top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 856 sonuç bulundu

  • Sait Faik Abasıyanık

    "Semaver", "Şahmerdan", "Kumpanya" ve "Alemdağda Var Bir Yılan" gibi birçok esere imza atan şair, öykü ve roman yazarı Sait Faik Abasıyanık... ( Mahmut Resul Karaca - Anadolu Ajansı ) Mehmet Faik Bey ile Makbule Hanım'ın oğlu olarak 23 Kasım 1906'da Sakarya'da dünyaya gelen Abasıyanık, ilköğrenimini yabancı dilde eğitim veren Rehber-i Terakki okulunda bitirdi. Yazı hayatına şiirle başlayan ve Adapazarı Lisesinde okurken "Hamal" isimli ilk şiirini kaleme alan Abasıyanık, daha sonra İstanbul Erkek Lisesine gitse de meşhur "iğne hadisesi" nedeniyle 1925'te arkadaşlarıyla birlikte okuldan atıldı. Eğitim hayatına Bursa Lisesinde devam eden Abasıyanık, ilk öyküsü "İpekli Mendil"i edebiyat dersinin ödevi olarak burada kaleme aldı. Asıl ününü öykülerle elde eden usta edebiyatçının ilk yayınlanan hikayesi "Uçurtmalar" ise 9 Aralık 1929'da Milliyet gazetesinin sanat sayfasında okurlarla buluştu. Usta yazar, ekonomi eğitimi almak üzere 1931'de babasının isteğiyle gittiği İsviçre'nin Lozan kentinden kısa bir süre sonra Fransa'ya geçti. Grenoble Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde eğitimine devam etse de Fransa'daki düzensiz ve bohem yaşamı sebebiyle babası tarafından geri çağrılan Abasıyanık, öğrenimini yarıda bırakarak 1934'te İstanbul'a döndü. Sonrasında Halıcıoğlu Ermeni Yetim Okulunda 6 ay kadar Türkçe ders veren Abasıyanık, babasının teşvikiyle başladığı ticarette de başarılı olamadı. Abasıyanık, 1934-1940 arasında "Varlık", "Ağaç", "Servet-i Fünun", "Uyanış", "Ses", "Yeni Ses", "Yaprak", "Yenilik" gibi dergilerde yayınlanan öyküleriyle edebiyat dünyasında ses getirdi. İlk kitabı "Semaver", Remzi Kitabevi tarafından baskı maliyetini babasının karşılamasıyla yayımlanan Abasıyanık, ilk kez 1937'de "Kurun"da ve ardından 1940'ta "Varlık"ta yayımlanan "Çelme" öyküsü sebebiyle, Askeri Mahkeme'de yargılandı fakat görülen dava sonucunda beraat etti. Abasıyanık, babasını ağır bronşitten dolayı 1938'de kaybetmesi üzerine kışları Şişli'deki evde, yazları ise Burgazada'da annesiyle birlikte yaşamaya başladı. "Yazmasam deli olacaktım" "Sarnıç" kitabı 1939'da, "Şahmerdan" kitabı 1940'ta Çığır Kitabevi tarafından yayımlanan Abasıyanık, yazmayla arasındaki ilişkiyi "Haritada Bir Nokta" öyküsünde şu sözlerle aktarmıştı: "Söz vermiştim kendi kendime. Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında, sakin ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye. Kalem, kağıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım..." Yazarın 1944'te yayımlanan "Medar-ı Maişet Motoru" adlı romanı asılsız bir ihbar üzerine toplatılırken, hikaye ve diğer yazıları "Milliyet", "Kurun", "Vakit" gazeteleri ile başta "Varlık" olmak üzere "Ağaç", "Büyük Doğu", "Yücel", "Yeni Mecmua", "Servet-i Fünun", "İnkılapçı Gençlik", "Yürüyüş" ve "Yedigün" dergilerinde yayımlandı. "Haber-Akşam Postası" gazetesi için 1942'de bir ay kadar mahkeme muhabirliği yapan Abasıyanık, bu süreçte 28 mahkeme röportajı yazdı. Bu yazılar 1956 yılında, Varlık Yayınları tarafından "Mahkeme Kapısı" ismiyle kitaplaştırıldı. Usta öykücünün Mark Twain Cemiyeti'ne fahri üye seçilmesi üzerine yazar Yaşar Kemal, onunla yaptığı röportajın girişinde şu ifadelere yer vermişti: "Akşamüstleri Tünel'den Taksim'e doğru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli ama müthiş kederli-yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır-, pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hali vardır ki (daha doğrusu her hali) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapayalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilmez. Bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin okur. Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık… Bu adamın üstünden başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy İskelesi'nin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız. Bu adam hikayeci Sait Faik'tir." Siroza yakalandı Yaşadığı düzensiz hayat ve alkol düşkünlüğü nedeniyle 1945'te rahatsızlanan ve vaktinin çoğunu Burgazada'da geçirmeye başlayan Abasıyanık'a, 1948'de kesin siroz teşhisi konuldu. Abasıyanık, 1951'de tedavi için Paris'e gitse de tetkikler için 15 gün orada kalması gerekirken 5 gün sonra Türkiye'ye döndü. Merkezi Amerika'da olan Mark Twain Cemiyeti tarafından 1953'te şeref üyeliğine seçilen yazar, 5 Mayıs 1954'te ani bir krizin ardından hastaneye kaldırıldı. Abasıyanık, yemek borusu kanamasıyla başlayan kan kaybı nedeniyle komaya girdi ve 11 Mayıs 1954'te vefat ederek Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Yaşamı boyunca hiç evlenmeyen yazarın ölümünden sonra Makbule Hanım, 8 Kasım 1954'te hazırladığı vasiyetinde mal varlıklarının çoğunu, yazarın eserlerinin telif haklarını ve Sait Faik Abasıyanık Müzesi yapılması koşuluyla Burgazada'daki köşkü Darüşşafaka Cemiyeti'ne bıraktı. Darüşşafaka Cemiyeti, kendilerine 1964'te intikal eden bu vasiyete sahip çıkarak, Sait Faik Abasıyanık Müzesi adıyla 22 Ağustos 1959'da halka açılan evin bakım, onarım gibi sorumluluklarını üstlendi. Vasiyetinde, oğlunun adına her yıl bir hikaye armağanı verilmesi şartını da koşmuş olan Makbule Hanım'ın bu isteği de 1964'ten bu yana Darüşşafaka Cemiyeti tarafından yerine getiriliyor. Yazarın bazı eserleri şöyle: Hikaye: "Semaver (1936)", "Sarnıç (1939)", "Şahmerdan (1940)", "Lüzumsuz Adam (1948)", "Mahalle Kahvesi (1950)", "Havada Bulut (1951)", "Kumpanya (1951)", "Havuz Başı (1952)", "Son Kuşlar (1952)", "Alemdağda Var Bir Yılan (1954)", "Az Şekerli (1954)", "Tüneldeki Çocuk (1955)" Şiir: "Şimdi Sevişme Vakti (1953)" Roman: "Medar-ı Maişet Motoru (1944)", "Bir Takım İnsanlar adıyla (1952)", "Kayıp Aranıyor (1953)" Röportaj: "Mahkeme Kapısı (1956)" Diğer eserleri: "Balıkçının Ölümü (1977)", "Açıkhava Oteli (1980)", "Yaşasın Edebiyat (1981)", "Müthiş Bir Tren (1981)", "Sevgiliye Mektup (1987)" Çeviri: "Yaşamak Hırsı (Georges Simenori’dan, 1954)"

  • Muallim Naci

    Yazar, şair, öğretmen ve eleştirmen Muallim Naci, hayatı boyunca Türk edebiyatına önemli eserler kazandırdı. ( Elmurod Usubaliev - Anadolu Ajansı ) Asıl adı Ömer olan Muallim Naci, saraç ustası Ali Bey ile Varnalı göçmen bir ailenin kızı olan Fatma Zehra Hanımın çocuğu olarak 1850'de İstanbul Saraçhanebaşı'nda dünyaya geldi. Döneminin şairleri gibi "yeni şiir" yazmak yerine, daha çok divan şiiri kaleme alan, bu sebeple "eski Türk edebiyatı"nın son temsilcisi olarak görülen şair, öğrenim hayatına Fevziye Mektebi'nde başladı. Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim'i ezberleyen şair, babasının vefatı üzerine annesiyle gittiği Varna'da medreseye gitti ve oradaki hocası Müftüzade Abdülhalim Efendi'nin verdiği "Hulusi" mahlasıyla sülüs levhalarla bir Kur'an-ı Kerim yazdı. "Naci" mahlasını hayranı olduğu hikaye kahramanından aldı Muallim Naci, Giritli Aziz Ali Efendi'nin "Muhayyelat" adlı eserindeki bir hikayenin kahramanı olan "Naci"ye duyduğu sevgi dolayısıyla bu ismi kendisine mahlas olarak seçti. Varna'da Rüştiye Mektebi'nde 1867'de ikinci öğretmen olarak göreve başlayan Muallim Naci, Farsça ve Arapçanın yanı sıra Fransızca öğrenmeye başladı, telhis ve aruz dersleri aldı. Naci'nin şiir ve makaleleri Tuna gazetesinde yayımlanırken, Mutasarrıf Süleymaniyeli Mehmet Said Paşa ile tanıştıktan sonra 10 yıldır sürdürdüğü öğretmenlikten ayrıldı ve paşanın özel katibi olarak 1876'da Rumeli ve Anadolu'nun birçok şehrini dolaştı. Bu sebeple üç sene kaldığı Sakız Adası'nda şiirler yazan Naci'nin, daha sonra kaleme aldığı "Kuzu", "Nusaybin Civarında Bir Vadi" ve "Şam-ı Gariban" adlı şiirleri, "Tercüman-ı Hakikat"te yayımlandı. Tercüman-ı Hakikat'in edebiyat sütununu yönetti Said Paşa ile 1883'te İstanbul'a dönen ve Hariciye Nezareti'nde çalışan Naci, daha sonra Almanya'ya elçi olarak tayin edilen paşayla gitmeyerek İstanbul'da kaldı. Naci, ilk şiir kitabı "Ateşpare"nin de yayımlandığı aynı yıl, memuriyetten istifa ederek gazeteciliğe başladı ve Ahmet Mithat Efendi'nin teklifi üzerine "Tercüman-ı Hakikat" gazetesinde edebiyat sayfasını yönetti. Ahmet Mithat Efendi'nin besteci kızı Mediha Hanım ile 1884'te evlenen Naci'nin, "Tercüman-i Hakikat"te yayımlanan şiirleri ve Fransızcadan yaptığı çevirilerle kısa sürede şöhrete kavuşurken, dönemin şairleri tarafından yazılan nazireler şöhretinin belli bir çevrede yayılmasını sağladı. Tanzimat döneminde "eski şiir" ile "yeni şiir" arasında kurduğu köprüyle birçok taraftar toplayan Muallim Naci, döneminin yeni şiir taraftarı şairleri tarafından bu sebeple eleştirildi. Naci'nin gazel, şarkı, kıt'a, rubai ve benzeri divan tarzındaki şiirlerini topladığı "Şerrare" adlı kitabı, 1884'te okuyucuyla buluştu. "Tercüman-ı Hakikat"ten ayrılan Naci'nin yazıları 1885'ten itibaren "Saadet" ve "Mürüvvet" gazetelerinde çıkmaya başladı. Usta şairin Şeyh Vasfi ve birkaç arkadaşıyla çıkardığı "İmdadü'l Midad" gazetesinde 1885'te yayımlanan "Köylü Kızların Şarkısı" adlı şiiri, Türk edebiyatının köyden bahseden ilk şiiri olarak kabul edildi. Kendi devrinde "eski" olarak tanımlanan edebiyatı en iyi bilen kişi olarak anılan Naci, yeni tarzda da oldukça başarılı manzumeler yazdı. Fransızcayı öğrenmesi, Batı edebiyatından yaptığı çeviriler, eski edebiyatın biçim ve içerik özelliklerinin yanı sıra Batıdan gelen yeni nazım şekillerini kullanması onun Batı kültürüne karşı olmadığının göstergesi olarak değerlendirildi. Naci'nin 8 yaşına kadar yaşadığı hatıralarını anlattığı "Ömer'in Çocukluğu" adlı eseri 1898'de Almancaya, 1914'te ise Rusçaya çevrildi. Haftalık dergi "Mecmua-i Muallim"i 1887'de çıkaran, 1889'da Stockholm'de gerçekleşen "8. Müsteşrikler Kongresi"nde Türkçeye hizmetlerinden ötürü ödül alan Naci, "Sünbüle" adlı şiir kitabını 1890'da yayımladı. Muallim Naci, "Gazi Ertuğrul Bey" adlı manzum eserini 1891'de Sultan 2. Abdülhamid'e sunarak padişahın takdirini kazandı ve "Tarih-nüvis-i Selatin-i Al-i Osman" unvanıyla ödüllendirilerek maaşa bağlandı. Farklı alanlarda eser veren Muallim Naci'nin en önemli yönü şairliği olurken, "Kuzu", "Kebuter", "Dicle", "Feryad", "Şam-ı Gariban", "Nusaybin Civarında Bir Vadi" ve "Avcı" gibi şiirleri şekil bakımından olduğu kadar muhteva bakımından da "yeni" kabul edildi. Muallim Naci Türk edebiyatının, Batı edebiyatının seçkin eserlerinden de yararlanması gerektiğini savundu ancak yenilikleri kabul ederken Türkçeden ve Türk kültüründen taviz verilmemesi gerektiğini ifade etti. 2. Abdülhamid'in yönlendirmesi sonucu Osmanlı tarihini yazmaya başlayan Naci, bu arzusunu yerine getiremeden 12 Nisan 1893'te kalp krizi nedeniyle vefat etti. Cenaze masrafları padişahın emriyle Hazine-i Hassa'dan karşılanan şair, cenaze namazının Ayasofya'da kılınmasının ardından Sultan Mahmud Türbesi'ne defnedildi. Şair'in mezar taşında ise kendi beyiti olan "Hak perestim arz-ı ihlas ettiğim dergah bir/Bir nefes tevhidden ayrılmadım Allah bir" ifadesi bulunuyor. "Tanzimat edebiyatının en çok tartışılan sanatçılarından biridir" Edebiyat araştırmacısı Prof. Dr. İsmail Parlatır, Muallim Naci'nin Tanzimat edebiyatının ikinci döneminde yeniliklerin karşısında gibi görünen ama yeniliklerden kopuk olmayan bir figürü olduğuna dikkati çekerek, "Onu böylesine bir tavır almaya götüren sebepler arasında, Recaizade Mahmud Ekrem'le biraz da şahsiyata kadar uzanan gereksiz çatışmasını da göstermek mümkündür. Hatta bu durumun biraz da inatlaşmadan kaynaklandığını da gözden uzak tutmamak gerekir. Aslında o dönemde geniş bir okuyucu kitlesine seslenmesi, yeni yetişen pek çok genci yanında tutabilmesi ve bir otorite olarak kendini kabul ettirmesi hiç de küçümsenecek bir durum değildir." değerlendirmesini yapıyor. Hitit Üniversitesi'nden Dr. Öğr. Üyesi Hiclal Demir ise "Muallim Naci: Eski mi, yeni mi?" isimli makalesinde, Muallim Naci için şu ifadeleri kullanıyor: "Muallim Naci, Tanzimat edebiyatının en çok tartışılan sanatçılarından biridir. İlk eseri olan 'Ateşpare'de yeni tarz şiirlere yer veren Naci, 'Tercüman-ı Hakikat'in edebi kısmında yaptığı şiir eleştirileriyle divan edebiyatını canlandırmakla suçlanmış, daha sonra Recaizade Mahmud Ekrem'le giriştiği kalem kavgası onu ister istemez eski taraftarı şairlerin lideri konumuna getirmiştir. Halbuki Naci, Türk edebiyatının, kendi geleneğinin yanı sıra Batı edebiyatının seçkin eserlerinden de yararlanması gerektiğini savunmuştur. Özellikle, Türkçenin sadeleştirilmesi ve dilin korunması için bir kurumun gerekliliği yönündeki görüşleri, çağının çok ötesindedir." Birçok yazı türünde eserler kaleme aldı "Lügat-ı Naci" adıyla bir sözlük ile "Heder" ve "Musa Bin Ebi’l-Gazan" adında oyunlar kaleme alan Muallim Naci'nin başlıca eserleri arasında şiir türünde, "Ateşpare", "Şerare", "Füruzan", "Sümbüle", "Yadigar-ı Naci", eleştiri türünde "Muallim", "Demdeme I", Demdeme II", Demdeme III" ve "Yazmış Bulundum", anı türünde "Medrese Hatıraları", "Ömer'in Çocukluğu", araştırma alanında "Osmanlı Şairleri", "İstilahat-ı Edebiye", "Esami", mektup türünde ise "Muhaberat ve Muhaverat", "Şöyle Böyle", "Mektuplarım" isimli eserleri yer alıyor.

  • Cemil Meriç

    Görme yetisini 38 yaşında kaybeden ve tercümeleri dışındaki bütün kitaplarını gözlerini tamamen kaybettikten sonra kaleme alan Cemil Meriç... (Grafik: Ahmet Burak Özkan/AA) Tam adıyla Hüseyin Cemil Meriç, Birinci Balkan Savaşı sürerken 1912'de Meriç nehri yakınlarındaki Dimetoka'dan Antakya'ya göçmüş bir ailenin çocuğu olarak 12 Aralık 1916'da Reyhanlı ilçesinde dünyaya geldi. Okumayı 4 yaşında söken, ilk ve orta öğrenimini Arapça, Fransızca, Kur'an, tecvid, ahlak eğitimi de aldığı Reyhanlı Rüştiyesi'nde tamamlayan Meriç, ardından Fransız idaresindeki Antakya'ya giderek Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi'nde okudu. Meriç, "Benim üniversitem" dediği lisede, Fransız ve Türk hocalardan özel dersler alırken, Ali İlmi Fani'nin kılavuzluğunda divan edebiyatını keşfetti. "Geç Kalmış Bir Muhasebe" başlıklı ilk yazısısı 1933'te "Yenigün" isimli yerel gazetede yayımlanan Meriç, Nurullah Ataç ve Reşat Ekrem Koçu'nun da öğretmenlik yaptığı İstanbul'daki Pertevniyal Lisesi'ne 1936'da geçti. Meriç, bir yazısında bazı hocalarını eleştirdiği için 12'nci sınıfta liseden ayrılmak zorunda kalırken, aynı yıl Nazım Hikmet ve Kerim Sadi ile tanıştı. Geçim sıkıntısı nedeniyle 1937'de gittiği İskenderun’un Haymaseki köyünde 9 ay öğretmenlik yapan yazar, daha sonra sınavla girdiği İskenderun Tercüme Bürosu'na reis muavini oldu. İlk çeviri kitabı, Balzac'ın "Altın Gözlü Kız" romanı 1943'te yayımlandı Cemil Meriç, 1938'de çeşitli geçici işlerde çalıştı, 1939'da ise Hatay hükümetini devirmek iddiasıyla tutuklanıp Antakya'ya götürüldü. İdam talebiyle yargılanan Meriç, iki ay sonra beraat etti ve Hatay aynı yıl 29 Haziran’da Türkiye'ye katıldı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinin Felsefe Bölümü'ne 1940'ta başlayan yazar, üniversiteden çok kütüphanelere gittiği için bu bölümü bitiremedi. Meriç'in yazıları 1941'den itibaren "İnsan", "Yücel", "Gün", "Ayın Bibliyografyası" dergilerinde yayımlanırken, 1942'de Fevziye Menteşeoğlu ile evlendi ve çiftin oğulları Mahmut Ali ile kızları Ümit dünyaya geldi. İlk çeviri kitabı Balzac'ın "Altın Gözlü Kız" romanı 1943'te yayımlanan Cemil Meriç, burslu kabul edildiği İstanbul Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu'nun Fransız Filolojisi Bölümü'nden 1944'te mezun oldu. Usta edebiyatçı, 1944-1974'te Elazığ Lisesi ve İstanbul Işık Lisesi'nde öğretmenlik, İstanbul Üniversitesi'nde ise Fransızca okutmanlığı yaptı. Gözleri 1954'te zayıflayan ve başarısız göz ameliyatlarının ardından 1955’te görme yetisini tamamen yitiren Meriç, çevresindekilere okuttuğu Fransızca ve İngilizce metinleri sözlü olarak çevirip yardımcılarına yazdırdı, basılmamış olan Fransızca grameri hazırladı, dikte etmek suretiyle makaleler yazmaya devam etti. İlk telif kitabı "Hint Edebiyatı" 1964’te yayımlandı Meriç'in Doğu medeniyetlerine olan önyargıları yıkmayı amaçlayan ve dört yıllık bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkan ilk telif kitabı "Hint Edebiyatı" 1964’te yayımlandı ve eser daha sonra "Bir Dünyanın Eşiğinde" başlığıyla iki kez daha basıldı. Batı düşüncesinin önemli bir yönünü aydınlatmayı amaçlayan Meriç'in "Saint Simon - İlk Sosyolog İlk Sosyalist" eseri 1967’de okurla buluşturulurken, yazı ve çevirileri 1965-1973'te çeşitli dergilerde yayımlandı. Cemil Meriç, "Hisar" dergisinde "Fildişi Kuleden" başlığıyla denemeler yazdı ve "Bu sayfalarda hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim; etimin eti, kemiğimin kemiği” dediği "Bu Ülke" kitabını 1974'te yayımladı. Aynı yıl, medeniyet kavramını tartıştığı “Umrandan Uygarlığa” adlı eseri okurla buluşturan, edebiyat ve düşünce tarihi niteliği taşıyan "Kırk Ambar" eseriyle 1980'de Türkiye Milli Kültür Vakfı Ödülü'ne layık görülen usta kalem, Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 1981'de "Yılın Yazarı" seçildi. Meriç, aynı yıl basılan yarı derleme, yarı telif "Bir Facianın Hikayesi" adlı eserde ise yakın tarihi ele aldı ve İletişim Yayınları’nın iki yıl sonra çıkardığı "Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi"ne makaleler yazdı. Sağlığında basılan son eserleri "Işık Doğudan Gelir" ile "Kültürden İrfana" oldu Eşi Fevziye Hanım'ı 1983'te kaybeden, aynı yıl beyin kanaması geçirerek sol tarafına felç inen Meriç'in sağlığında basılan son eserleri "Işık Doğudan Gelir" ile "Kültürden İrfana" oldu. Cemil Meriç, 13 Haziran 1987'de, 71 yaşında hayata veda ederek, Karacaahmet Mezarlığına eşinin yanına defnedildi. Kendisine has üslubu ve temiz Türkçesiyle dikkati çeken Meriç'in çeviri ve makaleleri başta "İnsan", "Amaç", "19. Asır", "Gün", "Yeni İnsan", "Hisar", "Hareket", "Yirminci Asır", "Türk Edebiyatı", "Kubbealtı Akademi", "Köprü" ve "Gerçek" olmak üzere 40 kadar derginin yanı sıra "Yeni Devir" ve "Orta Doğu" gazeteleriyle ansiklopedilerde okuyucuyla buluştu. Meriç, "Umrandan Uygarlığa" kitabıyla 1974'te, "Kırk Ambar" kitabıyla 1980'de Türkiye Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı alırken, Türkiye Yazarlar Birliğinin Üstün Hizmet Ödülünü 1981'de Mehmet Kaplan ve Emin Bilgiç ile paylaştı. Kayseri Sanatçılar Derneğinden 1982’de inceleme dalında, 1986'da ise fikir dalında ödül kazanan ve Hatay'ın Reyhanlı ilçesindeki evi 2014'te müzeye dönüştürülen mütefekkir, 2015'te de Cumhurbaşkanlığı tarafından verilen Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görüldü. Yazarın kütüphanesindeki her biri eşsiz 300 Osmanlıca eser, başta araştırmacılar olmak üzere insanlığın istifadesine sunulmak üzere, kızı Prof. Dr. Ümit Meriç tarafından geçen yıl Cumhurbaşkanlığı Kütüphanesine bağışlandı. "Jurnal" adlı kitabında kendisini "Hayatını Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi" olarak ifade eden Cemil Meriç, başta dil, tarih, edebiyat, felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında araştırma yaparak, yazılar yazdı. Gözlerini 38 yaşında tamamen kaybeden Cemil Meriç, tercümeleri dışındaki bütün kitaplarını kör olduktan sonra kaleme aldı. Avrupalılaşmak, çağdaşlaşmak ya da yabancılaşmayı birbirinden ayrı görmeyen Cemil Meriç, "Bu Ülke" eserinde okuyucularıyla şu tespitleri paylaştı: "Batılılaşma miti eskiyince yeni bir yalan çıktı sahneye… Daha doğrusu aynı nazenin taze bir makyajla arz-ı endam etti. Filhakika intelijansiyamızın (aydınlar takımı) şerefine şampanya şişeleri patlattığı bu sözde bakire Tanzimat'tan beri tanıdığımız Batılılaşmanın ta kendisi. Çağdaşlaşmak, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmak elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti. Zira apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka bir ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin." Meriç, "İzm'ler idrakimize giydirilen deli gömlekleri. İtibarları menşe'lerinden geliyor. Hepsi de Avrupalı." sözüyle hafızlarda yer edinirken, "Kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür. Kitap, çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekalar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi, daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, hezimet veya intihar..." ifadeleriyle dergilerin önemine değindi. "Okuma, içimizdeki meçhul alemin kapılarını açan bir anahtar" Doğu-Batı çatışmasını düşüncesinin ana omurgasına yerleştiren, oryantalizmi sömürgeciliğin keşif kolu olarak gören Meriç, "Osmanlı irfandır, Avrupa kültürdür" değerlendirmesiyle "Kültürden İrfana" adlı eserinde şu önerilerde bulundu: "Hadis-i Şerif, 'Kendini tanıyan Rabbini de tanır' buyuruyor. Önce kendilerini tanımalılar, kendilerini yani ikbal ve idbarlarıyla tarihlerinin bütününü, kendi dillerini, kendi dinlerini, kendi irfanlarını... Sonra insanlığın tarihine eğilmek, Asya ve Avrupa’nın her düşüncesini hiçbir peşin hükme saplanmadan incelemek... Bu çetin yolculukta iki çetin yardımcıya ihtiyaç var. 1) Milli irfan hazinelerini taramaya yetecek zengin ve köklü bir Türkçe (İslam harflerini öğrenmeden böyle bir fethe çıkılabileceğini sanmıyorum) 2) Bir Batı dili, Avrupa'yı, imtiyazlı birkaç züppenin vesayetine ihtiyaç duymadan bizzat tetkik etmek için bir Batı dilini bilmekten başka çare yoktur. Sonra 'ikra (oku)' emr-i celiline uymak..." Kızı Ümit Meriç ise daha önce Anadolu Ajansı'na verdiği bir röportajında, kitaptan değil kitapsızlıktan korkulması gerektiğini söyleyen ve okumayı "İçimizdeki meçhul alemin kapılarını açan bir anahtar" olarak tanımlayan babasını şu sözlerle anlattı: "Cemil Meriç'in her günü, eserinin bir sayfasında mündemiçtir. Hiçbir gününü değil, görmediği halde bir dakikasını boş geçirmeyen bir insandır. Ağzından en çok çıkan söz 'Oku evladım' ve arkasından 'Yaz evladım' olmuştur. Onu bir insanlık kahramanı olarak değerlendirmemiz bu açıdan çok önemli. Hepimize, bütün beşeriyete vereceği bir mesaj var. Bunu hiç unutmadan her nefesimizi alıp vermemiz gerekiyor." Meriç'in eserleri Cemil Meriç, deneme, inceleme dalında "Hind Edebiyatı (Bir Dünyanın Eşiğinde)", "Saint Simon - İlk Sosyolog İlk Sosyalist", "İdeoloji", "Bu Ülke", "Umrandan Uygarlığa", "Mağaradakiler", "Kırk Ambar", "Bir Facianın Hikayesi", "Işık Doğudan Gelir", "Kültürden İrfana", "Jurnal I-II", "Sosyoloji Notları ve Konferanslar" eserlerini kaleme aldı. Yazar ayrıca "Onüçlerin Romanı - Altın Gözlü Kız", "Otuzundaki Kadın", "Onüçlerin Romanı - Ferragus", "Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaleti", "Hernani", "Marion de Lorme", "Ziya Gökalp Türk Milliyetçiliğinin Temelleri", "Köprüden Düşenler", "Dillerin Yapısı ve Gelişmesi (Berke Vardar ile birlikte)" ve "İslam'ın Mirası - Batıyı Büyüleyen İslam" adlı eserlerin çevirisine imza attı.

  • Rıfat Ilgaz"

    Hababam Sınıfı"nı edebiyat ve sinema dünyasına armağan eden şair ve yazar Rıfat Ilgaz... ( Mahmut Resul Karaca - Anadolu Ajansı ) Tam adıyla Mehmet Rıfat Ilgaz, Fatma Hanım ve Hüseyin Vehbi Bey'in 7'nci ve son çocuğu olarak 7 Mayıs 1911'de Kastamonu'da dünyaya geldi. Ilgaz, ilk ve orta okul eğitimini Kastamonu'da aldı ve yatılı öğrenim gördüğü Muallim Mektebinden 1930'da mezun oldu. Şiir yazmaya öğrencilik yıllarında başlayan ve ilk şiiri "Sevgilimin Mezarında"yı 1936'da kaleme alan Ilgaz, aynı yıl Gazi Eğitim Enstitüsünde edebiyat eğitimi aldı ve yükseköğreniminin son yıllarında yakalandığı verem ilerleyince bir süre İstanbul Süreyya Paşa Sanatoryumunda tedavi gördü. Ilgaz, 6 yıl süreyle Gerede, Akçakoca, Gümüşova'da ilkokul, daha sonra tayin olduğu İstanbul'da Karagümrük Ortaokulu ile Nişantaşı Lisesinde Türkçe öğretmeni olarak görev yaptı. Edebi kişiliği ve yazı hayatı Felsefe eğitimi de alan ve eserleri 1940'ta "Çığır", "Oluş", "Ulus", "Güneş", "Yücel", "Varlık", "Hamle" ve "Yeni İnsanlık" gibi birçok dergide yayımlanan Ilgaz, aynı yıllarda Hasan Tanrıkut, Sabahattin Kudret Aksal, Salah Birsel'le tanıştı. Ömer Faruk Toprak ile 1942'de "Yürüyüş Dergisi"ni çıkaran Ilgaz, bu dergide Orhan Kemal, Sait Faik Abasıyanık, Cahit Irgat, İbrahim Abdülkadir Meriçboyu, Nazım Hikmet gibi şairlerle birlikte çalıştı. Ilgaz, "Yarenlik" isimli ilk şiir kitabını 1943'te edebiyatseverlerle buluştururken, 1944'te yazdığı, 25 gün piyasada kaldıktan sonra toplatılan "Sınıf" adlı şiir kitabından dolayı 6 ay hapis cezası aldı. Hapisten çıktıktan sonra atandığı Yozgat Boğazlıyan'da görev yaparken yeniden rahatsızlanarak İstanbul Validebağ Sanatoryumuna yatan Ilgaz, 1947'de sanatoryumdan çıkarıldı. Rıfat Ilgaz, aynı yıl öğretmenlik görevinden de alındı ve bu tarihten sonra bir daha mesleğine dönemedi, gazetecilik yapmaya başladı. Yaklaşık 8 yıl farklı hastanelerde verem tedavisi gören Rıfat Ilgaz, kendi yaşantısından yola çıkarak "Pijamalılar" romanını yazdı ve bu eserinde verem hastanelerinde yaşam mücadalesi veren hastaların hem güldürüsü hem de dramını kaleme aldı. Yazılarında ve yaşamında toplumcu gerçekçi bir çizgi devam ettirmeye çalışan Ilgaz'ın 1953'te yazdığı "Devam" adlı kitabı da toplatıldı. Yazıları ve şiirleri nedeniyle kovuşturmaya tabi tutulan Ilgaz, yaklaşık 5,5 yıl mahkumiyet alsa da hem hastalığından dolayı hem af kapsamına girdiği için cezasının bir kısmını yattı. İnceleme yazarı ve eleştirmen Asım Bezirci, "Papirüs" dergisinin 19'uncu sayısında, bu dönem şiirlerinde Faruk Nafiz Çamlıbel, Ahmet Kutsi Tecer, Halit Fahri Ozansoy gibi hececi şairlerin etkisinde kalan Ilgaz için, "Rıfat Ilgaz'ı çoğumuz oldum bittim 'toplumcu' bir şair diye tanırız. Uzun bir süre 'toplumcu olmayan' şiirler de yazdığını bilmeyiz. Çünkü, bu tür şiirler eski dergilerin sayfaları arasında kalmıştır. Ilgaz onları hiçbir kitabına almamıştır. Bundan ötürü de oldum olası, toplumsal konuları işleyen bir şair sayılmıştır. Oysa, Ilgaz'ın toplumcu bir şair olarak başarı kazanmasında bu şiirlerin de bir payı vardır." ifadelerini kaleme aldı. Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin ve Esat Adil gibi isimlerle "Gerçek" gazetesini, sonrasında ise "Yığın" dergisini çıkarırken, "Markopaşa" adlı mizah dergisinde de yazı işleri müdürlüğü yaptı. Necati Sözen'in sahibi olduğu "Adembaba" dergisinde 1952'de yazmaya başlayan usta yazar, o dönemde popüler olan "Dolmuş", "Külah" ve "Taş" gibi mizah dergilerinde yazılarını yayımladı. Öğretmenlik yaparken öğrencileriyle kendi çocukları gibi ilgilenen, daha sonra çocuk edebiyatında da eserler veren Ilgaz, okullardaki gözlemlerini eserlerine de yansıttı. Oğlunun maceralarından "Hababam Sınıfı"na Ilgaz, 1952-1960'ta "Tan" gazetesinde düzeltmen, dizgici ve röportaj yazarı olarak çalışırken "Dolmuş" dergisinde "Stepne" takma adıyla "Hababam Sınıfı", "Bizim Koğuş" ve "Don Kişot" eserlerini dizi olarak okuyucuyla buluşturdu. "Hababam Sınıfı"nı oğlu Aydın'ın okul maceralarını anlatması ile yavaş yavaş oluşturan Ilgaz, bu öykülere kendi öğretmenlik yıllarının anı ve gözlemleri de ekledi. Asıl ününü, 1959'da kaleme aldığı "Hababam Sınıfı" kitabıyla kazanan Rıfat Ilgaz'ın bu romanı 1966'da oyunlaştırılarak Ulvi Uraz Tiyatro Topluluğu tarafından sahnelendi. Aynı oyun 1969'da İstanbul Tiyatrosu'nda da sahneye koyuldu ve Ertem Eğilmez'in yönetmenliğinde 1975'te beyaz perdeye aktarıldı. Mehmet Saydur, "Rıfat Ilgaz'lı Yıllar" adlı anı kitabında, yaşadığı dönemde eğitim sisteminde gördüğü aksaklıkları ele alan Ilgaz'ın "Hababam Sınıfı"nı yazma amacını şu sözlerle açıkladığını anlattı: "Hababam Sınıfı bir eğitim yergisidir. Mizah beyazdır, olumludur. Mizahta gülme ana öğe değildir. İsteyen ağlar, isteyen güler. Ben yergi yapıyorum, komedi bile düşünmüyorum. Hababam Sınıfı'nda üç şeyin yergisi yapışmıştır, kopyanın, ezberin, uydurma saygının. Benim mizahım düşündürmeye dayanır. Hababam Sınıfı'nda bize yakışmayan eğitimsel şeylerin yergisini yapıyorum." Ilgaz, "Vatan", "Demokrat İzmir", "Yeni Gün", "Yeni Ulus" gazeteleri ile "Akbaba" dergisinde de yazılar yazdı ve sonra Sınıf Yayınları'nı kurarak kendi kitaplarını buradan yayımladı. Basın Şeref Kartı'nı 1970'te alan, 1974'te emekli olup doğum yeri olan Cide'ye yerleşen Ilgaz, 12 Eylül 1980 darbesinde de gözaltına alındı. Ilgaz, "Yıldız Karayel" adlı eseriyle 1982'de "Madaralı Roman Ödülü" ve "Orhan Kemal Roman Ödülünü", "Ocak Katırı Alagöz" ile de 1987'de "Ömer Faruk Toprak Şiir Ödülü"nü aldı. Yaptığı beş evliliğinden Gönül, Aydın, Defne ve Yıldız adında dört çocuğu bulunan Rıfat Ilgaz, 7 Temmuz 1993'te İstanbul'da vefat etti ve Zincirlikuyu Mezarlığına defnedildi. "İnsan sonradan mizahçı olmaz, mizahçı doğar" Ilgaz, "İnsan sonradan mizahçı olmaz, mizahçı doğar" düşüncesini savunurken, bir etkinlikte yaptığı konuşmada mizahı yönünü şöyle anlattı: "Ben mizahçı olduğumu çok geç anladım. Neden? Hababam Sınıfı'ndan sonra. Baktım ki halk sevdi, gülmeye başlıyor. 'Ben kendimi yalnız şair zannederdim, mizahçıymışım da...' dedim kendi kendime. Sonradan düşündüm acaba ben okuduğum edebiyat dalındaki hocalardan mı öğrendim bu mizahı?' Bir incelemeye başladım, şiirlerimi de aradım. Benim için yapılan bir toplantıda Ahmet Gülhan 'Mıstabey' şiirimi okudu. Herkes ciddi ciddi dinleyecek, belki de üzülecek... İkinci Dünya Savaşı'ndan, Almanlardan bahsediyorum şiirde... Baktım millet gülüyor. Ben bunu, çok trajik bir olayı anlatayım diye yazmıştım..." "Şair" tarafına toz konduramadığı için ilk başlarda şiir haricindeki yazılarını takma ad kullanarak yazan Rıfat Ilgaz, bir röportajında ise mizahla alakalı şu ifadeleri kullandı: "Mizah diye bir yazı türü yoktur. Yazı türü romandır, öyküdür, köşe yazılarıdır, anılardır. Mektup bile bir yazı türüdür de mizah bir yazı türü değildir. Tür olsaydı tekniği olurdu. Mizah bir biçemdir. Topluma bakış açısıdır. Mizah şiir, öykü, roman olabilir: tür değil, biçimdir. Mizacımızdan gelen bir özelliktir, bir çeşnidir. Yazı türleri beceri ister, teknik ister. Bunları sağladın mı başarı tamdır. Mizah ne ister? Mizah insanın mizacından geldiği için bilgi değildir edinilemez. Teknik de değildir. İnsanın yaradılışında bu özellik varsa mizah başarılı olabilir." Ilgaz'ın bazı eserleri ise şöyle: Şiir: "Yaşadıkça", "Devam", "Üsküdar'da Sabah Oldu", "Soluk Soluğa", "Karakılçık", "Uzak Değil", "Güvercinim Uyur mu?", "Kulağımız Kirişte", "Çocuk Bahçesi (çocuk şiirleri)" Hikaye: "Radarın Anahtarı", "Don Kişot İstanbul'da", "Kesmeli Bunları", "Al Atını", "Palavra", "Bunadı Bu Adam", "Tuh Sana", "Çalış Osman Çiftlik Senin", "Hababam Sınıfı Uyanıyor", "Hababam Sınıfı Baskında", "Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı" Roman: "Hababam Sınıfı", "Bizim Koğuş", "Karadeniz'in Kıyıcığında", "Karartma Geceleri", "Meşrutiyet Kıraathanesi", "Apartıman Çocukları", "Hoca Nasrettin ve Çömezleri" Tiyatro: "Hababam Sınıfı", "Hababam Sınıfı Baskında", "Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı", "Çatal Mata Kaç Çatal", "Abbas Yola Giden" Hatıra: "Kırk Yıl Önce Kırk Yıl Sonra", "Yokuş Yukarı", "Biz de Yaşadık" Çocuk Edebiyatı: "Bacaksız Kamyon Sürücüsü", "Bacaksız Okulda", "Bacaksız Paralı Atlet", "Öksüz Civciv", "Küçükçekmece Okyanusu", "Cankurtaran Yılmaz", "Kumdan Betona"

  • Fakir Baykurt

    "Yılanların Öcü", "Irazcanın Diriliği", "Onuncu Köy" eserleriyle edebiyat dünyasında önemli bir yer edinen eğitimci, sendikacı ve yazar Fakir Baykurt... ( Murat Usubaliev - Anadolu Ajansı ) Asıl adı Tahir olan yazar, Elif ve Veli Baykurt çiftinin oğlu olarak 1929'da Burdur'un Yeşilova ilçesine bağlı Akçaköy'de dünyaya geldi. 1936'da Akçaköy İlkokulu'nda öğrenime başlayan Baykurt, 1938'de babasının vefatı üzerine dayısı Osman Erdoğuş'un yanına, Balıkesir'e taşındı. O dönem İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla dayısı askere alınan Baykurt, tekrar Akçaköy'e döndü. Baykurt, 1942'de ağır bir sıtma geçirdikten sonra 1943'te ilkokul eğitimini bitirdi. Şiir yazmaya bu dönem başlayan yazar, 1948'de Isparta Gönen Köy Enstitüsü'nden köy öğretmeni olarak mezun oldu. Edebiyatla ilgilenmesi üzerine Köy Enstitüsü'ne kütüphane başkanı seçilen Baykurt, bu kütüphane vesilesiyle de kendini geliştirme fırsatı yakaladı. İlk şiiri "Fesleğen Kokulum"u 1945'te yayımladı "Fesleğen Kokulum" adlı ilk şiirini 1945'te "Türke Doğru" adlı dergide yayımlayan usta yazarın şiirleri, 1947'de "Kaynak" adlı dergide okurla buluştu. Şair, bu yıllardan itibaren yokluk ve mücadeleyle geçen hayatı üzerine eserlerinde "Fakir Baykurt" adını kullanmaya başladı. Baykurt, enstitüden sonra Kavacık ve Dereköy köylerinde 5 yıl öğretmenlik yaptı ve 1951'de Muzaffer Hanım ile evlendi. Bu evlilikten Tonguç adında bir oğluyla Işık ve Sönmez adında iki kızı olan Baykurt, 1953'te Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'ne başladı. Burada "Gayret" adlı dergide yazmaya başlayan Baykurt, bazı yazıları sebebiyle soruşturmaya tabi tutuldu. Köy hayatını anlatan ilk romanı "Yılanların Öcü"nü 1954'te kaleme alan Baykurt'un bu romanı daha sonra tiyatroya ve sinemaya uyarlandı. Baykurt, Edebiyat Bölümü'nden 1955'te mezun oldu ve Sivas'ın Hafik ilçesine öğretmen olarak atandı. 1957'de Ankara Piyade Yedek Subay Ortaokulu'nda vatani görevini tamamlayan Baykurt, askerlikten sonra Artvin'in Şavşat ilçesinde öğretmenliğe devam etti. Bu dönem Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan yazıları nedeniyle öğretmenlikten alınan yazar, Ankara Yapı İşleri Müdürlüğünde görevlendirildi ve 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra da Ankara ilköğretim müfettişliğine getirildi. 1962-1963 yılları arasında ise ABD'de eğitim gördü Yazar, 1962-1963'te ABD'de Indiana Bloomington Üniversitesinde ders araçları konusunda uzmanlık eğitimi gördü ve Türkiye'ye dönmesinin ardından bir süre müfettişlik yaptıktan sonra Türkiye Öğretmenler Sendikasının (TÖS) kuruluşunda rol alarak, başkanlık görevini üstlendi. Türkiye Öğretmenler Dernekleri Milli Federasyonunun (TÖDMF) genel başkanlığını da yapan Baykurt, 1966'da Milli Folklor Enstitüsüne uzman olarak atandı ve aynı yıl Kültür ve Turizm Bakanlığında danışmanlık yaptı. 1969'da Türkiye çapındaki ilk öğretmenler boykotuna katıldığı için bir kez daha açığa alınan yazar, 12 Mart 1971'deki darbeden sonra da uzun süre tutuklu kaldı. Orta Doğu Teknik Üniversitesinde halkla ilişkiler ve yayın müdürlüğü görevlerinde de çalışan Fakir Baykurt, daha sonra Almanya'nın Duisburg şehrinde Yabancı Çocuk ve Gençlerin Teşvik ve Bölgesel Çalışma Kurumunda eğitim uzmanlığı yaptı. Yazar, 1977'de İsveç'te öğretmen yetiştirme çalışmalarına katıldı ve 1979'dan sonra Almanya'nın Essen eyaletinin Duisburg şehrinde yaşamaya başladı. Burada 1986'da öğretmenliğe başlayan Baykurt, yurt dışında oluşan Türkiye Aydınlarıyla Dayanışma Girişimi'nin yönetiminde de görev aldı. Baykurt, 1995'te Almanya'da öğretmenlik yaptığı Pestalozzi Okulundan emekli oldu. Toplumcu, gerçekçi bir yaklaşımla kısa öyküler kaleme aldı Fakir Baykurt, sonraları toplumcu gerçekçi bir yaklaşımla kısa öyküler kaleme aldı ve "Yeditepe", "Yücel", "Varlık", "Fikirler", "Kaynak", "İmece", "Yazın", "Sanat Olayı", "Cumhuriyet", "Evrensel" ile "Yön" gibi gazete ve dergilere yazılar yazdı. Diline doğal, yalın, şiirsel bir halk Türkçesi hakim olan ve 1950-1970 döneminde etkili olan "köy edebiyatı hareketi"nin önde gelen temsilcisi olarak da gösterilen yazar, "Tırpan", "Kaplumbağa" gibi romanlarında imgesel öğelerden yararlandı. Fakir Baykurt, 11 Ekim 1999'da Almanya'nın Essen kentinde pankreas kanseri nedeniyle 70 yaşında hayatını kaybetti ve Zincirlikuyu Mezarlığına defnedildi. Eserleri Bulgarca ve Rusça başta olmak üzere birçok dile çevirilen yazarın ödülleri şöyle: "1958 - Yunus Nadi Roman Ödülü (Yılanların Öcü), 1970 - TRT Sanat Ödülleri (Tırpan), 1970- TRT Sanat Ödülleri (Sınırdaki Ölü), 1971- Türk Dil Kurumu Roman Ödülü (Tırpan), 1974- Sait Faik Hikaye Armağanı (Can Parası), 1978 -Orhan Kemal Roman Armağanı (Kara Ahmet Destanı), 1979 -Tiyatro 79 Dergisi tarafından Yılın Oyunu Ödülü (Sakarca), 1980 -Avni Dilligil Tiyatro Ödülü (Tırpan), 1984 -Berlin Senatosu Çocuk Yazını Ödülü (Barış Çöreği), 1985- Alman Endüstri Birliği (BDI) Yazın Ödülü (Gece Vardiyası), 1998- Sedat Simavi Roman Ödülü (Yarım Ekmek), 1998- Yaşam Radyo Ustalara Saygı Onur Ödülü, 1999- Pir Sultan Abdal Derneği Ödülü" Yazarın yarım asra yakın edebiyat hayatı boyunca kaleme aldığı eserleri ise şunlar: Roman: "Yılanların Öcü", "Irazcanın Dirliği", "Onuncu Köy", "Amerikan Sargısı", "Tırpan", "Köygöçüren", "Keklik", "Kara Ahmet Destanı", "Yayla", "Yüksek Fırınlar", "Koca Ren", "Yarım Ekmek" , "Kaplumbağalar" Öykü: "Çilli", "Efendilik Savaşı", "Karın Ağrısı", "Cüce Muhammet", "Anadolu Garajı", "On Binlerce Kağnı "Can Parası", "İçerdeki Oğul", "Sınırdaki Ölü", "Gece Vardiyası", "Barış Çöreği", "Duirsbug Treni", "Bizim İnce Kızlar", "Dikenli Tel" Toplum ve Eğitim Yazıları: "Efkar Tepesi", "Şamaroğlanları", "Kerem ile Aslı", "Kale Kale", "Kaplumbağalar"(Çocuk Kitapları) "Topal Arkadaş", "Yandım Ali", "Sakarca", "Sarı Köpek", "Dünya Güzeli", "Saka Kuşları" (Şiir) "Bir Uzun Yol", "Dostluğa Akan Şiirler"

  • Cahit Zarifoğlu

    "Yedi Güzel Adam" şiiriyle hafızalarda ve gönüllerde yer bulan şair ve yazar Cahit Zarifoğlu... Hakimlik görevinde bulunan Niyazi Bey ile Şerife Hanımın oğlu Cahit 1 Temmuz 1940'ta Ankara'da dünyaya gelir Şair, okuma-yazmayı, resim yapmayı ve Kur'an-ı Kerim okumayı, okula başlamadan önce, annesi Maraşlı Evliyazadelerden Şerife Hanım ile anneannesi ve mahalle hocalarından öğrendi. Zarifoğlu, Şanlıurfa'da başladığı ilköğrenimini, 1951'de Kahramanmaraş'ta tamamladı. Babasının görevi sebebiyle Zarifoğlu'nun çocukluğu Silvan, Baykan, Siirt, Siverek ve Kızılcahamam'da geçti. Usta kalem, lise son sınıfta edebiyat ve matematik derslerinden bütünlemeye kaldığı için 1955'te başladığı lise öğrenimini 1961'de bitirdi. Kahramanmaraş'a dönerek kısa bir süre vekil öğretmenlik yapan Zarifoğlu bir gazetede çalışmaya başladı. Başarılı edebiyatçının ilk şiirleriyle denemeleri, yerel gazete ve dergilerde yayımlandı. Lisede Türk edebiyatının önemli isimleriyle dostluklar kurdu Zarifoğlu ile Türk edebiyatının önemli isimlerinden Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören, Erdem Bayazıt ve Mehmet Akif İnan'ın Maraş Lisesinde başlayan arkadaşlıkları, "Diriliş", "Edebiyat" ve "Mavera" dergilerinde sürdü. Nuri Pakdil'in Maraş'ta çıkardığı "Hamle" dergisinde ürünleri yayımlandı. Daha sonra "Yedi Güzel Adam" olarak da hatırlanacak olan aynı arkadaş grubu, 1956-1959 arasında "Yenilik", "Yeni Ufuklar", "Seçilmiş Hikayeler", "Türk Sanatı", "Varlık", "Yeditepe", "Dost", "Pazar Postası" gibi yayınlarda yer alarak, "Maraş'ın Sesi" gazetesinin sanat sayfasında yazı ve eleştiriler kaleme aldı. Cahit Zarifoğlu, Eskişehir'de Türk Hava Kurumu'nun uçuş kurslarına katılarak Milli Model Uçak B Sertifikası aldı. Jet pilotu olmak istediyse de kulağındaki rahatsızlık nedeniyle Hava Harp Okulu'na devam edemedi. Çıkmasına ön ayak olduğu "İnkılap" gazetesinde yaptığı haberlerin yanı sıra günlük yazılar yazan ve sanat sayfası hazırlayan Zarifoğlu'nun bu sayfalardaki yazıları, 1980'de çıkan "Yaşamak" kitabında topladığı günlüklerinin ilk örnekleri oldu. Zarifoğlu, 1961'de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümüne girdi, uzun süren öğrenciliğinin ardından 1971'de mezun oldu. Kısakürek ve Karakoç'un, Zarifoğlu üzerinde büyük etkisi oldu İstanbul'da üniversite öğrenimi gördüğü dönemde Cahit Zarifoğlu'nun kişiliği ve şiiri üzerinde, Necip Fazıl Kısakürek ile Sezai Karakoç'un büyük etkisi oldu. Yazı hayatı boyunca lisedeki arkadaş grubuyla birlikte hareket eden Zarifoğlu'nun şiirleri, mart 1966'da yeniden çıkmaya başlayan "Diriliş" dergisiyle "Türk Dili" ve "Soyut" dergilerinde, Cemal Süreya'nın "Papirüs"ü, Memet Fuat'ın "Yeni Dergi"sinde yayımlandı. Cahit Zarifoğlu, haftalık "Yeni İstiklal" gazetesinin Rasim Özdenören tarafından yönetilen sanat sayfasında 1965'te asıl başlangıcını yaptı. Abdurrahman Cem ve Cahit Zarifoğlu imzalarıyla peş peşe 13 şiir kaleme alan başarılı edebiyatçı, bu şiirleri 1967'de yayımladığı ilk kitabı "İşaret Çocukları"na aldı. Zarifoğlu, 1967 ve 1973'te gittiği Almanya'da Goethe Enstitüsü'nün dil eğitimi kurslarına gitti, ayrıca otostop yaparak Avrupa'yı dolaştı. Kısa bir süre tercümanlık da yapan Zarifoğlu, 1969-1970'te ise "Hakimiyet" gazetesinde teknik sekreterlik yaptı. Usta şair, yoğun çalışması dolayısıyla üniversiteyi 10 yılda tamamladı. "Yedi Güzel Adam" kitabı 1973'te çıktı Bir süre kağıt ve otomobil firmalarında da çalışan Zarifoğlu, 1972-1973'te, İstanbul'daki bir kolejde Almanca öğretmeni olarak çalıştı. Usta şair, 1973'te İstanbul Tuzla'da yedek subay olarak başlayan ve Kars'ta devam eden askerlik görevini 1975'te Kıbrıs'ta tamamladı. Askerliğin hemen ardından Zarifoğlu, makine kimya endüstrisinde memuriyete başladı. Edebiyat çevrelerinde ilgiyle karşılanan, ilk kitabını kendi parasıyla çıkaran ve yeterince dağıtamadığı için büyük kısmı elinde kalan Zarifoğlu'nun eylül 1973'te çıkan ikinci kitabı "Yedi Güzel Adam" en bilinen eserlerinden biri oldu. Şairin "İns" adlı eseri 1974'de Edebiyat Dergisi Yayınları arasında çıktı. Nikah şahitliğini Necip Fazıl yaptı Zarifoğlu, mütercim sekreter olarak 1976'da TRT'ye geçti. Necip Fazıl Kısakürek'in aracılığıyla, Abdülhakim Arvasi'nin soyundan gelen, Van müftüsü Kasım Arvas'ın kızı Berat Hanım'la tanışan şair, 19 Ağustos 1976'da evlendi. Zarifoğlu'nun Van'da gerçekleşen düğününde Kısakürek nikah şahidi oldu. Şairin, Fatma Betül, Ayşe Hicret, Ahmet ve Arife adında 4 çocuğu dünyaya geldi. Zarifoğlu, 1983'te TRT İstanbul Radyosuna atandı. Amatör çizimler yapan başarılı edebiyatçıya, Kısakürek'in "artist" diye seslenmesinin ardından, liseden itibaren "Aristo" olan lakabı, "Artist" oldu. İçine kapanık bir karakteri olan ve şiirini temelde "İkinci Yeni"nin kazanımları üzerine kurarak bu akımda kendi yeniliğinin peşine düşen Zarifoğlu, alışılmadık söz dizimiyle, imge ve bütünlüğe verdiği önemle, Türk şiirine kendi orijinalliğini getirebilen şairlerden biri oldu. Cahit Zarifoğlu, "Yeni Devir", "Milli Gazete" ve "Zaman" gazetelerinde ve "İslam" dergisinde Ahmet Sağlam, Abdurrahman Cem ve Vedat Can müstear isimleriyle günlük yazılar kaleme aldı. Şiir yazmakta zorlanmayan, kendi deyimiyle "ilhamı ele geçiren" Zarifoğlu'nun şiirleri İngilizce ve Arapçaya da çevrildi. Başarılı edebiyatçı, ömrünün son yıllarında yöneldiği çocuk edebiyatında kaleme aldığı "Yürekdede ile Padişah" eseriyle, 1984'te Türkiye Yazarlar Birliği Çocuk Edebiyatı Ödülünü kazandı. Gül Çocuk dergisinde de yazan Zarifoğlu, "Çocuklar için yazmak, acılarımı azaltıyor." ifadelerini kullanmıştı. Usta şair, pankreas kanseri nedeniyle, 7 Haziran 1987'de İstanbul'da vefat etti. Zarifoğlu, "Sultan" şiirinde kendisine şöyle seslenmişti: "Seçkin bir kimse değilim/ ismimin baş harfleri acz tutuyor/ Bağışlamanı dilerim /Sana zorsa bırak yanayım/ Kolaysa esirgeme/ Hayat bir boş rüyaymış/ Geçen ibadetler özürlü/ Eski günahlar dipdiri/ Seçkin bir kimse değilim/ İsmimin baş harflerinde kimliğim/ Bağışlanmamı dilerim/Sana zorsa bırak yanayım/ Kolaysa esirgeme/ Hayat boş geçti/ Geri kalan korkulu/ Her adımım dolu olsa/ İşe yaramaz katında/ Biliyorum/Bağışlanmamı diliyorum" "Zarifoğlu, çocukluğun izinde koşmuştur hep" Çocuk kitapları çıkardığı dönem birlikte çalıştığı Mustafa Ruhi Şirin, yaptığı bir açıklamada, "Onu yakından tanıyanlar bilir, Zarifoğlu çocukluğun izinde koşmuştur hep. Çocukluğunu büyüterek koruması, çocuk saflığında çoğalması, Zarifoğlu'nun portresini verir bize." ifadelerini kullanmıştı. Zarifoğlu'na dair çeşitli belge ve mektuplar zaman içinde gün yüzüne çıkmaya devam ederken aylık edebiyat ve fikir dergisi "Muhit"in usta şaire ayırdığı 2020 Haziran sayısında, şairin ilk kez gün yüzüne çıkan eskiz defterinden çizimlerin yanı sıra Zarifoğlu'nun vefatından 35 gün önce yayınladığı ancak eserlerinde yer almayan "İşkence" şiiri de yer buldu. Yazar Mehmet Narlı, Muhit dergisinin Cahit Zarifoğlu dosyasıyla çıkan sayısında, şunları aktardı: "Tüm parasını, ilk kitabı İşaret Çocukları'nın basımı için harcar ama kitabın dağıtımını sağlayamaz; bir arkadaşının dayısının yazıhanesine bırakır. Fakat kitaplar, birkaç ay sonra ısınmak için dükkan sahibi tarafından yakılmıştır. Necip Fazıl'ın desteği ve tavsiyesiyle Berat Hanım'la evlenir. Çocukları olur. Onlara ve diğer çocuklara 'Ağaçkakanlar', 'Motorlukuş', 'Yürekdede ile Padişah' gibi modern masallar yazar. Dostu Erdem Bayazıt, kendi çocuklarının kendilerinden fazla Cahit'le anlaştığını söyler. Böyledir. Dilinde ve yaşayışında çocukluğun özgünlüğü hep vardır." "Yedi İklim" dergisinin usta şaire geniş yer ayırdığı sayısında ise Zarifoğlu'nun Eski Kültür ve Turizm Bakanı, AK Parti Eskişehir Milletvekili Nabi Avcı ile Mavera dergisinin İstanbul dağıtım sorumlusu Nevzat Çeviker'e yazdığı mektuplar ilk kez okuyucuyla buluştu. "Anadan doğma şair" Zarifoğlu'nun şiiri hakkında yakın dostu Rasim Özdenören, "Şiiri bunca anlaşılmaz, kapalı ya da zor anlaşılır bulunmasına rağmen, şimdiye kadar hiçbir aklı başında şiir okuyucusu, (eleştirmen ya da okuyucu olarak) bu şiirleri reddetmek, yok saymak cesaretini gösterememiştir." yorumunda bulunurken, yine yakın arkadaşı Erdem Bayazıt, "Cahit Zarifoğlu o hale gelmişti ki kendi dünyası içinde bir şiir dili kurmuştu ve bunu çok iyi kullanırdı. Yani şiire, o anlatılmaz olana ait bir durum çıktığı, bir algılama olduğu zaman onu hemen anında şiire döküverirdi." yorumunu yapmıştı. Şair Akif İnan'ın "anadan doğma şair" olarak tarif ettiği Zarifoğlu hakkında, Cemal Süreya da "Ece Ayhan'a sordum, ona göre Cahit Zarifoğlu şiirde yapı sorununu en iyi kavramış, bu konuda örnek gösterilebilecek sanatçılardan biri. Kolsuz bir Hattat'ta da ayrıca belirtmiş bunu." şeklinde görüşlerini dile getirmişti. Şair İsmet Özel ise Zarifoğlu'nu şu sözlerle anlatmıştı: "Kendinden sonra yazmaya başlayan genç Müslüman şairlere, hangi özellikleriyle yol göstermiş olursa olsun, ondan sonrakiler onda ders alınacak bir taraf bulacaktır, hem şiirin kendine mahsus kaliteleri bakımından hem Müslüman bir şairin dünya hayatındaki temayülleri bakımından." Vefatından sonra Yedi İklim, Muhit, Mavera, Beyaz Bulut, Seferber, Kitap/Haber, Hece ve Bürde'nin arasında bulunduğu dergilerde özel sayılarla yad edilen ve adına şiir ödülleri verilen Zarifoğlu hakkında ayrıca Nazım Elmas, Mustafa Yeşilkaya, Ali Pulat, Hüseyin Çolak, Rıdvan Çınar tarafından yüksek lisans tezleri hazırlandı. "İşaret Çocukları", "Yedi Güzel Adam", "Menziller", "Korku ve Yakarış", "Şiirler" isminde şiir kitapları olan Zarifoğlu, "Serçekuş", "Ağaçkakanlar", "Katıraslan", "Yürekdede ile Padişah", "Motorlu Kuş", "Küçük Şehzade", "Kuşların Dili", "Gülücük" ve "Ağaçokul" isminde çocuk kitapları da kaleme aldı. Zarifoğlu, günlük türünde "Yaşamak", roman türünde "Savaş Ritmleri" ve "Anne" eserlerini yazarken, deneme türündeki "Bir Değirmendir Bu Dünya" ve "Zengin Hayaller Peşinde" isimleriyle toplanan eserlerinin yanı sıra, "Sütçü İmam" adlı tiyatro oyununa da imza attı. Şairin üniversite tezi "Rilke'nin Romanında Motifler" adıyla kitaplaştırıldı. Beyan Yayınları ayrıca "Konuşmalar", "Romanlar," "Hikayeler", "Çocuklarımızla Atlara Biniyorduk", "Okuyucularla", "Mektuplar" ve "Radyo Oyunları"nı okurla buluşturdu.

  • Abdülhak Hamid Tarhan

    Türk edebiyatına "Makber" adlı şiiri kazandıran, şair ve yazar Abdülhak Hamid Tarhan... Türk edebiyatına "Makber" adlı unutulmaz eseri kazandıran Tarhan, tarihçi Hayrullah Efendi ile Münteha Nasib Hanım'ın üçüncü çocuğu olarak 2 Ocak 1852'de, dedesi Hekimbaşı Abdülhak Molla'nın yalısında dünyaya geldi. Köklü bir aileye sahip olan Tarhan, ilk öğrenimine Bebek'teki mahalle mektebinde başladı. Usta yazar, Evliya Hoca, Bahaeddin Efendi ve ona şiir zevkini aşılayan Hoca Tahsin Efendi'den özel dersler aldı, kısa bir süre Rumelihisarı Rüştiyesi'nde eğitim gördü. Ailesinin isteği üzerine ağustos 1863'te ağabeyleri Nasuhi Bey ve Tahsin Efendi ile Paris'e giden şair, bir buçuk yıl Hortus College'da eğitim gördü. Abdülhak Hamid Tarhan, 1864'te, ağabeyleriyle İstanbul'a dönerek, Fransız mektebine devam etti. Fransızcasını geliştirmek için tercüme odasında çalışmaya başlayan yazar, babasının 1865'te Tahran Büyükelçiliğine atanmasıyla İran'a gitti ve Farsça öğrenmeye başladı. Birçok devlet görevinde çalıştı Unutulmaz edebiyatçı, babasının ölümü nedeniyle 1867'de İstanbul'a döndü. Maliye Bakanlığı Özel Kalem Müdürlüğü ve Başbakanlık Özel Kalem Müdürlüğü'nde çalıştı. Tarhan, memuriyeti esnasında sırasında tanıştığı Ebuzziya Tevfik vasıtasıyla Samipaşazade Sezai, Namık Kemal, Recaizade Ekrem ve Mizancı Murad'la arkadaş oldu. "Macera-yı Aşk" adlı ilk piyesini 1873'te kaleme alan edebiyatçı, 1874'te "Sabrü Sebat" ve "İçli Kız", 1875'te "Duhter-i Hindu", 1876'da "Nazife"yi yazdı. Abdülhak Hamid Tarhan, Pirizade Fatma Hanım ile 1874'te evlendi. İkinci katip olarak atandığı Paris Büyükelçiliğinde görev yapan Tarhan, 1876'da şiir yazmaya başladı. "Belde yahut Divaneliklerim" adlı şiirleriyle "Nesteren" adlı piyesi bu dönemde yayımlanan usta edebiyatçının, kaleme aldığı bir eser dolayısıyla 1878'de Paris'teki görevine son verildi. Tarhan, 1883 sonlarında Bombay şehbenderliğine tayin edildi. Zorlu Hindistan tabiatından etkilenen Tarhan, "Kürsi-i İstiğrak", "Külbe-i İştiyak" ve "Zamane-i Ab" adlı şiirleri yazdı. Eşinin ölüm acısıyla Makber'i yazdı İstanbul'da vereme yakalanan ve iyileşir ümidiyle Hindistan'a getirdiği eşi, Fatma Hanım'ın durumu kötüleşince İstanbul’a dönmek üzere yola çıkan Tarhan, hastalık yolda daha da artınca, ağabeyi Nasuhi Bey'in valilik yaptığı Beyrut'ta karaya çıktı. Fatma Hanım, 21 Nisan 1885'te Tarhan'ın ağabeyinin evinde hayatını kaybetti. Eşinin ölüm acısıyla "Makber" adlı eseri kaleme alan Tarhan, İstanbul'a döndükten bir süre sonra Londra sefareti başkatipliğine tayin edildi. Londra'ya gidişi, Tarhan'ın eserlerinde de etkisini gösterdi. Başarılı yazar, 1890'da Londra'da Nelly Clower ile evlendi. Londra'da, "Zeynep" ve İngiltere'nin Victoria dönemi özelliklerini yansıtan "Finten" adlı iki piyes kaleme aldı. Abdülhak Hamid Tarhan, 1895'te Lahey Büyükelçiliğine, 2 yıl sonra ise kendi isteğiyle Londra Büyükelçiliği müsteşarlığına atandı. Eşi Nelly'nin hastalanması nedeniyle İstanbul'a gelen Tarhan, Brüksel Orta Elçiliği'ne atandığı 1906'ya kadar burada kaldı. Tarhan, eşi Nelly'nin 8 Şubat 1911'de vefat etmesinden bir yıl sonra Belçikalı Lüsyen (Lucienne) hanımla evlendi. İstanbul'a dönen yazar, 1914'te Ayan Meclisi üyesi oldu ve meclisin ikinci başkanlığına getirildi. Görevi 1922'de sona erince ailesiyle Avrupa'ya giden Tarhan, Cumhuriyetin ilanından sonra emekliye ayrıldı, 1928'de İstanbul milletvekili seçildi. Usta edebiyatçı, 13 Nisan 1937’de hayata veda etti. Tarhan, Atatürk'ün talimatıyla Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedilen ilk kişi oldu. "Şair-i Azam" ve "tezatlar şairi" olarak anıldı Şair, yazar Tarhan Türk şiirine batıdan yeni konular, serbest düşünce ve yeni bir şekil getirdi. Modern edebiyatın doğuşunda etkin bir isim olarak bilinen Tarhan, Batılı yazarlardan etkilenerek yazdığı oyunlarla Türk tiyatrosuna felsefi düşünceyi soktu. Basında "Şair-i Azam" ve "tezatlar şairi" olarak anılan, Türk şiirine batılı bir anlayış ve nazım yenilikleri getiren Tarhan, felsefi duyuş ve hayal gücünü tüm eserlerinde ustalıkla sergiledi. Geniş bir coğrafyayı tanıma fırsatı bulan usta yazar, çoğunu manzum olarak kaleme aldığı tiyatro eserlerinde, Türk, Arap, Asur ve Yunan tarihinde geçen olayları anlattı, tabiat ve aşk kavramlarını işlediği şiirlerle tiyatro eserleri yazdı. Birinci ve İkinci Meşrutiyet'i gören, ardından da Cumhuriyet'in kuruluşuna tanık olan Tarhan, eserlerinde dönemin etkilerini kaleme aldı. Uzun yıllar hem Doğu hem de Batı ülkelerinde diplomatlık yapmasından dolayı karşılaştırmalı edebiyata da hakim oldu. Eserlerinden bazıları Abdülhak Hamid Tarhan'ın Sahra (1879), Makber (1885), Ölü (1885), Hacle (1886), Bunlar Odur (1885), Divaneliklerim Yahut Belde (1885), Bir Sefilenin Hasbihali (1886), Bala'dan Bir Ses (1912), Validem (1913), İlham-ı Vatan (1916), Tayflar Geçidi (1917), Ruhlar (1922) ve Garam (1923) gibi şiirleri bulunmaktadır. Tarhan, İçli Kız (1875), Nesteren (1876), Sabr-ü Sebat (1880), Duhter-i Hindu (1875), Nazife yahut Feda-yı Hamiyet (1876, 1919), Tarık yahut Endülüs Fethi (1879, 1970), Eşber (1880, 1945), Zeynep (1908), Macera-yı Aşk (1873), İlhan (1913), Turhan (1916) İbn-i Musa yahut Zatülcemal (1917), Sardanapal (1917), Abdullah-i Sagir (1917), Finten (1918, 1964), İbni Musa (1919, 1927), Yadigar-ı Harb (1919), Hakan (1935) oyunlarını da kaleme aldı.

  • Erdem Bayazıt

    "Büyük Doğu", "Edebiyat", "Mavera" ve "Yedi İklim" dergilerinde yayımlanan şiir ve yazılarıyla tanınan Erdem Bayazıt, aynı zamanda "7 güzel adam" olarak bilinen 7 şairden biriydi. ( Muhammed Ali Yiğit - Anadolu Ajansı ) Tam adı Adil Erdem Bayazıt olan, Kahramanmaraşlı ünlü şair, 18 Aralık 1939'da dünyaya geldi. İstiklal Ortaokulu'nda ve Kahramanmaraş Lisesi'nde eğitim alan şair, öğrencilik yıllarında şiir yazmaya başladı ve 1959'da başladığı İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde eğitimini Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde devam ettirdi. Bayazıt, vatani görevini 1963'te Burdur'da yaparken, askerliğinin ardından Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'ne kaydolarak buradan mezun oldu. Milletvekilliği de yaptı Daha sonra Kahramanmaraş'ta edebiyat öğretmeni olarak görev yapan şair, Kahramanmaraş İl Halk Kütüphanesi'nde 1967-1972 arasında müdür olarak çalıştı. Bayazıt, İstanbul Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Genel Sekreterliği, Milli Eğitim Bakanlığı basın bürosu memurluğu ve Milli Kütüphane Süreli Yayınlar Şube Müdür Yardımcılığı görevlerini de yürüttü. Şair daha sonra çalıştığı Sanayi Bakanlığı İnsan Gücü Eğitim Daire Başkan Yardımcılığından istifa ederek, Akabe Yayınları'nın ve Mavera dergisinin yönetimini üstlendi. Akabe yayınlarının İstanbul'a taşınması kararı ile 1984'te yeniden memurluğa dönen şair, bir süre Devlet Planlama Teşkilatı'nda çalıştı. Bayazıt, ayrıca 1987 yılında Kahramanmaraş milletvekili olarak girdiği TBMM'nin 18. Dönem çalışmaları süresince Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev aldı. Daha sonra İstanbul'a yerleşen, modern Türk şiirinin usta şairlerinden Erdem Bayazıt, akciğer kanseri sebebiyle 69 yaşındayken 5 Temmuz 2008'de İstanbul'da vefat etti. Bayazıt'ın yazı hayatı Henüz lise yıllarında arkadaşları Cahit Zarifoğlu, Nuri Pakdil, Rasim ve Alaeddin Özdenören'in çıkardığı "Hamle" dergisini birkaç sayı çıkaran Erdem Bayazıt, yine Pakdil'in yayına hazırladığı mahalli "Hizmet" gazetesinde sanat ve edebiyat sayfası hazırladı. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı da yapan Bayazıt'ın ilk şiirleri 1958'de ''Hamle'' dergisi ve ''Gençlik'' gazetesinin sanat ekinde, sonraki şiir ve yazıları ise "Büyük Doğu", "Edebiyat", "Mavera" ve "Yedi İklim" dergilerinde yayımlandı. Bir süre Cumhuriyet gazetesinde muhabirlik de yapan şair, Nuri Pakdil ve Necip Fazıl Kısakürek başta olmak üzere Sezai Karakoç ile Fethi Gemuhluoğlu'ndan etkilendi. Edebiyat çevrelerince ''Yedi Güzel Adam''dan biri olarak anılan ve ''Mavera'' dergisinde de yazı işleri müdürlüğü görevini yürüten şairin "Sebeb Ey" isimli ilk şiir kitabı, 1972'de edebiyatseverlerle buluştu. Şairin, Müslümanların emperyalizme başkaldırışını yansıtan şiirleri büyük ilgi görürken, Bayazıt, şiirde tarihi bir boyutun, fizik ötesine bir açılımın ve günlük hayatın yansımalarının görülmesi gerektiğini savundu. Şiirlerinde mesajı ön planda tutan, şiir anlayışını öncelikle "Büyük Doğu" ve Sezai Karakoç'la biçimlendiren şairin kaleme aldığı son şiirleri ise "Risaleler" adı altında 1987'de Akabe Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Bazı şiirleri İngilizce'ye de çevrilen Erdem Bayazıt, 1981'de Şenol Demiröz, Yücel Çakmaklı, Ahmet Bayazıt, Çetin Tunca, Halil İbrahim Sarıoğlu ve Necdet Taşçıoğlu'ndan oluşan ekiple, Pakistan'ın Peşaver kenti başta olmak üzere İran, Hindistan ve Afganistan'ı gezdi. Bayazıt, yaptığı bu iki aylık gezide izlenimlerini topladığı "İpek yolundan Afganistan'a" adlı eseriyle, 1983'te Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü'nü kazandı. 1988 yılında "Risaleler" adlı şiir kitabıyla da Türkiye Yazarlar Birliği tarafından şiir ödülüne değer görülen Bayazıt, yine TYB tarafından gerçekleştirilen "Türkçe'nin 5. Uluslararası Şiir Şöleni" kapsamında Yahya Kemal adına düzenlenen büyük ödülün sahibi oldu.

  • Attila İlhan

    Ben sana mecburum bilemezsin / Adını mıh gibi aklımda tutuyorum / Büyüdükçe büyüyor gözlerin / Ben sana mecburum bilemezsin / İçimi seninle ısıtıyorum." dizelerinin sahibi Attila İlhan... "Şiirin ve romanın ustası" olarak gösterilen, aynı zamanda gazeteci, senarist ve eleştirmen Attila İlhan, savcı Bedrettin Bey ile Memnune Hanım'ın ilk çocuğu olarak 15 Haziran 1925'te İzmir'in Menemen ilçesinde dünyaya geldi. Aynı zamanda divan şairi babası emekli olduktan sonra avukatlık yapmak üzere İzmir'i tercih edince Attila İlhan ve ailesi buraya yerleşti. İlhan, ilk öğrenimini Karşıyaka Cumhuriyet İlkokulu'nda ve Karşıyaka Ortaokulu'nda tamamlarken, babasının vasıtasıyla henüz öğrencilik yıllarında edebiyata ilgi duymaya başladı. İlk şiirini 3. sınıftayken "İlkbahar" başlığıyla kaleme alan İlhan, ortaokulda da roman yazmaya başladı. İzmir Atatürk Lisesi'nde birinci sınıftayken mektuplaştığı bir kıza gönderdiği Nazım Hikmet şiirleri nedeniyle 1941'de 16 yaşındayken komünizm propagandası yapmaktan tutuklanan Attila İlhan, okuldan uzaklaştırıldı. İlk ödülünü "Cebbaroğlu Mehemmed" adlı şiiriyle aldı Bu süreçte 3 hafta gözetim altında, iki ay hapiste kalan İlhan'a Türkiye'nin hiçbir yerinde okula gidemeyeceğine dair bir belge verildi. Babasının hukuk mücadelesinin ardından Attila İlhan, Danıştay kararıyla 1944'te okuma hakkını tekrar kazanarak, İstanbul Işık Lisesi'nde eğitime başladı. İlhan, lise son sınıftayken amcasının kendisinden habersiz katıldığı, birinciliği Cahit Sıtkı Tarancı, üçüncülüğü ise Fazıl Hüsnü Dağlarca'nın aldığı CHP Şiir Armağanı'nda "Cebbaroğlu Mehemmed" adlı şiiriyle ikincilik ödülünü kazandı. Liseden 1946'da mezun olan şair, daha sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu ve bu dönemde "Gün" ve "Yığın" adlı dergilerde çeşitli şiirler kaleme aldı. İlhan, 23 yaşındayken toplumsal duyarlılıkla yazdığı ilk şiir kitabı "Duvar"ı ise 1948'de kendi imkanlarıyla okurlarıyla buluşturdu. Özgürlük, yurtseverlik, özveri, barış, insanlık temalarını ele alan şiirlerinde, İkinci Dünya Savaşı'nın gerilimini, sıkıntılarını ve çöküntülerini anlattı. Aynı yıl Fransa'nın başkenti Paris'e gitmeye karar veren İlhan, hayatının 1950'li yıllardaki 6 yıllık sürecini sürekli İstanbul, Paris ve İzmir arasında geçirdi. İlhan, Paris'te kaldığı zaman boyunca sosyal-siyasal gözlemler yaptı ve bu gözlemlerini ileride çıkaracağı romanlarında ve şiirlerinde kullandı. 1953'ten sonra sinema yazarlığına başladı Türkiye'ye döndükten sonra 1951'de "Gerçek" gazetesinde yazdığı bir yazı nedeniyle hakkında soruşturma açılan Attila İlhan, bu olaydan sonra yeniden Paris'e gitti. İlhan, Türkiye'ye kesin dönüş yaptıktan sonra üniversite eğitiminin son senesinde okuldan ayrılarak 1953'te "Vatan" gazetesinde sinema eleştirmenliği yapmaya başladı. İlk romanı "Sokaktaki Adam"ı da aynı yıl yayımlayan ve o güne kadar yazdığı 10 romanı yayımlamayan İlhan, bunun sebebini bir söyleşisinde, "Çok akıllıca bir sebebi vardı. Çünkü biliyorum ki yazarlar ilk romanlarında kendilerini anlatırlar. O da romancılık değildir. Günlük tutmaktır." ifadeleriyle açıkladı. Erzincan'da 1957'de askerliğini yapan Attila İlhan, askerlikten sonra sinema çalışmalarına ağırlık vererek, Yeşilçam için çalışmaya başladı. Metin Erksan ve Fikret Hakan gibi isimlerle yaptığı uzun sohbetlerde, "Toplumcu sinema nasıl olmalı?" sorusunun cevabını arayan İlhan, 15'e yakın senaryo kaleme aldı ve yazdığı senaryolardan "Kartallar Yüksek Uçar", "Yarın Artık Bugündür" ve "Sekiz Sütuna Manşet" en fazla izlenen diziler arasında yer aldı. Senaryosunu İlhan'ın kaleme aldığı, yönetmenliğini Lütfi Akad'ın üstlendiği, kardeşi Çolpan İlhan ve Sadri Alışık'ın başrolünde yer aldığı "Yalnızlar Rıhtımı", özgün atmosfer denemeleriyle dikkati çekti. 1960'ta tekrar Paris'e dönen ünlü şair, bu dönemde yine sosyalizmin geldiği aşamaları ve televizyonculuğu inceledi. Babasının vefatından sonra 8 yıl İzmir'de kalan şair, burada "Demokrat İzmir" gazetesinin başyazarlığını ve genel yayın yönetmenliğini yürüttü. Biket Hanım'la 1968'de evlenen İlhan'ın bu evliliği 15 yıl sürdü ve boşandıktan sonra Ankara'ya yerleşti. Burada Bilgi Yayınevi'nin danışmanlığını yürüten İlhan, "Yaraya Tuz Basmak", "Sırtlan Payı" ile "Fena Halde Leman" romanlarını bu dönemde kaleme aldı. Uzun yıllar köşe yazarlığı yaptı Daha sonra İstanbul'a taşınan ve "Gelişim Yayınları"nda görev alan usta şair, "Milliyet", "Güneş", "Yeni Ortam", "Söz", "Meydan Gazetesi" ve "Cumhuriyet" gazetelerinde de uzun yıllar köşe yazarlığı yaptı. Bir dönem müstear isimlerle edebiyat hayatını sürdürdüğü için Türk edebiyatında "Kaptan" lakabıyla anılan, senaryolarında "Ali Kaptanoğlu" takma adını kullanan İlhan, "Beteroğlu" takma adıyla da "Yücel" dergisinde şiirlerini yayımladı. Attila İlhan, şairliğinin başlarında halk şiirleri ve yaklaşık 200 gazel kaleme alırken, daha sonra Nazım Hikmet'tin üslubundan etkilendi ve edebiyat hayatıyla birçok genç edebiyatçıya ilham kaynağı oldu. Gazeteciliğe başladığı dönemde "Seçilmiş Hikayeler", "Kaynak" ve "Ufuklar" dergilerindeki yazılarında "Bobstil ve alafranga" olarak adlandırdığı "Garipçiler"in karşısında yer alan İlhan, 1952-1956'da çıkardığı "Mavi" isimli derginin etrafında toplanan yazar Orhan Duru ve Ferit Edgü gibi isimlerden oluşan edebi topluluğunun çalışmalarıyla "Mavi" ya da "Maviciler" adıyla tanınan toplumcu, gerçekçi şiir akımını başlattı. Şiirlerinde yeni bir ses düzeni oluşturarak, kendine has bir üslup geliştiren Attila İlhan, bir röportajında yazarlık serüvenini şu sözlerle anlattı: "Şiir gelir ve kendini yazdırır. Bu işin zanaatkarlığını da zaten aşağı yukarı 50 yıldan beri yaptığım için şiir yazmakta o kadar zorlanmıyorum. Bu bakımdan şiir benim hayatımda çok yer tutmuyor. Benim hayatımda daha çok yer tutan başka şeyler vardır. Bunların içerisinde bir defa astronomi merakım vardı. Liseyi bitirdikten sonra matematik astronomiye gitmeye hevesli bir gençtim fakat o zamanlar buna imkan vermedi. Biraz da babam istemedi. O zamandan bu zamana astronomi, astrofizik konularıyla çok yakından, merakla ilgilenirim ve uzayda olan olaylar birinci derecede ilgi çevreme girer. Bu yüzden de bilim kurgu dediğimiz edebiyat eserleri benim merakla beklediğim eserlerdir. Bunun dışında çocukluğumdan beri çok yakından sinemayla ilgilenen birisiydim. Tabii bu sonunda beni senaryolar yazmaya götürdü. İmzamla olmayan 15 kadar senaryom film olmuştur. Kendi imzamla yazdığım 5 veya 6 büyük televizyon kanallarında gösterilmiş. En son 'Sokaktaki Adam' romanımın senaryosunu yazdım, o film olarak çekildi." Gazetecilikte muhabirlikten, sekreterlik, köşe yazarlığı, başyazarlık ve genel yayın müdürü görevlerini yürüten İlhan, 20. yüzyılda bir sanatçının, büyük bir fikir ve estetik sentezi yaptığını savundu. Attila İlhan, "Yağmur Kaçağı" ve "Ben Sana Mecburum" gibi şiir kitapları ile de genç şair kuşağını etkilemeyi başardı. Romanlarında tarihsel konulara ağırlık verdi Roman serüvenine başladığı dönemde ise eserlerini daha çok yerel ve kırsal olayların üzerine kuran yazar, bunun yanı sıra şehir insanını, Türkiye'nin yakın dönem tarihini siyasal, ekonomik ve sosyal yanlarıyla ele alan bir yapı içerisinde işledi. İlhan, romanlarında ayrıca Batı kültürünün Türkiye'ye olan olumlu ve olumsuz etkilerini, çizdiği karakterlerle, Avrupa'daki şehirlerle örtüşen bir yapı içerisinde irdeledi. Usta yazar, "Sokaktaki Adam" ve "Zenciler Birbirine Benzemez" romanlarında ise tarihsel konulara ağırlık vererek, "Öz Türkçe" akımına karşı çıkan bir tutum sergiledi. Yazarın "olgunluk dönemi" diye tanımlanan süreçte kaleme aldığı "Aynanın İçindekiler" adlı roman serisinde de "Bıçağın Ucu", "Sırtlan Payı", "Yaraya Tuz Basmak", "Dersaadet'te Sabah Ezanları", "O Karanlıkta Biz", "Allah'ın Süngüleri- Reis Paşa" ve "Gazi Paşa" eserlerinde yer alan karakterler, Türkiye'nin tarihi olayları, politik ve sosyal dengeler üzerinden ele alındı. Fransız romancı Andra Malraux'un "Kanton'da İsyan" ve "Umut" kitapları ile Fransız şair Louis Aragon'un "Basel'in Çanları" adlı kitabını Türkçeye çeviren İlhan, "Attila İlhan'ın Defteri Serisi" kapsamında 9 eseri, Cumhuriyet gazetesindeki "Söyleşi" köşesinde kaleme aldığı yazıların kitaplaştırılmış halini ve TRT 2'de "Zaman İçinde Yolculuk" başlığıyla yayımlanan programının konuşmalarından derlenen 5 kitabı okuyucuyla buluşturdu. Yaşamı boyunca birçok ödül alan İlhan, 1974'te "Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü"nü "Tutuklunun Günlüğü" isimli kitabıyla ve 1975'te ise "Yunus Nadi Roman Armağanı"nı ödülünü "Sırtlan Payı" isimli romanıyla elde etti. Attila İlhan, ilk kalp krizini 1985'te geçirdi ve kardiyolojik sorunları 2004'e kadar devam etti. 10 Ekim 2005'te İstanbul'daki evinde geçirdiği ikinci kalp krizi sonucu 80 yaşında vefat eden sanatçının cenazesi Aşiyan Mezarlığı'na defnedildi. Sanatçının vefatının ardından 2007'de adına kurulan "Attila İlhan Bilim Sanat Kültür Vakfı" bünyesinde, edebiyat alanında her yıl çeşitli ödüller verilmeye başlandı. Usta şairin okurlarıyla buluşturduğu bazı eserleri şöyle: Şiir: "Duvar", "Sisler Bulvarı", "Yağmur Kaçağı", "Ben Sana Mecburum", "Bela Çiçeği", "Yasak Sevişmek", "Tutuklunun Günlüğü", "Böyle Bir Sevmek", "Elde Var Hüzün", "Korkunun Krallığı", "Ayrılık Sevdaya Dahil" Roman: "Sokaktaki Adam", "Zenciler Birbirine Benzemez", "Aynanın İçindekiler Serisi", (Gezi) "Abbas Yolcu" Senaryolar: "Yalnızlar Rıhtımı", "Ateşten Damla", "Şoför Nebahat", "Devlerin Öfkesi", "Rıfat Diye Biri", "Ver Elini İstanbul"

  • Necip Fazıl Kısakürek

    Türk edebiyatı tarihinde Baki'den sonra ikinci "Sultanu'ş Şuara" unvanına sahip olan, "Kaldırımlar", "Çile", "Reis Bey" ve "Bir Adam Yaratmak"ın da aralarında bulunduğu yüze yakın esere imza atan şair, yazar ve düşünür Necip Fazıl Kısakürek... ( Muhammed Ali Yiğit - Anadolu Ajansı ) Savcılık ve hakimlik görevlerinde bulunan hukukçu Abdülbaki Fazıl Bey ile Girit muhaciri bir ailenin kızı olan Mediha Hanım'ın çocuğu olarak 26 Mayıs 1904'te dünyaya gelen Kısakürek'in çocukluğu, "terbiyemi borçluyum" dediği, dönemin hakimlerinden büyükbabası Maraşlı Kısakürekzade Mehmet Hilmi Bey'in Çemberlitaş'taki konağında geçti. Okumayı 5-6 yaşlarındayken dedesinden öğrenen ve günlük gazeteleri okuyarak çevresine anlatan Kısakürek, büyükannesi Zafer Hanım'ın da etkisiyle romanlar sayesinde okuma tutkusuyla tanıştı. Kısakürek, mahalle mektebinde başladığı öğrenimine, Fransız Papaz Mektebi, Amerikan Koleji ve Rehber-i İttihad okullarında devam etti. İlkokulu Heybeliada Numune Mektebi'nde tamamlayan şair, 1916'da Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Akseki, Hamdullah Suphi Tanrıöver'in de öğretmenlik yaptığı Mekteb-i Fünun-u Bahriye-i Şahane'ye (Deniz Harp Okulu) girdi. Usta yazarın tasavvufla ilk teması ise bu okuldaki edebiyat hocası İbrahim Aşki Bey'in kendisine verdiği "Semarat-ül Fuat" ve "Divan-ı Şah-ı Nakşibend" eserleriyle gerçekleşti. Nazım Hikmet ile aynı okulda okudu Şiire ilgisi öğrencilik yıllarında oluşan ve "Nihal" isminde haftalık bir dergi çıkarmaya başlayan Kısakürek, şair Nazım Hikmet Ran ile aynı okulda eğitim gördü. Kısakürek, Lord Byron, Oscar Wilde, Shakespeare'in de aralarında bulunduğu önemli batılı yazarların eserlerini orijinal dilinde okudu. Usta edebiyatçı, 1918'de Ahmet Haşim, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Faruk Nafiz, Ahmed Kudsi gibi edebiyatçılarla tanıştığı Darülfünun Edebiyat Medresesi Felsefe Bölümü'nde eğitime başlarken, Ziya Gökalp'in kurduğu, Yakup Kadri ve arkadaşlarının çıkardığı "Yeni Mecmua" dergisinde ilk kez şiiri yayımlandı. Maarif Vekaleti'nin 1924'te açtığı sınavı kazanan Kısakürek, Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla 20 yaşında Paris Sorbonne Üniversitesi'ne gitti ve bir sene sonra İstanbul'a dönerek ilk şiir kitabı "Örümcek Ağı"nı çıkardı. Ünlü "Kaldırımlar" eserini 1928'de yayımlayan şairin bu eseri okurun büyük ilgisini ve hayranlığını kazandı. Kısakürek hakkında kullanılan "bir mısrası bir millete şeref vermeye yeter", "şimdiye kadar gelen şairlerin en büyüğü" gibi ifadeler de bu dönemde yoğunlaşmaya başladı. Abdülhakim Arvasi ile tanıştıktan sonra eserlerinde tasavvufi düşüncenin izleri görüldü 1929'da Fikret Adil'in Asmalı Mescit'teki pansiyon odasında, Peyami Safa, ressam İbrahim Çallı, Tanburi Cemil Bey'in oğlu Mesut Cemil ve gazeteci Eşref Şefik gibi ünlü isimlerle kısa bir süre bohem hayatı yaşadı. 1930'da Ankara'da İş Bankası'nın genel muhasebe şefi olarak çalışmaya başlayan Kısakürek, bir taraftan da Ankara'da çıkarılan "Hakimiyet-i Milliye" gazetesinde tahlil yazıları yazdı. Ankara'da bulunduğu dönemde Şevket Süreyya Aydemir'in müdürü olduğu Ankara Ticaret Lisesi'nde 2 ay öğretmen olarak görev alan Kısakürek, 1931'de Taksim Taşkışla'da bir buçuk yıl askeri eğitimin yanı sıra subaylık yaptı. Daha önce çıkardığı "Örümcek" ve "Kaldırımlar" şiirleriyle yeni yazdıklarını bir araya getirerek "Ben ve Ötesi" kitabını 1932'de çıkaran usta yazar, kitapta 1922'den 1932'ye kadar yazdığı 71 şiirine yer verdi. Abdülhakim Arvasi ile 1934'te tanışan Kısakürek için bu tarih bir milat kabul oldu ve eserlerinde tasavvufi düşüncenin izleri görülmeye başlandı. Ayrıca bu dönemden sonra sanat ve edebiyat çevrelerinde "mistik şair" ve "bay mistik" diye anılmaya başlayan Kısakürek, bu söylemlere karşı "Tam 30 Yıl" başlıklı şiirinde "Tam 30 yıl saatim işlemiş, ben durmuşum. Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum." ifadelerine yer verdi. Kısakürek'in 1935'te Muhsin Ertuğrul'un tavsiyesiyle yazdığı "Tohum" ile 1937'de kaleme aldığı "Bir Adam Yaratmak" eserleri, İstanbul Şehir Tiyatroları'nda Ertuğrul'un rejisiyle sahnelenir. İnsanları Anadolu’nun içinde barındırdığı tohumu keşfe çağıran, Maraş'ın Fransız işgalinden kurtuluşunu anlatan "Tohum", sanat çevrelerinden büyük ilgi görürken, halkın ilgisini çekmedi. Cahit Sıtkı Tarancı, Krun gazetesinde oyunun ana teması olan madde-ruh karşıtlığını şu sözleriyle dile getirir: “Edebiyatımızın bulutlu göklerine bir kavsi kuzah çizen bu anlayış, Necip Fazıl için, Necip Fazıl’ın tefekkür dünyası için ne zamandan beri olgunlaşa olgunlaşa dallarını kıracak bir raddeye gelen meyvelerin çatlayıp düşmesi kadar tabii ve deruni bir zaruretti; zira “Tohum” Eflatundan Bergson’a kadar insanlığın yüzyıllardır yetiştirdiği bütün büyük kafaların uykusunu kaçırmış olan bir meseleyi ruh ve madde münakaşasını diriltmekte, Necip Fazıl’ın bütün estetiği ise özün kabuğa, ruhun maddeye üstünlüğü prensibine dayanmaktadır.” "Bir Adam Yaratmak" eseri ise olay örgüsü ve diyalogların derinliği bakımından herkes tarafından büyük ilgi gördü ve kendisinin "Türk Shakespeare'i" olarak anılmasının yolunu da açtı. 1936'da sahibi ve başyazarlığını yaptığı "Ağaç" mecmuası, çıktığı 17 sayı boyunca dönemin önde gelen entelektüellerini aynı çatı altında topladı. Kendi deyimiyle "mücadele sahası"na girdiği 1938'de yeni bir milli marş yazılması için "Ulus" gazetesinin açtığı yarışmada kendisine yapılan teklifi kabul eden Kısakürek, yarışmadan vazgeçilmesi şartını öne sürdü. İsteği kabul gören Kısakürek, "Büyük Doğu Marşı"nı yazdı. Kısakürek, Fatma Neslihan Baban ile 1941'de evlendi ve Mehmed, Ömer, Ayşe, Osman ve Zeynep isimli çocukları dünyaya geldi. Necip Fazıl, ayrıca 1939-1943 yılları arasında Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi, Devlet Konservatuvarı'nda ve İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi'nde dersler verdi. Atlara ve ata binmeye özel bir ilgi duyan usta şair, bu ilgisini de, "Dokuz yaşında ata bindim ve bir daha inmedim. Her binişimde büyüdüm ve her inişimde küçüldüm." sözleriyle dile getirdi. Kısakürek, "At'a Senfoni" adlı bir eser de kaleme aldı. Büyük Doğu dergisinde ünlü isimlerin yazılarına yer verildi İlk kez eylül 1943'te haftalık olarak yayımlanmaya başlanan ve dönemin ünlü isimlerinin yazılarına da yer verilen "Büyük Doğu" dergisinde Necip Fazıl, ana hatlarıyla “İdeolocya Örgüsü” köşesinde açıkladığı düşünce sistemiyle özgül bir tarih muhasebesi, devlet anlayışı, estetik bakış ve fikrî duruş ortaya koyar. Kısakürek'in dergide, "Adıdeğmez", "İstanbul Çocuğu", "Fa", "Tenkitçi", "N.F.K.", "Ne-Mu", "Ahmet Abdülbaki", "Abdinin Kölesi", "Bankacı", "Be-De", "Dilci", "İstanbullu", "Muhbir" gibi takma isimlerle de yazıları yayımlandı. Bakanlar Kurulu kararıyla 1944'te kapatılan dergi, 1945'te yeniden yayımlanmaya başlasa da 1 yıl sonra bir kez daha kapatıldı. Dergi, 1947'de yeniden okuyucuyla buluştu fakat kısa süre sonra mahkeme kararıyla yine kapatılırken bu kez Kısakürek tutuklandı ve derginin sahibi görünen eşi Neslihan Hanım ile "Padişahlık propagandası yapmak-Türklüğe ve Türk milletine hakaret" etmekten yargılandı. Şair Kısakürek, 1949'da "Büyük Doğu Cemiyeti"ni kurmasından yaklaşık bir sene sonra, eşi Neslihan Kısakürek ile cezaevine girdi ve aynı yıl yapılan genel seçimlerden sonra Demokrat Parti'nin çıkardığı Af Kanunu ile serbest kaldı. İslami değerleri öne çıkarmasıyla dikkati çeken "Büyük Doğu"yu tekrar tekrar çıkaran Kısakürek'in dünya görüşünü ve cemiyet nizamına ait düşüncelerini aksettiren "İdeolocya Örgüsü" yazıları da bu dönemde başladı. Derginin çıkmadığı zamanlarda, "Yeni İstanbul", "Son Posta", "Babıalide Sabah", "Bugün", "Milli Gazete", "Her Gün" ve "Tercüman" gazetelerinde Kısakürek'in günlük fıkra ve yazıları yayımlandı. Birçok kez cezaevine giren Kısakürek'in farklı dönemlerle 512 sayıya ulaştırdığı "Büyük Doğu" dergisinde Özdemir Asaf, Peyami Safa, Nurettin Topçu, Nihal Atsız, Cemil Meriç, Şevket Eygi, Sezai Karakoç, Sabahattin Zaim, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Ziya Osman Saba, Sabahattin Kudret Aksal, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sait Faik, Oktay Akbal, Samiha Ayverdi, Reşat Ekrem Koçu ve Ahmet Adnan Saygun'un da aralarında bulunduğu pek çok isim yer aldı. Necip Fazıl Kısakürek'in "baş eser" olarak gördüğü, şiir mefküresini de ortaya çıkaran "Çile" eseri 1962'de okuyucuyla buluşur. Necip Fazıl, bütün şiirleri arasından bir “süzme ve bütünleştirme” yaptığını söyleyerek bu kitabın dışındaki şiirlerinin artık kendisine mal edilmemesini ister. Mehmet Kaplan "Çile"yi “Necip Fazıl’ın düşünce ve estetik dünyasının çok olgun bir örneği" olarak görür. Sezai Karakoç ise şairi şöyle değerlendirir: "Şiir aslında Necip Fazıl’da sürekli olarak, ‘ben’in hiçlikle yaptığı ölümüne savaşın en etkili belki de tek silahıdır." Kısakürek, Büyük Doğu Hareketi'yle geniş kitlelere ulaştı ve 1963'te başta İzmir, Erzurum, Bursa olmak üzere Türkiye'nin her tarafına yayılan konferans dizisine başladı. Yurdun en ücra kazalarında bile insanlarla bir araya gelen Kısakürek'in bu konferansları daha sonra yurt dışına da taşındı. 1972'de Almanya'ya giden şair Kısakürek, 1973'te oğlu Mehmed ile Büyük Doğu Yayınevi'ni kurdu. Yayınevi bünyesinde "Esselam" isimli manzum eserinden başlayarak daha evvel çeşitli yayınevlerince basılmış eserlerinin düzenli yayınına başlandı. Mehmed Kısakürek o günleri bir söyleşisinde şöyle anlattı: "Büyük Doğu Yayınları 1973 senesinde kuruldu. Daha doğrusu kurduruldu. Bana kurduruldu. Vefatından 10 yıl önce bendenizin adına... Bu nokta benim için önemli... Yani bana veraseten intikal etmiş değil... 73 baharıydı; "düş önüme!" dedi. Gittik, Sultanahmet taraflarında küçük bir oda tuttuk. Dikdörtgen şeklinde ince uzun formika bir masayla iki âdi sandalye satın aldık. Bir de çay ihtiyacımız için küçük bir ispirto ocağı... Masanın bir ucuna oturdu. Karşısına da ben... "- Haydi bakalım, başla yazmaya!" Dedi." 1980'de "Sultanu'ş Şuara" unvanını aldı Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) tarafından 1975'te mücadelesinin 40'ıncı yılı münasebetiyle jübile düzenlenen Kısakürek, 1976'dan 1980'e kadar 13 sayı "Rapor" dergisini yayımladı. Okura büyük ufuk aşılayan 1943'le 1978 yılları arasındaki 36 yıllık Büyük Doğu külliyatı, Anadolu coğrafyasının sınırlarını aşan bir sesi yeryüzüne taşır. Türk Edebiyatı Vakfınca 1980'de "Sultanu'ş Şuara (Şairler Sultanı)" unvanı verilen Necip Fazıl Kısakürek, Baki'den sonra bu unvanına sahip ikinci şair olarak tarihe geçti. 1980'de Kültür Bakanlığı Büyük Ödülü verilen Kısakürek, 1981'de Milli Kültür Vakfı Armağanı'nı, 1982 yılında da Türkiye Yazarlar Birliği "Üstün Hizmet Ödülü"nü aldı. "Üstad" olarak anılan Kısakürek, hayatı boyunca "Künye", "Sabır Taşı", "Çerçeve", "Para", "Vatan Şairi Namık Kemal", "İdeolocya Örgüsü", "Son Devrin Din Mazlumları", "Halkadan Pırıltılar", "Çöle İnen Nur", "Maskenizi Yırtıyorum", "Ulu Hakan II. Abdülhamid Han", "Kanlı Sarık", "Sonsuzluk Kervanı", "At'a Senfoni", "Sahte Kahramanlar", "Her Cephesiyle Komünizm", "Babıali", "Ahşap Konak" ve "Reis Bey"in de aralarında bulunduğu çok sayıda esere imza attı. Usta edebiyatçının "Bir Adam Yaratmak" eseri 1977'de Yücel Çakmaklı tarafından televizyona, "Reis Bey" adlı eseri ise Mesut Uçakan tarafından sinemaya uyarlandı. "Bir Adam Yaratmak" eseri 2002'de, "Reis Bey" eseri 2017'de İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından sahneye konulan Kısakürek'in "Reis Bey" oyunu ayrıca 2012'de Devlet Tiyatrolarınca tiyatroseverlerin beğenisine sunuldu. Aksiyon ve dava adamı Kısakürek, şiirde olduğu kadar Türk fikir, siyaset ve sosyal hayatında emsalsiz izler bırakırken pek çok ismin hayatına yön verdi. Yaklaşık 80 yıllık ömrüne birçok gazete ve dergide sayısız yazı, "Ağaç", "Rapor" ve "Büyük Doğu" adlarıyla çıkardığı dergi, düzineleri aşan konferans ve hitabenin yanı sıra 70 eser sığdıran Üstad, şeker hastalığı sebebiyle Erenköy'deki evinde 25 Mayıs 1983'te vefat etti. Cenaze namazı, Türkiye'nin her tarafında binlerce gencin katılımıyla Fatih Camisi'nde kılınan Kısakürek'in naaşı omuzlarda taşınarak, Eyüp Sultan Mezarlığı'nda toprağa verildi. Üstad Necip Fazıl Kısakürek'in aynı zamanda manevi ve kültürel mirasını yaşatmak amacıyla Star gazetesi tarafından 6 yıldır, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın desteğiyle "Necip Fazıl Ödülleri" takdim ediliyor. "Batı edebiyatında eşleri ve özdeşleri bulunmayan bir sesti Necip Fazıl" Şair, yazar Mehmet Akif İnan, TRT'de yer alan röportajında Necip Fazıl Kısakürek için şunları kaydetmişti: "Eserleri tür ve konu bakımından ilginçtir. Şiir, tiyatro, hikaye ve romandan dine, tasavvufa, tarihe ve siyasete kadar hemen hemen her alanı kapsar. Yazdıklarının tümü onu düşünür ve bir sanat adamı olarak çıkarıyor karşımıza. Ama Necip Fazıl'ın en önde gelen ve en başta anılan yönüyse şairliğidir. Şairliği de onun mütefekkir ve araştırıcı kişiliğinin bütün ipuçlarını kapsar. Aslında gerek kendi edebiyatımızda ve gerekse Tanzimat'tan beridir gölgesini üstümüzden eksiltmediğimiz Batı edebiyatında eşleri ve özdeşleri bulunmayan bir sesti Necip Fazıl. İnsanı sosyal ve kişisel sorunlarıyla yakalama ve bunları hiç alışılmamış imajlarla sergileme özelliği Necip Fazıl'ın şiir karakteristiğini oluşturur." Şair Sezai Karakoç ise Necip Fazıl Kısakürek'in en önemli misyonunun "İslam" idealini gündeme getirmesi ve onu ömrü boyunca yüksek sesle savunması olduğunu Diriliş Dergisi'nde şu sözlerle anlatmıştı: "Şüphesiz büyük bir şairdi. Şiiri hakkında en uzun incelemeyi yapmış biri olarak burada onun üzerinde durmayı fazla bulurum. O inceleme ki, nice incelemelerin, doktora tezlerinin hazırlanmasında bir kaynak oldu. Yalnız ona mahsus olan bir özellik, bir düşünürdü Üstad. Önemli bir piyes yazarıydı. Polemik yanı, tartışma kalemi ve cesareti ünlüydü. Nice tabu konulara el atmıştı. Fakat asıl özelliği bunların ötesinde... Çünkü şair olarak, piyes yazarı olarak geçmişte ya da çağda, bizde ya da dışarıda emsali bulunabilir. Ama, öyle bir özelliği var ki, bu, geldiği çağ gereği, yalnız ona mahsus olan bir özellik. Misyonu da bu noktada gizli üstadın. Bu misyon, ülkemizde, entelektüel planda, sadece bilim alanında değil, yaşama planında 'İslam'ın gündeme getirilmesidir. Entelektüellerin İslam'a dönüp bakmaları sağladı. İslam'ı bir hayat tarzı olarak seçmemiz gerektiğini söyledi. İslam'ı çağımız insanı için de, gelecek zaman insanı için de yaşanacak bir hayat tarzı olarak seçmemiz gerektiğini O söyledi. O, bunu bir bilim konusu gibi değil, canlı bir savaşım şeklinde sürdürdü."

  • Nazım Hikmet

    "Kuvayi Milliye", "835 Satır", "Benerci Kendini Niçin Öldürdü?" ve "Memleketimden İnsan Manzaraları"nın da aralarında bulunduğu çok sayıda unutulmaz eseri kaleme alan, dünyaca ünlü şair Nazım Hikmet Ran... Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden Nazım Hikmet Ran, 20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdu. Doğum tarihi nüfusa 1902 olarak kaydedilen şairin asıl adı Mehmet Nazım olsa da edebiyat tarihinde "Nazım Hikmet" adıyla tanındı. Şair, Ran soyadını ise sonradan aldı. Dedesi Nazım Paşa'nın etkisiyle şiirler yazmaya başlayan usta kalem, yaşamının ilk yıllarını ve şiire başlama hikayesini, yaptığı bir açıklamada şöyle anlatmıştı: "Ben 1902 yılında, 20 Ocak'ta Selanik'te doğdum. Dedem valiydi, şiirle ilgilenirdi. Annem ressamdı, birkaç yabancı dil bilirdi. Babam önce elçilik, daha sonra üst düzey memurluk yaptı. İlk şiirimi 13 yaşındayken yazdım. Bir yangını anlatıyordu. Ailem benim harika bir çocuk olduğuma karar vermiş ve şiir yazmamı telkin etmeye başlamıştı. 15 yaşında bahriye okuluna verdiler. Deniz subayı yapmak istiyorlardı beni. Okuduğum sınıf ikiye ayrılmıştı. Bir kısmı sporla, diğeri şiirle uğraşıyordu. Ben şairler tarafına düştüm. Okulda bize tarih ve edebiyat derslerini ünlü Türk şairi Yahya Kemal veriyordu. Kedimi anlatan bir şiir yazmıştım. Yahya Kemal, şiirimi okuduktan sonra kedimi getirmemi söyledi. Tüyleri dökülmüş, çelimsiz bir kediydi. Yahya Kemal o zaman bana 'Bu kadar allayıp pullayabildiğine göre, senden kesin şair olur.' demişti. 16 yaşındayken Yeni Mecmua'da 'Servilikler' adlı şiirim yayınlandı. Bu şiir herkes tarafından beğenilmişti. 17 yaşında artık yazdıklarım ciddi ciddi basılıyordu." Usta şair, ilkokulu Göztepe Taş Mektep'te okudu, ardından Mekteb-i Sultani'nin hazırlık sınıfına yazıldı. Ailesinin yaşadığı ekonomik sıkıntı nedeniyle bir yıl sonra okuldan alınan Ran, Nişantaşı Sultanisi'ne kaydedildi. Yahya Kemal'in düzenlediği "Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?" şiiri 1918'de yayınlandı Nazım Hikmet, ilk şiiri "Feryad-ı Vatan"ı 11 yaşında kaleme aldı. Denizciler için yazdığı "Bir Bahriyelinin Ağzından" şiirinden etkilenen Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın desteğiyle 1917'de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi'nden 1919'da mezun oldu. Usta şair, Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı ancak 1920'de geçirdiği bir hastalık sebebiyle, 1921'de sağlık kurulu kararıyla askerlikten çıkarıldı. Bu süreçte edebiyatla ilgisini koparmayan Ran, yazdığı şiirleri büyük hayranlık duyduğu Yahya Kemal'e gösterip, eleştirilerini aldı. "Bir inilti duydum serviliklerde/ Dedim: Burada da ağlayan var mı? /Yoksa tek başına bu kuytu yerde, /Eski bir sevgiyi anan rüzgar mı? / Gözlere inerken siyah örtüler / Umardım ki artık ölenler güler / Yoksa hayatında sevmiş ölüler / Hala servilerde ağlıyorlar mı?" dizelerinden oluşan ve Yahya Kemal tarafından düzenlenen, "Hala Servilerde Ağlıyorlar mı?" şiiri, 1918'de Yeni Mecmua'da yayımlandı. Nazım Hikmet Ran, 1920'de Alemdar gazetesinin açtığı yarışmada birincilik ödülünü kazandı. İlk dönemlerinde adı "hececi" şairlerle anılan Ran, İstanbul'un işgal altında olduğu günlerde, vatan sevgisini yansıtan coşkulu direniş şiirleri kaleme aldı. Usta şair, Milli Mücadele'ye katılmak üzere, 1921'de Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve Vala Nurettin ile Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice binerek İnebolu'ya geçti. Bolu'da bir süre öğretmenlik yapan şair, daha sonra Batum üzerinden Moskova'ya giderek, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesinde (KUTV) okudu. "İstiyorum ki okuyucum bende bütün duygularının ifadesini bulabilsin" Usta şair, ne yazdığını anlamasa da Batum'da duyduğu Rusça bir şiirin şeklinden etkilenerek serbest şiire ilgi duymaya başladı. Moskova yolculuğu sırasında yazmaya başladığı "Açların Gözbebekleri" şiirinde serbest ölçüyü deneyen Ran, yazdığı bazı şiirleri 1923'te "Yeni Hayat" ve "Aydınlık" adlı dergilere göndererek yayımlattı. Ran, serbest ölçüde Türk şiirinin ilk örneklerini verirken, bir makalesinde şunları kaleme almıştı: "Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler de dar kafalıdır. Şiir öyle de yazılır, böyle de. Ben şimdi bütün şekillerden yararlanıyorum. Halk edebiyatı vezninde de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En sade konuşma diliyle kafiyesiz, vezinsiz şiir de yazıyorum. Sevdadan da barıştan da inkılaptan da hayattan da ölümden de sevinçten de kederden de umuttan da umutsuzluktan da söz ediyorum. İnsana has her şeyin şiirime de has olmasını istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende bütün duygularının ifadesini bulabilsin." Moskova'dan 1924'te Türkiye'ye dönen Nazım Hikmet, Aydınlık dergisinde yayımlanan şiir ve yazılarından dolayı 15 yıl hapsi istenince tekrar Moskova'ya gitti. Toplumcu bir sanat anlayışını benimsedi Nazım Hikmet Ran'ın ilk şiir kitabı "Güneşi İçenlerin Türküsü", 1927'de Bakü'de yayımlandı. Cumhuriyet'in 5. yıl dönümü münasebetiyle çıkarılan aftan yararlanmak üzere Temmuz 1928'de Türkiye'ye girerken yakalanan Nazım Hikmet, bir süre tutuklu kaldı. Usta şair, yazı kadrosuna katıldığı "Resimli Ay" dergisinde bir yandan şiirlerini yayımladı, bir yandan da edebiyatın yerleşmiş değerlerine karşı sert çıkışlar yaptı. Kendisini "sosyalist şair" olarak tanımlayan Ran, sanatın amacı konusundaki tartışmada "Sanat sanat için değildir." diyerek toplumcu bir anlayışı benimsediğini ifade etti. İstanbul'da 1929'da basılan "835 Satır" şiiri, edebiyat çevrelerinde geniş yankı uyandıran Ran, tam anlamıyla klasik de denilemeyecek ama biçimsel bakımdan daha az deneysel bir şiir dili geliştirdi. Şiirleriyle ilgili açılan pek çok davada beraat eden Ran, 1933'e kadar "gizli örgüt kurmak" suçundan daha sonra ise "orduyu ve donanmayı isyana teşvik" suçundan tutuklandı ve 28 yıl 4 ay hapis cezasına mahkum edildi. "Memleketimden İnsan Manzaraları" eserinde 17 bin mısra yazdı Nazım Hikmet Ran, 1939'da, 17 bin mısradan oluşan "Memleketimden İnsan Manzaraları" adlı eserini yazmaya başladı. Genel Af Yasası'ndan yararlanarak, 1950'de serbest kalan şaire, Dünya Barış Konseyi tarafından Picasso, Paui Rubeson, Wanda Jakubuurska ve Pablo Neruda'yla birlikte "Uluslararası Barış Ödülü" verildi. Neruda'nın "Nazım'a sahip çıkın. Biz onun yanında şair bile sayılmayız." dediği şair Ran, serbest kaldıktan sonra askerlik görevine alınacağını öğrenince, öldürüleceği düşüncesiyle Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği'ne gitti. Ran, 25 Temmuz 1951'de Bakanlar Kurulunca Türk vatandaşlığından çıkarıldı. Aynı yıl şairin oğlu Mehmet dünyaya geldi. Uluslararası barış kongrelerine katılması ve bu doğrultuda mücadele etmesi nedeniyle de eserleri birçok dile çevrilen Ran, dünyada çapında büyük bir üne ulaştı. Pek çok ülkeye seyahat ederek konferanslara katılan ve şiirlerini okuyan Nazım Hikmet, 3 Haziran 1963'te kalp yetmezliği sonucu Moskova'da hayatını kaybetti. "Ölüm Nazım'ın ilk ve son uykusu oldu" Ünlü Fransız yazar ve düşünür Jean Paul Sartre, Nazım Hikmet'in vefatının ardından yaptığı açıklamada şu ifadeleri kullanmıştı: "Vefalı dost, yiğit savaşçı, insan düşmanlarının amansız düşmanı, her yerde insana hizmet etmek ama hiçbir şeye kayıtsız kalmak istemiyordu. Bilirdi ki insan yaratılmış bir mahluktur ve asla dünyaya hazır gelmiyor. İnsanın durmadan düşmanla savaşarak kendi kendini yaratması gerekmektedir. Sözün kısası, Nazım Hikmet'in dediği gibi asla uyumamak lazımdır. O asla uyumadı. Önemli olan odur ki, ölüm onun ilk ve son uykusu oldu." Yazar Yaşar Kemal ise kaleme aldığı "En Büyük Şairimiz" adlı makalesinde "büyük halk ozanlarının son büyük halkası" dediği Nazım Hikmet için "Türk dili var oldukça Nazım Hikmet de var olacaktır." demiş, ayrıca "Eğer Nazım Hikmet gibi büyük bir yol gösterici gelmeseydi, edebiyatımız bu seviyeye çıkamazdı." değerlendirmesinde bulunmuştu. Nazım Hikmet Ran'ın doğumunun 100. yılı dolayısıyla 2002 yılı UNESCO tarafından "Nazım Yılı" ilan edildi. Novodeviçi Mezarlığında toprağa verilen şair, 5 Ocak 2009 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla yeniden Türk vatandaşlığına kabul edildi. Ran'ın "Dağların Havası" (Osmanlıca), "Güneşi İçenlerin Türküsü", "835 Satır", "Sesini Kaybeden Şehir", "Benerci Kendini Niçin Öldürdü?", "Taranta Babu'ya Mektuplar" isimli eserleri yaşamı sırasında, "Kurtuluş Savaşı Destanı", "Rubailer", "Memleketimden İnsan Manzaraları", "Cezaevinden Memet Fuat'a Mektuplar", "Kemal Tahir'e Mapushaneden Mektuplar", "Kuvayi Milliye", "Sevdalı Bulut", "Nazım ile Piraye", "Hikayeler", "Piraye'ye Mektuplar", "Henüz Vakit Varken Gülüm"ün de aralarında bulunduğu çok sayıda eseri ise vefatından sonra yayımlandı. Eserleri 50'den fazla dile çevrilen şair, cezaevindeyken, İbrahim Sabri ve Mazhar Lütfi takma adlarının yanında imzasız olarak da bazı şiirlerini okuyucuyla buluşturdu, 1949'da ise Ahmet Oğuz Saruhan adıyla "La Fontaine'den Masallar" isimli kitabını çıkarttı. Akşam, Son Posta ve Tan gazetelerinde "Orhan Selim" takma adıyla fıkra yazarlığı ve başyazarlık yapan Ran'ın yine Orhan Selim imzalı "İt Ürür Kervan Yürür" adlı bir kitabı da bulunuyor. Oyun yazarı da olan Nazım Hikmet'in, "Kafatası", "Bir Ölü Evi", "Unutulan Adam" ve "Ferhat İle Şirin"in de aralarında bulunduğu 22 tiyatro eseri, Türkiye'nin yanı sıra Rusya, Almanya, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya'da sahnelendi. Türkiye'de serbest nazımın ilk uygulayıcısı olan Nazım Hikmet'in şiirleri, Ahmet Kaya, Ruhi Su, Edip Akbayram, Fikret Kızılok, Cem Karaca, Fuat Saka, Zülfü Livaneli ve Yunan besteci Manos Loizos tarafından seslendirildi.

  • Samiha Ayverdi

    Roman, hikaye, tarih, anı, düz yazı, şiir gibi farklı alanlarda birçok eser veren yazar, zamanda mütefekkir ve mutasavvıf Samiha Ayverdi... Ayverdi, 25 Kasım 1905'te Meliha Hanım ile Piyade Kaymakamı Yarbay İsmail Hakkı Bey'in ikinci çocuğu olarak İstanbul Şehzadebaşı'nda dünyaya geldi. Sanat tarihçisi Ekrem Hakkı Ayverdi'nin kardeşi olan usta yazarın baba tarafı Ramazan oğullarına, anne tarafı ise Bektaşi dervişi Gül Baba'ya kadar uzanıyor. Babasının kütüphanesiyyle kendisini yetiştirdi Samiha Ayverdi, henüz 3-4 yaşındayken babasının kendi evlerinde düzenlediği ve Ziya Paşa, Cevdet Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Çürüksulu Mahmut Paşa ile ressam Ali Rıza Bey'in yer aldığı selamlık sohbetlerine katıldı. Mahalle mektebine 5 yaşında başlayan usta edebiyatçı, babasının zengin kütüphanesiyle kendini yetiştirdi. Ayverdi, Süleymaniye Kız Numune Mektebi'nden 1921'de mezun olduktan sonra tarih, tasavvuf, felsefe ve edebiyat alanlarında aldığı özel derslerle eğitim hayatını sürdürdü. İyi derecede Fransızca bilen ve keman çalan Ayverdi, ruhen ve fikren anlaşamadığı, kaymakam olan eşinden, kızı Nadide'nin doğumundan sonra ayrıldı, bir daha evlenmedi. Kenan Rıfai, hayatının dönüm noktası oldu Annesi sayesinde tanıştığı, mütefekkir ve mutasavvıf Kenan (Rifai) Büyükaksoy, yazarın hayatında önemli bir rol oynadı. Yazarlığa Kenan Rifai aracılığıyla adım atan Ayverdi, ilk yazılarını Necip Fazıl Kısakürek'in çıkardığı "Büyük Doğu" dergisinde okurla buluşturdu. Yazar Ayverdi, "Resimli İstanbul Haftası", "Fatih ve İstanbul", "Türk Yurdu", "Havadis", "Ölçü", "Hür Adam", "Anıt", "Türk Kadını", "Tercüman", "Kubbealtı Akademi Mecmuası" ve "Türk Edebiyatı" adlı dergilerde de yazılarını kaleme aldı. Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet'in kuruluşuna genç yaşta tanık olan Ayverdi, ilk romanını 1938'de "Aşk Budur" adıyla yayınlandı. Ayverdi, tarih ve medeniyet konularını eserlerine taşıdı, 1946'ya kadar tasavvuf ve manevi aşk üzerine roman ve hikaye kitapları yazdı. Sonraki yıllarda ise edebi hayatına tarihi ve sosyal içerikli biyografi, hatıra, mektup, makale ve inceleme türündeki eserlerle devam etti. Mevlana, Muhyiddin-i Arabi, Hafız ve Şeyh Sadi Şiraz'dan etkilendi Mevlana, Muhyiddin-i Arabi, Hafız ve Şeyh Sadi Şiraz'dan etkilenen Samiha Ayverdi, bir yandan da Batı edebiyatını ve dünya düşünce akımlarını takip etti. Ayverdi, hayatı boyunca yaklaşık 50 eser kaleme aldı. Yaşadığı dönemde batılılaşmayla meydana gelen değişimi ve bu değişimin toplumda sebep olduğu sorunları ve çözümleri romanlarına taşıyan yazar, eserlerinde Türkçeyi yalın ve titizlikle kullandı. Kaleme aldığı "İbrahim Efendi Konağı"nda, kişisel anılarından yola çıkarak, konak hayatını, "Mesihpaşa İmamı" romanında ise sevgiden yoksun ve sahip olduğu değerlerin farkında olmayan bir din adamını anlattı. Samiha Ayverdi'nin Türkiye'deki milli eğitim ve kültür alanında yaşadığı boşluklardan ve hatalardan yola çıkarak, "Milli Kültür Meseleleri ve Maarif Davamız" adlı eseri hazırladı. Milli kültür ve manevi değerler adına birçok hizmette bulundu Mevlana'nın anıldığı ve hala devam eden "Şeb-i Arus" merasimlerinin ilk kez 1954'te yapılmasına öncülük eden Ayverdi, dönemin halk aşıklarına ulaşarak çeşitli derlemeler yapan, kasetler hazırlatan ve Yunus Emre'nin şiirleriyle ilahileri yayınlayan "Yeni Doğuş Cemiyeti" derneğinin kurucuları arasında yer aldı. Ayverdi, aksiyoner ve birleştirici mizacıyla bazı sosyal ve kültürel kurumların oluşmasını teşvik etti ve İstanbul Fetih Cemiyeti, İstanbul Enstitüsü ve Yahya Kemal Enstitüsü'nde üye olarak yer aldı. Türk Kadınları Kültür Derneği İstanbul Şubesi'nin ve Kubbealtı Akademisi'nin kurucu üyesi olan Ayverdi, 1969 ve 1980 arasında çeşitli Avrupa ülkelerine seyahatler yaptı. Bu seyahatlerde aldığı notlardan yola çıkarak "Yeryüzünde Birkaç Adım" adlı eserini yazdı. Yazar Ayverdi, çevreye duyarlılığı ile de dikkati çekti. Fatih'te İtfaiye durağından Edirnekapı'ya kadar devam eden Fevzipaşa Caddesi'nde ve Koyunbaba Parkı'nda ağaçlandırma çalışmasının yapılmasına vesile oldu. Ödülleri Hizmetlerinden dolayı birçok ödüle de değer görülen Samiha Ayverdi'ye, 1978'de "Türkiye Milli Kültür Vakfı Armağanı", 1984'te Milli Kültür Vakfı tarafından "Türk Milli Kültürüne Hizmet Şeref Armağanı", 1985'te "Boğaziçi Başarı Ödülü", 1988'de Türkiye Yazarlar Birliği'nce "Yılın Dil Ödülü" ve 1992'de Türkiye İlim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği tarafından "Üstün Hizmet Ödülü" verildi. Ayverdi'ye ayrıca 13 Mayıs 1990'da Başbakanlık Aile Araştırmaları Kurumu tarafından şükran beratı aldı. Hakkında çeşitli doktora ve yüksek lisans tezleri hazırlanan yazarın birçok eseri, İngilizce, Arapça, Azerbaycan Türkçesi, Almanca ve Urduca'ya çevrildi. Fatih'te 22 Mart 1993'te 87 yaşındayken vefat eden Samiha Ayverdi, Merkezefendi Mezarlığı'na defnedildi. Ayverdi'nin bazı eserleri şöyle: "Batmayan Gün", "Mabette Bir Gece", "Ateş Ağacı", "Yaşayan Ölü", "Yolcu, Nereye Gidiyorsun?", "İstanbul Geceleri", "Edebi ve Manevi Dünyası İçinde Fatih", "Boğaziçi'nde Tarih", "Misyonerlik Karşısında Türkiye", "Türk Rus Münasebetleri ve Muharebeleri", "Türk Tarihinde Osmanlı Asırları", "Abide Şahsiyetler", "Kölelikten Efendiliğe", "Yeryüzünde Birkaç Adım", "Bağ Bozumu, "Dile Gelen Taş", "Ratibe", "İki Aşina", "Ezeli Dostlar"

bottom of page