top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 856 sonuç bulundu

  • İkinci Yeniciler

    İkinci Yeni anlayışı, Garip Akımının başlangıçta koyduğu biçimsel ilkeleri ve sonradan oluşturduğu içeriksel eğilimleri ortadan kaldırmaya yönelen bir hareketin belirtileridir. İkinci Yeni'yi baştanbaşa Birinci Yeni'ye karşıt sanmak doğru olmaz. Çünkü ayrılıklar dışında bazı yakınlıklar da vardır. Örneğin, Garip Akımı gibi İkinci Yeni de Türk şiiri geleneğiyle bağını koparır. Garipçiler vezniyle, kafiyesiyle, kitaplardan öğrenilmiş çeşitli sanatlarıyla bütün bir geleneğe savaş açmışlardı; gerçi ikinci yeniciler böyle bir savaşa kalkışmazlar ama gelenekle bir ilişki de kurmazlar. Bunun yanı sıra Garip Akımı gibi İkinci Yeni de mısracı şiire karşı çıkar. Garip Akımı gibi ikinci yeni de gözünü Batıya çevirir; modern şairlere - özellikle de gerçeküstücülere- ilgi gösterir. Garip Akımı gibi İkinci Yeni de ideolojik bağlanmaya yanaşmaz. Toplum sorunları ve yurt gerçekleriyle ilgilenmez. ''Salt şiire , arı şiire''varmaya çalışır. Bu yüzden de Nazım Hikmet'in başlattığı ve onun yolundan giden diğer şairlerin sürdürdüğü Toplumsal Gerçekçi akıma uzak durur. Öncüleri Oktay Rifat, İlhan Berk, Turgut Uyar, Edip Cansever, Cemal Süreya, Sezai Karakoç, Ece Ayhan, Ülkü Tamer, Tevfik Akdağ, Yılmaz Gruda gibi şairlerdir. Harekete İkinci Yeni adını Muzaffer Erdost takar. Gerçi yanlış bir adlandırmadır bu. Çünkü, şiirimizin Tanzimat'tan beri geçirdiği yenilik olayları göz önünde tutulursa, İkinci Yeni'ye ancak sekizinci yeni demek uygun düşer; ama , İkinci Yeni bir yönüyle Garip Akımına - Birinci Yeni'ye -tepki olarak doğduğu ve sık sık tekrarlandığı için bu ad yerleşir. Gerçekten de İkinci Yeni, artık işlevini yitirdiğini bildirerek, Birinci Yeni'ye baş kaldırır. Orhan Veli ve arkadaşlarının 1940'lardan beri sürdürdükleri akıma çoğunlukla karşıt bir yol tutar. Bu tutumun belli başlı özellikleri şöyle sıralanabilir: 1. İmgeye kapıları yeniden ve sonuna kadar açmak 2. Edebi sanatlara özgürlük tanımak 3. Basitlik , sadelik ve aleladelikten ayrılmak. 4. Konuşma diline sırt çevirmek 5. Halkın hayatından ve kültüründen uzaklaşmak , folkoru şiire düşman bellemek 6. Şehirli adam tipi çizmeye boş vermek 7. Nükte , şaşırtma ve tekerlemeden kaçmak 8. Şiiri ustan ve anlamdan kaydırmak 9. Duyguya ve çağrışıma yaslanmak 10. Konuyu , hikayeyi , olayı atmak 11. Fakir çoğunluğa değil , aydın azınlığa seslenmek

  • Garip Akımı ( Birinci Yeniciler )

    1941 yılından sonra Türk şiirinde görülen ve öncülüğünü Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat üçlüsünün yaptığı edebiyat akımı. Bu üç şair, şiirde sürüp gitmekte olan aşırı duygusallığa, şairaneliğe, basmakalıp söyleyişe başkaldıran şiirlerini toplayarak Garip adında bir kitap yayımladırlar. Bu şiirlerdeki yenilikler nelerdi peki ? Bu şairler neye karşı çıkıyor, neyi değiştirmek istiyorlardı? Garipçiler diye adlandırılan bu şairler, yeni bir şiir anlayışı getiriyor, şiirimizin yapısında köklü değişiklikler yapmak istiyorlardı. Onlara göre; şiirden uyak atılmalıydı. Uyağın işlevi, ilkel insanın şiiri aklında tutmasından başka bir şey değildi. Bugünkü insan ilkel olmadığına göre, uyağın işlevi kalmamıştı ve kaldırılmalıydı. Uyakla beraber her türlü söz ve anlam sanatı da bırakılmalıydı. Gerçekte bu sanatların amacı, doğayı değiştirme, nesne ve varlıkları olduğundan başka bir şekilde göstermektir. Bu yol bugüne kadar yüzlerce sanatçı tarafından denenmiş, edebiyata bir şey kazandırmamıştır. Bunun gibi, hece ölçüsü de, aruz ölçüsü de gereksizdir. Ölçüye bağlanma yaratıcılığı engeller. Ayrıca şiir, duygudan çok akla dayanmalı, duygunun yada duyarlılığın ürünü olan şairanelikten arındırılmalıdır. Bu arındırma; müzik ve resim gibi öteki sanatlardan gelen tüm öğeleri de içermelidir. Daha doğrusu, geleneksel şiirin benimsediği her şey, yeni şiirin dışında tutulmalıdır. Şiirde önemli olan anlamdır. Bu anlamda çoğunluğun tadına varabileceği bir nitelik taşımalıdır. Bugüne değin yalnız varlıklı kesimlere seslenmiş olan şiir, artık çoğunluğa seslenmelidir. Bu bakımdan şiire özgü bir dil yoktur, halkın dilinde ve yaşamında bulunan her sözcük şiire girer. Bu görüşler Garip şiirinin niteliklerini de oluşturmuştur. Ölçüsüz, uyaksız, söz ve anlam sanatlarından soyunmuş, çıplak, yalın anlatımlı bir şiirdir bu. Dize örgüsü yönünden de değişik bir yapısı vardır. Konusunu sıradan bir insanın yaşamından almıştır. Dili de alışılmış şiir dilinden ayrılıklar gösterir. Örneğin ” nasır, kundura” gibi sözcükler şiire sokulmuştur. Böylece şiirin dili yapaylıktan, kitapsallıktan kurtulmuştur. Şiir bütünüyle duyguya değil, akla dayandırılmış, şairanelikten olabildiğince uzaklaştırılmıştır. Başlangıçta yadırganmıştır bu tutum. Alaya alınmış, tepkiyle karşılanmıştır Garipçiler’in şiiri. Ancak bu alay ve tepki giderek azalmış, bu şiirin yandaşları çoğalmıştır. Hececi, halkçı, öz şiirci ve serbestçiler arasından da bu akıma kayanlar çıkmıştır. Öte yandan bu yıllarda şiir yazmaya başlayanların tümü Garip şiirini örneksemişlerdir. Bu örneksemeler arttıkça, kişiliklerin ayrılığını yansıtmayan, kumaşı aynı tezgahta dokunmuş tek tip bir şiir çıkmıştır ortaya. “Şiirsiz şiir” üretmek ortak bir tutuma dönüşmüştür. Bu eğilim 1950'li yıllara kadar sürmüştür. Gerçi Orhan Veli ve diğer arkadaşları şairaneliği yıktıktan, yerleşik beğeniyi sarstıktan sonra kimi şiirlerinde karşı çıktıkları öğelere yeniden dönmüşlerdir. Çünkü girişimlerinin şiiri nasıl bir noktaya ulaştırdıklarının farkına varmışlardr. Bu konuyla ilgili olarak Orhan Veli 1949 yılında şunları söylemektedir : Şiirlerimizin yadırganışı sadece alışılmış kalıpların dışına çıkışımızdan değil, çıkmak isteyişinden, bunda ayrı bir keyif buluşundandı. Gayretimizin nasıl bir sebebe ulaştığını anlayınca biz de yumuşar gibi olduk. Gelgelelim, bu arada şiire girmiş olan bazı şeyler, şiirin öz malı imiş gibi, yerleşti kaldı. Bunlardan biri eski şiirin yüksekten konuşmasına karşılık, şiire sokulan, alelade konuşma; bir de eski şiirin büyük konularının, büyük heyecanlarının yanı başında yer alan, küçük alelade olaylar, küçük alelade insanlardı. İlk niyat hiç bir şeyin şiir dışı kalmamasını sağlamaktı. Ama, bu yeni şiir yavaş yavaş yayılıp bir çok kimse tarafından tutulunca iş değişti. Genç okur yazarlar, hatta bu işle uğraşanlar, sandılar ki şiir yalnız küçük olayların, yalnız alelade bir dille anlatılmasından meydana gelir. Böyle böyle bu basitlik, bu aleladelik şiirin bir tarafı, bir şartı oldu. Garip şiirinin kolayca tutunuşunda içerdiği kolaylığın büyük payı olmuştur. Ayrıca bu şiir serbestçilerin şiiriyle de, kimi yönleriyle uyuşuyordu. Çünkü, Garipçilerin gerçekleştirmek istediği, şairaneliği yıkma, çalışan geniş yığınların şiirini yaratma, ölçüye bağlanmama, günlük dile yaslanma, doğal ve içten olma, insan ve toplum sorunlarına yönelme başta Nazım Hikmet olmak üzere serbest şiire yönelmiş öteki şairlerinde ardından koştukları özelliklerdi. Buna karşın aralarında kimi ayrılıklarda vardır. Garip şiiri coşku ve söylev havasından uzak bir söyleyişle; üstü kapalı, yergici bir tutumla toplumsal sorunlara eğilirken; Nazım Hikmet ve onun çizgisinden ilerleyenler bunu açıktan, coşkuyla yapmaya girişmişlerdir. Garip Akımının Başlıca Özellikleri: 1. 1940'ta Garipçiler adıyla çıkan topluluğun ortaya koyduğu bir sanat anlayışıdır. 2. Şiirde her türlü kurala ve belirli kalıplara karşı çıkmışlardır. 3. Şiirde ölçü, kafiye ve dörtlüğe karşı çıkmışlardır. 4. Şiirde şairaneliği, mecazlı söyleyiş ve sanatları kabul etmediler. 5. Süslü, sanatlı dile karşı çıkıp sade bir dil kullandılar. 6. Şiirde o güne kadar işlenmedik konuları ele aldılar. 7. Konuşma dili ile günlük sıradan konuları işlediler. 8. İşledikleri konular günlük hayattan sıradan insanların problemleri, yaşama sevinci ve hayattaki bazı garipliklerdir. 9. Halk deyişlerinden yararlanmışlar, toplumsal yergiye yer vermişlerdir. 10. Garipçiler: Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat Horozcu’nun oluşturduğu bir topluluklardır.

  • Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk) Akımı

    Varoluşçuluk, önceleri bir felsefe akımı olarak ortaya çıkmıştır. Sonradan yazın alanında da görülmeye başlanmıştır. Varoluşçuluğa göre, insanlar sıkıntılarından kurtulmak için özgür olduklarının bilincinde olmalıdırlar. İnsan kendi kaderini kendisi belirleyebilir. Genel olarak soyut kavramlardan uzak duran, öz ile uğraşmayan, var olan şeyle yetinen bir anlayıştır. Nesneler genel olarak ele alınır. Başka bir deyişle bütünden parçaya giden anlayışa karşıdır. En ünlü temsilcisi Jean Paul Sartre (1905-1980) "İnsanın kendisinde varoluş, cevherden, özden önce gelen varlıktır. Özün önce, varoluşun daha sonra geldiğini sanılır. Bu düşüncenin kökeni dinsel düşüncedir. Ama dine inanmayanlar bile nesnenin ancak özüyle uyum halinde varolduğu şeklindeki geleneksel kanıyı korumuşlardır. Varoluşçuluk buna karşıdır. Yani önce insanın var olduğu, daha sonra şu ya da bu olduğu anlamına gelmektedir" der. Bu akıma göre, insan kendi özünü kendisi seçer. Bu dünyaya anlam vermek insana aittir ve insan kendi özünü yaratmada da özgürdür. Belirtilen bu görüşleri yaymak amacıyla Sartre'ın yanı sıra Gabriel Marcel, Simone de Beauvoir, Camus gibi yazarlar değişik yazın türlerinde yapıtlar sunmuşlardır. EGZİSTANSİYALİZM (VAROLUŞÇULUK) DÖRT TEMEL FİKRİ SAVUNUR 1- Varoluş her zaman tek ve bireyseldir. Bu görüş bilinç, tin, us ve düşünceye öncelik veren idealizm biçimlerinin karşıtıdır. 2- Varoluş, öncelikle varoluş sorununu içinde taşır ve dolayısıyla varlık’ın anlamının araştırılmasını da içerir. 3- Varoluş insanın içinden bir tanesini seçebileceği bir olanaklar bütünüdür. Bu görüş her türlü gerekirciliğin karşıtıdır. 4- İnsanın önündeki olanaklar bütünü öteki insanlarla ve nesnelerle ilişkilerinden oluştuğundan varoluş her zaman bir "dünyada var olma"dır. Bir başka deyişle insan her zaman seçimini sınırlayan ve koşullandıran somut tarihsel bir durum içindedir. YANLIŞLIK'tan . . . . . MARTHA: Daha aşmadı, mademki yaşlar bıraktı gözlerinizde. Sözden sonsuzluğa dek ayrılmadan önce, yapacak bir şey kalıyor bana: sizi umutsuzluğa düşürmek. MARIA: (Ürküntü ile ona bakar. ) Rica ederim, bırakın bırakın beni, gidin burdan, bırakın beni! MARTHA: Bıracağım sizi zaten, ben de böylece, yorgunluktan kurtulacağım, çünkü dayanamıyorum sevginize, gözyaşlarınıza. Ama, haklı olduğunuz, sevginin boş bir şey olmadığı, şu başa gelenin de bir kaza olduğu anlayışını size bırakmadan ölemem. Çünkü, asıl şimdi düzene girdik. Buna da sizi inandırmak gerek. MARIA: Ne düzeni? MARTHA: (Dalgın) Umurumda değil, şöyle böyle duyuyorum ne dediğinizi. Yüreğim delik deşik oldu. Öldürdüğünüz insandan başka hiçbir şey ilgilendirmez onu. MARTHA: (Sert sert) Susun! İstemiyorum artık ondan söz edilmesini, tiksiniyorum ondan. O sizin bir şeyiniz değil artık. İnsanın sonsuzluğa dek sürgün edildiği acı dünyaya girdi. Budala! İstediğini aldı, aradığı kadını buldu. Hepimiz düzen içindeyiz artık. Anlayın ki, ne onun, ne de bizim için; ister canlı, ister cansız olalım, ne yurt var, ne de dirlik düzenlik (Hor gören bir gülüşle). Çünkü öyle değil mi, gözleri görmez hayvanları beslemeye gidilen bu ışıksız, karanlık yeryüzüne yurt adı verilemez. MARIA: (Gözleri yaşlı) Tanrım! Dayanamıyorum, dayanamıyorum bu sözlere! O da dayanamazdı böye sözlere. O, başka bir yurt için yollara düşmüştü. MARTHA: (Kapıya gitmiştir, birden dönerek) Karşılığını gördü bu çılgınlık. Çok geçmez, siz de alırsınız payınızı (Aynı gülüşle). Söylüyorum size: soyulduk ikimiz de. Neye yarar insanın o büyük çağrımı, ruhların uyarması? Denize, ya da sevgiye seslenmek neden? Ucuza gelir bu. Kocanız şimdi biliyor cevabı, sonunda hepimizin birbirimizle sıkışıp kalacağımız yeri (Hınçla). Siz de tanıyacaksınız orasını ve o zaman, kendinizi sürgünlerin en acısına uğramış sandığınız bu günü imrenerek hatırlayacaksınız. Bilin ki, sizin acınız, insana yapılan haksızlığa hiçbir zaman erişemeyecek; son olarak da şu öğüdümü dinleyin. Öğüt borçluyum size elbet, kocanızı öldürdüm! Yakarın Tanrınıza da taşa çevirsin sizi. Kendisi için aldığı mutluluk, tek gerçek mutluluk. Siz de onun gibi olun; bütün haykırışlara sağır kalın, zamanı gelmişken taş kesilin. Ama, o dilsiz sessizliğe dalmak gücü sizde yoksa, o zaman, gelin, ortak evimizde bulun bizi. Allahaısmarladık, kardeşim! Görüyorsunuz, her şeyin kolay bir yanı var. Çakıl taşlarının anlamsız mutluluğu ile sizi beklediğimiz yapışkan yataktan birini seçeceksiniz. (Çıkar. Şaşkınlıkla, dalgınlıkla dinlemiş olan Maria, elleri önde, kararsızlıkla kendi etrafında salınır.) . . . . . Camus (Çeviren: Bedrettin Tuncel)

  • Fütürizm (Gelecekçilik) Akımı

    Birinci Dünya Savaşı başlamadan ortaya çıkan gelecekçilik akımı "geçmişten kopuşu, yenilik ve değişikliğe yönelişi anlatan" anlamına gelir. Yazın alanında olduğu kadar resim ve yontu (heykel) sanatında da gelenekselleşmiş kalıplara karşı ortaya atılmıştır. İtalyan yazar Marinetti (1876-1944) ve onun düşüncelerini paylaşan bazı yazarlar, var olan biçimleri ve işlenen temaları terk edip çağdaş anlayışta bir tekniğin sağlayacağı bolluğu, huzuru ve varlığı savunmuşlardır. İtalya'daki etkisi kısa sürmekle birlikte Fransa, Almanya ve Rusya'da uzun yıllar etkisini göstermiştir. Gelecekçilik anlayışına göre, şiirde uyak ve ölçü söz konusu değildir. Yalın sözcüklerle ve belirli bir dize biçimi olmadan aktarılan duygular dikkat çekicidir. Bu yaklaşımıyla kendinden sonra gelecek olan dadaizme ve sürrealizme önkoşul hazırlamıştır. Marinetti, sanatçının sokaklardaki kalabalığın içinde olması gereğini çağdaş sanatın bir önkoşulu olarak görür. Artık, konu önemini yitirmiştir. Önemli olan yapıtın kendisidir. Korkusuzluk, tehlike tutkusu, ortaklık ve başkaldırı yeni şiirin temel ögeleri olmuştur. Gelecekçi yazın, içeriği tümden kaldırmayı değil, onu yeniden gözden geçirmeyi amaçlamıştır. Yenilenmiş bir dünya özlemi vardır. Gelecekçilikte, sözle görsellik kaynaştırılmış ve soyut sanatın ilk adımları atılmıştır. Bu anlamda çağdaş toplumun oluşturulması çabaları dikkat çekicidir. Fransız yazınında Apollinaire, Cendrars, Larbaud, Max Jacob, Reverdy gibi simgecilik ve kübizmi etkilemiş olan yenilikçi şairler, gelecekçilik akımında da yer almışlardır. Rusya'da Mayakovski'nin öncülüğünü yaptığı gelecekçilik akımı, 20. yüzyılın ikinci yarısında etkisini yitirmiştir. GELECEKÇİLİK BİLDİRGESİ (1909) Biz, şiirlerimizde tehlike tutkusunu, enerji ve ataklık alışkanlığını dile getirmek istiyoruz. Korkusuzluk, gözüpeklik, başkaldırı, şiirimizin başlıca ögeleri olacaktır. Edebiyat şimdiye dek dalgın hareketsizliği, kendinden geçişi ve uykuyu övdü. Biz, saldırgan devingenliği (dinamizmi), hummalı uykusuzluğu, koşuyu, ölüm perendesini, şamarı ve yumruğu yücelteceğiz. Dünyanın görkemliliği yeni bir güzellikle zenginleşti; hızın güzelliği. Ateş soluyan yılanlara benzer borularla donatılmış bir yarış otomobili, kükreyen bir yarış otomobili, Samothrake Nike'si heykelinden daha güzeldir. Savaştan başka şeyde güzellik yoktur. Saldırgan nitelikte olmayan hiçbir eser başeser olamaz. Biz, dünyanın tek sağlığı olan savaşı, militarizmi, yurtseverliği, uğrunda ölünen güzel ülküleri ve kadının aşağılanmasını yüceltiyoruz. Biz, müzeleri, kitaplıkları, her türlü akademiyi yıkmak istiyoruz. Biz, çalışmanın, zevkin ya da ayaklanmanın harekete geçirdiği büyük toplulukların şiirini söyleyeceğiz; modern kentlerdeki devrimleri yaşayan çok renkli ve çok sesli yığınları söyleyeceğiz; şiddetli elektriğin ayışığı altında yangın gibi parlayan şantiyelerin ve tersanelerin titreyen gece coşkusunu; dev koşucular gibi bir yandan bir yana nehirleri aşan, güneşte bıçak gibi parıldayan köprüleri; ufukları koklayan serüvenci gemileri; üzengisi borulardan yapılmış kocaman çelik atlar gibi raylar üstünde eşelenen geniş göğüslü lokomotifleri; pervanesi rüzgârda bir bayrak gibi çırpınan uçakların akıp giden uçuşlarını söyleyeceğiz. Bu kırıp geçiren, bu yıkıcı şiddetteki bildirgemizi İtalya'dan bütün dünyaya ilan ediyoruz ve "gelecekçilik"i (fütürizm'i) kuruyoruz; çünkü ülkemizi, profesörlerin, arkeologların, çenesi düşük edebiyatçıların ve antikacıların kangreninden kurtarmak istiyoruz. F.T. Marinetti (Çeviren: Bedrettin Cömert)

  • Sürrealizm (Gerçeküstücülük) Akımı

    Gerçeküstücülük, her türlü gerçek yaratışın kaynağının bilinçaltında olduğunu savunan görüştür. Usun egemenliğine son vermeyi amaçlayan bu görüşü Andre Breton "Her türlü estetik ve ahlâkî endişenin dışında, usun denetiminde olmadan düşüncenin yazılması işidir" diye tanımlar. Gerçeküstücülük, kendisinden öncekilerce umursanmayan çağrışım biçimlerine, rüyanın gücüne, çıkarsız düşünceye dayanır. Usun dışında kendiliğinden ortaya çıkan ruhsal durum ve olaylar bilinçaltının ürünüdür. Ruhsal olayların olduğu gibi aktarılması amacı vardır. Gerçeküstücülere göre, bilinçaltını alışılmış diye anlatmak güçtür. Dile değişik bir anlatım biçimi verilmelidir. Noktalama imlerinin yararına inanılmakla birlikte akıcılığı önleyeceği düşüncesiyle kullanılmamıştır. Gerçeküstücülük, bir varoluş biçimi olarak çağın gereğine uyup yeni bilgi ve değerlerin ardında koşmuştur. Bunun için eskiyi yıkmayı amaçlar. Gerçeküstücülere göre mutluluk, gündelik yaşamın içinde, yaşanılan çevrededir. Bu akımın öncüsü sayılan Andre Breton, gerçeküstücülükten bildirgesinde "sözle, yazıyla ya da başka bir biçimde düşüncenin gerçek işleyişini ortaya koymak için kullanılan katıksız ruhsal kendiliğindencilik" biçiminde söz eder. Şiir türünde Breton'un yanı sıra Aragon, Prevent, Char, Soupault; tiyatroda ise Artaud gerçeküstücülük alanında eserler vermişlerdir. ÖZGÜR BİRLİK Orman ateşi saçlı karım Isı şimşeği düşünceli Kaplan ağzında susamurubelli karım En iri yıldızlar demeti ağızlı kokart ağızlı karım Ak toprak üzerinde ak sıçan izi dişli karım Amber dilli perdahlanmış cam dilli Kesilmiş kurban dilli karım Gözlerini açıp kapayan bebek dilli İnanılmaz taş dilli karım Çocuk elyazısı elifi kirpikli karım Kırlangıç yuvası kenarı kaşlı Kış bahçesi tavanı şakaklı arduvaz şakaklı karım Cam buğusu şakaklı Şampanya omuzlu karım Buz altında kalmış yunus başlı çeşme omuzlu karım Kibrit bilekli Rastlantı parmaklı kupa beyi parmaklı karım Kesilmiş saman parmaklı Zerdeva koltuk atlı karım Saint-Jean gecesi ve kurt bağrı koltuk altlı karım Deniz köpüğü ve bölme kollu karım Değirmen ve buğday karışımı kollu Füze bacaklı karım . . . . . Andre Breton (Çeviren: Selâhattin Hilâv)

  • Kübizm Akımı

    Yirminci yüzyılın başında ortaya çıktı. Önce resim alanında, sonra diğer sanat dallarında ve özellikle şiirde kendini gösteren kübizm, gerçeküstücülük yolunda basamak oldu. Kübist sanatçılar, geçici bir anı değil, kişilerin ve eşyanın ebedî özünü, şuuraltının gizlerini yansıtmak istediler. Nesnelerin tabiî düzenini bozup, onları değişik açılardan ele aldılar. Konuları bir yönüyle değil, üç boyutuyla derinlemesine ve geometrik biçimde görmek istediler. Bu üç boyutu sağlamak için, örneğin, çizdikleri bir adamın, yalnız görünüşünü, duruşunu, bulunduğu yeri değil, aynı zamanda aklından ve gönlünden geçenleri, hayal ve arzularını, hatta günah ve sevaplarını da aynı kompozisyona, aynı tabloya sığdırmaya çalışırlar. Dış gerçeği sarsıp, iç benliği yansıtmaya yöneldiler. Kübizmin edebiyattaki amacı, anlatımı daha canlı kılmak, bunun için de duygularla olayları karıştırarak birlikte olduğunu kabul edilir hale getirmektir. Tabiî ki bu durum karmakarışıklık da yaratır. Konuyu bir bütün olarak kavramak, iç ve dış âlemi birlikte işlemek bu akımın temel özelliğidir. Kübist şair, ressam gibi, tasvirini yapmak istediği bir nesnenin bir yanını değil, her yanını tanıtmak, tasvir etmek, anlatmak ister. Kübistler, sanat ülküsünü duygudan çok, düşüncede ararlar. Bilim yoluyla değil, sanat yoluyla sanata ulaşmak isterler. Kübizm anlayışına göre empresyonizm, duyumların, yani devamlılık arz etmeyen, gelip geçici şeylerin tasviridir. Kübizm ise, sürekli olan ve değişmeyen özün tasvirine gayret göstermektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi eşyanın dış görünüşüyle birlikte, özünün de gösterilmesi gerekmektedir. Sözgelimi, insanın yalnız dış görünüşü ele alarak değerlendirirsek, onu sadece bir madde olarak anlamak ve düşünmek olur. Halbuki insan denilen canlı varlık, birtakım duyguların ve fikirlerin de sahibidir. Sanat, o varlığın bu yönlerini de göstermek mecburiyetindedir. Yani olaylarla duyguları ayrı değil, bir bütün olarak düşünmek gerekiyor. Konuyu bütün halinde tutmak temel amaçtır. 1910 yıllarında, empresyonizme tepki olarak ortaya çıkan Kübizm, 1913'te edebiyat alanında kendini hissettirmiş ve 1914'ten sonra da önemini kaybetmeye başlamıştır. Paul Cezanne, Georges Seurat, Picasso, Braque, Lhite, Leger (resim alanında), edebiyat alanında ise ilk öncüsü Guillaume Apollinaire olmuştur. Daha sonra edebiyat alanında Jacob, Cendrars, Cocteau da başarılı örnekler verdiler. ŞAPKA SATICISI Bir elma ağacının üstünde uçtu güvercinler Avcılar koştu, güvercinler uçtu Hırsızlara gün doğdu, derman için bir tek elma yok Yalnız bir sarhoşun şapkası kaldı En alçak dala asılı İyi sanat doğrusu şu şapka satıcılığı İlla ki sarhoş şapkası satıcılığı Hendeklerde mi dersin Çayırlar üzerinde mi, ağaçlar üzerinde mi Bul bulabildiğin kadar şapka Yenileri ise daima Kermarec'te bulunur Kermarec, Lannion'da şapka satıcısı Rüzgârdır onun için çalışan Bense küçük bir terzi Ben de şapka satıcısı olacağım Elma şarabı çalışacak benim için Ve Kermarec kadar zengin olduğum zaman Elma şarabı için elmalar veren bir elma bahçesi alacağım Ve ehli güvercinler Bordeaux'daysam şarap içeceğim Ve güneşin altında yürüyeceğim Max Jacob (Çeviren: Sezai Karakoç)

  • Ekspresyonizm (Dışavurumculuk) Akımı

    Ekspresyonizm, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Alman sinemasında uygulanan bir sanat akımıdır. Bu sanat akımı, insanların en gizli yönlerini açığa vuran anlatım biçimidir. Sanatta, sanatın iç meselelerinden önce, insanla ilgili yöne önem vermiştir. Hayatın dış görünümünde çok, iç gerçeğini anlatır. XX. yüzyılın başlarında, empresyonizme karşı bir tepki olarak kurulan ve "dışa devrimcilik" adı da verilen bu çığır, dış alemden gelen izlenimleri tekrar etmek yerine, iç alemde doğan duyguları anlatmaya çalışan bir yoldur. Amaç insanın ruhsal durumlarını anlatmaktır. İnsanın kendisi ancak kendi heyecan ve duygularını kendi bilir. Bunun içindir ki, ekspresyonist sanatçılar, genelde kendi içlerine kapanıp, kendilerini gözleyen kişiler olmuştur. İç gözleme büyük önem vermişlerdir. Bu akımın sanatçıları, bir nesneyi somut ilişkilerinden ayırmak, onu, çıplak ve yalnız olarak, bireysel zihnin katışıksız bir ürünü olarak değerlendirmek amacını güderler. Bu sanatçıların görevi, dış alemin anlamsızlığına, ruhsuzluğuna cesur bir atılışla bir anlam kazandırmaktır. Bu nedenle öz'ün derinliğine inilir. Özü kavramak için, aklın kontrolüne bağlı olmadan, özü görme yeteneğine ulaşılmalıdır. Bu sanatçılar, modern çağın teknik gelişmeleri ve makine tepkisini, huzursuzluğunu, umutsuzluğunu yansıtır. Bu akımın edebiyat kolunda, çelişkilerin ruhsal durumu, bozguncu renkler, garip biçimlerle örülmüş haykırışlar yer alır. Adeta bir boşalmadır. Strindberg, Joyce, Kafka, O'Neill, Eliot dışavurumculuğun en tanınmış edebiyat yazarlarıdır.

  • Dadaizm Akımı

    Fransızca bir sözcük olan dada, çocukların binerek oynadıkları "ağaç parçası, tahta at" anlamına gelir. Düzensiz sözcük ve imgelerin kullanıldığı dadacılık, I. Dünya Savaşının getirdiği yıkıcı ortamda düş kırıklığına uğrayan aydın ve sanatçıların bir başkaldırısı olarak doğmuştur. Bir başka deyişle iki dünya savaşı arasında varlık gösteren ve toplumu uyuşukluktan kurtarma çabası güden bir harekettir. Romen asıllı Fransız şair Tristan Tzara tarafından 1918'de yayımlanan bildirge ile dadacıların görüşü gün ışığına çıkmıştır. Özgün bir akım değildir. Kendinden önceki dönemlerde de benzer görüşlerin savunulduğu, benzer ilkelerin uygulandığı görülür. Yalnızca onlardan ayrı yanı, kuralsız oluşudur. Dadaizm hareketi, geleneksel değerlere ve inançlara, us ve usa dayalı değerlere karşı çıkıştır. Onları yıkmayı amaçlar. Toplum düzenini ve ahlâk değerlerini kabul etmez ve tepki gösterir. Dadaizmden özellikle şiir türü etkilenmiştir. Buna göre şiir, kendiliğinden meydana gelen "canlı bir güç" olarak kabul edilir. Biçim önemli değildir. Şiirsel olmayan biçim bile geçerlidir. Şiir yazmak, sözcükleri bir araya getirmektir. Bu görüşün öncüsü sayılan Tristan Tzara'nın şiirinde olduğu gibi:

  • Empresyonizm (İzlenimcilik) Akımı

    İzlenimcilerin bıraktığı etkiyi olduğu gibi göstermeyi gaye edinmiş sanat akımıdır. Fransa'dan Avrupa'ya, oradan da diğer kıta ülkelerine yayıldı. Yirminci yüzyılda dış âlemi bırakıp iç âlemi anlatmayı amaç kabul etti. Doğayı, yani tabiatı, gerçekte olduğu gibi tüm ayrıntılarıyla değil, buna bağlanarak değil, sadece ondan edindiği izlenim ve intiba ölçüsünde anlatmaktadır. Bu nedenle bu akım izlenimcilik, intibacılık anlamına gelmektedir. Bu akımın yazarı, doğrudan doğruya gördüğü gerçeği değil de, gördüklerinin ve izlediklerinin kendisi üzerinde bıraktığı izlenimi ve intibayı, duyumu esas alır. Empresyonistler, etkici ve duygucudurlar. Zaten empresyon, etki - duygu anlamındadır. Bu akımın ressamları, biçimlerin ve doğa manzaralarının sertliğini, keskinliğini, hırçınlığını ve katılığını değil, yumuşaklığını ve tatlığını canlandırmak ilkesini benimsemişlerdir. Bu akımdaki resim tabloları, aydınlık, tatlı, yumuşak renkli ve ferahlık vericidir. Tabiata açılmış birer penceredir. Edebiyatta, resimde, müzikte okuyucunun, seyircinin, dinleyicinin eserle karşı karşıya gelir gelmez edineceği izlenim bu akımın tatlı, yumuşak, kucaklayıcı, canlı teması olacaktır. Empresyonizmin önde gelen sanatçıları olarak, Fransız ressam Edger Degas’ı (resimde empresyonizmin kurucusudur), Claude Monet, Sisley, Pisaro, Renoir, Verlaine (edebiyat), Rimbaud (edebiyat), Rilke (edebiyat) gibi isimleri sayabiliriz.

  • Sembolizm (Simgecilik) Akımı

    Simgecilik, 1885 - 1900 yılları arasında Fransa'da yaygınlaşan ve özellikle şiir sanatını etkileyen bir akımdır. "Şey"lerin görünenden öte, görünmeyen yüzlerini ortaya çıkarma çabası denilebilir. Simgeleme, sanatın her döneminde görülmüş; ancak yukarıda belirtilen tarihlerde yazın alanında yeni teknik ve biçimlerin oluşturulması sağlanmıştır. Resim sanatında, müzik sanatında, yazın alanında hep aynı iç sıkıntıları ve karamsarlık görülür. Olguları doğrudan doğruya anlatmaktan öte onları sözcüklerle, seslerle, kimi çağrışımlarla, benzeşimlerle dinleyenin veya okuyanın sezgi gücüne dayanarak sunar. Gizil anlamların anlaşılır hale dönüştürülmesini, okuyucuyla paylaşmayı amaçlar. Jean Moreas 1886 yılında "Sembolizmin Bildirgesi" adlı yazısında "Simgeci şiir sıradan anlatımın, sözde duygusallığın, nesnel tanımlamanın düşmanıdır" der. Ona göre simgeci şiir, düşünceyi duygusal bir biçimde örter. Simgecilere göre, doğadaki her olayın gerisinde bir düşünce vardır. Gördüğümüz, algıladığımız şeyler, düşüncenin dış görüntülerinden başka bir şey değildir. Başka bir deyişle simgecilikte önemli olan, görünen değil, onun gerisindekidir. TEMEL İLKELERİ Algılanan dış görüntülerin arkasında gizli olan anlamlar ortaya çıkarılmalıdır. Bunu yapabilmek ise duyumsamayla olur. Doğa bir bütündür. Görünenin gerisinde bir düşünce vardır. İnsanla evren arasında, insanla nesneler arasında, nesnelerle onları algılamaya yarayan duyumlar arasında bir ilişki vardır. Buna "benzerlikler ve ilişkiler ilkesi" denir. Simgecilerin görevi dış görüntülerin gerisindeki düşünceyi imgeler yaratarak anlatmaktır; çünkü nesnelere gerçek anlamlarını ancak imgeler verir. Simgeci şair, konunun yapısına uyarak açık bir anlatımda bulunmamalıdır. Şiirde imgelere dayanan bir anlatım olmalıdır. Bir şeyi nitelemek yerine onu anımsatmakla yetinilmelidir. Müziğin şiir diliyle bütünleşmesi gerekir. Müzik de gizli olanı, tanımlanamayanı anlattığı için şiire yansıtılmalıdır. Şiirdeki tartım (ritm) ve sözcükler müziksel anlatımla bütünleştirilmelidir. Belli ölçü ve biçimlerden uzak durulmalıdır. Başka bir deyişle biçimde yenilik olmalıdır. Anlatım için seçilen sözcüklerdeki çağrışım gücünün çok olmasına özen gösterilmelidir. Simgeci şairlere örnek olarak: Fransız yazınından Baudelaire (1821-1867), Verlaine (1844-1896), Mallarme (1842-1898); Alman yazınından George (1868-1933), Hardt (1876-1947), Vollmöller (1878-1948); Rus yazınından Biely (1880-1934), Brioussou (1873-1924); İngiliz yazınından Dowson (1867-1900), Symons (1865- 1945); Türk yazınından Ahmet Haşim (1883- 1933) gösterilebilir. BALKON Hatıralar annesi, sevgililer sultanı, Ey beni şad eden yâr, ey tapındığım kadın. Ocak başında seviştiğimiz o zamanı, O canım akşamları elbette hatırlarsın. Hatıralar annesi, sevgililer sultanı. O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan! Ya pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen Başım göğsünde, ne severdin beni o zaman! Ne söyledikse çoğu ölmeyecek şeylerden! O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan! Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları! Kâinat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar! Üstüne eğilirken ey aşkımın pınarı, Sanırdım ciğerimde kanının kokusu var. Ne güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları! Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece. Seçerdim o karanlıkta gözbebeklerini Mest olur, mahvolurdum nefesini içtikçe. Bulmuştu ayakların ellerimde yerini. Kalınlaşan bir duvardı aramızda gece. Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak; Yeniden yaşadığım, dizlerinin dibinde O "mestinaz" güzelliğini boştur aramak, Sevgili vücudundan, kalbinden başka yerde, Bana vergi o tatlı demleri hatırlamak. O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler, Dipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır? Nasıl yükselirse göğe taptaze güneşler. Güneşler ki, en derin denizlerde yıkanır. O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler! Charles Baudelaire (Çeviren: Cahit Sıtkı Tarancı)

  • Parnasizm Akımı

    Parnas sözcüğü Yunanistan'da bir dağa verilen Parnassos adından gelir. Esin perilerinin bu dağda bulunduğu, şairlerin bu bölgede yaşayıp şiirlerini yazdıkları öne sürülmüştür. Sanat anlayışı olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransız şiirinde ortaya çıkmıştır. "Sanat için sanat" görüşü ile şiirler yazılmaya başlanmıştır. Ozanlar sanat yapıtlarını bireycilikten, coşkusallıktan uzak tutmuş ve biçimsel yetkinliğe, salt güzele ulaşmayı amaçlayan yapıtlar oluşturmuşlardır. Parnasizme geçişte önceleri romantizmin konu ve amaçlarının değiştirilmesi görüşü ortaya atılmıştır. O güne kadar kişisel duyguların, aşkın, coşkuların anlatımı söz konusu iken, artık bunlardan vazgeçilmesi ve yazarın, içinde yaşadığı toplumu ilgilendiren konulara yabancı kalmamasını düşünen yazarlar ortaya çıkmıştır. Halka önderlik edebilecek, yol gösterici olabilecek konuların işlenmesi ve romantizmin sosyal konulara yönelmesini istemişlerdir. Ancak bütün bu görüşlere karşı çıkan, bir başka deyişle romantizmin ilkelerine tepki gösteren sanatçılar ise parnasizmin ilkelerini ortaya atmışlardır. Parnasistler, işlenecek konularda özgürlükten yana olduklarını, şiirde fantaziyi, egzotizmi, yerel renklerini aradıklarını bunun sonucu olarak da sanatı toplum ve etik için değil, "sanatı sanat için" yapmak istediklerini belirtmişlerdir. Bu anlayışın öncülerinden Theophile Gautier, 1856 yılında L' Article adlı dergide görüşlerini açıklamış ve "Biz sanatın özerkliğine inanıyoruz. Bunun için sanat araç değil amaçtır. Bizim gözümüzde güzel olan şeyden başka şey amaçlayan sanatçı, sanatçı değildir." diye belirtmiştir. Sanatta içerik kadar biçimin de önem taşıdığı, bu iki ögenin birbirinden ayrılmaz olduğu görülür. Parnas şiirde anlatımın resimselliği önemli bir özellik olarak yansır. Örneğin Heredia'ın aşağıdaki dizelerinde bir resim tablosu oluşturulmuş gibi farklı renkler birer doğa devinimi olarak aktarılır. Şiirin biçimsellikte bilimden yararlanması gerektiği düşünülmüştür. Bu konuda Leconte de Lisk "Sanatla bilim birbiriyle yakın ilişkide bulunmalıdır" der. Bu anlayış şiirde duygusallığı bir yana bırakıp dış dünyanın, doğanın güzelliklerini olduğu gibi tanımlamıştır. Bir başka deyişle gerçekçiliğe ön hazırlık yapmıştır. Parnasizmin temel ilkeleri: Coşumculuğa (romantizme) bir tepki olarak ortaya çıkan parnas şiirde, kişisel duygular yerine nesnellik öne çıkarılmıştır. Parnaslar biçimciliği amaçlamıştır. Biçimin kusursuz, eksiksiz olması gerektiğini ileri sürmüş; şiirde uyumdan çok tartıma, dilin müziğinden çok plastik sanatlardaki biçim güzelliğine önem vermişlerdir. Şiirin nesnelliğinin yanı sıra bilimsel olması savunulmuştur. Coşkunun sanatla bağdaşmayacağı düşünülmüştür. Rastlantısal esinlenmeyle yazmak yerine, klâsiklere özgü bir düzenlilik benimsenmiştir. Bireycilikten soyutlanmış şiir anlayışı öngörülmüştür. Parnaslarda "ben" duygusu coşumculardaki "ben" gibi acılardan söz etmez. Şair kendini anlatırken insanı anlatıyordur. Parnas şairlerden bazıları şunlardır: Theophile Gautier (1811 - 1872), Leconte de Lisle (1818 - 1894), Jose - Maria de Heredia (1842 - 1905), Sully - Prudhomme (1839 - 1907), Theodere de Banville (1823 - 1891), Türk yazınından Tefik Fikret (1867-1915). . . . . . Buğdaylar alacalı ovadan taşmış Yuvarlanıp dalgalanıp açılıyor serin esen yelde Ve uzakta bir sapan, göğün üzerinde Sallanan bir gemiye benziyor Ayaklarımın altında deniz, erguvan renkli, ufka kadar, Mavi ya pembe ya menekşe ya renk renk Ya da gelgitin dağıttığı koyunlar örneği ak Uçsuz bucaksız bir kır gibi yeşermekte Ve deniz kuşları gelgitin peşinde Altın bir dalganın şişirdiği olgun buğdaylara doğru Sevinç çığlıklarıyla döne döne uçuyor Karadan kalkan balımsı bir yel Kanatlı esrikliğin ardında kelebekleri Kelebekten çiçeğe durmuş okyanusa serpiyor. Heredia (Çeviren: Semiramis Kantel)

  • Natüralizm Akımı

    Natüralizm, bilimsel realizmdir. Bu akımın amacı, olayları ve kişileri bir bilim adamı gözüyle, deneysel yöntemlerle incelemek; hayatın çirkin, iğrenç görünümlerini bile anlatmaktan çekinmemek; insan karakterini kalıtımla ve içinde yetiştiği çevreyle belirtmektir. Realizme tepki olarak doğmayan, onun bir türevi olan natüralizmin kurucusu Emile Zola'dır. Zola, bu akımın ilkelerini “Deneysel Roman” adlı yapıtında açıklamıştır. ÖZELLİKLERİ 1. İnsan ve toplumla ilgili olaylar, bilimsel determinizm (aynı olayların, aynı koşullarda aynı sonucu doğurması) yöntemiyle incelenir. 2. Kişiliğin yansıtılması için, biyolojinin soyaçekim yasalarından ve toplumbilimin kurallarından yararlanılır. 3. İnsan davranışları, soyaçekimden gelen içgüdü özellikleriyle açıklanır. 4. Sanatçının kişiliğini gizleyebilmek için, üslupçuluğa karşı çıkılır; kişiler, sosyal düzeylerine göre konuşturulur. 5. Sanat, toplumsal sorunların çözümü için bir araç olarak görülür; bu nedenle "toplum için sanat" anlayışı benimsenir. 6. Çevrenin insan yaşamındaki etkisini yansıtabilmek amacıyla, tiyatroda, dekora, kostüme, aksesuvara en ince ayrıntılarına kadar yer verilir. BAŞLICA TEMSİLCİLERİ E. ZOLA (1840 - 1902): Natüralizmin kurucusu ve kuramcısıdır. Kuramsal açıdan bir bilim adamı gibi davranmış, toplumsal hayatı ve çağdaş sorunları canlandırmada üstün bir başarı göstermiştir. Yapıtları: Meyhane, Germinal, Toprak, Eser, Gerçek, Nana, Para... GONCOURT KARDEŞLER: Edmond (1822-1886) ve Jules (1830-1870) Goncourt, doğrudan yaptıkları gözlemlere dayanan nörotik tiplerin psikolojik incelemelerini, yapıtlarında malzeme olarak kullanmışlardır. Yapıtları: Manette Salomon, Journal, Germinie Lacerteux... H. TAİNE (1828-1893): Yazarın "ırk ve çevre koşulları" üzerine ortaya attığı kuram, natüralistleri çok etkilemiştir. Yapıtları: Zekâ, Sanat Felsefesi, Sanatta Ülküye Dair, Çağdaş Fransa'nın Kaynakları, XIX. Yüzyılda Fransa da Klasik Filozoflar... A. DAUDET (1840-1897): Belgelere dayanarak çalışması, yazarı natüralistlere yaklaştırmıştır. Renklere ve biçimlere özen gösterdiği için şiirsel bir anlatımı vardır. Yapıtları: Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikâyeleri, Sapho, Jack, Tarasconlu Tartarin... G. DE MAUPASSANT (1850-1893): Karamsar bir bakışla yazmış, gözleme çok önem vermiş, yalın bir üslup kullanmıştır. Öykülerinde "olay" önemli bir yer tutar. Yapıtları: Tombalak, Ayışığı, Küçük Raque, Bir Hayat, Güzel Dost, Ölüm Kadar Acı... TÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ Natüralizm, XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl başlarında, Türk yazarlarını da etkilemiştir. Beşir Fuat, Nabizade Nazım ve Hüseyin Rahmi, bu etkiyi yapıtlarında ilk kez yansıtmışlardır.

bottom of page