Arama Sonuçları
Boş arama ile 827 sonuç bulundu
- Uygur Şairleri
Mani edebiyatı döneminden günümüze kadar ulaşan adı bilinen ilk şair Aprınçor Tegin’dir. Bugün şairi belli olan ilk şiirlerimiz ona aittir. Şiirlerin başında ve sonunda ona ait kayıt vardır. Günümüze iki şiiri ulaşmıştır. Bunlardan biri bir methiye diğeri ise “Sevgili” adlı lirik şiirdir. Dini içeriğe sahip olan “Medhiye” dörtlükler halinde ve 12 mısradan oluşur. Şairin adı bu manzumede zikredimiştir. Şaire ait olduğu düşünülen “Sevgili” şiiri Türk lirik şiirinin ilk örneğidir denilebilir. Manzume üçlükler halinde yazılmış 21 mısradan ibarettir. Şiirde mısra başı kafiyesi ile birlikte mısra sonunda da kafiye unsurları kullanılmıştır. Burkancı Uygurlardan adı bize kadar ulaşan şairler şunlardır: Pratyaya-şiri, Şıngku Şeli Tutung, Ki-Ki, Asıg Tutung, Çısuya Tutung, Kalım Keyşi, Kül Tarkan, Çu- Çu. Bunlar arasında özellikle Pratyaya-Şiri dikkate değer. Bu şairinin gerçek Türk adının kaydı bulunmamaktadır. Onun yaklaşık 321 mısra civarında 10 manzumesi bulunmaktadır ve o bu parçaları “Her zaman söylenmek için, başkalarına gerek olur düşüncesiyle, canlılara faydalı olsun ve burkan olsunlar” diye bizzat nazmettiğini ifade etmiştir. Bu parçalar şunlardır: “On Türlü Niyaz Usulü”, “Ara- Parçası”, “Canlılara Faydalı Olmak”, “Ara Parçası”, “İtiraf”, “Doğru Yol”, “İyi Dilek”, “İnanç”, İyi Niyet”, “Hikmet Fazileti”. Bunlardan “Hikmet Fazileti” nde de “Çok derin hikmet fazileti için hürmete layık Nagarjuna hıca tarafından aryabhasa (Sanskrit) dilinde düzenlenmiş Nirvikalpa adlı methiyeyi ben Pratyaya Şiri nazmettim” kaydı düşülmüştür. Onuncu asırda yaşadığı ve Beş Balıklı olduğu tahmin edilen Şıngku Şeli Tutung Burkan edebiyatının büyük eserlerinden biri olan “Altun Yaruk” tercümesiyle(ÇEVİRİSİYLE) dikkati çeker. Bu eserdeki manzum parçalarda Şıngku Şeli Tutung kimi zaman lirik bir üslup sergilemiştir. Bunun yanı sıra “Hüen-Tsang Seyahatnamesi” ni de çevirmiştir. Burada da şairin güçlü bir üsluba sahip olduğu görülür. Ki-Ki Burkan edebiyatının önemli şaiirlerinden bir diğeridir. Onun “Abita Tanrı” ve “İstiğrak İle İlgili Parçalar” adlı iki manzumesi vardır. “Abita Tanrı” iki sayfalık bir manzumedir ve ikinci sayfasında eserin başka bir eser içerisinden seçilip Ki-Ki tarafından nazma çevrildiğinin kaydı düşülmüştür. Bu iki sayfalık eserin her sayfasında beş satır, her satırda ikişer mısra bulunur. Ki-Ki ile ilgili kayıt şu şekildedir: talulap yıgıp men Ki-Ki “Ben Ki-Ki seçip toplayıp takşutka intürü tegindim Nazma çevirmeye gayret ettim” Asıg Tutung’a ait tam bir manzume bulunmamakla beraber bir manzumenin sonunda isminin zikredildiği bir dörtlük bulunmaktadır. Bu dörtlük Pratyaya Şiri’nin “Hikmet Fazileti” olarak adlandırılan manzumesinin son dörtlüğüdür. Pratyaya Şiri bir önceki dörtlükte şiiri nazmettiğini söylemekle beraber son dörtlükte Asıg Tutung’un isminin geçişi ilginçtir: “inçge tering bilge biliglig begimizning iniş ödtekilerke ulalzun tip sakınçın koşmuş ıduk kirdü kurugug okıdtaçı bu şloknı ilip tardıp kie bitimiş boldum asıg tutung.” (İnce, derin hikmet sahibi olan beyimizin Gelecek zamandakilere ulaşması düşüncesi ile nazmedilmiş Aziz hakiki boşluğu öğreten bu manzumeyi Ancak iliştirip çekerek yazmış oldum, Asıg Tutung) “Gevezelik Boyası” adlı manzumede yarı manzum yarı mensur olarak kaydı düşünülen Çısuya Tutung da yine Burkan edebiyatının önemli şairlerinden biridir. Altmış mısra on beş dörtlükten ibaret olan bu eser sade bir dille yazılmıştır. Mısra başı kafiyesi ile birlikte mısra sonu kafiyesine de yer verilmiştir. Ruhani zümreye mensup bulunan bir şair Kalım Keyşi “Samandabhadra Niyazı” adlı uzunca bir dini metni nazmen çevirmiştir. Dörtlükler halinde yazılmıştır. Kaşgarlı Mahmud’un Divan’ında geçen ve “Bir Türk şairinin adıdır” şeklinde açıklanan Çu-Çu’nun eserlerine henüz ulaşılamasa da onun bu dönem şairlerinden biri olması muhtemeldir. Ayrıca kaynaklarda Kül Tarkan, Çinaşiri ve An-tsang Hanlin Keyşi’nin de Uygur şairleri arasında adı geçmektedir. Ancak bu şairlerin de bugüne kadar manzumelerine rastlanmamıştır. #uygurmetinleri #UygurŞairler #UygurTürkçesi
- Uygur Türkçesinin Özellikleri
Uygur Türkçesi, Türk boylarının ve bu boylardan biri olan Uygurların 7.,8. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar kullandıkları, Güney-Doğu Türkçesinin doğu sahası içinde yer alan ağızlar topluluğu ve bu alanda gelişmiş yazı dilidir. Genel olarak dil tarihi ve dil araştırmalarında bu dönem Eski Türkçe içerisinde değerlendirilir. Eski Türkçenin gramerini yazmış olan A. von Gabain Uygur metinlerini y ve n ağzı olmak üzere iki ana ağız grubuna ayırır. Köktürkçedeki ny sesini n’ ye çeviren metinler n ağzını, y’e çeviren metinler y ağzını oluştururlar. Mani metinleriyle Köktürk harfli yazmalar çoğunlukla n ağzını, Burkan metinleri ise y ağzını temsil ederler. Ancak aynı metinde bazen hem n’li hem y’li örnekler birlikte bulunabilmektedir. Örneğin “Edgü Ögli Tigin ile Ayıg Ögli Tigin” hikâyesinin Tun-huang yazmasında küçültme ekinin hem +kıya, hem +kına biçimi mevcuttur. Hristiyan yazmalarının dilini de ayrı bir ağız olarak değerlendiren Gabain, bu ağzın en önemli özelliğinin yüklemin sonda bulunmayışı olduğunu belirtir. Hristiyan metinleri ağzının ikinci bir özelliği de er- ve bol- yanında tur- yardımcı fiilinin de kullanılmış olmasıdır. Köktürkçe ile Uygurcanın ses ve biçim özellikleri büyük ölçüde benzemektedir. Eski Uygur Türkçesi metinleri çoğunlukla y ağzıyla yazılmıştır, n ağzı Köktürkçeye daha yakın olmakla birlikte y ağzı da Köktürkçeden çok uzak değildir. Eski Uygur Türkçesi dönemi, yazı dili olarak Köktürkçeye dayanan, onun devamı niteliğinde olan bir dönemdir. Sonuç olarak Köktürkçe ile Uygurca aynı yazı dilinin iki koludur. Eski Uygurcada görülen az sayıdaki ses ve biçim farklılıklarından bir kısmı ağız, bir kısmı da zaman farkından kaynaklanmaktadır. Köktürkçe ile Uygurca arasındaki en önemli farklar söz varlığında ortaya çıkar. Köktürkçenin söz varlığında Türkçe kökenli kelimeler hâkimdir; Çince veya Soğdakçadan girmiş olan alıntı kelimeler çok azdır. Ayrıca Köktürk Türkçesinde bozkır yaşayışı, savaşçılık ve devlet düzeniyle ilgili kelimeler ağırlıktadır. Uygur metinlerinde ise Maniheizm ve Burkancılıkla ilgili kelimeler hâkimdir. Bunlar da Sanskritçe, Çince, Soğdakça, Toharca, Pehlevice, Süryanice, Tibetçe gibi dillerden alınmıştır. Bu dillerden alınan kelimelere genellikle Türkçe karşılıklar bulunmakla birlikte söz varlığı bu alıntı kelimelerden etkilenmiştir. Temel söz varlığı ise her iki dönem metinlerinde aynıdır. Köktürkçe ile Uygurca arasında sesler ve bu seslerin konumu; yani kelimenin başında, içinde ve sonunda bulunuş durumları, iki ses dışında tamamen aynıdır. Farklı sesler n ve b ile ilgilidir. Bunlar dışında bir de eklerde bulunan veya yardımcı ses olarak kullanılan I ünlüsünün genişlemesi olayı vardır. Bunu da Uygurcaya özgü ses özellikleri arasında sayabiliriz. Böylece Uygurcanın Köktürkçeden farklı olan ses özelliklerini aşağıdaki şekilde tespit etmek mümkündür. Köktürkçe ile Uygurca arasındaki ses ve biçim farklılıklarının bir kısmı iki bölgede de görülen, ancak kullanım alanlarında farklılıklar bulunan unsurlardan kaynaklanmaktadır. Örneğin yükleme hâli eki iki bölgede üç türlüdür; fakat Uygurcada kullanım düzeninde bir farklılık oluşmuştur. Bazı farklılıklar da Uygurcanın bütün yazılı metinlerini kapsamayıp; belirli bir kısmını içine almaktadır. Uygurcayı Köktürkçeden ayıracak belli başlı ses özellikleri şunlardır: 1) /n/ sesinin /n/ veya /y/ olması, 2) /b/ sesinin /w/ olması, 3) -lAr çokluk ekinin yaygınlaşması, 4) Ünsüzle biten kelimelerde de ilgi hâli ekinin -nlŋ biçiminde olması, 5) Çıkma hâli eki olarak -Dın’ın görülmesi, 6) Gelecek zamanda -DAçI yerine -gAy kullanılması, 7) -sAr ekinin şahıslara bağlanmasıyla şart kipinin oluşması. Bu özellikler Uygurcadan sonraki dönemlerde de büyük ölçüde görülecektir. Daha Şehirli Bir Dil Uygurlar devirlerinin komşu devletlerini imrendirecek kadar gelişmiş yapılı hukuki bir devlet yaratmışlardır. Bu aynı zamanda yerleşik hayat için Türkün bir uygarlık hamlesi olarak görülmelidir. Köktürkler döneminde göçebe bir hayat tarzı içerisinde yaşayan, Gök Tanrıya inanan ve Köktürk harfli Köktürk Türkçesini konuşan Türkler, Uygur dönemine gelindiğinde pek çok bakımdan değişikliklerle karşılaşmışlardır. Özellikle ticaret ve din bu değişikliklerin temelini oluşturmuştur. 762 yılında Bögü Kağan’ın Maniheizm dinine mensup olmasının ardından halk da bu dini benimsemiş, bu dinin benimsenmesi için Mani dinine ait bir takım edebi eserler Uygur Türkçesi’ne çevrilmiştir. Ardından Uygurlar arasında Budizm yaygınlaşmaya başlamış, bu defa Budist dini anlayabilmek, kavrayabilmek ve halk arasında da taraftarlarını artırabilmek amacıyla geniş kapsamlı bir Budist eser çevirisi başlamıştır. Bütün bu çeviri edebiyat esnasında da hem dil hem kültür belli derecede bu yeni kavram ve unsurlardan etkilenmiştir. İşte Uygurların yeni dinî çevreleri üzerine dinî inanç sistemi ve dil böyle etki altında kalırken, göçebe olarak yaşayan Türkler bir yandan da yavaş yavaş şehir hayatına geçiş sürecine girmişlerdir. Sogdlu tüccarların Çin’de ve Çin’e giden ticaret yolu üzerinde ticaret kolonileri kurmaları Uygur Türkleri için farklı tecrübelere kapı açmıştır. Köktürk İmparatorluğu boyunca Uygurlar hayvan besleme ve hayvansal üretimle ilgilenmişlerdi. Ancak Uygurların hayvancılık ve kürk ticaretiyle ilgilenmelerinin yanısıra, Çin kaynalarında da bahsedilen bir başka geçim kaynakları pamuk yetiştiriciliğidir. Dolayısıyla göçebe hayatın öncelikli olduğu zamanlarda bile Uygurlar yerleşik hayatın içindeydiler. Uygurların başkenti Ordubalık/Karabalgasun kaynaklarda büyük şehir, tarımda zengin olan şehir olarak geçmektedir. Uygur devleti içerisinde kağanlar kendileri göçebe veya yarı göçebe hayatlarını devam ettirirken bir yandan da kentsel kültür ve üretimden yararlanmak istemişlerdir. Dolayısıyla şehirlere ve şehirlerdeki hayata önem verip teşvik etmişlerdir. İşte bütün bu şartlar altında Türk dili, Uygur döneminde artık bozkırdan kentlere inmiş burada yerleşik kültür dilleri ile boy ölçüşmeye başlamıştır. Göçebe kültür içerisinde belirli eserler dışında, ki bunlar da genellikle tarihî eserler niteliğinde ele alınabilir, gelişimini gerçekleştiremeyen Türk dili, Uygurlar döneminde yerleşik kültürün dolayısıyla şehirleşmenin artmasıyla birlikte daha düzenli ve tertipli bir edebiyata sahip olmaya başlamışlardır. Şehirleşme ve tarım toplumu, milletleri göçebe kültürün hareketliliğinden uzaklaştıracağı için biraz daha edebiyata ve edebî faaliyetlere yaklaştıracaktır. Uygurlarda da durum böyle olmuştur. Her ne kadar ilk edebî eserlere çeviri edebiyatı çerçevesinde verilmiş olsa da Uygurlar döneminde edebiyat canlanmış, edebî ürünler artmıştır. Medenî hayat karşısında kendilerini yenileyip geliştiren Uygurların bu şehirleşme süreci ile bilirlikte dilleri de daha şehirli bir dil haline gelmiştir. Dil, din, kültür ve iktisadi durumdan ilk etkilenecek ögelerden biridir. Nitekim Uygurlarda da böyle olmuş dil, yeni girilen dinî çevrelerin etkisiyle yeni kelime ve kavramları hemen kazanmış, ayrıca iktisadî ve kültürel bakımdan da etkilenen dil kendisini yenilemiş ve gelişmiştir. Dilin Gelişmesi 745 yılında Göktürk devletinin çöküşü ile kurulan Uygur Kağanlığı 840 tarihine kadar devam etmiştir. Orta Asya Türk dil ve kültürünün gelişip yayılmasında Uygurların etkileri büyük olmuştur. Uygurların 7.- 8. yüzyıldan 10. yüzyıla kadar kullanmış oldukları yazı dili, dil tarihi içerisinde dil araştırmacıları tarafından Eski Türkçe içinde ele alınıp incelenir. Bu dönemde vokal uyumu Türkçenin diğer dönemlerine göre tamdır denilebilir. Kelime hazinesi bakımından ise kullanılan söz varlığı bütün Türk boylarının ortak söz varlığıdır. Ancak bununla birlikte yeni dinler çerçevesinde yeni kelimeler ödünçlenmiştir. Özellikle 8. yüzyıldan itibaren yeni kurulan Uygur devleti ve yeni girilen dinî çevreler nedeniyle Uygur Türkçesinde bazı gelişme ve değişmeler olmaya başlamıştır. Maniheizm, Budizm gibi yeni kabul edilen dinlerin etkisiyle hem edebiyat hem de dil farklı çizgiler arzetmiş, farklı bir yönde ilerlemiştir. Bu dönemde Maniheizm ve Budizm dairesi içerisine giren Uygurların edebiyat ve dillerinde yoğun çeviri faaliyetleri başlar. Çeviri faaliyetleri temelde dinî metinlerden yapılmıştır. Yeni girilen dinleri tanımak ve tanıtmak adına çeviri faaliyetleri elbette normaldir. Ancak bu çevirileri yapan edipler çevirdikleri eserlerle sınırlı kalmayıp çevirilerine kendilerinden de birşeyler katmışlardır. Yani Uygur dönemi çevirileri daha çok bir adaptasyon niteliğindedir. Hem çeviri eserler hem de yeni kabul edilen dinin dairesine girişle birlikte Uygurcanın söz varlığı genişlemeye başlar. Uygurlar Sanskritçe, Çince, Soğdakça, Toharca, Pehlevice, Süryanice, Tibetçe gibi dillerden fazlaca kelime almışlardır. Diğer yandan Türkçe eklerle yeni kelime ve terimler türetme yoluna gidildiği için Türk dilinin morfolojik yapısı işleklik kazanır. Uygurların girdiği Manihist ve Budist çevreler tercüme faaliyetleri ile dili bu şekilde etkilerken bir yandan da şehirleşme sürecinin verdiği bir takım sonuçlar da dili etkilemiş, dile hukuk ve resmi dilde kullanılan birçok yeni kelime girmiştir. Dil, göçebe hayat tarzından çıkıp, yeni yeni tanıdığı bu çevre ve dilde, yerleşik kültür dillerinin ulaştığı semantik kavramlar dünyasını kendi kalıpları içinde karşılama isteği ve gayretine girmeye başlamıştır. Böylece bozkırdaki durgun mağrur Köktürkçe yerini hareketli, canlı, büyüyen ve gelişen Eski Uygurcaya bırakmıştır. Dini Duyarlılığı İfade İmkanı Türkistan için karakteristik olan bir şey varsa o da muhtelif dinlerin birbirlerine karşı gösterdikleri büyük hoşgörü sayesinde yanyana yaşamış olmalarıdır. Arap istilasından önce Maveraünnehir’de Türkler için yabancı sayılan üç muhtelif dinin bir arada yaşaması bu gerçeğin açık bir delilidir. İran’da Samaniler devletinin takibine uğrayıp sonraları Maveraünnehir’e geçen Mazdeizm, milattan önce I. yüzyılda buralara girip hızla gelişen Budizmle beraber III. yüzyılın ortasında Mezopotamya’da eski Maniheizm tam bir ahenk içinde yanyana yaşamakta idiler. Sasaniler zamanında resmen kabul edilen Maniheizm büyük bir hızla yayılmıştır. Ancak 8.-10. yüzyılda Türkler arasında tamamen yayılma gösterememiştir. Eski Şamanizm daima kendisini hissettirmiştir. Yine de Uygurlar Bögü Kağan’ın 762’de bu dine mensup olmasından sonra Manihezim’e daha da yaklaşmışlardır. Bu dinler dışında Hristiyanlık da Uygurlar arasında az da olsa bir gelişme sahası bulmuştur. Ancak bu dinle ilgili metinler son derece azdır. Hristiyanlığın Nesturi koluna ait bazı Uygurca metin örneklerine Turfan bölgesinin kuzeyindeki Bulayık’da rastlanmaktadır. Uygurlar bu şekilde birkaç din dairesine mensup olarak yaşamışlar, bu da onların hem hayat tarzlarına hem de kültür ve dillerine etkilerde bulunmuştur. Mensup oldukları dine göre hayat tarzlarını düzenleyen Uygurlar bu dinleri anlayabilmek ve anlatabilmek için geniş kapsamlı bir çeviri edebiyatına girişmişlerdir. Maniheizm ve Budizm ile ilgili belli başlı kaynaklar bu dillerden çevrilmeye başlanmıştır. Bu çeviriler yapılırken sadece metne bağlı kalınmamış, Uygur yazar ve şairleri çevirdikleri eserlerin kimi unsurlarını çıkarırken, kimi kısımlarda da eklemeler yapmışlardır. Böylece çeviriden çok adaptasyon diyebileceğimiz eserler ortaya çıkmıştır. Dinî içerik taşıyan bütün bu eserlerde hem yazanın hem de okuyanın dinî duyguları en yüksek derecede ifadesini bulmuştur. O dönemden kalma pek çok Uygur elyazmasında ve duvar resimlerinde de göründüğü gibi tapınakların etrafında bulunan toplanma yerlerinde yapılan Budist festivallerde, vaazlarda, Budist içerikli dramalar ve hikâyeler anlatılmaktadır. Budist edebiyatta bu şekildeki drama metinleri dikkati çekmektedir. Bunun yanı sıra, Uygur soyluları ve sıradan insanlar Budist inanışlarına göre hayırseverik ve dindarlığın gereklerini yerine getirmek üzere Budist tapınaklar, heykeller, freskler, sutra kopyaları yapmak, yaptırmak için oldukça fazla emek ve güç harcamışlardır. Bütün bu eserler, hem Uygurların kültür ve sanatta ne kadar ileriye gittiklerini hem de dinî duygularını edebiyat kültür ve sanatta ne şekilde aksettirdiklerini göstermektedir.
- Irk Bitig
Tahminen 930 yılında Göktürk harflariyle kaleme alınlış olan Irk Bitig, Mani muhitinde yazılmış önemli bir eserdir. İçinde dine ait unsurlar bulunmakla beraber dini bir eser değildir; bir fal kitabıdır. Her bir ayrı bir fal olarak yorumlanan 65 paragraftan meydana gelmiştir. Her falın başında siyah mürekkeple çizilmiş küçük daireler vardır. Her faldaki daireler üç dizi halindedir. Her dizide 1-4 arasında değişen daireler vardır. Böylece her fal, üç rakamlı bir sayıyla numaralandırılmış gibidir. Mesela, bir paragrafın başındaki birinci dizide 2, ikinci dizide 4, üçüncü dizide 2 daire varsa bu fal 242 numaralı faldır. Falına bakmak isteyen insan, muhtemelen dört yüzünden her biri ayrı bir sayıya dalalet eden aşık kemiğini üç defa atmak suretiyle kaç numaralı falın kendisine isabet ettiğini tespit eder. Irk Bitig’in son derece ilgi çekici bir yapısı ve üslubu vardır. Her fal; “ şöyle biliniz iyidir” veya “şöyle biliniz kötüdür” şeklinde bir hükümle bitmektedir. Bu küçük eserde çeşitli adetler, inanışlar ve masal unsurları da yer almakta, günlük dilin kelimeleri de bolca kullanılmaktadır. #IrkBitig #IrkBitik #uygurmetinleri
- Sekiz Yükmek
Çinceden çevrilen Sekiz Yükmek’te Burkancılığa ait dinî-ahlâkî inanışlar ve bazı pratik bilgiler vardır. Uygurlar arasında çok yayılan bu eser; kısa cümleleriyle, içten anlatımı ve zengin söz varlığıyla dikkati çeker. Sekiz bilgi, Sekiz tomar anlamlarına gelmektedir. Eserde beş duyu organı ve bazı manevi bilgiler anlatılmıştır. Sekiz Yükmek’in bölümleri şunlardır: 1. Köz bilig (görme) 2. Kulgak bilig (duyma) 3. Til bilig (tatma) 4. Burun bilig (koklama) 5. Etüz bilig (< et + öz bilig “dokunma”) 6. Kö?ül bilig (gönül) 7. Adra-tigre bilig (akıl-ayırma bilgisi) 8. Anılık bilig (hazine bilgisi – dini kitaplardan bahseder) #Burkancılık #SekizYükmek
- Kalyanamkara Papamkara Hikayesi
Prens Klayanamkara ve Papamkara Hikayesi adıyla meşhur olan “Edgü Ögli Tigin ile Ayıg Ögli Tigin”( İyi Düşünceli Şehzade ile Kötü düşünceli Şehzade) Uygurlar döneminin en tanınmış hikayelerinden biridir. Kansu vilayetindeki Bin Buda mabetlerinde bulunan bu eserde, iyi yürekli bir şehzadenin bütün canlılara yardım etmek ve canlıların birbirlerini öldürmelerine engel olmak üzere çok değerli bir mücevheri ele geçirmek için çıktığı maceralı yolculuk anlatılır. Gemilerle yapılan yolculukta bin bir türlü tehlike vardır. Şehzadenin sahip olduğu mücevher kötü yürekli kardeş tarafından gözleri oyularak çalınır. Fakat sonunda adalet yerini bulur ve iyi yürekli şehzade Buda’ya dönüşür. Aslı Sanskritçe olan ve 10. yüzyılda Uygurcaya çevrilen bu eserde çok canlı bir üslup vardır. Olaylar çok akıcı bir dille anlatılmakta, yer yer görülen çok canlı tasvirler çok kısa tutulmakta, yine yer yer rastlanan karşılıklı konuşmalar üslubun akıcılığını bir kat daha artırmaktadır. #KalyanamkaraPapamkara #uygurmetinleri
- Altun Yaruk (Altın Işık)
Uygurcaya çevrilen, Budizmle ilgili bir başka kitap da Altun Yaruk’tur. Budizmin kutsal kitabı sayılan ve İslâmiyet öncesi Türk edebiyatının ünlü yapıtlarından sayılan bu kitap, Uygurların dinî inançlarını, dil zenginliğini ve ulusal özelliklerini göstermesi bakımından, bir çeviri olmasına rağmen kültürel değerlerimiz arasında sayılmaktadır. Altun Yaruk “Altın Işık” manasına gelir. Uygurcaya çevrilen, Budizmle ilgili bir başka kitap da Altun Yaruk’tur. Budizmin kutsal kitabı sayılan ve İslâmiyet öncesi Türk edebiyatının ünlü yapıtlarından sayılan bu kitap, Uygurların dinî inançlarını, dil zenginliğini ve ulusal özelliklerini göstermesi bakımından, bir çeviri olmasına rağmen kültürel değerlerimiz arasında sayılmaktadır. 10. yüzyılın ilk yarısında yazıldığı tahmin edilen Altun Yaruk’un tanınması 17. yüzyıldadır. Birkça nüshası bulunan ve oldukça hacimli olan Altun Yaruk, Budizm’in esaslarını, felsefesini ve Buda’nın menkıbelerini anlatan bir eserdir. Budizm’e ait esaslar eserde geniş anlatımlarla ve oldukça akıcı bir üslupla anlatılır. Aslında düzyazı biçiminde yazılan Altun Yaruk içinde, pek çok manzum parça da bulunmaktadır. Altun Yaruk’taki hikâyelerden “Şehzade ile Pars Hikâyesi”ndeki bazı bölümler manzumdur. Bu şiirlerden bazılarını ve olayın kısa bir özetini, bu döneme örnek olması açısından veriyoruz: Şehzade İle Aç Pars Hikayesi: Bu hikayedeaçlıktan ölmek üzere olan bir parsı kurtarmak isteyen fedakar şehzade anlatılır. Parsın ölmemesi için şehzade kendisini ona yem eder. Hikayenin sonunda Buda, şehzadenin, kendisi olduğunu ifade eder. Bu hikaye çok canlı ve akıcı bir üsluba sahiptir. Şehzadenin ölümü üzerine söylenen şiirlerde tam bir ağıt havası vardır. “Şehzade ile Pars Hikâyesi”nden Mahasatvi, kendini aç parsa yedirince yer gök sarsılır, büyük ve çok şiddetli bir deprem olur. Bunun üzerine Mahasatvi’nin büyük ağabeyi, ortanca kardeşine şöyle seslenir: Yagız yir bütürü tepreyür Ügüzler taglar birle kalısız Bulung yıngak kararıp Ölez boltı kün tengri Yağız yer tümden sarsılıyor, Irmaklar, dağlar ile birlikte; Köşe bucak kararıp Sönüp gitti Gün Tanrı. Köktin tüşer tengridem Hua çeçekler bulgaşu Odgurak erki inimizning Et’özin titmek belgüsi Gökten düşüyor ilâhî Güller ve çiçekler ard arda; Acaba (bunlar) kardeşimizin Vücudunu feda işaretleri mi? Ağabeyinin bu sözlerini işiten ortanca kardeş, ona şöyle cevap verir: Eşidtim men Mahasatvi’ning Sözlemiş çın savın Timinkiye körmişte Toruk küçsüz aç barsıg İşittim ben Mahasatvi’nin Söylediği gerçek sözleri; Daha demin görünce Zayıf, güçsüz aç parsı; Aç emgekke egirtip Enükin yigeli kılmışın Anın sizindim inimke Et’özin titdi erki mü Açlık acısı ile kıvranıp Eniklerini yemeye kalkıştığını. Bu yüzden şüphelendim kardeşimden: Vücudunu feda mı etti ki? Bunun üzerine ağabey-kardeş, aç parsı gördükleri yere giderler. Orada Mahasatvi’nin, pars tarafından parçalanıp yenildiğini görünce, cesedinin artan parçaları ve kemikleri başında yüksek sesle ağlayıp feryat ederler ve şunları söylerler: Körkle kövşek tokılıg İnimiz erding küvez a Ögke kangka sevitmiş [İnimiz] erding kadaş a Güzel, nazik yapılı Küçüğümüzdün, ey yiğit! Anaya babaya sevdirmiş Küçüğümüzdün ey kardeş! Neçükin yana birgerü Birlekiye ünüp üçegü Negülüg titding özüngin Bizni birle barmadıng Ne için, hep beraber, Birlikte büyümüşken üçümüz, Ne diye feda ettin kendini Bizim ile varmadın? Ögümüz kangımız bizinge Utru körüp ayıtsar Biz ikegü negü tip Ötünelim sözlelim Anamız babamız bize Karşı çıkıp sorarsa, Biz ikimiz ne deyip Arz edelim, söyleyelim? Ol yig bolgay üçegü Birlekiye ölser biz Neng bizinge kergeksiz Bu et’özümüz tirigi Yeğ olurdu üçümüz Hep beraber ölsek biz; (Şimdi) bize gereksiz Bu vücudun dirliği! Altun Yaruk dışında var olan birçok hikayeden ikisi de aşağıdakilerdir. Çeştani Beğ Hikayesi: Çeştani beğ’in ülkesinde yaşayan insanlara hastalık ve belalar hetiren insanlarla mücadelesini anlatır. Şeytanların tasviri son derece canlıdır. Eseri Şilazin adlı bir tercüman Toharcadan Türkçeye çevirmiştir. Dantipali Beğ Hikayesi: Kendi emrindeki geyikleri kurtarmak için kendini feda eden bir geyiği anlatır. Geyiği öldüren Dantipali Beğ’i ise korkunç alevler yutar. Hikaye, çok canlı tasvirlere sahiptir. #AltunYaruk #uygurmetinleri
- Dede korkut
Dede Korkut’un gerçek ismi, hayatı, yaşadığı çağ ve coğrafyayı kesin olarak aydınlatmak eldeki kaynaklar ve rivayet ile mümkün değildir. Dede Korkut Hikayelerinde çıkarılabildiği kadarıyla ise Dede Korkut’un kişiliği iki şekildedir; 1- Kutsal Kişiliği , 2- Bilge Kişiliği. Başka kaynaklarda devlet adamı kişiliğinin de bulunduğu belirtilmektedir. Dede Korkut çok kişilikli olarak karşımıza çıkması farklı zaman, hatta farklı mekanda yaşamış benzer şahsiyetlerin destanlarda tek isim altında toplanmış olabileceğini düşündürüyor. Fakat bu kişiliklerin halkın eklentisi olma ihtimali de vardır Destanlarda Dede Korkut keramet sahibi biridir. Doğa üstü bir manevi güce sahiptir. Destanlarda şu gibi kerametleri görülmüştür; 1- Gelecekten Haber Verme: ” Korkut Ata söyledi: Ahir zamanda hanlık tekrar Kayı’ya geçecek. Kimse ellerinden alamayacak, ahir zaman olup kıyamet kopuncaya kadar. ” (Mukaddime) Destanda geçen örnekte de belirtildiği gibi Dede Korkut gelcekten haberler verirdi. Bu haberleri geçmişte yaşadığı denyimlere dayanarak söylerdi. 2- Halkın Onun Sözünü Tutması: ” Korkut Ata Oğuz kaminin müşgülün hallederdi. Her ne iş olsa Korkut Ata’ya danışmadan yamazlardı. Her ne ki buyursa kabül ederlerdi. Sözünü tutup tamam ederlerdi. ” (Mukaddime) Hanlardan çobana kadar herkes onun sözüne güvenirdi, ona danışırlardı. 3- Duasının Allah Katında Kabul Olması: “… Ne derse olurdu. Gaipten haber söylerdi. Hak Taala onun gönlüne ilham ederdi. ” (Mukaddime) , “… Dede Korkut dedi: (Kılıç) Çalarsan elin kurusun dedi. Hak Taala’nın emri ile Deli Karçar’ın eli yukarıda asılı kaldı. Zira Dede Korkut keramet sahibi idi, dileği kabul olundu. ” (Kam Püre’nin Oğlu Bamsı Beyrek Destanı) Birinci örnekte geçen “Ne derse olurdu.” Cümlesi hem halkın onun sözünü dinlediği hem de duasının kabul edildiği anlamındadır. İkinci örnekte de duasının kabul olduğu belirtilmiştir. Dede Korkut’taki bu kerametlerin iki kaynaktan gelmiş olabileceği düşünülmektedir; 1- İslam Tasavvufu 2- Şamanist İnanç Dede Korkut’un destanlarda islam tasavvufuna uymayan davranışları bu ihtimali zayıflatıyor. Mutasavvuflardaki kamil insan olma hedefi, çile çekme, dergah… gibi unsurlar Dede Korkut’ta görülmüyor. Ermişlerinkine benzeyen olağan üstü olaylar yaşaması da yazıya geçirilene kadar uğramış olduğu değişiklikler olbilir. Çünkü Türkler’in islamı henüz kabul ettiği ve değişim içerisinde olduğu 15-16. yy.larda yazıya geçirilmiştir. Dede Korkut’un kutsal kişiliğinin şamanist yaşantıdan gelmiş olabileceğini kabul edebiliriz. Ozan oluşu şamanistlerin özelliğini hatırlatmaktadır. Ayrıca kerametlerini gizlememesi de kutsal kişiliğinin şaman inancından geldiğini güçlendirmektedir. DEDE KORKUT’UN BİLGE KİŞİLİĞİ Dede Korkut devlet adamlarından sıradan insanlara kadar etkili ve öğüt vericidir. Bilgeliği eğitici, öğretici ve tenkit edicidir. Onun bu kişiliği tarih ve toplum yaşantısından gelmektedir. Geçmiş alplerin başından geçen olayları anlatır ve öğüt verir. DEDE KORKUT’UN SOYU Dede Korkut’un soyu hakkında kesin bir bilgi elde edilememekle birlikte, mukaddimede Bayat Boyu’ndan olduğu geçiyor. Ayrıca bazı kaynaklar Kara Hoca’nın oğlu olduğunu söylemektedir.Ebulgazi de Kayı boyundan olduğunu yazmıştır. Karmış Han’ın oğlu demiştir. Bazı rivayetler İshak Peygamberin soyundan söyler. Bir başka rivayete göre de Hristiyan Aziz Kirkor’dur. #DedeKorkut #DedeKorkutKimdir #DedeKorkut039unHayatı #KorkutAta
- Ahmet Yesevî
İlk Türk mutasavvıfı Hoca Ahmed Yesevî’nin şiirlerinin toplandığı yazmalara “ Dîvân-ı Hikmet ” denir. Bunun sebebi Ahmed Yesevî’nin şiirlerinin “hikmet” terimiyle anılmasıdır. Ahmed Yesevî, 12. yüzyılda Batı Türkistan’da Karahanlı devletinin hüküm sürdüğü topraklarda yaşamış mutasavvıf bir şairdir. Sayram (İsfîcab) şehrinde doğmuş, 7 yaşında Yesi şehrine göçmüştür. “Yesevî” mahlâsı, “Yesi şehrine ait” anlamına gelmektedir. 11. yüzyılın sonlarında doğduğu tahmin edilen Ahmed Yesevî’nin babası Şeyh İbrahim, annesi Ayşe Hatundur. 7 yaşında yetim kalan Ahmed Yesevî, Yesi şehrine yerleşir ve burada Arslan Baba’ya intisap eder. Fakat Arslan Baba’nın bir yıl içinde ölümü üzerine Buhara’ya gider ve Şeyh Yûsuf-ı Hemedânî’ye intisap eder. Ahmed Buhara’daki çeşitli bilim ve tasavvuf çevrelerinde bulunur bu sürede kendisini ilmî ve edebî yönden yetiştirir. Hemedânî 1140’ta ölmüş, ilk iki halifeden sonra 3. olarak Ahmed Yesevî tarikat şeyhi olmuştur. Ancak 1160’ta Hemedânî’nin postuna oturan Yesevî, kısa bir müddet sonra bundan vazgeçmiş ve Yesi’ye dönmüştür. Peygamberin 63 yaşında ölmüş olması dolayısıyla Yesevî’nin de 63 yaşına gelince Yesi’de tekkesinin altında bir çilehane yaptırıp içine girdiği ve kalan ömrünü orada geçirdiği rivayet edilir. Ahmed Yesevî 1166 yılında Yesi’de vefat etmiştir. Ahmed Yesevî’nin, kendisi hayatta iken vefat eden İbrahim adında bir oğlu, Gevher Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adlarında iki kızı vardır. Onun soyu Gevher Şehnaz ile devam etmiştir. Türk dünyasının her köşesine ismi ve müridleri yayılan Yesevi, geçimini tahta kaşık yontup satarak kazanmıştır. Ahmed Yesevî’nin en önemli tarafı, kurduğu Yesevîlik tarikatı, yaptığı irşatlar ve yazdığı şiirler yoluyla Müslümanlığı sade bir şekilde göçebe Türk halkına anlatmasıdır. 12. yüzyılda vefat etmiş bulunan Yesevî’nin etkisi 14. yüzyıl sonlarındaki Temür devrinde çok güçlü bir şekilde devam etmektedir. Dîvân-ı Hikmet yazmaları çok sonra (16. yüzyıldan sonra) istinsah edildikleri için dil bakımından genellikle Karahanlı Türkçesinin değil Çağatay Türkçesinin özelliklerini yansıtırlar. Ancak Yesevî, Karahanlılar döneminde yaşadığı için onun hikmetleri Karahanlı dönemi edebiyatı içinde değerlendirilmektedir. Hikmetlerin çoğu koşma tarzında kafiyelenmiş dörtlükler hâlindedir ve hece vezniyle yazılmıştır. Mesnevi tarzındaki münâcat ve nât ile gazelleri aruz vezniyle kaleme alınmıştır. Heceyle yazılmış gazel kafiyeli şiirleri de vardır. Arapça, Farsça kelimelerde tam kafiyeyi, Türkçe kelimelerde yarım kafiyeyi, hatta bazen sadece redifi tercih eden Yesevî’nin şiirlerinde çok güçlü bir zikir ritmi vardır. Hikmetlerin birçoğu zikir sırasında okunmak için yazılmıştır. Yesevî’nin hikmetlerinde işlenen konular çok derin değildir. Dinin esasları, tasavvuf adabı, cennet-cehennem, kıyamet ahvali, peygamber sevgisi, dünyadan şikâyet, dervişlere ait menkıbeler hikmetlerin başlıca konularıdır. Ahmed Yesevî kendi hayatına ait bazı olayları da şiirlerinde anlatır. Yaşname (yaş şiiri) tarzındaki uzun şiirde onun hayat safhalarını görmek mümkündür: Ahmed Yesevî, Batı Karahanlıların hüküm sürdüğü Batı Türkistan’da, Karahanlıların son dönemlerinde yaşamış ve eser vermiş mutasavvıf bir şairdir. Ancak onun müritleri de aynı tarzda hikmetler yazmışlardır. Bunlardan bilhassa Hakim Süleyman Ata meşhurdur. Müritlerinin şiirleri de bazen Yesevî’ye mal edilmiştir. Dolayısıyla Dîvân-ı Hikmetlerdeki bütün şiirlerin Yesevî’ye ait olduğunu söylemek zordur.
- Edip Ahmet Yüknekî
Yüknekli Edip Ahmed’in hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. XI. yüzyılın sonlarına doğru Yüknek’te doğmuştur; babasının adı Mahmud Yüknekî’ dir. Anadan doğma kör olan Edip Ahmed devrinde “edipler edibi, fazıllar başı” diye meşhur olmuştur. Atabetü’l Hakayık adlı eserinden, iyi bir tahsil gördüğü, özellikle dinî ilimleri öğrendiği anlaşılmaktadır. İslâmî devir Türk edebiyatının ilk şairleriden olan Edip Ahmed Türkçe’yi bütün incelikleriyle kullanmakla birlikte, şairliğinden daha çok bir âlim olarak tanınmıştır. Şiirlerinde de his ve duygudan ziyade öğretici yönü ağır basmaktadır.Bazı söyleyişleri bir ata sözü gibi dilden dile dolaşan Yüknekî’nin Türk halkı üzerinde uzun yıllar süren bir etkisi olmuş ve hakkında söylenen menkıbeler onun şöhretini, ölümünden sonra da asırlarca devam ettirmiştir.
- Kaşgarlı Mahmut
Kaşgarlı Mahmud’un hayatı hakkındaki bilgilerimiz Divan-ı Lügati’t-Türk ‘ün önsözünde belirttiklerinden öteye geçemiyor. Babası ve dedesi Barsganlı olmasına rağmen Mahmud Kaşgar’da doğmuştur. Babasının buraya daha sonraları göç ettiği anlaşılıyor. Onun ne zaman doğup, ne zaman öldüğü ise kesin olarak belli değildir. Bununla beraber bazı varsayımlar yaparak; mesela eserin yazılış ve halifeye sunuluş tarihini esas alarak (464-466/1072-1074) onun 11. yüzyılın birinci yarısında dünyaya gelip, ikinci yarısında vefat ettiğini söyleyebiliriz. Ama bu bir varsayım olmaktan öteye geçemez. Eserinin önsözünde belirttiğine göre adının Mahmud, babasının adının Hüseyin, dedesinin adının ise Mehmed olduğunu anlıyoruz. Yine eserinde belirttiğine göre soylu bir aileden gelmekte, iyi silah kullanmakta ve dilin gramerini iyi bilmektedir. Sözlerinden öyle anlaşılıyor ki, eserini yazmak için iyi bir hazırlık devresi geçirmiş ondan sonra eserini yazmaya başlamıştır. “Ben onların en uz dillisi, en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğum halde onların şarlarını, çöllerini baştan başa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini, kafiyelerini belleyerek faydalandım; öyle ki, bende onlardan her boyun dili, en iyi yolda yerleşmiştir. Ben onları en iyi surette sıralamış, en iyi bir düzenle düzenlemişimdir.” Onun böyle bir eser yazdığına bakılırsa; iyi bir eğitim aldığı, Arapça’yı ve Türkçe’yi en ince detaylarına kadar -bir sözlük yazabilecek kadar- bildiği söylenebilir. Kaşgarlı Mahmud’un ne zaman ve nerede öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. #DivanıLügati039tTürk #KaşgarlıMahmut
- Yusuf Has Hacib
Karahanlılar dönemi hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız gibi; bu devletin vatandaşı olan Yusuf hakkındaki bilgilerimiz de yok denecek kadar azdır. Onun hakkında bütün bildiklerimiz, Kutadgu Bilig adlı eserini okuyuculara takdim etmek amacıyla, sonradan ve başkalarınca eserin başına eklenen mukaddimelerin verdiği bilgilere ve eserin kendisinden çıkarılabilecek ipuçlarına dayanmaktadır. Bu ipuçlarına dayanılarak, hayatının bazı yönlerini tespit ve tahmin etmek mümkün ise de; tam bir biyografisini oluşturmak imkânsızdır. Kitap boyunca adını bile sadece bir kez, “Kitap sahibi Yusuf, büyük has hacib, kendi kendine nasîhat eder” başlıklı, son bölümünde anmıştır. Bu başlıktan baş teşrifatçı olduğu da anlaşılmaktadır. Esere eklenen mukkadimenin bildirdiğine göre, Yusuf Balasagun’ludur. Kitabın yazıldığı çağlarda Balasagun şehri ‘Kuz-Ordu’ adını taşıyor ve Kaşgar ile birlikte, XI. yüzyıl Orta Asya Türk kültürünün ve dilinin merkezi sayılıyordu. Balasagun’un asîl ailelerinden birine mensup olan Yusuf, eserinin esasını burada yazmış ve düzenlemiş, ancak son şeklini doğduğu yerden ayrıldıktan sonra gittiği Kaşgar’da vermiştir. Kitabını huzurunda okuyarak, Tavgaç Kara Buğra Han’a sunmuş; O da çok beğenerek Yusuf’a Has Hâcib ünvanı vermiş ve onu kendi yakınları arasına almıştır. Herkese yarayan fakat hükümdârlara daha çok yarayan6 kitaba ‘Kutadgu Bilig’ adını vermesini, “kitaba Kutadgu Bilig adını koydum ki, okuyanı kutlandırsın” diyerek açıklar. Yusuf, üzerinde 18 ay uğraştığı eserini 1069/1070’de tamamladığına ve yazmaya başladığı zaman 50 yaşlarında bulunduğuna bakılırsa 1018/1019 yıllarında doğmuş olmalıdır. Ölüm tarihi hakkında bilgimiz olmamakla birlikte, eserin sonradan eklenen kısımda iyice ihtiyarladığını söylemesinden uzun yaşadığı düşünülebilir. Karahanlı Devleti döneminde Türkler ileri bir uygarlığa sahiptiler. Arap, Fars, Çin, Hint ve Batı uygarlıkları ile temas halindeydiler ve buralardaki gelişmeleri izleyebiliyorlardı. Türkler İslâmiyet’i kabul ettikleri zaman yazıya, kitaba, eğitime yabancı barbar bir millet değildiler10. Karahanlılar, İslâm kültür dairesine girmiş olmakla birlikte, köken olarak doğularındaki yüksek Uygur kültürüne de bağlıydılar ve bu kültür, Çin tarihçilerine göre, daha V. asırda oldukça parlak ve geniş bir edebiyata sahipti; yazılı eserleri olduğu gibi, hanların sarayında vakânüvisler de bulunurdu. Meşhur Çin elçisi Wang Yen-Te onuncu asırda, Uygur ülkesinde gördüğü kitaplıklardan bahseder. İşte, Yusuf böyle bir kültür ortamında yetişmiş bir Türk entelektüelidir. O, Kutadgu Bilig’i yazdığı sıralarda, Kaşgar yakınlarında, Sıngı-Seli-Tutung Budist sutrası Suvarnaprabhasa’yı Altun-Yaruk adı altında Türkçe’ye çevirmekte Kaşgarlı Mahmud ise, meşhur lûgatını kaleme almaktaydı. Yusuf, çevresinde bulunan büyük kültürlere ve bunların dillerine âşina idi ve eserinden anladığımız kadarıyla edebiyata, ilâhiyata, folklora, siyasete, felsefeye ve devrinin tüm pozitif bilimlerine ilişkin ansiklopedik bilgiye de sahipti. Hatta, devrinin bilginlerine Öklid geometrisi bilmeleri gerektiğini tavsiye ediyordu. Yusuf, devlet adamı olma sıfatı ile Budist ve Manihaistlerle de sık sık görüşmüş, bu inanç sistemlerini de yakından tanımıştı. Bütün bunlarla birlikte, Yusuf, Türklüğünün bilincinde olmuş; geçmişine ve diline bağlı kalmıştır. Bu tavrı ile o, Bilge Kağan’lardan beri aktarılan zihniyeti taşıyan hattın bir unsuru olmuştur. Yusuf, İslâmiyet’in etkisiyle değişmekte olan Türk-Uygur toplumunun geleneksel ahlâki ve hukukî telâkkilerini tespit etmiş; yaşadığı çevrenin sosyal ahlâkını, devlet yönetimi hakkındaki esaslarını, hukuk anlayışlarını ve askerlik esaslarını unutulmaktan kurtarmış ve gelecek kuşaklara aktararak, elde edilmiş kültür hazinesinin yaşamasını sağlamıştır. Yusuf’un eseri sadece bu yönüyle değil, İslâmiyet’i kabul etmekle yepyeni bir medeniyet çevresine giren bir toplumun, şiddetle sarsılan eski ve geleneksel değerlerini yeni bir senteze vardırmak endişe ve çabasını yansıtması bakımından da çok önemlidir. Yusuf, bu süreçte kendini gösteren münzevî zahid tipine karşı, şiddetle, insanın toplum içindeki yaşayışını savunuyordu. Yusuf’a ilişkin son bir bilgi olarak; Arsal’ın -ihtiyat kapısını açık bırakmak şartı ile- Kutadgu Bilig’de kut’u temsil eden Ay-Toldı ile Aklı temsil eden Ögdülmiş’in şahıslarında, şâirin kendisini tasvir etmiş olduğunu sandığını söyleyebiliriz. #KutadguBilig #YusufHasHacib
- Divan-ı Hikmet
Ahmet Yesevî ‘nin şiirlerine “hikmet”, şiirlerinin toplandığı kitaba da Dîvân-ı Hikmet adı verilir. Ahmed Yesevî’nin şiirlerini Karahanlı Türkçesiyle yazdığı muhakkaktır. Fakat Yesevî’nin hikmetlerini toplayan yazmaların hepsi de çok sonraki asırlarda istinsah edildiği için dil bakımından Karahanlı devri Türkçesine tam olarak uymazlar. Bu şiirlerde değişik saha ve devirlere ait dil hususiyetleri hep birlikte görülür. Ayrıca Dîvân-ı Hikmet’te şiirlerin hepsi de Ahmed Yesevî’ye ait değildir. Halifeleri tarafmdan yazılmış pek çok şiir ona mal edilmiştir. Ruh, edâ ve şekil bakımından bu şiirlerin hepsi birbirine benzediğinden hangilerinin Ahmed Yesevî’ye ait olduğunu ayırabilmek de çok güçtür. Bütün bu sonraki tesir ve karışmalara rağmen hikmetleri dil bakımından değilse bile edebî bakımdan Karahanlı devrine ve 12. yüzyıla ait kabul etmek gerekir. Hikmetler, dînî-tasavvufî şiirlerdir. Çoğu dörtlükler halindedir, koşma tarzında kafiyelenmiş ve hece vezniyle yazılmıştır. Hikmetlerin bir kısmı ise gazel tarzındadır ve aruz vezniyle kaleme alınmıştır. Heceyle yazılmış hikmetlerin vezni 4+4+4=12’dir. Aruzla yazılan hikmetlerde “fâilâtün fâilâtün fâilün, mefâîlün mefâîlün feûlün, 4 mefâîlün ve mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün” vezinleri kullanılmıştır. Gazel tarzında kafiyelenmiş bazı hikmetlerde ise 7+7 veya 8+8’lik hece vezni kullanılmıştır. Mesnevî tarzında yazılan münâcât ve nâtm vezni “mefâîlün mefâîlün feûlün” dür. Dörtlüklerle yazılmış hikmetlerde kıt’a sayısı 5 ilâ 28 arasında değişmekte, çoğunlukla 10-12 kıt’alık hikmetler tercih edilmektedir. Gazellerdeki beyit sayısı 5-15 arasındadır. 7 beyitlik gazeller çoğunluktadır. Kafiye olarak Arapça, Farsça kelimeler kullanıldığı zaman çoğunlukla tam kafiyeye başvurulur. Fakat kafiyelerin çoğu Türkçe asıllı kelimerle yapılmıştır ve bunlarda da yarım kafiye kullanılmıştır. Hatta bazan yarım kafiyenin bile kullanılmadığı, yakm seslerin benzerliği ile veya sâdece redifle yetinildiği olur. Esasen redif, hikmetlerde mühim bir ahenk unsuru olarak yer alır. Beyitlerle yazılmış hikmetlerin birçoğu musammat gazel tarzındadır. Bu tarz hikmetlerde görülen iç kafiye şiire fevkalâde bir ahenk vermektedir. Canım cüda bolganda tenim munda kalganda Tahta üzre alganda ne kılgay min Hudâya Canım ayrı olanda, tenim burda kalanda, Tahta üzre alanda ne yaparım Allah’ım? Öyle anlaşılıyor ki millî nazım şekli olan koşmadan gazel tarzma geçişte musammat şekiller fevkalâde elverişli olmuştur. Edebiyatımızın gazel tarzındaki bu ilk şiirlerinde koşma ahengi hemen kulağa çarpar. Beyitler ortadan ikiye bölünüp dört mısra haline getirildiği zaman 4+3’lük bir koşma ile karşılaşırız. Halk şiirinin ahengi ile kulakları dolmuş bulunan ilk Türk şâirleri, koşmanın dört mısraını beyit haline sokarak gazel tarzma geçivermişlerdir. Ahmed Yesevî’nin hikmetlerinde işlenen mevzular tamamıyla dînî ve tasavvufîdir. İslâmiyet’in esasları, şeriatın hükümleri ve tasavvuf âdabı, şiirlerin ana konusu teşkil eder. Kıyamet ahvâli, cennet ve cehennem tasvirleri, dünya ahvâlinden şikâyet, peygamber sevgisi, dervişlerle ilgili menkıbeler ve Ahmed Yesevî’rün kendi hayatına ait parçalar sâde bir dille anlatılır. Ahmed Yesevî’rün canlı ve hareketli bir üslûbu vardı. Şiirlerinin pek çoğunda bir zikir ritmi bulmak mümkündür. Hikmetlerin zikir esnasında ve belli bir makamla söylendiği düşünülürse böyle hareketli bir ritmin varlığı tabiî, hattâ zarurîdir. İşte Ahmed Yesevî bu ritmi ve hareketi 4+4+4’lük duraklarla çok iyi yakalamış görünüyor. Altmış üç yaşında yer altına girdiğini anlatan şu dörtlüklerde bu ritim çok açık bir şekilde farkedilmektedir. Ol kadirimi kudret birlen nazar kıldı Hurrem bolup yir astığa kirdim muna Garib bendeng bu dünyâdm güzer kıldı Mahrem bolup yir astığa mirdim muna Kadir Rabb’im kudret ile nazar kıldı; Mutlu olup yer altına girdim işte. Garip kulun bu dünyadan göçüp gitti; Mahrem olup yer altına girdim işte. Zâkir bolup şâkir bolup haknı taptım Dünyâ ukbâ haram kılıp yançıp tiftim Şeyda bolup rüsvâ bolup candın öttün Bî-gam bolup yir astığa kirdim muna Zâkir olup, şâkir Hakk’ı buldum; Dünya, ahret haram kılıp ezip teptim; Divâne olup, rüsvâ olup candan geçtim; Gamsız olup yer altına girdim işte. Başım tofrak, özüm tofrak cismin tofrak Hak vashga yiter nün dip ruhum müştak Köydüm yandım bolalmadım hergiz afak Şebnem bolup yir astığa kirdim muna. Başım toprak, kendim toprak, cismim toprak; “Hakk’a kavuşur muyum?” diye, ruhum müştak; Kavrulup yandım, olamadım asla ap-ak; Şebnem olup yer altına girdim işte. Bu hareketli ritim onun şiirlerine coşkun, taşkın, ve akıcı bir edâ verir. Dînî düşünceleri, basit ve sâde bir dille, fakat bu coşkun ve akıcı edâ ile anlatır. Tevbe kılgan âşıklarga nûri irür Tüni küni sâyim bolsa köngli yarur Kaçan ölüp gûrge kirşe gûn kingür Ugan izim rahîm rahman rahmeti bar Tevbe kılan âşıklara nuru erer; Gece gündüz oruçlu olsa, gönlü parlar; Öldüğünde kabre girse, kabri genişler; Kadir Rabbim, rahîm, rahman, rahmeti var. Tevbesizler bu dünyâdm kiçmes bilür Ölüp barsa gür azabın körmes bilür Kıyamet kün tang arasât atmas bilür Heyhat heyhat nevha fedyâd künleri bar Tevbesizler bu dünyadan göçülmez bilir; Ölüp varsa, kabir azabı görmez bilir; Kıyamet günü Arasat tanı atmaz bilir; Heyhat heyhat, nevha, feryat günleri var. Hak yâdıdan zerre gafil bolmağanlar Yatsa kopsa hak zikrini koymaganlar Vallah billah dünyâ haram almaganlar Gür içinde ol kul hergiz ölmez bolur Hak yâdındın zerre gaafil olmayanlar, Yatsa kalksa, Hak zikrini koymayanlar, Vallah, billah, dünya haram, almayanlar, Kabr içinde o kul asla ölmez olur. Ahmed Yesevî’de şairane tasvirler ve ince sanat oyunları bulunmaz; fakat Kemâl Eraslan’m dediği gibi, onun “hikmetlerinin tamamen basit, kuru ve edebî bir değerden mahrum olduğunu söylemek de doğru değildir. Bazı hikmetlerinin samimi ve coşkun bir ifâdeye sahip olduğu ve dînî-tasavvufî halk edebiyatının en güzel örneklerini teşkil ettiği unutulmamalıdır.” #AhmetYesevi #DivanıHikmet



