David Punter, bu örneği büyülü gerçekçiliğin önemli niteliklerinden yalnızca birisini belirtmesi açısından yeterli bulmayarak şu eklemeyi yapar: “Ancak siz, ‘Ah, bir hayalet; lütfen şu reçeli bana uzatır mısın?’ dedikten sonra hayalet: ‘Benim büyükannem çok güzel soğan reçeli yapardı’ der ve siz buna karşılık ‘saçmalama, soğanın reçeli yapılmaz!’ derseniz, işte o zaman anlatı büyülü gerçekçi olur. Büyülü gerçekçi romanın nitelikleri aşağıdaki gibi sıralanabilir: Büyülü gerçekçilik, fantastik öğelerden beslenen postmodern edebiyatın yeni bir ürünüdür. Büyülü gerçekçilik anlatısı sömürgecilik-sonrası söylemde, düşlem ve gerçeklik gibi iki farklı niteliğin melez bir bireşimidir. Anlatılarda doğa yasalarıyla açıklamanın olası olmadığı ve gündelik neden-sonuç bağıntısı mantığını tersyüz eden büyülü olaylar gerçekleşir. Düşlemin tersine, büyülü gerçekçi romanlarda içinde yaşanılan dünya ayrıntılı olarak betimlenir, bu ayrıntılara içkin büyülü doğa ise metni gerçeklikten uzaklaştırır. Okur, gerçek ile kurmaca, düşsel ile olgusal, doğa ile doğaüstü, tekinsiz ile olağanüstü, alışılmış ile alışılmamış arasında kalır. Ancak bu kusursuz bileşim, okuru şaşırtmadan gerçekleştirilir. Büyülü gerçekçi bir roman sözlü edebiyat içinden doğan fantastik söylensel geleneğin bir yansıması olarak, cin, peri, hayalet ve değişik doğaüstü varlıkların örüntülediği söylenceler, törensel gelenekler ve halk öykülerinden yararlanır. Büyülü gerçekçi romanın anlatıcısı, okurun büyülü ve tuhaf olandaki mantıksızlığın bilincine varmaması için, olaylar üzerinde hiçbir açıklayıcı bilgi vermeden ya da alaysılama tekniğine başvurarak, okur ile metin arasında bir uzaklık duygusu yaratır. Melezleşme aynı zamanda, anlatıların zaman ve uzam birliğini bozarak, çevrimsel söylensel zamanı çizgisel süredizimsel zamanla harmanlar. Uzama gelince, coğrafi olarak saptamanın pek olası olmadığı, bunun yanında sınırsız bir imgelemeden doğan fantastik bir uzam değil, gizemli bir uzam söz konusudur. Büyülü gerçekçi romanlarda, anlatı kişilerinin ruhsal durumlarına değil, eylemlerine ağırlık verilir. Bu romanlar, söylen, söylence, halk öyküleri, masalların değişik niteliklerinden yaralanırken varlık bilimsel, siyasal, uzamsal ve türsel sınırları görmezden gelir, yaşam ile ölüm, düşünce ile beden, madde ile ruh, gerçek ile düş, kendi ile öteki, erkek ile dişi arasındaki sınırlar ortadan kalkar. Bir arada olmalarının olası olabileceği düşünülmeyen dizgeler, yapılar ve evrenler kolaylıkla bir arada olabilir. Türkiye’de Büyülü Gerçekçilik Şaman Türk inancı ile Dede Korkut öyküleri, Anadolu büyülü gerçekçilik akımının temel göndergelerini oluşturur. Şaman inancında doğaüstü öğeler ile dinsel törenler, cin, peri, Hızır, nazar gibi büyülü ve gizemli olgu ve varlıklar halkın günlük yaşamının ve etkinliklerinin doğal bir bütünleyeni olduğu için, tüm bunlar büyülü gerçekçi Türk romancıları için doğal bir kaynak olmuştur. Büyülü Gerçekçilik Akımının Temsilcileri Yüzde yüz büyücü gerçekçilik akımının sınırları içerisinde değerlendirileceği iddia edilmese de bu çerçevede sıralanabilecek yazarlar şu şekildedir: Alejo Carpentier, Angela Carter, Ben Okri, Julio Cortazar, Carlos Fuentes, Curzio Malaparte, Francisco Tario, Gabriel Garcia Marquez, Günter Grass, Italo Calvino, Jorge Luis Borges, Latife Tekin, Michel Tournier, Miguel Angel Asturias, Mihail Bulgakov, Milan Kundera, Salman Ruşdi ve Yann Martel.
- Şubat Ayı Edebiyat Ajandası
1 ŞUBAT 1814: Lord Byron’ın The Corsair’i (Korsan), satışa çıktığı gün 10.000 nüsha sattı. 1851: Frankenstein’ın yazarı Mary Shelley, 53 yaşında İngiltere, Bournemouth’ta öldü. 1874: Hugo von Hofmansthal doğdu. 1902: Şair ve yazar Langston Hughes, Missouri, Joplin’de doğdu. 1967’de öldü. 1918: Romancı Muriel Spark, Edinburgh’da doğdu. 1930: Muzaffer Buyrukçu doğdu. 1956: Şair Sefa Kapl an doğdu. 1979: Niyazi Akıncıoğlu öldü. 1979: Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İpekçi öldürüldü. 2 ŞUBAT 1826: Anthelme Brillant-Savarin öldü. 1870: Mark Twain (34), Olivia Langdon’la evlendi. 1882: James Joyce, Dublin’de doğdu. Ulysses, 1922’de, kırkıncı doğumgününde Shakespeare and Company’den çıktı; numaralı 1000 nüsha bir ay içinde tükendi. 1947: Yedigün gazetesinde Sait Faik’in Orhan Veli’yle yaptığı bir röportaj yayımlandı: “Rakı Şişesinde Balık Olmak İsteyen Şair”. 1970: Filozof Bertrand Russell, “dalya” demesine üç yıl kala öldü. 3 ŞUBAT 1874: Yazar ve Yitik Kuşak’ın kılavuzu Gertrude Stein, Pennsylvania, Allegheny’de doğdu. 1997: 82 yaşındaki Çekoslovakya’lı yazar, “Çek edebiyatının kralı” Bohumil Hrabal (Sıkı Denetlenen Trenler), romatizmadan tedavi gördüğü Prag Hastanesi’nde, kuşları beslemeye çalışırken beşinci kattan düşerek öldü. 4 ŞUBAT 1921: Feminist Betty Friedan (Feminine Mystique, 1962), Illinois, Peoria’da doğdu. 5 ŞUBAT 1626: Avrupa’nın en tanınmış mektup yazarı Mme de Sevigné, Paris’te doğdu. Provence’ta oturan kızkardeşine 30 yıl boyunca yazdığı 1500 mektup, Paris yaşamı, saray dedikoduları ve günün önemli insanları konusunda vazgeçilmez bir kaynaktır. 1881: Tarihçi ve deneme yazarı Thomas Carlyle, Londra’da 85 yaşında öldü. “İyi yazılmış bir hayat hemen hemen iyi yaşanmış bir hayat kadar ender bulunur” diye yazmıştı. 1885: Hamamizade İhsan doğdu. 1887: Beşir Fuad intihar etti. 1897: Marcel Proust, Les Plaisirs et les Jours hakkında iftiracı bir yazı yazan Jean Lorrain’le düello etti – tabancayla. 1914: Beat kuşağının “baba” yazarı William Burroughs, Missouri, St. Louis’de doğdu. (Naked Lunch’ın Kıyı Yayınları’ndan Çıplak Şölen adıyla çıkması -birkaç yıldır- bekleniyor.) 1915: Halk şairi Sümmani öldü. 1959: New York eyaletinin Nyack kentinde, sufle, istiridye, üzüm ve şampanyalı bir öğle yemeğinden sonra, Carson McCullers pikaba bir plak koydu ve (kocası Arthur Miller da yemekte olan) Marilyn Monroe ile Isak Dinesen’i (namıdiğer Karen Blixen) dansa davet etti Ğ mermer yemek masasının üstünde! 6 ŞUBAT 1564: Uslanmaz kavgacı, casus, oyun yazarı ve şair Christopher Marlowe, Canterbury’de (İngiltere) doğdu. (29 yıl sonra da öldü: 1 Haziran 1593) 1857: Fyodor Dostoyevski, ilk evliliğini Sibirya’da Marya Dmitriyevna ile yaptı. Marya Dostoyevski yedi yıl sonra ince hastalıktan öldü. 1876: Lewis Carroll, yayıncısından The Hunting of the Snark’ın (Köpan Avı: Barış Pirhasan) şömizine kitabın adını basmasını rica etti; yayıncı onu kırmadı: The Hunting of the Snark, şömizinde adı yazılı ilk kitap oldu. 7 ŞUBAT 1478: Utopia’nın yazarı Sir Thomas More, Londra’da Cheapside’ın Süt Caddesi’nde doğdu. 1764: Gotik romanlar yazarı Ann Radcliffe (The Mysteries of Udolpho), Londra’da doğdu. 1812: Charles Dickens, İngiltere, Portsmouth’ta doğdu. 1836’da, 24. doğumgününde, takma adla yazdığı denemeler Sketches by Boz adıyla ve George Cruikshank’in resimleriyle yayımlandı. 1812: Genç Lord Byron (24), Lordlar Kamarası’nda ilk konuşmasını yaptı: konuşması, isyancı işçilere ölüm cezası getirecek olan bir “önlem paketi” aleyhindeydi. 1837: Filolog ve sözlükçü Sir James Murray, İskoçya, Roxburghshire’da doğdu. 1915’te öldüğü sırada, Oxford English Dictionary’nin yarısını tek başına hazırlamış durumdaydı. 1867: “Küçük Ev” kitap dizisinin yazarı Laura Ingalls Wilder, Wisconsin, Pepin’de doğdu. 1885: (Harry) Sinclair Lewis (kendi tarifiyle: “meziyeti Ğvarsa eğerĞ kitaplarında bulunan ruhsuz bir adam”), Minnesota, Sauk Centre’da doğdu. 8 ŞUBAT 1577: İngiliz deneme yazarı ve filozof Robert Burton (The Anatomy of Melancholy [Melankolinin Anatomisi]), Leicestershire, Lindley’de doğdu. 1819: Sanat eleştirmeni John Ruskin, Londra’da doğdu. 1828: Bilimkurgunun babası Jules Verne, Nantes’da (Fransa) doğdu. 1926: İrlandalı oyun yazarı Sean O’Casey’in The Plough and the Stars’ı (Pulluk ve Yıldızlar) ilk kez Dublin’de Abbey Theatre’da sahnelendi. 9 ŞUBAT 1441: Ali Şir Nevai doğdu. 1874: İmajist şair Amy Lowell, Massachusetts, Brooklyn’de doğdu. 1915’te, savaşın yol açacağı sıkıntıyı önceden görerek -o da George Sand (bkz. 1 Temmuz) gibi sıkı bir puro tiryakisiydi- 10.000 Manila purosu ısmarlayacaktı. 1881: Fyodor Dostoyevski öldü. 1911: İngiltere’de Morning Post’ta çıkan imzasız bir yazı gazetenin okurlarını çok eğlendirdi. Yazı The White Peacock (Beyaz Tavuskuşu) üzerineydi ve yazarı bir şeyi çok merak ediyordu: “D.H. Lawrence’ın cinsiyeti nedir?” 1922: On yıllık bir aradan sonra, Duino Elegies’in esin perisi Rainer Maria Rilke’ye geri döndü ve Rilke şiir dizisini 18 günde bitirdi. (Can Alkor’un Duino Ağıtları’nı çevirmesi ne kadar sürdü sahi?) 1923: İrlandalı oyun yazarı Brendan Behan, Dublin’in kenar mahallelerinden birinde doğdu. 1953: Behçet Necatigil “Evlerle Savaş” şiirini yazdı: “Körükler cılız olmak / Evlerin hiddetini, / Evlerle savaşımız / Savaşların çetini.” 10 ŞUBAT 1302: 27 Ocak’ta sürgüne gönderilen Dante, gıyabında ölüme mahkûm edildi. 1749: Henry Fielding’in on küçük ciltlik The History of Tom Jones’unun yedi gün önce başlayan yayını tamamlandı. 1775: Deneme yazarı ve eleştirmen Charles Lamb, Londra’da trajik bir ailenin çocuğu olarak doğdu. 1837: 37 yaşındaki Aleksandr Puşkin, karısının onurunu korumak için girmek zorunda kaldığı düelloda aldığı yaralar yüzünden Moskova’da öldü. 1890: Boris Pasternak (Doktor Jivago), Moskova’da doğdu. 1898: Alman şair, oyun yazarı ve tiyatro kuramcısı Bertolt Brecht, “Karaormanlar’da” Augsburg kentinde doğdu. 11 ŞUBAT 1650: René Descartes öldü. 1899: Şaire Adile Sultan öldü. 1963: Kocası şair Ted Hughes’den dört ay önce ayrılmış olan Sylvia Plath, Londra’da 30 yaşında intihar etti. Bir yıl önce “Lady Lazarus”ta kâhince yazmıştı: “Ölmek / Bir sanattır, her şey gibi. / Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi.” (Cevat Çapan) 12 ŞUBAT 1804: Immanuel Kant, Prusya’daki Königsberg’de, doğumundan beri oturduğu ve hiç ayrılmadığı evinde 79 yaşında öldü. 1809: Charles Darwin, İngiltere’de Shropshire, Shrewsbury’de doğdu. Aynı gün, ABD Kentucky’deki Hardin (şimdi Larue) İlçesi’nde bir orman evinde de Abraham Lincoln doğdu. 1979: Ali Rıza Ertan öldü. 13 ŞUBAT 1903: İnanılmaz “velut” romancı, Komiser Maigret’nin yaratıcısı Georges Simenon, Liége’de (Belçika) doğdu. 1934: Cenap Şahabettin öldü. 1958: Şair Nilgün Marmara doğdu. 1974: Aleksandr Soljenitsin, Sovyetler Birliği’nden sürüldü. 14 ŞUBAT 1483: Babur Şah doğdu. 1571: İtalyan heykeltraş, döküm ustası ve dikkate değer bir özyaşamöyküsünün yazarı olan Benvenuto Cellini, 70 yaşında, doğum yeri olan Floransa’da öldü. 1895: Oscar Wilde’ın komedisi The Importance of Being Earnest (Ciddi Olmanın Önemi) Londra’da St James Tiyatrosu’nda gösterilmeye başlandı. 1921: New York’ta Jane Heap ve Margaret Anderson, Joyce’un Ulysses’ının bir bölümünü Little Review’da yayımladıkları için müstehcen yayın yapmakla suçlandılar. Bir hafta sonra 50 dolar para cezasına çarptırıldılar. 15 ŞUBAT 1748: İngiliz hukukçu ve filozof, “yararcılık”ın yaratıcısı Jeremy Bentham, Londra’da doğdu. 1781: Laocoon heykel grubu üzerine incelemesiyle tanınan Gotthold Ephraim Lessing öldü. 1886: “Dr Fu Manchu” dizisinin yazarı Sax Rohmer, Birmingham’da doğdu. 16 ŞUBAT 1751: İngiliz şair Thomas Gray, “Bir Köy Kilisesinin Avlusunda Yazılmış Ağıt”ını imzasız yayımladı. 17 ŞUBAT 1673: Molière Paris’te 51 yaşında, kendi oyunu Hastalık Hastası’nda başrolü oynadıktan birkaç saat sonra öldü. Kilise cenaze töreni yapılmasını önce yasakladı. Daha sonra, rezaletten korkulduğu için tören gece yapıldı ama, binlerce hayranı dramatik bir fener alayı düzenledi. 1715: Antoine Galland, Paris’te öldü. 1776: İngiliz tarihçi Edward Gibbon’ın Roma İmparatorluğu’nun Yükselişi ve Düşüşü kitabının ilk cildi yayımlandı. 1856: Heinrich Heine öldü. 1903: Sadık Hidayet, Tahran’da doğdu. 1933: Tahsin Yücel, Elbistan’da doğdu. 18 ŞUBAT 1896: André Breton, Fransa’nın Orne eyaletinin Tinchebray kentinde doğdu. 1986: Tezer Özlü öldü. 19 ŞUBAT 1837: Georg Büchner (Danton) öldü. 1927: Yalnız Bir Avcıdır Yürek ve Hüzünlü Kahvenin Türküsü’nün yazarı Carson McCullers, Georgia, Columbus’ta doğdu. “Sanırım benim ana izleğim ruhsal soyutlanma” diyecekti. 1951: Fransız romancı André Gide, 81 yaşında Paris’te öldü. Birkaç gün sonra Sorbonne’da bir salonun duyuru panosunda Gide’in imzasıyla bir telgraf mesajı görüldü: “Cenennem yok. Claudel’e bildirseniz iyi olur.” Katolik mistik şair Paul Claudel, bir ara Gide’i dine döndürmeye çalışmış, başaramamıştı. 20 ŞUBAT 1852: Emily Dickinson’ın matrak St Valentine şiiri “Sic transit”, Springfield’da Republican’da yayımlandı. 1912: İtalyan şair Filippo Tommaso Marinetti, Le Figaro’da Fütürizm Bildirgesi’ni yayımladı. 1988: Fransız şair Réné Char öldü. 21 ŞUBAT 1595: İngiliz şair Robert Southwell, bir Cizvit rahibi olarak yürürlükteki yasaya karşı geldiği için Tyburn’de asıldı. 1907: Amerikan asıllı İngiliz şair W(ystan) H(ugh) Auden, New York’ta doğdu. 1925: The New Yorker’ın ilk sayısı yayımlandı. Harold Ross’un kurup yönettiği dergi, “New York’lu” anlamına gelen adından da anlaşılacağı gibi, “metropol yaşamını yansıtmak” niyetindeydi ve ilk sayısında “Dubuque’taki yaşlı hanım için” çıkmayacağını duyuruyordu. (Merak edenler için: Dubuque, Iowa’da Mississippi kıyısında bir şehir; 1990 nüfusu bile ancak 62.321.) 22 ŞUBAT 1900: Buñuel doğdu. 1942: Stefan Zweig Petropolis’te intihar etti. 23 ŞUBAT 1821: John Keats gencecik öldü. 1888: 24 yaşındaki Hüseyin Rahmi’nin [Gürpınar] ilk romanı Şık, Ahmet Mithat Efendi’nin gazetesi Tercüman-ı Hakikat’te yayımlanmaya başladı: “Bunun baş tarafını rüştiyede iken yazmıştır. Bu kısmı okuyan ahbaplarının tavsiyelerine uyarak, eseri Ahmet Mithat Efendi’ye göndermiş, iki gün sonra Tercüman-ı Hakikat’te Şık yazarını matbaaya çağıran bir ‘muhâbere-i aleniyye’ [açık mektup] görünce gitmiş; Ahmet Mithat, romanı ‘çocuk yazısına benzetemediği’ için, bunun Hüseyin Rahmi tarafından yazıldığına ilkin inanmamış, fakat ‘çocuğun’ ısrarlarını ve ‘gözünden iki damla yaş akmasını’ görmesi üzerine inanmış ve tamamlayıp getirmesini istemiş, romanın son kısmını başından daha güzel bulmuş, genç yazarı, ‘evlâd-ı ma’nevî’ ilân ederek, romanı Tercüman-ı Hakikat’te tefrikaya başlamıştır.” (Cevdet Kudret, Edebiyat Kapıları) 1971: Halit Fahri Ozansoy öldü. 24 ŞUBAT 1786: Wilhelm Grimm doğdu. 1946: Ömer Bedrettin Uşaklı öldü. 1978: Cahit Öztelli öldü. 1992: Hıfzı Veldet Velidedeoğlu (d. 1904) öldü. 25 ŞUBAT 1495: Cem Sultan öldü. 1707: Carlo Goldoni doğdu. 1871: Rimbaud, üçüncü kez evden kaçtı; Paris’te on beş gün kalıp döndü. 1970: Fethi Giray öldü. 26 ŞUBAT 1802: Victor Hugo doğdu. Sekseninci doğum günü Fransa’da ulusal bayram ilan edilecekti. 1947: Cemal Nadir Güler öldü. 1961: Hasan-Âli Yücel öldü. 1984: Hasan Hüseyin (Korkmazgil) öldü. 1986: Şair, romancı ve deneme yazarı Robert Penn Warren, ABD’nin ilk resmi “Başşair”i (Poet Laureate) oldu. Kongre Kütüphanecisi Daniel J. Boorstin tarafından seçilen Warren, o sırada Pulitzer Ödülü’nü hem kurmaca (1947) hem de şiir (1958, 1979) dallarında kazanmış olan tek yazardı. (Aynı yılın Eylülünde, başşair seçiminde atama uygulaması başlatıldı) 1988: Akşit Göktürk (d. 1934, Van) öldü. 1994: Tarık Buğra öldü. 27 ŞUBAT 1644: Şeyhülislam Yahya öldü. 1807: Henry Wadsworth Longfellow doğdu. 1902: John Steinbeck, California’nın Salinas kentinde doğdu. 1912: Lawrence Durrell, Hindistan’ın Darciling kentinde doğdu. 1959: Hüseyin Siret Özsever (d. 1872) öldü. 28 ŞUBAT 1533: Michel de Montaigne doğdu. 1884: Ömer Seyfettin doğdu. 1916: Romancı Henry James, Londra’da 72 yaşında öldü. 29 ŞUBAT 45 (İÖ): Julius Caesar -445 gün sürdüğü için Karışıklık Yılı olarak bilinen- İÖ 46 yılını, 365 gün altı saate sabitleyerek, düzeltti.
- Ekim Ayı Edebiyat Ajandası
1 EKİM 1928: Türkçe Gazete’nin ilk sayısı çıktı. Özelliği, tamamen “yeni harfler”le basılmasıydı. 1950: Faik Âli Ozansoy öldü. Halit Fahri Ozansoy’la bir akrabalığı yoktu ama “Batarya ve Ateş muharriri” Süleyman Nazif’in kardeşiydi. Mülkiye’de öğrenciyken Servetifünuncuların arasına katılmış, bir ara da Fecriati topluluğuna başkanlık etmişti. 2 EKİM 1904: Graham Greene doğdu. 3 EKİM 1900: Thomas Wolfe doğdu. Şöyle yakınacaktı: “İstemediğiniz kadar yatacak kadın bulabilirim; benim için asıl bulması zor olan, daktilo bilen ve yazdıklarımı okuyacak bir kadın.” 4 EKİM 1910: Cahit Sıtkı Tarancı doğdu. 1936: İoanna Kuçuradi doğdu. 5 EKİM 1713: Denis Diderot doğdu. 1936: Çek oyun yazarı (sonradan cumhurbaşkanı) Vaclav Havel doğdu. 6 EKİM 1657: Kâtip Çelebi öldü. 1968: Sabri Esat Siyavuşgil öldü. Değerbilir okurlar için, Hugo’nun Hernani’sini eşsiz bir ustalıkla çeviren Cemil Meriç’in bile kıskandığı Cyrano de Bergerac çevirisiyle yaşıyor. 7 EKİM 1571: Cervantes, Lepanto (İnebahtı) Deniz Savaşı’da iki kez göğsünden, bir kez de sol elinden yaralandı. 1849: Edgar Allan Poe, Baltimore’da bir hastanede 40 yaşında öldü. Son sözleri “Rabbim, ruhuma yardım et!” oldu. Mezartaşında “Dedi Kuzgun: Hiçbir zaman” yazıyor. 1932: F. Scott Fitzgerald’ın karısı Zelda’nın tek romanı Beni Valsten Koru yayımlandı ve çok az satıldı. 8 EKİM 1754: Henry Fielding öldü. 9 EKİM 1989: Yusuf Atılgan öldü. 10 EKİM 1896: The Times gazetesinin kitap eki The Times Literary Supplement’ın ilk sayısı çıktı. 11 EKİM 1963: Jean Cocteau öldü: Ömür boyu can dostu, sevgili “Madame Piaf”ının ölümünden bir iki saat sonra. 1985: Metin Eloğlu öldü. 12 EKİM 1924: Anatole France, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan üç yıl sonra öldü. Hugo’dan sonra bir yazar için düzenlenen ilk ulusal cenaze töreni onunkiydi. 13 EKİM 1956: Cahit Sıtkı Tarancı öldü. Ataç, Günce’sine şunları yazdı: “TARANCI.- Ne iyi çocuktu! … Yırları yarına da kalacak mı? Büğünden kimse kestiremez onu. Kalsın kalmasın, bize, büğün yaşamakta olanlara güzel tatlar sağladı o yırlar, gönlümüzde yankıları var. Öldü Cahit Sıtkı Tarancı, bir kişi değil artık, sayrılar evinde yatan bir kişi değil, yırlarıyle içimizi ışıtan, bize bizi anlatan, kimi tatlı tatlı, kimi de üzünçle gülümseyen bir anı oldu. Uzun sürmese de ‘ölümsüzlük’ budur işte.” 1973: Halikarnas Balıkçısı öldü. 1987: Nilgün Marmara intihar etti. 14 EKİM 1888: Katherine Mansfield doğdu. 1969: “Sutüven” şairi Mustafa Seyit Sutüven öldü. Cemal Süreya’nın yerinde saptamasıyla “ilk şiirine yenilmiş bir şair”di. 1999: Fakirt Baykurt Almanya’da öldü. 15 EKİM 1844: Nietzsche doğdu. 1928: Yusuf Ziya (Ortaç) Meşale dergisini kapattı. Böylece, birkaç ay önce bu dergide başlayan ve yedi genç şairin ortak kitabı Yedi Meşale ile süren “Yedi Meşaleciler” akımı da sona ermiş oldu. 1958: Asaf Hâlet Çelebi öldü. 16 EKİM 1854: Oscar Wilde (Fingal O’Flahertie Wills) doğdu. 17 EKİM: 1827: Thomas Carlyle, Jane Welsh ile evlendi. Gelin, Leigh Hunt’ın “Jenny”siydi: “… Söyle yorgunluğumu, mahzunluğumu söyle,/ Sağlık ve zenginliğin beni terk ettiğini, / Söyle yaşlandığımı, ama şunu da ekle: / Jenny öptü beni!” (S.Ö.) 18 EKİM 1859: Henri Bergson doğdu. 1949: Enis Behiç Koryürek öldü. 1957: Gazeteci ve yazar Hüseyin Cahit Yalçın öldü. Edebî Hatıralar’da (1935) Tevfik Fikret ve Servet-i Fünun çevresini anlatmıştı. 1985: Sabri Altınel öldü. 19 EKİM 1745: Gulliver’in Gezileri’nin yazarı Jonathan Swift, son yolculuğuna çıktı. 1996: Kemalettin Tuğcu öldü. Yazdığı romanlar yazınsal bir değer taşımıyordu belki; ama birkaç kuşağın okuma alışkanlığının temelini oluşturdular. 20 EKİM 1854: Rimbaud doğdu. 21 EKİM 1772: Samuel Taylor Coleridge doğdu. Borges’in “çok az örneği bulunan onirik esin şiirlerinden biri” dediği “Kubilay Han”ı yazacaktı. 1860: Agâh Efendi’nin Tercüman-ı Ahval gazetesinin ilk sayısı çıktı. 1971: Neruda, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. 22 EKİM 1915: İngiliz gazetesi Star’da, D.H. Lawrence’ın birkaç gün önce Methuen’den çıkan ve 1857 tarihli bir yasaya dayanarak toplatılıp yok edilen Gökkuşağı romanı üzerine bir yazı yayımlandı. Yazıda, bu yılın Bloomgünü’nde (16 Haziran) kaybettiğimiz Mîna Urgan’ın D.H. Lawrence’ta (YKY, 1997) aktardığına göre, “bu romanın ulusal sağlık açısından bulaşıcı hastalıklardan bile daha tehlikeli olduğu, savaş rüzgârları eserken,The Rainbow gibi bir romanın yazılmasının bir rezalet sayılması gerektiği” öne sürülüyordu; yayınevinin yöneticisi, “kitabı dikkatle okumadan bastıklarına pişman olduğunu, okuyuculardan özür dilediğini” söyledi. 1919: Doris Lessing, İran’ın Kirman kentinde doğdu. 23 EKİM 1817: Fransız gramerci, ansiklopedist ve sözlükçü Pierre Larousse doğdu. 24 EKİM 1969: “Milli Şair” Behçet Kemal Çağlar, kalp krizi geçirdi ve Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırıldı. O gece öldü. 25 EKİM 1400: Geoffrey Chaucer olasılıkla vebadan öldü ve Westminster Katedrali’nin mezarlığına gömülen ilk şair oldu. 1924: Ziya Gökalp öldü. 26 EKİM 1880: Mark Twain, Connecticut’ın Hartford kentinde bir konuşma yaptı: “Hakitati söylemedikleri sürece, muarızlarımın benim için ne dediği umurumda değil.” 27 EKİM 1914: Dylan Thomas doğdu. 28 EKİM 1704: John Locke öldü. 1978: Agâh Sırrı Levend öldü. 29 EKİM 1783: Ansiklopedi yazarı D’Alembert öldü. 1789: “Muhayyelat yazarı” Aziz Efendi öldü. 1949: İbrahim Alaattin Gövsa öldü. 1980: Cemil Meriç, Jurnal’ine Orhan Veli için şunları yazdı: “Nasrettin Hoca masallarını beğenerek okudum. Fransızca bilse La Fontaine’in fable’lerinde daha başarılı olabilirdi. Zavallı Orhan! Bir yanı ile şairdi, kelimenin büyüsüne inanmıştı. Minnacık bir şair…” 1935: Füruzan doğdu. 30 EKİM 1871: Paul Valéry doğdu. 1938: “… Saat 20:00’de Merihliler New Jersey’e ayak bastı – bu söz onlar için yeniydi: toprağa ilk kez değiyorlardı. Sakin ve serin bir sonbahar gecesiydi ve Merihliler saldırı sonunda sadece New York’u değil ülkenin geri kalanını da ele geçirdiler. Güçlü CBS radyo şebekesi tamamen ellerindeydi; başlarında da Orson adında genç bir yüzbaşı vardı. Merihlilerin -tıpkı Rönesans ressamları gibi- soyadları olmadığı için o da sadece Orson’du. … Birkaç dakika önce, saat başında, bir anons spikeri şöyle demişti: ‘Columbia Broadcasting System ve bağlı istasyonları, Orson Welles ve Mercury Theater’ı H.G. Wells’in “Dünyalar Savaşı” adlı eserinde sunar.’ … Yayın sona erdiğinde radyo istasyonu polislerle çevrildi, radyoya yüzlerce telefon geldi, insanlar stüdyo çıkışlarında toplandılar, hatta H.G. Wells bir protesto telgrafı çekti. …” (Guillermo Cabrera Infante, Orson Welles: Bir Amerikan Mitosu) 1994: Halkbilimci ve şair Oğuz Tansel öldü. 31 EKİM 1795: John Keats doğdu. 1913: Geleceğin tarihçileri Will ve Ariel Durant evlendiler. Damat 31, gelin 15 yaşındaydı. 1931: Berna Moran öldü.
- Servet-i Fünun Edebiyatı ve Genel Özellikleri
Servet-i Fünun Edebiyatının Oluşumu Servet-i Fünun Dergisi Servet-i Fünun Sanatçıları ve Bu Sanatçıların Genel Özellikleri Servet-i Fünun Döneminin Sanat ve Edebiyat Anlayışları Servet-i Fünun Döneminin Siyasi Koşulları Servet-i Fünun Sanatçıları ile Tanzimat Dönemi Sanatçılarının Karşılaştırılması Servet-i Fünun, gerçekte, daha çok bilimsel yazıların yayımlandığı bir dergidir. Fenlerin zenginliği anlamına gelir; dergi ilk başta bir bilim dergisi olarak yayın hayatına başlamıştır. Ancak 1896’da yazı işleri müdürlüğüne Tevfik Fikret‘in getirilmesiyle bir edebiyat ve sanat dergisi durumuna gelir. Zamanın önde gelen ve batılı tarzda bir edebiyattan yana olan yazarlar bu dergide toplandığı için, Servet-i Fünun adı dönemin de adı olur. Edebiyat-ı Cedide nedir? Servet-i Fünun dönemine verilen ikinci bir addır. Batılı edebiyat, yeni edebiyat anlamında kullanılan bu terim, Servet-i Fünun’da yazan şair ve yazarların benimsemeleri ile akım ve dönem adı olarak yerleşmiştir. Servet-i Fünun şair ve yazarları, Tanzimat edebiyatıyla gelen batılı tekniği geliştirmişlerdir. Sonuçta Servet-i Fünuncuların çabalarıyla Avrupaî tarzda bir edebiyat oluşmuştur. Genç yazarlar, 1896 yılında Recaizade Mahmut Ekrem’in önderlinde toplanarak Edebiyat-ı Cedide’yi oluşturmuşlardır. Bu edebiyat, 1896’dan 1901’e kadar sürmüştür. Recaizâde Mahmut Ekrem, 1895 sonunda, Malûmat adlı bir dergide yazan Muallim Naci izleyicileriyle kafiyenin göz için mi, kulak için mi olduğu tartışmasına girişmiş ve bu gazeteye karşı cevaplarının bir kısmım Servet-i Fünun dergisinde yayınlamıştır. Servet-i Fünun, Recaizâde’nin Mekteb-i Mülkiye’den öğrencisi olan Ahmet İhsan Tokgöz tarafından 1891 yılından beri çıkarılmakta idi. Recai-zâde, bunu bir edebiyat dergisi hâline getirmek için Ahmet İhsan’la anlaşmış ve kendisinin Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi) den öğrencisi olan Tevfik Fikret‘i derginin “kısm-ı.edebî ser-muharrirliği” ne getirmiştir. O sırada Mektep ve başka dergilerde yazan ve Recaizâde tarafını tutan başka gençlerin de 1896’da bu dergi çevresinde toplanmasıyla “Edebiyat-ı Cedide” topluluğu meydana gelmiştir. Edebiyat-ı Cedide’nin başlıca özellikleri şu noktalar üzerinde toplanabilir: 1. Edebiyat-i Cedide sanatçıları Batı uygarlığına, özellikle Fransa’ya hayranlık göstermişler, Türkiye’nin Avrupalaşma yoluyla yükseleceğine inanmışlar, orada sanat, bilim, ne buldularsa Türkiye’ye aktarmaya çalışmışlar; laik bir zihniyeti benimsemişler ve daima dindışı şiirler yazmışlardır. 2. Devlet ve siyaset konularına dokunmak, vatan, hürriyet, istikIâl, inkılap v.b. gibi, sözcük ve kavramları kullanmak yasak olduğu için, açıkça toplumsal yazılar yazmak olanağı bulunamamış, ancak aşk, merhamet v.b. gibi suya, sabuna dokunmayan temalar üzerinde dolaşılmıştır. (Edebiyat-ı Cedide sanatçıları bu yüzden, daha sonraki devirlerde, memleketi yansıtmamak ve ulusal olmamakla suçlandırılmışlardır). 3. Çağdaş Fransız edebiyatı örnek tutulmuş, hikâye ve romanda Realizm ve Naturalizm, şiirde Parnasizm ve Sembolizm akımlarının etkisi altında kalmıştır; Parnasyenlerin etkisiyle, “sanat sanat içindir” görüşü benimsenmiştir. (Fikret, “toplum için sanat” anlayışıyla de eserler vermiştir). 4. Tanzimat sanatçılarının tersine olarak, halka seslenmek düşünülmemiş, havasa mahsus bir edebiyat meydana getirilmiştir ; kendilerinin de söylediği gibi ; “Servet-i Fünun edebiyatı umuma avâma mahsus değildir”. 5. Bu düşünüşün bir sonucu olarak, dil konusunda da Tanzimat sanatçılarından daha geri bir anlayışla, konuşma dilinden büsbütün uzaklaşılmış yazı dilinde o zamana kadar kullanılanlardan başka, Arap ve Farsça sözcükleri karıştırarak Türkçe’de kullanılmayan birtakım yeni sözcükler (nahcir [av], şegaf [çılgınca sevgi], tirâje [alâimisema, gökkuşağı] v,b.) bulunup çıkarılmış; Batı edebiyatından alınan yeni kavramlar Fars dilinin kurallarıyla kurulmuş birtakım yeni isim ve sıfat tamlamaları (sâât-ı semen-fâm [yasemin renkli saatler], lerziş-i bârid [soğuk titreme], v.b…) ve yeni bileşik sıfatlar (tehi-baht [boş talihli], şikeste-reng [kırık renkli], v.b…) ile karşılanmış: aynen Fransızca’da görülen birtakım yeni deyim ve söyleyişler de (el sıkmak, dest-i izdivacını talep etmek v.b.) Türkçe’ye aktarılmış, nesirde Fransızca’nın sözdizimi Türk diline uydurulmaya çalışılmıştır. 6. Benzetmelerle yüklü olan süslü bir dille yazmak, yerli yersiz ah!, oh! gibi ünlemlere fazla yer vermek., ve bağlacını sık sık kullanmak, bir düşünceyi kuvvetlendirmek veya ondan dönmek maksadıyla söz arasına evet evt!, hayır hayır! gibi sözcükler sıkıştırmak, ikide bir güzelim!, meleğim! gibi hitaplarda bulunmak Edebiyat-ı Cedide üslubunun başlıca zayıf, yapmacıklı yanıdır. 7. Edebiyat-ı Cedide sanatçıları çoklukla şiir. mensur şiir, hikâye, roman, fıkra ve makale türlerinde yazmışlar, tiyatro türünde eser vermemişler, ancak Meşrutiyetten sonra birkaç piyes denemesine girişmişlerdir. 8. Edebiyat-ı Cedide nazmında, şiirin konusu genişletilmiş, en basit günlü olay, gözlem ve duygular dahi şiir malzemesi olarak kullanılmıştır; yalnız aruz veznine değer verilmiş, Tanzimat sanatçılarının tersine olarak, hece yazan hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır (hece vezni ile yalnız çocuk şiirleri yazılmıştır) ; kafiyenin göz için değil, kulak için olduğu kabul edilmiştir. 9. Divan edebiyatı nazım biçimleri büsbütün bırakılıp Fransız şiirinde görülen nazım biçimleri benimsenmiş, ya sona, terza-rima ( Fikret: Şehrâyin) gibi Batı edebiyatının klasik biçimleriyle, ya da büsbütün serbest biçimlerle ve serbest müstezatlarla yazılmıştır; vezin zoruyla, sözcüklerin tabiî söylenişlerinin bozulmamasına gayret edilmiştir; nazım nesre yaklaştırılmıştır (Fikret, v.b.) konu ile vezin arasında bir ahenk ilgisi aranmıştır. Hikâye ve roman türünde teknik kuvvetlenmiş (mesela, süs için yazılan gereksiz tasvirler ve konu dışı bilgi vermeleri vak’anın yürüyüşü durdurulmamış, serde yazarın kişiliği gizlenmiştir) ; Fransız realist ve natüralist yazarlarının eserleri örnek tutulmuş; bunun sonucu olarak, hep hayatta görülen ya da görülmesi olanağı bulunan olay ve kişiler anlatılmıştır; vak’alar çok defa İstanbul’da geçirilmiştir. (Abdülhamit devrinde memlekette gezi özgürlüğü olmadığı için, yazarlar memleketin İstanbul dışındaki yerlerini tanımıyorlardı). Edebiyat-ı Cedide’nin başlıca sanatçıları şunlardır: Şairler: Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Hüseyin Siret Özsever, Hüseyin Suat Yalçın, A. Nadir (Ali Ekrem Bolayir), Süleyman Nesip (Süleyman Paşa-zâde Sami), İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif), H..Nâzım (Ahmet Reşit Rey), Faik Ali Ozansoy, Celâl Sahir Erozan, v.b. Nesirciler: Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Safvet Ziya. v.b. #EdebiyatıCedide #ServetiFünun
- Cumhuriyet Dönemi Tiyatrosu
Cumhuriyet döneminin ilk yılları oyun yazarları daha çok tarihimize ve efsanelerimize yönelerek ulusçuluğu aşılayan düşünceler üzerinde durmuşlar, toplumsal sorunları, değer yargılarının değişmesini ve ruhsal çelişkileri vermeye çalışmışlardır. Bu konular arasında ruhsal çatışma ve çelişkilerin ağırlıkta olduğu göze çarpar. Duygulu sözler, heyecan verici şiirsel konuşmalarla bir acıklı oyun havasında yazılan bu oyunlarda, kişinin psikolojik durumu yansıtılmaya çalışılmıştır. Oyunlarında, kişilerdeki ruhsal çatışmayı ilk ele alan yazarlarımızdan biri, bir önceki kuşaktan bu yıllara geçen Halit Fahri Ozansoy’dur. Sönen Kandiller adlı oyununda aşırı duygulu, heyecanlı, bunalımları olan kişileri incelerken bir yandan da bu durumda oluşlarının nedenlerini psikolojik yönden açıklamaya çalışır. Halit Fahri’yle birlikte, Vedat Nedim (Tor), Necip Fazıl, Nazım Hikmet de kişilerdeki ruhsal bunalım ve çatışmaların değişik nedenleri üzerinde durmuşlardır. Bu kuşağın yazarlarının ayrıca toplumumuzdaki değer yargılarının değişmesi sonucu ortaya çıkan sorunlarla da ilgilendikleri görülüyor. Üzerinde en çok durulan sorunlardan biri, Tanzimat döneminden başlayarak aydınların ve yazarların önemle üzerinde durdukları konu, yüzeyde kalan, taklitçilikten öteye geçmeyen Batılılaşma, bu yüzden kişilerin bayağılaşması, ikincisi de sermaye gücünün toplumun çeşitli kurumlarını ve insanları nasıl değiştirdiğidir. Oyunların bir bölüğünde yanlış Batılılaşmanın ortaya çıkardığı sorunlar sergilenirken, bir bölüğünde de gerçek Batı uygarlığının nasıl anlaşılması gerektiği ortaya konmuştur. Daha önce adı geçen üç yazarımız bu konulara da değinirken, onlara İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Reşat Nuri, Sabahattin Ali, Nahit Sırrı eklenmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ulusçuluk yönü ağır basan idealist oyunlar yazılır. 1930’lu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış nedenleri, Anadolu’daki uyanış, mitoloji ve evrensel konular işlenir. 1940’lı yıllarda aile yapısı, idealizm ile paranın gücü arasındaki çatışmalar ele alınır. 1950-1970’li yıllarda yazar sayısı artar. Buna koşut olarak konu çeşitlenir. Kimi yazarlar birey sorunlarından toplumsal sorunlara geçiş yaparken; kimi yazarlar toplumsal sorunlardan kişiye inerler, bir üçüncü küme evrensel sorunları ele alır. Eğitim ve sorunları ön plana çıkar. Kuşaklar arası ve kentli köylü arası eğitim farkından doğan çatışmalar işlenir. Ebeveyn-çocuk, kadın-erkek, ağaç-köylü, imam-muhtar-öğretmen ilişkileri işlenir. Böylece toplumdaki bozuklukların temelinde; bireyin bilinçsizliğinin, bilinçli olanların da sorumluluktan kaçmalarının yattığı vurgulanır. 1970’ten sonra 12 Mart olayı buna bağlı olarak Türk tarihini yeniden gözden geçirme, işçi sorunları, Almanya’ya gidenlerin kültür çatışmaları, Almanya’da yetişmekte olan birinci, ikinci kuşak sorunları işlenir.
- TDK Tarafından Yazımı Değiştirilen Kelimeler - Yazımı Değişen Kelimeler
2023 yılında Türk Dil Kurumu, TDK Güncel Türkçe Sözlüğün 12. baskısında bazı kelimelerin yazımında değişiklik yaptı. Yazımı değişen kelimler aşağıdaki gibidir: Yazımı Değişen Kelimeler
- Alaeddin Özdenören
Çünkü yalnızlığım taş çıkartır başka yalnızlıklara… Alaeddin Özdenören “Bana aldırma Sen bana bakma ölüm Ben de biliyorum Uygun olmadığımı Bu dünyaya” 20 Mayıs 1940’ta Kahramanmaraş’ta doğan Alaeddin Özdenören, öykücü Rasim Özdenören’in ikiz kardeşi. Necip Fazıl Kısakürek ile akrabadır. Özdenören, Maraş’ta başladığı öğrenimini babasının tayiniyle Malatya ve Tunceli’de, emekliye ayrılmasıyla Maraş’ta sürdürdü. Ailesinin 1958’de İstanbul’a dönmesi üzerine orta öğrenimini 1962’de Eyüp Lisesinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden “Bergson’da Özgürlük Problemi” adlı teziyle mezun oldu. Gırtlak kanserine yakalanan Özdenören, 26 Haziran 2003’te Balıkesir’de vefat etti. Şiir ve edebiyat yazılarını Diriliş, Edebiyat ve kurucularından olduğu Mavera’nın yanında Kayıtlar, Hece, Edebiyat Ortamı, Yedi İklim, Ay Vakti, Simya gibi dergilerde yayımlayan Özdenören, Yeni İstiklal, Yeni Devir, Millî Gazete, Zaman, Sağduyu, Tutanak gibi gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. Yeni Devir gazetesi ve Edebiyat Dergisi’ndeki köşe yazılarında “Bilal Davut” imzasını kullandı. “Onun içindir ki ölüm…” Alaeddin Özdenören, Türkiye Yazarlar Birliği üyesiydi. Yalnızlık Gide Gide adlı şiir kitabıyla 1996 Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Şairi Ödülü’nü kazandı. “Yavrum Yalnızlığı şu son kıyısını da atla Ve anla ki hayat En özgür biçimini sende denemiştir Onun içindir ki ölüm” Şiir perisi “ninesi” Alaeddin Özdenören, bir söyleşide “şiir perim” diye andığı ninesinin ona çocukken anlattığı Maraş masallarını, okuduğu Karacaoğlan şiirlerini edebiyat zevkinin başlangıcı olduğunu söylüyor. Ortaokuldan itibaren Faruk Nafiz, Necip Fazıl, Kemalettin Kamu, Ahmet Kutsi Tecer, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Sıtkı Tarancı, Mehmet Emin Yurdakul, Orhan Şaik Gökyay, Kağızmanlı Hıfzı, Erzurumlu Emrah, Âşık Veysel, Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Cahit Külebi’nin şiirlerini ve Karacoğlan’ın Maraş’ta okunan bütün türkülerini ezberlediğini anlatıyor. Maraş Lisesinde okuduğu yıllarda sonradan edebiyat dünyasında isim yapacak olan ikiz kardeşi Rasim Özdenören ile Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Mehmet Akif İnan, Şeref Turhan, Ali Kutlay, Ahmet Kutlay gibi arkadaşlarının oluşturduğu edebiyat grubunun içinde yer aldı. Maraş’ta daha önce çıkan Hamle dergisini yeniden yayımlayan ve mahalli gazetelere sanat ekleri hazırlayan bu grup Pazar Postası dergisi aracılığıyla İkinci Yeni şiiriyle tanıştı. Sezai Karakoç ile tanışması kendi şiirini bulmasında bir dönemeç Alaeddin Özdenören’in “Habersiz” adlı ilk şiiri, 1958’de Hamle dergisinde çıktı. Hamle ve Mavera dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Alaeddin Özdenören’in İstanbul’da Sezai Karakoç’la tanışması kendi şiirini bulması yolunda önemli bir dönemeç oldu. 1966’da yeniden çıkmaya başlayan Diriliş’te yer aldı. Klasik şiirin duyarlılıklarına açık olan Özdenören’in şiiri Fuzuli, Şeyh Galib, Ahmed Haşim ve Sezai Karakoç çizgisinin devamı gibidir. “Divan Şiiri Savunma İstemez” başlıklı yazısında divan şiirindeki özü aynen aktarmanın değil çağdaş duyarlılık içinde katkılarda bulunarak geliştirmenin gereği üzerinde durdu. Ona göre her sanatçı bunu kendi kişiliğinin hamurunda yoğurarak yapmalıdır. Lirik ve narin duyarlılıklar, hüzün, estetikleşmiş yiğitlik şiirlerinin ana temalarını oluşturdu. Şiirleri kuşağının diğer şairlerine göre daha lirik Şair, ilk şiir kitabı Güneş Donanması’nda. çoğunluğu Diriliş ve Edebiyat dergilerinde yayımladığı on üç şiirini bir araya getirdi. İkinci şiir kitabı Yalnızlık Gide Gide’yi ilk kitabından yirmi bir yıl sonra 1996’da çıkardı. Toplam yirmi bir şiirden oluşan kitapta, ilk kitabındaki lirik tutumu ve duyarlılığı sürdürdü. 1975-1999 arasında yazdığı tüm şiirlerine yeni şiirlerini de ekleyerek Şiirler adıyla yayımladı. İkinci Yeni ve Sezai Karakoç’un etkisindeki şiirlerinde yabancılaşma sorununu işledi. Şiirinin en belirgin özelliklerinden biri kuşağının diğer şairleri olan M. Âkif İnan, Cahit Zarifoğlu gibi şairlere nispetle daha lirik olmasıdır. Aşk, ayrılık, ölüm, çocuk, zaman, üzüntü, acı, kader gibi kavramlar etrafında örülen bu şiirlerin ilk özelliği insanı kavrayan bir duygusallıkla inşa edilmeleridir. “Her an mevcut olan bir hüzün” Mustafa Aydoğan, Alaeddin Özdenören’in şiirlerini “insanın makus talihinin izini takip eden, insanın kendisi ile baş başa kalmasının şiiri” olarak nitelendirir ve şu tespitte bulunur: “Özdenören’in şiirlerindeki öznenin toplumsal olanla, tarihle, mekânla bağlantısını pek kestiremeyiz. Hatta zaman bile bir ucu açık durur. Zamanı genişlemesine kullanır Özdenören. (…) Hüznü herkese açık bir hüzündür. Ve her an mevcut olan bir hüzün… Hüznün beslendiği iklim ise yalnızlığın iklimidir”
- Divan Şiirinin Genel Özellikleri
İslamiyetin kabulüyle birlikte, medrese ve saray çevresinde oluşan Divan edebiyatı (XIII.–XIX. yy), günümüzde yaşayan bir edebiyat olmamakla birlikte Türk tarihinde uzun bir dönem (altı yüz yıl) yaşamış bir edebiyattır. Bu gerçeği bilerek, ulusal kültürümüz içinde bu edebiyatın “değer” olarak kalan yanlarını, yapıtlarını, önemli temsilcilerini tanımamız gerekir. Genel Özellikleri Şairler şiirlerini, sözlük anlamıyla “meclis” anlamına gelen “divan”larda toplamışlardır. (“Divan edebiyatı” adı buradan gelir.) Konular, halkın yaşayışından, yaşam gerçeklerinden kopuktur. Daha çok, hayal ürünü olan “aşk, eğlence, şarap ve kadın”, şiirlerde önemli bir yer tutar. Divan şiiri tarihten, peygamberler tarihinden, Kur’an’ dan, çağının ilimlerinden, efsanelerden, atasözlerinden… beslenmiştir. Divan şiirinde soyut, düşsel bir doğa vardır. Bu şiirde geçen gonca, gül, sümbül, nergis, servi; bülbül, yılan gibi doğa öğeleri aslında birer simge (mazmun) olarak kullanılmıştır. Divan şairleri gönüllerinin sultanı olan sevgililerinin kullarıdır. Bu sevgililer acımasız, umursamaz, şaire tepeden bakan, küçük bir lütuf için onu yalvartan erişilmez kimselerdir. Boyları bile öyle uzundur ki, âşığın sesi onların kulaklarına ulaşamaz. Bu sevgililer nokta ağızlı, mu(kıl) belli, ok kirpiklidir… Amaç, şiirde ustalık göstermek olduğundan (sanat için sanat anlayışı), şairler Farsça ve Arapça tamlamalara, söz oyunlarına, süslemelere şiirlerinde sıkça başvururlar. Şiirde nazım birimi beyittir. Bentlerle oluşturulan şiirler de vardır. Şiirde ölçü, Arap edebiyatından alınan aruz ölçüsüdür. Ağırlıklı olarak tam ve zengin uyak kullanılmıştır. Arap ve Fars edebiyatından alınan “gazel, kaside, mesnevi, rubai” gibi nazım tür ve şekilleri ağırlıklı olarak kullanılmıştır.
- Türkçenin Yaşı ve Tarihi Gelişimi
Türk Dilinin Yaşı Sümerce bugün yaşamamakla birlikte, bilinen en eski yazılı metinler Sümerceye aittir. Osman Nedim Tuna, Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk Dilinin Yaşı Meselesi adlı eserinde Sümerler ve Türkler arasında dil bakımından tarihi bir ilgi bulunduğunu tespit etmiş ve bunun sonucu olarak da “Bugün yaşayan dünya dilleri arasında, en eski yazılı belgeye sahip olan dil Türk dilidir” sonucuna varmıştır. Bir dilin zenginliği, onun eskiliği, sürekliliği, edebiyat ve bilim dili oluşuyla söz konusu edilebilir. Türk yazı dilinin ilk metinleri olarak bilinen Göktürk yazıtlarında tespit edilen kavram alanı-kelime ailesi ilişkileri, soyut kavramların kullanılışı, oturmuş, düzenli bir işleyişin varlığı, bu dilin uzun bir süre işlenmiş olduğunu göstermektedir. Yenisey yazıtlarında görünen sözcükler, Orhun yazıtlarındaki söz varlığı, Türkçenin hemen o dönemde oluşmuş bir dil olmadığını, çeşitli gelişmeler ve anlam olaylarıyla çok daha eskiye, birkaç bin yıl öncesine uzanan gelişmiş bir dil niteliği taşıdığını göstermektedir. Türkçenin ilk yazılı metinlerini MS VII. yüzyılın sonu olarak (Çoyr/ 687-692) kabul etsek bile, Türk dili, bugün edebiyat ve bilim dalı olarak kabul edilen birçok dünya dilinden daha eski yazılı metne sahip bir dil durumundadır. Ural ve Altay dil aileleri içinde Türkçeden daha eski yazılı metne sahip bir dil bulunmadığı gibi, Yunan-Latin dillerini hariç tutarsak, Avrupa’da bugün Türkçeden daha eski yazılı metne sahip herhangi bir dil yoktur. Türk Dilinin Tarihi Gelişimi Bir dilin tarihini yazı dili öncesi ve yazı dili dönemi biçiminde ikiye ayırarak incelemek gerekir. Diller önce konuşma dili olarak var olur, daha sonra yazı dili haline gelirler. Yazı dili öncesi dönem, belgelerle incelenemediği için özellikleri hakkında tam ve kesin bilgiler vermek mümkün değildir. Türkçenin ilk sözlü edebî ürünlerinin hangi tarihe ait olduğunu belirtmek de mümkün değildir. Türk dilinin kökeni hakkında iki önemli görüş vardır. Bunlardan birincisi, Türk dilinin Altay dil ailesine mensup olduğunu ve Ana Altayca denilen bir ana dilden türediğini savunan görüştür. Bu görüşe göre Altay dilleri; Türkçe, Moğolca, Tunguzca, Mançuca, Nanayca, Japonca, Korece ve Aynucadır. İkinci görüşe göre, Türkçe Ana Hun Dili adı verilen bir ana dilden doğmuştur. Bu görüşe göre, Türk dilleri kendi başına bir aile oluştururlar. Doğup geliştikleri Ana Hun Dili, milattan önceki yıllarda üç lehçeye ayrılmıştır. Bu lehçelerden, Batı Hun Lehçesi bugünkü Çuvaşçayı, Kuzey Hun Lehçesi Yakutçayı, Doğu Hun Lehçesi de Türk-Tatar dillerini, yani diğer Türk lehçelerini doğurmuştur. Altay dilleri teorisinin kurucusu Ramstedt’dir. P. Aalto, Kore dilini de Altay dilleri ailesine dâhil etmiştir. Amerikalı dilci Street ise bu dillere Japon ve Aynu dillerini de eklemiştir. K. Grönbech, Benzing ve özellikle de Alman asıllı G. Doerfer ile İngiliz asıllı Sir Gerard Clauson bu teoriye karşı çıkmışlardır. Onlara göre Altay dilleri arasındaki yakınlık, bir akrabalık ilgisinden çok karşılıklı ödünçlemelerden ibarettir. Türk yazı dilinin bugün için bilinen en eski yazılı belgeleri Göktürkler dönemine aittir. Ancak, özellikle Orhun metinlerinde görülen dil, oldukça işlenmiş, mükemmel bir ifade yeteneğine ulaşmış bir dildir. Bütün uzmanların ortak kanaati, bu dilin mutlaka birkaç asır işlenmiş olduğu yönündedir. Türkler VII-VIII. yüzyıllardan başlayarak XIII. yüzyıla kadar uzanan dönemde tek yazı dili halinde yaşamıştır. Bu ilk dönem kendi içinde Göktürkçe ve Uygurca olarak ikiye ayrılır. Eski Türkçeden sonraki devrede, Türkçe farklı yazı dillerine bölünmüştür. İslamiyet’in kabulüyle birlikte birçok yeni kavramın toplum hayatında yer alması ve yeni bir yazının kullanılması gibi dış sebepler ile Türkçenin kendi içyapısında meydana gelen doğal değişmeler ve gelişmeler farklı lehçelerin ve yazı dillerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Böylece Türk dili, XII.-XIII. yüzyıldan itibaren Kuzeydoğu Türkçesi ve Batı Türkçesi şeklinde iki kola ayrılmıştır. Kuzeydoğu Türkçesi XIII. ve XIV. yüzyıllarda, eski Türkçenin yeni bir devamı gibi yaşamış ve eski ile yeni arasında geçiş görevi üstlenen bir devir olmuştur. Batı Türkçesi XII. yüzyıldan itibaren oluşmaya başlamış ve ilk yazılı eserlerini XIII. yüzyılda vermiştir. Türklüğün ve Türk dilinin en çok işlenmiş, en verimli yazı dilidir. Batı Türkçesinin ilk dönemi XIII ila XV. yüzyılın sonu arasındaki dönemi kapsayan Eski Türkiye / Eski Anadolu Türkçesidir. Batı Türkçesi XVII-XVIII. yüzyıllardan itibaren kendi içinde farklılaşarak iki ayrı yazı dili haline gelmiştir. Bunlardan doğuda olanına Azerbaycan, batıda olana Osmanlı veya Türkiye Türkçesi adı verilmektedir. Türk dilinin tarihi gelişmesini iki ana döneme ayıran araştırmacılar, genellikle başlangıcından XIII. yüzyıla kadar olan döneme Eski Türkçe, XIII. yüzyıldan günümüze kadar olan dönemine de Yeni Türkçe demektedirler. Ahmet Caferoğlu başta olmak üzere birçok araştırmacı da Türk dilinin tarihi gelişimini yazı dili öncesi ve sonrasıyla birlikte şöyle tasnif etmektedir: 1. Altay Devri 2. En Eski Türkçe Devri 3. İlk Türkçe Devri 4. Eski Türkçe Devri 5. Orta Türkçe Devri 6. Yeni Türkçe Devri 7. Modern / Çağdaş Türkçe Devri
- Mitolojinin Özellikleri
Efsaneler konu itibariyle tanrıları, kahramanları ve doğaüstü varlıkları konu alan anlatılardır. Uyumlu bir sistem içerisinde düzenlenmiş olup, çoğunlukla geleneksel sözlü aktarımlar yoluyla (ozanlar, baksılar, manasçılar, rahipler) yayılarak canlı kalırlar. Sıklıkla ilgili oldukları topluluğun dinî veya ruhânî yaşantıları ile bağıntılı olan mitler, topluluktaki bu ruhânî mevkilerini kaybettikleri zaman, yani topluluğun ruhânî yapısıyla aralarındaki bağ koptuğu zaman, mitolojik niteliklerini yitirir ve folklora ait söylenceler veya peri masalları haline dönüşürler. Folklorbilimcilere göre, -ki bu disiplin hem seküler hem de kutsal söylencelerin incelenmesini içerir- bir mit, gücünün bir kısmını topluluğun (en azından belirli bir kısmının) ona olan inancından ve doğru olarak kabul edilmesinden alır. Folklor incelemelerinde, tüm kutsal geleneklerin birikimi vardır ve terimin kullanımında, günlük kullanımındakine benzer, herhangi bir kötüleme, aşağılama bulunmamaktadır. Örneğin bir dinin hem kendi mitolojisinden hem de tekil olarak içerdiği mitlerden ayrı ayrı söz edilebilir. Bu durum tamamen bilimsel ve tarafsız bir yaklaşım olup, mitler açısından herhangi bir kötüleme ve aşağılama amacı da barındırmaz. Efsaneler sıklıkla gerek evrenin gerekse yerel bölgenin ortaya çıkışını açıklama amacı taşır. Örneğin sırasıyla yaratılış efsaneleri ve kuruluş efsaneleri gibi. Efsaneler ayrıca doğa olaylarının, başka şekilde açıklanamayan kültürel âdetlerin açıklanması amacını da taşır. Genel olarak efsanelerin doğal anlamda basit bir izah sunmayan herhangi bir şeyi açıklamak için kullanıldığı da söylenebilir. Mitoloji terimi Yunan mitolojisi veya Roma mitolojisi formunda olduğu gibi sıklıkla eski kültürlerin antik hikâyelerine atfen kullanılmaktadır. Bazı efsaneler orijinal olarak sözel bir geleneğin ürünüyken zamanla yazılı hâle gelmişlerdir. Çoğu efsanenin başlangıç noktası aynı iken değişik coğrafya ve kültürlerden etkilenerek farklılaşmış, birbirinden farklı anlatılar haline dönüşmüş, orijinal olanı ancak mitologların anlayabileceği kadar kompleks halde kalmışlardır. #MitolojininÖzellikleri