Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Göktürk Kitabelerinde Din Anlayışı
Kitabelerde, Köktürklerin din anlayışına dair ipuçları bulunsa da bu bulgular bizi çok da ayrıntılı bilgilere götürmemektedir. Neticede anıtlar taşa dokunmuş bir edebiyatın kalıntılarıdır ve hacimce sınırlıdır. Yine de bu sınırlı hacimdeki anıtlarda Köktürklerin Kök Tengri inançlarının izlerine rastlamak mümkündür. Anıtlarda Tanrı ile ilgili ifadelerin geçtiği satırlardan bazıları şunlardır: Tengri yarlıkadukın üçün özüm kutum bar üçün kagan olurtum. (Köl Tigin, Güney 9) “Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum üçün, kağan oturdum.” Üze Türk Tengrisi Türk ıduk yiri subı ança itmiş. (Köl Tigin, Doğu 10,11) “Yukarıda Türk tanrısı, Türk mukaddes yeri, suyu öyle tanzim etmiş.” Tengri küç birtük üçün kangım kagan süsi böri teg ermiş, yagısı kony teg ermiş. (Köl Tigin, Doğu 12) “Tanrı kuvvet verdiği için babam kağanın askeri kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş.” Tengri yarlıkaduk üçün illigig ilsiretmiş, kaganlıgıg kagansıratmış, yagıg baz kılmış, tizligig sökürmiş, başlıgıg yükündürmiş. (Köl Tigin, Doğu 15) “Tanrı lütfettiği için illiyi ilsizletmiş, kağanlıyı kağansızlatmış, düşmanı tâbi kılmış, dizliye diz çöktürmüş, başlıya baş eğdirmiş.” Öd tengri yaşar. Kişi oglı kop ölgeli törümüş. (Köl Tigin, Kuzey 10) “Zamanı Tanrı yaşar. İnsan oğlu hep ölmek için türemiş.” Tengri teg tengride bolmuş Türk Bilge Kagan bödke olurtum. (Bilge Kağan, Kuzey, 1) “Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum.” Biz iki bing ertimiz. Süngüşdümüz. Tengri yarlıkadı, yanydımız. (Tonyukuk, Güney, 9) “Biz iki bin idik. Savaştık. Tanrı lutfetti, dağıttık.” Buradaki ifadelerden Köktürklerin Tanrı’yı gökte düşündükleri ve ona inandıkları anlaşılıyor. Tanrı, buyuran, lütfeden ve güç verendir. Bütün güç işler ve zorluklar, onun yardımıyla aşılır. Düşmanları yenmek, başarı kazanmak, kudret sahibi olmak onun lütfuyla gerçekleşir. O güç verdiği için ona inananlar kuvvetli, onların düşmanları ise zayıftır. “Zamanı Tanrı yaşar. İnsan oğlu hep ölmek için türemiş.” ifadelerinden de anlaşılacağı üzere Tanrı ölümsüzdür; ölümlü olan insanoğludur. Zamanı sonsuz yaşayan ise ancak Tanrı’dır. Bu kısa ipuçlarında da görüldüğü gibi kitabelerdeki Tanrı inancı, İslamiyet’teki Tanrı inancına oldukça yakındır.
- Göktürk Kitabeleri Üzerine Yapılan Çalışmalar
Bengü taşların dilini çözme çalışmaları Wilhelm Radloff ile Vilhelm Thomsen arasında tatlı bir rekabete sahne olmuştur. Thomsen, harflerin sırrını 25 Aralık 1893’te çözmüş ve 171 yıldan beri ilim adamlarını uğraştıran abidelerin Türklere ait olduğunu bütün dünyaya duyurmuştur. Radloff, 19 Ocak 1894’te Köl Tigin anıtını 50 nüsha olarak yayımlamıştır. Thomsen’in 1896’daki titiz ve mükemmel yayını, daha sonraki yayınlara daima örnek ve kaynak olmuştur. Türkiye’de Köktürk anıtlarını ilk tanıtan bilim adamı 1895’te Necip Âsım olmuştur. Thomsen’in meşhur eserinin alfabeyle ilgili kısmından istifade eden Necib Âsım, 1897 yılında Pek Eski Türk Yazısı adıyla İkdam Külliyatı arasında küçük bir risale yayımlamıştır; böylece ülkemizde Köktürk harfleri ve abideleri hakkında ilk kitap yayımlanmış olur. Şemseddin Sami, Orhun abidelerini bizde yayımlama girişiminde bulunanilk kişidir. 1903 tarihinde 104 sayfalık bir deftere, Köl Tigin bengü taşının doğu cephesini, orijinal harfleriyle, transkripsiyonu ve tercümesiyle kaydetmiştir. Köktürk bengü taşlarının kısmen de olsa ilk tercümesi Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun “Gönül Hanım” adlı romanının içinde yer almaktadır. Köktürk harflerini bizde ilk tanıtan Necib Âsım olduğu gibi, Orhun abidelerini ilk defa yayımlayan da yine kendisidir. Necib Âsım Orhun Âbideleri adlı çalışması, hem Köl Tigin ve Bilge Kağan bengü taşlarının metin ve tercümelerini, hem de Orhun Türkçesinin gramerini içine almaktadır. Ragıp Hulusi’nin Thomsen’den çevirdiği üç büyük taşa ait tercüme, Moğolistan’daki Türkçe Kitabeler adı ile Türkiyat Mecmuası’nın üçüncü cildinde, 1935 yılında yayımlanmıştır. Türkiye’de bengü taşları en geniş ölçüde işleyen, tarihçi Hüseyin Namık Orkun’dur. 1936-41 yıllarında 4 cilt olarak çıkan Eski Türk Yazıtları adlı eserde, o yıllara kadar bulunmuş olan Köktürk harfli ne varsa, fotoğraflarıyla, transkripsiyon ve tercümeleriyle, açıklamalarıyla, sözlüğüyle yer almıştır. 1943’te Nihal Atsız Türk Edebiyatı Tarihi adlı eserinde Tonyukuk ve Köl Tigin bengü taşlarının Günümüz Türkçesine çevrilmiş şekillerini vermiştir. Bugüne kadar 40 civarında baskı yapan Muharrem Ergin’in Orhun Âbideleri adlı çalışması ilk baskısını 1970’te yapmıştır. Eserde üç büyük bengü taşın okunuş ve tercümeleri bulunmaktadır. Son yıllarda Osman F. Sertkaya’nın konuyla ilgili çalışmaları olmuştur. 1985 yılında Büyük Türk Klasikleri dizisinin 1. cildinde, “Bengütaş Edebiyatı” başlığıyla Ahmet B. Ercilasun da Köl Tigin ve Tonyukuk anıtlarının yeni bir aktarımını vermiş ve anıtları edebî yönden değerlendirmiştir. Amerika’dan Japonya’ya kadar bütün dünya Türkologları hâlâ heyecanla bengü taşlar üzerine eğilmektedir. Japon bilginlerinden H. Onogavva, Rus Türkoloğu Sergey E. Malov, Çekoslovakyalı Lumir Jisl, İ. A. Batmanov, Fransız Türkoloğu Rene Giraud Rus Sergey G. Klyaştornıy, Fransız Louis Bazin gibi isimler abideler üzerinde çalışmışlardır. Kazak Türk bilgini Gubeydulla Aydarov, Kırgız Çetin Cumagulov, Azeri Alisa Şükürov ile A. A. Meherremov, Özbek G Abdurahmanov ile A. Rustemov gibi isimler de Türk cumhuriyetlerinde konuya ilgi duyan ve çalışmalar yapan araştırmacılardır. 1995’te TİKA, Moğolistan Tarihi Eserleri Atlası adlı bu konuda büyük boy bir albüm yayımladı. Osman F. Sertkaya’nın Göktürk Tarihinin Meseleleri adlı eseri de 1995’te yayımlanmıştır. 2000 yılında Türk Dil Kurumunda Ahmet B. Ercilasun ve Osman F. Sertkaya tarafından yürütülen albüm projesinin ilk eseri de yayımlanmıştır: İsmail Doğan, Kafkasya ‘daki Göktürk (Runik) İşaretli Yazıtlar, Ankara 2000. 2002’de Türk Dil Kurumu projesinin ikinci albümü de yayımlanır: İsmail Doğan, Doğu Avrupa’daki Göktürk (Runik) İşaretli Yazıtlar, Ankara 2002 Projeler dışında özellikle Talat Tekin’in çalışmaları dikkati çekmektedir. Tekin 1988’de Orhon Yazıtları (Kül Tigin ve Bilge Kağan), 1994’te Tunyukuk Yazıtı, 1995’te Orhon Yazıtları (Kül Tigin, Bilge Kağan, Tunyukuk) ve 2000’de Orhon Türkçesi Grameri adlı eserlerini yayımlamıştır. Son yıllardaki diğer önemli çalışmalardan bazıları şunlardır: Gubeydulla Aydarov, Yazık Orhonskih pamyatnikov drevnetyukskoy pis’mennosti VIII v., Alma-Ata 1971. A. N. Kononov, Grammatika yazıka tyurkskih runiçeskih pamyatnikov (VII-IX vv.), Leningrad 1980. Marcel Erdal, Old Turkic Word Formation I-II, Wiesbaden 1991.
- Türk Edebiyatının En Eski Yazarları
Tonyukuk, Költigin ve Bilge Kağan anıtlarının yazarları Tonyukuk, Bilge Kağan ve Tengri Kağan edebiyatımızın en eski üç yazarı olarak nitelendirilebilir. Tonyukuk yazıtını diktiren ve üzerindeki yazıları yazdıran Bilge Tonyukuk’tur. Bilge Tonyukuk tahminen 645-650 yıllarında Çin’de doğmuş; Köktürklerin 679’da başlayan ve 682’de İlteriş’le başarıya ulaşan istiklâl hareketlerinin liderlerinden biri olmuş; İlteriş’in kağanlığı ile Kapgan’ın kağanlığının ilk yıllarında başvezirlik ve başkomutanlık yapmış; Bilge Kağan döneminde, 716-725 yılları arasında başmüşavir ve stratejist olarak görevde bulunmuş; tahminen 725-726 yıllarında vefat etmiş büyük bir devlet ve siyaset adamıdır. Türk istiklâlini sağlamak ve Türk devletini büyütmek için kağanlarla omuz omuza çarpışmış kahraman bir asker (alp), Türk devletinin politikasına uzun zaman yön vermiş akıllı ve hikmet sahibi (bilge) bir devlet adamıdır. Bilge Tonyukuk, Türk hatıra edebiyatının ilk temsilcisi ve ilk Türk tarihçisidir. İki parça hâlindeki 62 satırlık bengü taşında, içinde bulunduğu olayları sade ve sanatsız bir şekilde, halk diliyle anlatır. Zaman zaman ayrıntılar üzerinde durmakla beraber genellikle olayları sözü uzatmadan, ana çizgileriyle verir; yeri geldikçe milletin ders alması için öğütlerde bulunur; bazen de atasözlerine ve deyimlere başvurur. 71 satırdan oluşan Köl Tigin bengü taşının yazarı Bilge Kağan’dır. Olaylar Bilge Kağan tarafından anlatılmaktadır. Bengü taş ve barkın duvarları üzerine yazıyı bizzat yazan veya yazılmasına nezaret eden, Köl Tigin’le Bilge’nin yeğeni Yollug Tigin’dir. Muhtemelen Bilge Kağan metni daha önce hazırlayıp Yollug Tigin’e vermiş, hatta belki de Bilge Kağan tarafından nutuk olarak oluşturulan metin Yollug Tigin tarafından not edilmiş; sonra da taşlar üzerine kazınmıştır. İlteriş Kağan’ın oğlu, Kapgan Kağan’ın yeğeni, Tonyukuk’un damadı ve Köl Tigin’in ağabeyi olan Bilge Kağan 698-716 yılları arasında 19 yıl şadlık, 716-734 yılları arasında 19 yıl kağanlık yapmış olan bir devlet adamıdır. Türk tarihinin en büyük hükümdarlarından biri ve Türk hitabet edebiyatının ilk büyük ismidir. Türk edebiyatının ilk isimleri olan Tonyukuk hatıra türünün, Bilge Kağan ise hitabet türünün ilk örneklerini vermişlerdir. Köl Tigin bengü taşı, Türk edebiyatının sanatkârane üslûpla yazılmış ilk eseridir. Muharrem Ergin’in de “yalın ve keskin üslûp, hükümdarâne eda ve ihtişamlı hitap tarzı” şeklinde ifade ettiği üslup, anıtta kendini hissettirmektedir. Buradaki dil, edebiyatımızın ilk yazılı örnekleri için çok ileri seviyededir. Bilge Kağan bengü taşı 24 Eylül 735 tarihinde, oğlu Teŋri Kağan tarafından diktirilmiştir. Bilge Kağan anıtının büyük bölümü Köl Tigin anıtındaki metinle aynıdır.
- Göktürk Alfabesi (Orhon Yazısı)
Taspar (Tapo) Kağan (572-581) için, bir budizm kitabı olan Nirvana Sutra’nın Türkçe çevirisi yapılmıştı. Hazar Kağanlığı ile Batı (Avrupa) Avar Kağanlığı’nda da Orhun yazısı kullanılmıştır. Mayatskiy kazılarında ele geçen seramik parçaları ve tuğlalar üzerinde bulunan yazılar bunun kanıtlarıdır. Ayrıca Macaristan’da bulunan ve Orhun harfleriyle yazılmış olan dört satırlık yazıt, Batı Apar dönemine aittir. Bizanslı Priskos (5.yy.ortası) anılarında, Hun yazmanlarının ayrı bir yazı ile hazırladıkları metinleri Attila’ya okuduklarını söyler ki bu da Avrupa Hunlarının kendi öz yazılarının bulunduğunu kanıtlar. Orhun alfabesinin harflerinden oluşan Tuna Bulgarlarının yazısı, bu Hun yazısının devamıdır. Demek ki, 4.yy.da Avrupa’ya gelen Hunlar, Orhun yazısını da birlikte getirmişlerdi. Asya Hunlarının milli yazıları da oldukça yaygındı. Çin yıllıkları şöyle der: “Uygurların ataları Kao-kü’ler Çince yazar, fakat Hunca da yazarlardı. Klasikleri, Hun dili ile okurlardı”. Buna karşın, daha sonraki dönemlerdeki Çin yıllıklarında, Türklerin yazılarının bulunmadığına ve Göktürklerin de yazı bilmediklerine dair kayıtlardan kasıt, onların Çin alfabelerini kullanmamalarıdır. Yoksa aynı Çin kaynakları, Türklerin Orhun yazısı ile yazdıklarını birçok kez bildirmektedir. Mesela, yukarıdaki Türklerin yazılarının bulunmadığını bildiren Çin kaydından 40 yıl önce, yine aynı Çin kaynakları, Kök Türk yazısından söz etmektedir. Son yıllarda Orta Asya’da yapılan keşiflerle, Orhun yazısının Hunlardan daha önce de kullanıldığı ortaya konulmuştur. Isık Göl yakınlarındaki Esik Kurganı (Altın giysili adamın mezarı), 1970?de açılmış ve içindeki gümüş bir çanağın üzerinde Orhun yazısı ile yazılmış satırlara rastlanmıştır. Esik Kurganı, MÖ 5-4. yüzyıldan kalmadır. Ayrıca, Tanrı Dağları’ndaki MÖ 2. yüzyıla ait Kuray Kurganı’nda da Orhun yazısı ile yazılmış 5 harflik bir metin vardır. İlerideki kazı ve araştırmalarla birlikte bu örneklerin çoğalacağı muhakkaktır. Orhun Yazısı’nın Kökeni Orhun yazısının nereden çıktığı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Bu yazının kökeni ile ilgili başlıca görüşler şunlardır: İskandinav run’ları, Arami, İrani, Eski Türk damgaları, Sogd, Pehlevi, Parth, Grek. Her nedense, araştırmacıların çoğu, Millî Türk Yazısı’na Sami (Arami) ve İndo-İrani bir köken bulmak için yoğun bir çaba göstermektedirler. Ancak bu görüşler pek inandırıcı değildir. Nedenleri de şunlardır: Öncelikle, Türk-Orhun harfleri çentme-oyma (runik) nitelik taşırlar ki Türklerin çevresindeki kavimlerden ne İranlılar, ne Hintliler, ne de Çinliler bu tür harf kullanmamışlardır. Arami alfabesi ve ondan türeyen yazılar da (Armazique, Parsi, Pehlevi, Sogd vb) çentme-oyma nitelik taşımazlar. Karakter bakımından Orhun yazısına en yakın tek alfabe batıdaki eski Germen runik yazısıdır ki, Orhun-Türk yazısı ile Germen runik yazısı arasında ne tarihi açıdan, ne de dil açısından bir ilgi yoktur. Arami alfabesindeki 22 harfe karşılık, Orhun alfabesinde 38 harf vardır ve Orhun yazısının Arami ya da İrani bir alfabeden kaynaklandığını öne sürenler, bu alfabelerin daha o çağlarda Türkler tarafından Türk dilinin fonetiğine göre nasıl düzeltilip geliştirildiğini açıklayamamaktadırlar. Türk yazısına köken olduğu iddia edilen Pehlevi ve Aramazique yazıların ilk örnekleri en erken milat sıralarına indiği halde, Türk yazısının ilk örnekleri çok daha eskilere, MÖ 5-4. yüzyıllara (Esik ve Kuray kurganları) değin gitmektedir. Orhun yazısının kaynağı hakkında ileri sürülen görüşlerden en doğrusu ve akla yatkın olanı, bu yazının Eski Türk damgalarından çıktığı görüşüdür. Nitekim Çinliler, Eski Türklerin değnekler üzerine çentikler çizerek, ok ucuyla balmumu üstüne işaretler yazarak haberleştiklerini ve resmi belgelerini saptadıklarını bildirmektedirler. Orhun yazısının Türk buluşu olduğunu söyleyenler, bu yazının eski Türk damga ve işaretlerinden çıktığını kabul ederler. Gerçekten de Orhun yazısındaki harflerden OK sesini veren harf ok’a, (A)Y sesini veren harf Ay’a, (E)S sesini veren harf (s) süngüye, (E)B sesini veren harf ev’e (Eski Türkçe’de “eb”), (A)T – T(A) sesini veren harf dağ’a (Eski Türkçe’de “tag”), (E)L sesini veren harf el’e, (E)R sesini veren harf de er’e yani adam’a benzemektedir. Orhun Yazısı’nın İmlası Orhun yazısı, Göktürk Anıtları’ndan önce Yenisey yazıtlarında da kullanılmıştır. Yenisey yazıtlarında 150?den fazla işaret vardır. Bu işaretlerin sayısı Göktürk Anıtları’nda 38?e düşürülmüştür (sözcük ayırma işareti hariç). Yukarıdaki tabloda bir örneğini gördüğünüz Orhun Alfabesi, 38 harften ve bir sözcük ayırma iminden oluşur. Harflerin karakteri, genel olarak, kesin ve düz çizgilerden oluşması ve birbirleriyle bitişmemesidir. Orhun yazısı sağdan sola ve yukarıdan aşağıya doğru yazılır. Alfabedeki 38 harfin 34?ü ünsüz, 4?ü ünlüdür. Kimi ünsüzlerin ince ve kalın ünlülülerle ayrı ayrı kullanılan iki türü vardır. Kimi ünsüzler ise iki sesin birleşmesinden oluşur. Sözcük başı ve içinde A harfi yazılmaz ama sözcük sonunda muhakkak belirtilir. Bunun nedeni, ünsüz işaretlerinin çoğunun A ya da E ile başlayıp yine A ya da E sesi ile biten ses öbeği değerinde olmasıdır. Örneklerde, ince ünlülerle birlikte kullanılan S harfinin bazen Ş sesi yerine kullanıldığı görülür. Benzer biçimde Ş harfi de bazen kalın S sesi için kullanılmıştır. Sözcük başındaki I, İ, O, U, Ö, Ü ünlüleri her zaman yazılır.
- Bilge Kağan Yazıtı
Kültigin Anıtının bir kilometre uzağındadır. 734 yılında ölen Bilge Kağan adına oğlu Tenri Kağan tarafından yaptırılan bu anıt 735 yılında dikilmiştir. Yazıtta Bilge Kağan’ın ağzından devletin nasıl büyüdüğü anlatılmakta ve Kültigin’in ölümünden sonraki olaylar ilave edilmektedir. Ayrıca kağanın konuşmasından başka yeğeni Yuluğ Tigin’in kayıtları da yer almaktadır. Yaklaşık 3,75 metre yüksekliğinde olan yazıt, dört cephelidir. Yazıtın doğu yüzünde 41, kuzey ve güney yüzlerinde 15’er satır Göktürk harfli Türkçe metin bulunmaktadır. Batı yüzünde ise, (Köl Tigin yazıtında olduğu gibi), Çince bir metne yer verilmiştir. Batı yüzün tepelik kısmının ortalarına da Göktürk harfli Türkçe manzum metin yazılmıştır. Yazıtın güneydoğu, güneybatı ve batı yüzlerinde de (pahlarda) Göktürk harfli Türkçe küçük metinler bulunmaktadır. Yazıtta olayları nakleden, öğütler veren Bilge Kağan’dır. Yazıta Köl Tigin’in ölümünden sonraki olaylar da ilave edilmiştir. B ilge Kağan Yazıtı’nın Kuzey Yüzü “ Tanrı gibi gökte olmuş Türk Bilge Kağanı, bu zamanda oturdum. Sözümü tamamiyle işit. Bilhassa küçük kardeş yeğenim, oğlum, bütün soyum, milletim, güneydeki Şadpıt beyleri, kuzeydeki Tarkat, Buyruk beyleri, Otuz Tatar, … Dokuz Oğuz beyleri, milleti! Bu sözümü iyice işit, adamakıllı dinle: Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar, onun içindeki millet hep bana tâbidir. Bunca milleti hep düzene soktum. O şimdi kötü değildir. Türk kağanı Ötüken ormanında otursa ilde sıkıntı yoktur. Doğuda Şantung ovasına kadar ordu sevk ettim, denize ulaşmama az kaldı. Güneyde Dokuz Ersin’e kadar ordu sevk ettim, Tibet’e ulaşmama az kaldı. Batıda İnci nehrini geçerek Demir Kapıya kadar ordu sevk ettim. Kuzeyde Yir Bayırku yerine kadar ordu sevk ettim. Bunca yere kadar yürüttüm. Ötüken ormanından iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş. Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği, ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor. Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp, konduktan sonra, kötü şeyleri o zaman düşünürmüş. İyi bilgili insanı, iyi cesur insanı yürütmezmiş. Bir insan yanılsa kabilesine, milletine, akrabasına kadar barındırmaz imiş. Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti, öldün; Türk milleti, öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin! Orda kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğretiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına varıp, çok insan öldün! O yere doğru gidersen Türk milleti, öleceksin! Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiç bir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın. Türk milleti, tokluğun kıymetini bilmezsin. Acıksan tokluk düşünmezsin. Bir doysan açlığı düşünmezsin. Öyle olduğun için beslemiş olan kağanının sözünü almadan her yere gittin. Hep orda mahvoldun, yok edildin. Orda, geri kalanınla, her yere zayıflayarak ölerek yürüyordun. Tanrı buyurduğu için, kendim devletli olduğum için kağan oturdum. Kağan oturup aç, fakir milleti hep toplattım. Fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Yoksa bu sözümde yalan var mı? Türk beyleri, milleti, bunu işitin! Türk milletini toplayıp il tutacağını burda vurdum. Yanılıp öleceğini yine burda vurdum. Her ne sözüm varsa ebedî taşa vurdum. Ona bakarak bilin. Şimdiki Türk milleti, beyleri, bu zamanda itaat eden beyler olarak mı yanılacaksınız? Babam kağan, amcam kağan oturduğunda dört taraftaki milleti nasıl düzene sokmuş … Tanrı buyurduğu için kendim oturduğumda dört taraftaki milleti düzene soktum ve tertipledim … kıldım. … Türgiş kağanına kızımı … fevkalâde büyük törenle alı verdim. Türgiş kağanının kızını fevkalâde büyük törenle oğluma alıverdim … fevkalâde büyük törenle alı verdim … yaptırdım … başlıya baş eğdirdim, dizliye diz çöktürdüm. Üstte Tanrı, altta yer bahşettiği için gözle görülmeyen, kulakla işitilmeyen milletimi doğuda gün doğusuna, güneyde … batıda … S arı altınını, beyaz gümüşünü, kenarlı ipeğini, ipekli kumaşını, binek atını, aygırını, kara samurunu, mavi sincabını Türk’üme, milletime kazanı verdim, tanzim edi verdim … kedersiz kıldım. Üstte Tanrı kudretli … Türk beylerini, milletini … besleyin, zahmet çektirmeyin, incitmeyin! … benim Türk beylerim, Türk milletim,… kazanıp … bu … bu kağanından, bu beylerinden … suyundan ayrılmazsan, Türk milleti, kendin iyilik göreceksin, evine gireceksin, dertsiz olacaksın. … Ondan sonra Çin kağanından resimciyi hep getirttim. Benim sözümü kırmadı, maiyetindeki resimciyi gönderdi. Ona bambaşka türbe yaptırdım. İçine dışına bambaşka resim vurdurdum. Taş yontturdum. Gönüldeki sözümü vurdurdum … On Ok oğluna, yabancına kadar bunu görüp bilin! Ebedî taş yontturdum … yontturdum, yazdırdım. … O taş türbesini … “
- Sürrealizm (Gerçeküstücülük)
Gerçeküstücülük, her türlü gerçek yaratışın kaynağının bilinçaltında olduğunu savunan görüştür. Usun egemenliğine son vermeyi amaçlayan bu görüşü Andre Breton “Her türlü estetik ve ahlâkî endişenin dışında, usun denetiminde olmadan düşüncenin yazılması işidir” diye tanımlar. Gerçeküstücülük, kendisinden öncekilerce umursanmayan çağrışım biçimlerine, rüyanın gücüne, çıkarsız düşünceye dayanır. Usun dışında kendiliğinden ortaya çıkan ruhsal durum ve olaylar bilinçaltının ürünüdür. Ruhsal olayların olduğu gibi aktarılması amacı vardır. Gerçeküstücülere göre, bilinçaltını alışılmış diye anlatmak güçtür. Dile değişik bir anlatım biçimi verilmelidir. Noktalama imlerinin yararına inanılmakla birlikte akıcılığı önleyeceği düşüncesiyle kullanılmamıştır. Gerçeküstücülük, bir varoluş biçimi olarak çağın gereğine uyup yeni bilgi ve değerlerin ardında koşmuştur. Bunun için eskiyi yıkmayı amaçlar. Gerçeküstücülere göre mutluluk, gündelik yaşamın içinde, yaşanılan çevrededir. Bu akımın öncüsü sayılan Andre Breton, gerçeküstücülükten birdirgesinde “sözle, yazıyla ya da başka bir biçimde düşüncenin gerçek işleyişini ortaya koymak için kullanılan katıksız ruhsal kendiliğindencilik” biçiminde söz eder. Şiir türünde Breton’un yanı sıra Aragon, Prevent, Char, Soupault; tiyatroda ise Artaud gerçeküstücülük alanında eserler vermişlerdir. Ö ZGÜR BİRLİK O rman ateşi saçlı karımIsı şimşeği düşünceli K aplan ağzında susamurubelli karım E n iri yıldızlar demeti ağızlı kokart ağızlı karım A k toprak üzerinde ak sıçan izi dişli karım A mber dilli perdahlanmış cam dilli K esilmiş kurban dilli karım G özlerini açıp kapayan bebek dilli İ nanılmaz taş dilli karım Ç ocuk el yazısı elifi kirpikli karım K ırlangıç yuvası kenarı kaşlı K ış bahçesi tavanı şakaklı arduvaz şakaklı karım C am buğusu şakaklı Ş ampanya omuzlu karım B uz altında kalmış yunus başlı çeşme omuzlu karım K ibrit bilekli R astlantı parmaklı kupa beyi parmaklı karım K esilmiş saman parmaklı Z erdeva koltuk atlı karım S aint-Jean gecesi ve kurt bağrı koltuk altlı karım D eniz köpüğü ve bölme kollu karım D eğirmen ve buğday karışımı kollu F üze bacaklı karım. . . . . A ndre Breton(Çeviren: Selâhattin Hilâv)
- Sembolizm (Simgecilik)
Simgecilik, 1885 – 1900 yılları arasında Fransa’da yaygınlaşan ve özellikle şiir sanatını etkileyen bir akımdır. “Şey”lerin görünenden öte, görünmeyen yüzlerini ortaya çıkarma çabası denilebilir. Simgeleme, sanatın her döneminde görülmüş; ancak yukarıda belirtilen tarihlerde yazın alanında yeni teknik ve biçimlerin oluşturulması sağlanmıştır. Resim sanatında, müzik sanatında, yazın alanında hep aynı iç sıkıntıları ve karamsarlık görülür. Olguları doğrudan doğruya anlatmaktan öte onları sözcüklerle, seslerle, kimi çağrışımlarla, benzeşimlerle dinleyenin veya okuyanın sezgi gücüne dayanarak sunar. Gizil anlamların anlaşılır hale dönüştürülmesini, okuyucuyla paylaşmayı amaçlar. Jean Moreas 1886 yılında “Sembolizmin Bildirgesi” adlı yazısında “Simgeci şiir sıradan anlatımın, sözde duygusallığın, nesnel tanımlamanın düşmanıdır” der. Ona göre simgeci şiir, düşünceyi duygusal bir biçimde örter. Simgecilere göre, doğadaki her olayın gerisinde bir düşünce vardır. Gördüğümüz, algıladığımız şeyler, düşüncenin dış görüntülerinden başka bir şey değildir. Başka bir deyişle simgecilikte önemli olan, görünen değil, onun gerisindekidir. T EMEL İLKELERİ – Algılanan dış görüntülerin arkasında gizli olan anlamlar ortaya çıkarılmalıdır. Bunu yapabilmek ise duyumsamayla olur. – Doğa bir bütündür. Görünenin gerisinde bir düşünce vardır. İnsanla evren arasında, insanla nesneler arasında, nesnelerle onları algılamaya yarayan duyumlar arasında bir ilişki vardır. Buna “benzerlikler ve ilişkiler ilkesi” denir. – Simgecilerin görevi dış görüntülerin gerisindeki düşünceyi imgeler yaratarak anlatmaktır; çünkü nesnelere gerçek anlamlarını ancak imgeler verir. – Simgeci şair, konunun yapısına uyarak açık bir anlatımda bulunmamalıdır. Şiirde imgelere dayanan bir anlatım olmalıdır. Bir şeyi nitelemek yerine onu anımsatmakla yetinilmelidir. – Müziğin şiir diliyle bütünleşmesi gerekir. Müzik de gizli olanı, tanımlanamayanı anlattığı için şiire yansıtılmalıdır. Şiirdeki tartım (ritm) ve sözcükler müziksel anlatımla bütünleştirilmelidir. – Belli ölçü ve biçimlerden uzak durulmalıdır. Başka bir deyişle biçimde yenilik olmalıdır. Anlatım için seçilen sözcüklerdeki çağrışım gücünün çok olmasına özen gösterilmelidir. Simgeci şairlere örnek olarak: Fransız yazınından Baudelaire (1821-1867), Verlaine (1844-1896), Mallarme (1842-1898); Alman yazınından George (1868-1933), Hardt (1876-1947), Vollmöller (1878-1948); Rus yazınından Biely (1880-1934), Brioussou (1873-1924); İngiliz yazınından Dowson (1867-1900), Symons (1865- 1945); Türk yazınından Ahmet Haşim (1883- 1933) gösterilebilir. B ALKON H atıralar annesi, sevgililer sultanı, E y beni şad eden yâr, ey tapındığım kadın. O cak başında seviştiğimiz o zamanı, O canım akşamları elbette hatırlarsın. H atıralar annesi, sevgililer sultanı. O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan! Y a pembe buğulu akşamlar, balkonda geçen B aşım göğsünde, ne severdin beni o zaman! N e söyledikse çoğu ölmeyecek şeylerden! O akşamlar, kömür aleviyle aydınlanan! N e güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları! K âinat ne derindir, kalp ne kudretle çarpar! Ü stüne eğilirken ey aşkımın pınarı, S anırdım ciğerimde kanının kokusu var. N e güzeldir güneşler sıcak yaz akşamları! K alınlaşan bir duvardı aramızda gece. S eçerdim o karanlıkta gözbebeklerini M est olur, mahvolurdum nefesini içtikçe. B ulmuştu ayakların ellerimde yerini. K alınlaşan bir duvardı aramızda gece. B ana vergi o tatlı demleri hatırlamak; Y eniden yaşadığım, dizlerinin dibinde O “mestinaz” güzelliğini boştur aramak, S evgili vücudundan, kalbinden başka yerde, B ana vergi o tatlı demleri hatırlamak. O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler, D ipsiz bir uçurumdan tekrar doğacak mıdır? N asıl yükselirse göğe taptaze güneşler. G üneşler ki, en derin denizlerde yıkanır. O yeminler, kokular, sonu gelmez öpüşler! C harles Baudelaire(Çeviren: Cahit Sıtkı Tarancı)
- Romantizm (Coşumculuk)
Romantizmle “Aydınlanma Dönemi” özdeş görülmektedir. Fransız Devriminin getirdiği yeni anlayış, sanatçıların da kendilerini özgürce anlatmalarına olanak sağlamıştır. Romantizm akla karşı duyguyu, seçkin sınıfa karşı halkı, süslülüğe karşı doğallığı, kurallara karşı kuralsızlığı işler. Yaratıcısı, esin kaynağını antik dünyanın klâsik kültür yapıtlarından değil, kişinin kendinde, duygularda ve düş gücünde bulur. Romantizmde sanatsal başarı, kişinin kendini anlatmasında, hatta kişiliğinin çok belirgin bir parçasını yani duygularını dile getirmesindedir. Romantizm sadece bir sanatsal anlatım biçimi olmamış aynı zamanda bir düşünce biçimi de olmuştur. Klâsisizm gibi romantizm de ilk olarak Fransız yazınında görülmüştür. En önemli katkı ise Victor Hugo’dan (1802 – 1885) gelmiştir. Fransız romantizmin bildirisi olarak kabul edilen ve Cromwell adlı oyununa yazdığı önsözde “sanatta özgürlük” görüşünü açıklamıştır. Diğer bütün romantiklerden söz ustalığı ile belirgin olarak ayrılmıştır. Romantizmin sürekliliği, kendinden öncekilere oranla daha belirgin olarak, düzyazı alanında görülmüştür. İlk kez Madame de Stael Edebiyat Üzerine adlı yapıtında, “kurumların ve geleneklerin değişimleri” ilkesine dayandırarak “eleştiri” kavramına yeni bir boyut kazandırmıştır. Düzyazının yanı sıra şiir, roman ve tiyatro örneklerinde de romantizmin belirgin özellikleri görülür. Örneğin tiyatroda güncel konular işlenmeye başlanmış, klâsik dönemin biçim kurallarına karşı çıkılarak, tiyatronun yansıtması öngörülen gerçeğin yeniden tanımı yapılmıştır. Fransız Devriminin hazırladığı özgürlük, eşitlik, adalet, yurt sevgisi, dinsel inançlara bağlılık gibi değerlerle donanmıştır. Coşumculuk yalnızca klâsik anlayışa tepki değil, aynı zamanda insan yaşamının bütün olanaklarını kapsayan bir bilinç değişimidir. Onu bir yazın akımı olarak belirleyen, getirdiği yeni sanat anlayışıyla birlikte kent soylu sınıfın dünya görüşüne koşut biçimde geliştirdiği “birey” kavramı olmuştur. Coşumcu duyarlığın temelinde sanatçının yaşadığı doğa ve toplumu birey olarak algılaması vardır. Bu akıma Fransız yazınından Victor Hugo (1802-1885), Lamartine (1790-1869), Musset (1810- 1857); Alman yazınından Friedrich Hölderlin (1770-1843), Heinrich von Kleist (1777-1811); İngiliz yazınından Byron (1788-1824), Coleridge (1772-1834), Keats (1795-1821); İtalyan yazınından Manzoni (1785-1873), Pellico (1788-1854), Leopardi (1798-1837); Amerikan yazınından Mellive (1819-1891), Edgar A. Poe (1809- 1849), Whitman (1816-1892); Türk yazınından Namık Kemal (1840-1888), Ahmet Mithat Efendi (1844-1913) örnek olarak gösterilebilir. T EMEL İLKELERİ Romantizm, klasisizme tepki olarak doğduğu için, romantizmin özellikleri ile klasisizmin özellikleri arasında tam bir karşıtlık vardır: 1. Hayal ve duygu, akıl kadar gerekli ve önemlidir. 2. Dış dünya, doğa, renkli ve göz alıcı betimlemelerle anlatılır. 3. Kusursuz, genel ve evrensel olan konular değil, özel ve yerel olan konular işlenir. 4. Yunan mitolojisi yerine Hıristiyanlık mucizeleri ve ulusal efsaneler işlenir. Konular, tarihten ya da günlük yaşamdan alınır. 5. Ölüm, acı, aşk, intihar gibi temalar işlenir. 6. Konular işlenirken iyi-kötü, doğru-yanlış, ak-kara gibi karşıtlıklardan yararlanılır. 7. Tiyatroda üç birlik kuralı kaldırılır ve “dram” türü başlatılır. (Dram türünün ilk izleri Shakespeare’de görülür; ama türü yaygınlaştıran romantiklerdir. Bu nedenle, romantizmin kaynağının Shakespeare olduğu unutulmamalıdır.) 8. Toplum için sanat anlayışı benimsenir.9. Sanatçı, yapıtında, kişiliğini gizleme gereği duymaz; olaylara karışır ve iyiden yana tavır alır. A ŞLICA TEMSİLCİLERİ J .J ROUSSEAU (1712-1778): Romantik bir sanatçı olmaktan çok, bir aydınlanmacıdır. Fransız İhtilali’nin “kalbi” sayılmıştır. Halk egemenliği, eşitlik ve özgürlük temellerine dayanan yeni bir toplum düzeni tasarlamış; bilim ve sanatta ilerlemenin ahlakta ilerlemeyi de birlikte getiremediğini, bu nedenle de ilkel insanın uygar insandan üstün olduğunu savunmuştur. Yapıtları: Toplumsal Sözleşme, Emile, İtiraflar, Diyaloglar… V OLTAIRE: Romantizm öncesi, aydınlanmacıdır. Kendinden sonraki sanatçıları etkileyen güçlü bir düşünürdür. Yapıtları: Zadig, Candide, Çıraklık Yılları (roman); Seçme Şiirler… V . HUGO (1802-1885): Romantizmin kurucusu ve kuramcısıdır. Ressamlığının izleri yazdıklarına yansımıştır. Şiirlerindeki ana duygu aşk, doğa, özgürlük, vatan ve insan sevgisidir. Roman ve oyunlarında Fransız toplumunun çeşitli dönemlerini anlatmıştır. Yapıtları: Sonbahar Yaprakları, Akşam Şarkıları, Işıklar ve Gölgeler (şiir); Ruy Blas, Kral Eğleniyor, Cromwell, Hernani (oyun); Sefiller, Notre-Dame’ın Kamburu (roman)… G OETHE (1749-1832): Şiir, tiyatro, roman ve yaşamöyküsü türlerinde yapıtlar vermiştir. Şiirlerinde, başlangıçta Halk şiirinin olanaklarından yararlanmış, sonra da “hayatfelsefesi”ni işleyen şiirler yazmıştır. Yapıtları: Roma Mersiyeleri, Divan (şiir); Faust, İphigenie Tauris’te, Tasso (oyun); Werther, Wilhelm Meister’in Çıraklık Yılları ve Gezileri (roman)… A . PUŞKİN (1799-1837): Rus romantiklerin en büyüğüdür. Birçok türde yazmıştır. Hareketli hayatı, yazdıklarının renkli ve canlı olmasını sağlamıştır. Yapıtları: Kafkas Esiri, Bahçesaray Çeşmesi, Çingeneler, Evgeniy Onegin (şiir, manzum öykü), Yüzbaşının Kızı, Dubrovski, Maça Kızı, Biyelkin’in Hikâyeleri (roman, öykü)… T ÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİR omantizmin Türk edebiyatındaki en yoğun etkisi Tanzimat döneminde görülür. Çeviriler yoluyla başlayan bu etki, özellikle Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi ve Abdülhak Hâmit’in yapıtlarında göze çarpar. A NNABEL LEE S enelerce, senelerce evveldi; B ir deniz ülkesinde Y aşayan bir kız vardı, bileceksiniz İ smi Anabel Lee; H içbir şey düşünmezdi sevilmekten S evmekten başka beni. O çocuk ben çocuk, memleketimiz O deniz ülkesiydi, S evdalı değil karasevdalıydık B en ve Annabel Lee; G öklerde uçan melekler bile K ıskanırlardı bizi. B ir gün işte bu yüzden göze geldi O deniz ülkesinde, Ü şüdü rüzgârından bir bulutun G üzelim Annabel Lee; G ötürdüler el üstünde K oyup gittiler beni, M ezarı ordadır şimdi, O deniz ülkesinde. B iz daha bahtiyardık meleklerden O nlar kıskandı bizi, – Evet! – bu yüzden (şahidimdir herkes V e o deniz ülkesi) B ir gece bulutunun rüzgârından Ü şüdü gitti Annabel Lee. S evdadan yana, kim olursa olsun, Y aşça başça ileri, G eçemezlerdi bizi; N e yedi kat göklerdeki melekler, N e deniz dibi cinleri, H içbiri ayıramaz beni senden G üzelim Annabel Lee. A y gelip ışır, hayalin erişir G üzelim Annabel Lee; B u yıldızlar gözlerin gibi parlar G üzelim Annabel Lee; O rda geceleri, uzanır beklerim S evgilim, sevgilim, hayatım, gelinim O azgın sahildeki,Yattığın yerde seni. E dgar Allan Poe(Çeviren: Melih Cevdet Anday)
- Realizm (Gerçekçilik)
Adını Fransızca realite sözcüğünden alan realizm, Türkçede gerçekçilik olarak kullanılagelmiştir. Tam olarak “var olan, varlığı yadsımayan, aslına uygun nitelik taşıyan, uydurma ya da yalan olmayan ” anlamına gelir. “Yaşamı ve doğayı olduğu gibi aktarmak” çabasında olan bu görüş, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa’da coşumculuğa tepki olarak ortaya çıkmıştır. Doğaya ve insana özgü olup bitenleri tüm gerçekliği ile olduğu gibi anlatmak sanatçının en önemli sorumluluğudur. Bu dönemde eleştirel, doğalcı ve toplumcu gerçekçilik oluşmuştur. Eleştirel gerçekçilikte, kentsoylu yaşam eleştirilmiş ve bu yaşamın insanı nasıl körelttiği vurgulanmıştır. Bunu yaparken de eleştirel gerçekçiliğin, “tipleştirme ve yaşam çözümlemesi” ilkesine bağlı kalınmıştır. Doğalcı gerçekçilikle, doğa olaylarındaki “aynı nedenler, aynı sonuçlar doğurur” ilkesi yaşama aktarılmıştır. Bu görüş aynı zamanda belirlenimcilik (determinizm) olarak da bilinir. Bu anlayışa göre, toplumsal nedensellik bir yana bırakılarak salt yaşananın nesnel olarak yansıtılmasıyla yetinilmiştir. Toplumcu gerçekçilik ise insan ve doğayı Marksist dünya görüşü ile açıklar. Buna göre, toplumsal çatışmayı ve bu çatışmanın insan üzerindeki etkilerini yansıtır. Düşücenin öncelikli olması, güzelliğin ve sanatsal özelliklerin geriye atılması anlamında değildir. İnsan içinde bulunduğu toplumun uzantısı olarak duyan, düşünen, tasarlayan bir varlıktır. Bu nedenle sanatçıya çok sorumluluk düşmektedir. Toplumcu gerçekçiliğin önemli yazarlarından M. Şolohov bu konuda şöyle der: “Okuyucuya namuslu söz söylemek, doğruyu anlatmak gerekir. Sanat, insanların kafalarını ve yüreklerini etkileyecek güce sahiptir. Bir insanın sanatçı tanımına uyması için, bu gücü insanların ruhunda güzeli yaratmaya ve insanlığın iyiliğine yöneltmesi gerektiğine inanıyorum.” Ö ZELLİKLERİ 1. Gözlem ve belgeye dayanır; insan, içinde bulunduğu çevrenin özellikleriyle değerlendirilir. 2. Sanatçı, taraf tutmaz; kendi duygu ve düşüncelerini yapıtına yansıtmaz. 3. İnsan ve toplum, “iyi-kötü, güzel-çirkin” demeden, olduğu gibi yansıtılır. (Klasikler, “olması gerektiği gibi”; romantikler, “kendi istedikleri gibi” anlatırlar.) 4. Anlatım kusursuzdur, üsluba önem verilir. Kişiler, sosyal düzeylerine göre değil, sanatçının üslup özelliklerine göre konuşturulur. 5. Betimlemeler, ruhsal özellikleri yansıtmak amacıyla ve yapıttaki kişilerin gözüyle yapılır. 6. Toplum gerçekleri ele alınmasına karşın, “sanat için sanat” anlayışı benimsenir. 7. Realist edebiyatta tiyatro, özellikle de roman türü çok gelişmiştir. B AŞLICA TEMSİLCİLERİ S TENDHAL (1783-1842): Gezi, anı, deneme, öykü ve roman türlerinde yapıtlar veren yazarın süssüz bir anlatımı vardır. Hafif alaycılığı ve psikolojik çözümlemeleri, yaşadığı dönemde anlaşılamamıştır. Yapıtları: Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı, Kastro Rahibesi, Racine ve Shakespeare… H . DE BALZAC (1799-1850): “İnsanlık Komedyası” genel başlığı altında topladığı romanlarında, insan hayatının çeşitli yönlerini eşsiz bir gözlem gücüyle yansıtmayı başarmış,dünya edebiyatına ölmez tipler bırakmıştır. Yapıtları: Eugènie Grandet, Goriot Baba, VadidekiZambak, Otuz Yaşındaki Kadın, Köy Hekimi, Mutlak Peşinde, Tılsımlı Deri… G . FLAUBERT (1821-1880): Yapıtlarında, kahramanlarının gerçeğe uygun olmasına, söyleyişe ve biçime önem vermiş, kendi kişiliğini gizlemiştir. Yapıtları: Madame Bovary, Salambo, Duygusal Eğitim, Üç Hikâye… R us Edebiyatında Realistler N . GOGOL (1809-1852): Öykü, roman ve oyun türlerinde yazmıştır. Yapıtlarında “didaktik” bir eğilim görülür. Yapıtları: Petersburg Hikâyeleri, Palto, Bir Delinin Hatıra Defteri, Masallar, Ölü Canlar, Müfettiş, Kumarcılar… T URGENYEV (1818-1883): Yapıtlarında gerçekle şiir, gözlemle düşsel sezgi arasında uyumlu bir denge kurmayı başaran yazar, köylülerin ve toprak sahiplerinin portrelerini çizmiştir. Toprak köleliğine karşı olan tutumu, toprak köleliğinin kaldırılmasında etkili olmuştur. Yapıtları: Babalar ve Oğullar, Fırtınadan Önce, Bir Avcının Notları, Taşralı Kadın, Köyde Bir Ay… F . DOSTOYEVSKİ (1822-1881): Acıma ve psikoloji, hemen bütün yapıtlarının temel öğesidir. Bu nedenle, çağdaş psikologlar ve egzistansiyalistler, onun sezgilerindenyararlanmışlardır. Yapıtları: Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Budala, Kumarbaz, Ölüler Evinden Hatıralar, Yeraltından Notlar… L . TOLSTOY (1828-1910): Düşünce ve hayal zenginliği taşıyan yapıtlarında yarattığı tipler, anlattığı olaylar, törelerle ilgili betimlemeler, gerçeklere çok yakındır. Bütün bunları yalın bir üslupla anlatmayı başarmıştır. Yapıtları: Savaş ve Barış, Anna Karenina, Diriliş, İvan İlyiç’in Ölümü, Hacı Murat, Sivastopol 1855 (roman, öykü); Karanlığın Kudreti, Yaşayan Ölü (tiyatro)… A . ÇEHOV (1860-1904): Öykü ve oyunlarıyla tanınır. Hayatın gelişigüzel, önemsiz yanlarını anlatır. Olaya pek önem vermemiş, konuyla doğrudan ilgili olmayan ayrıntılardan kaçınmıştır. Yapıtları: Hikâyeler, (4 cilt, öykü); Martı, Üç Kızkardeş, Vanya Dayı, Vişne Bahçesi (oyun)… M . GORKİ (1868-1936): Hiçbir öğrenim görmeyen; kendini yetiştiren yazar, “Rus edebiyatı” ile “Sovyet edebiyatı” arasında bir köprü ve “sosyal gerçekçilik”in öncüsü sayılır. Yapıtları: Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim, Ana, Klim Samgin’in Hayatı (roman); Stepte, Sıkıntı, Serseriler (öykü); Ayaktakımı Arasında, Küçük Burjuvalar (oyun); Edebiyat Yaşamım, Tolstoy’dan Anılar (anı, deneme)… İ ngiliz Edebiyatında Realistler C . DİCKENS (1812-1870): Yazdıklarında toplumsal sorunları sergilemiş; ama bunların nedenlerini, çözüm yollarını göstermede pek başarılı olamamıştır. Yapıtları: Büyük Ümitler, Antikacı Dükkânı, Oliver Twist, David Copperfield, İki Şehrin Hikâyesi… A merikan Edebiyatında Realistler M . TWAİN (1835-1910): Yapıtlarında, başından geçen serüvenleri yansıtmış, romantik ve realist öğeleri dengeli bir biçimde kullanmıştır. Yapıtları: Tom Sawyer’in Maceraları, Mississipi’de Hayat, Huckleberry Finn’in Maceraları… J .LONDON (1876-1916): Pek çok yapıtında insanların (ve hayvanların) toplumsal davranışı altında görülen “kabalık” kavramıyla uğraşmıştır. Yapıtları: Vahşetin Çağırışı, Âdem’den Önce, Deniz Kurdu, Kurt Kanı, Demir Ökçe, Martin Eden, Sevginin Katıksızı, Ateş Yakmak… E . HEMİNGWAY (1898-1961): Yalın bir anlatımı vardır. Yapıtları: Güneş de Doğar, Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, İhtiyar Adam ve Deniz, Afrika’nın Yeşil Tepeleri… J . STEİNBECK (1902-1968): Genellikle toprakla uğraşan insanları, köy ve sayfiyeleri anlatmıştır. İyi bir gözlemcidir. Yapıtları: Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri, Bitmeyen Kavga, Cennet Çayırları, Yukarı Mahalle, Uğurlu Perşembe… T ÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ Realizm, Tanzimat edebiyatının ikinci döneminden başlayarak Türk edebiyatının bütün topluluklarında etkisini göstermiştir. Recaizade M. Ekrem (Araba Sevdası), Samipaşazade Sezai (Sergüzeşt) ile başlayan realist etkilenme, Servet-i Fünun edebiyatında Halit Ziya ile en önemli temsilcisine kavuşur. Servet-i Fünun’un diğer realist yazarları, Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit’tir. Bağımsız yazarlardan Hüseyin Rahmi, Ahmet Mithat Efendi ve Ahmet Rasim de bu yönde yapıtlar kaleme almışlardır. Türk edebiyatının realist kabul edilen diğer yazarları şunlardır: Yakup Kadri, Refik Halit, Reşat Nuri, Halide Edip, Ebubekir Hazım, Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Memduh Şevket, Halikarnas Balıkçısı, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt… Ş İŞKO İLE SISKA N ikolayevski garında iki eski arkadaş karşılaşmıştı; biri tombalak, öbürü kupkuruydu. Şişko, istasyon büfesinde yemeğini henüz bitirmiş, yağlı dudakları olgun kiraz gibi pırıl pırıldı. Keres şarabıyla turunç çiçeği kokuyordu. Sıska olan, trenden yeni inmiş; valizler, bohçalar, şapka kutularıyla yüklü idi. Üstünden jambon, kahve telvesi kokusu geliyordu. Ardı sıra zayıfça, uzun sivri çenesiyle karısı ve uzun boylu, ikide bir, bir gözünü kırpıştıran jimnaz öğrencisi oğlu yürüyordu. S ıskayı birdenbire fark eden şişko, ona doğru atıldı: – Porfiri, sen misin dostum, diye bağırdı. Yıllar var görüşmeyeli, nerelerdesin yahu? – Vay canına Mişa sen misin?!.. Ne tesadüf bu! Çocukluk arkadaşım… Nereden böyle? İ ki arkadaş kucaklaşıp üç kez öpüştükten sonra yaşarmış gözlerle birbirlerini seyre başladılar. Tatlı bir şaşkınlık içindeydiler. – Hay çok yaşayasın dostum, diye öpüştükten sonra başladı zayıf olan. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi burada karşılaşacağımız! Ne hoş sürpriz bu!.. Dur bakayım sana bir; maşallah, hep eskisi gibi yakışıklı, dinç, iki dirhem bir çekirdek Mişa’sın. Ee, anlat bakalım: Herhalde paralandın, evlendin değil mi? Ben de çoluk çocuğa karıştım. İşte karım Lüiza, Wantzenbah’lardan… Protestan… Şu da oğlum Nafanail, üçüncü sınıfta. Nafanya, bak bu amca, çocukluk arkadaşımdır, jimnazda birlikte okuduk. N afanail bir şey düşünür gibi durakladı, sonra kasketini çıkardı. S ıska devam etti: – Evet okulda birlikteydik. Sana taktığımız adı hatırlar mısın, Mişa? Okul kitaplarından birini cigaranla yaktığın için Herostrates diye takılırdık… Benim adım da arabozuculuğumdan ötürü Ephialtes’di… Kıh-kıh… Çocukluk… Çekinme Nafanya, sokul amcana. Bu da karım, Wantzenbah ailesinden… Protestan.Nafanail biraz düşündü, babasının arkasına sindi. C oşkun bir sevinçle arkadaşına bakan şişko:- Nerelerdesin şimdi, dostum, diye sordu. Nerede görevlisin? Epey ilerledin herhalde?- Eh, karınca kararınca… İ ki yıldır 8’inci dereceye yükseldim: Bir Stanislav* taktılar… Aylığımız pek ahım şahım değil, ama ne yapalım?.. Karım piyano dersleri veriyor, ben boş zamanda oymalı tabaklar yapıyorum. Pek güzel tabaklar, görsen! Tanesini birer rubleye satıyorum. On tane alana ıskontom var doğallıkla… G eçinip gidiyoruz işte. Merkezdeyim, şimdi aynı bakanlıktan masa şefi olarak aktarma edildim buraya. Ya sen? Kim bilir, 6’ncı dereceye gelmişsindir yüzde yüz. – Çık azizim, daha çık… 3’üncüdeyiz… İki yıldızım da var. S ıska bir anda değişiverdi: Yüzü sapsarı oldu, durduğu yerde put kesildi. Ama bu hal yalnızca kısa bir an sürdü. Ardından, yüzüne birdenbire bir gülümseme yayıldı. Kırış kırış olmuş yüz çizgilerinden, gözlerinden sanki ince ince kıvılcımlar saçılıyordu. Kupkuru gövdesi büzülüp kamburlaşmış, daha da sıskalaşmıştı sanki… Karısının sivri çenesi daha da uzadı. Nafanail hazır ol durdu, ceketini ilikledi. S ıska, şişko arkadaşının karşısında ellerini uğuşturarak: – Bendeniz, Ekselâns… şey… Çok memnun oldum yani… mutlu oldum. Bir dostum, çocukluk arkadaşımız da diyebilirim… Böyle bir yere ulaşmış olması… Kih-kih!.. – Bırak bunları Porfiri, ne biçim konuşma bu! Çocukluk arkadaşları arasında resmiyet olur mu, ayıp! S ıska daha da büzülerek: – Aman efendimiz… Nasıl olur, diye kihkihlemeye devam etti. Devletlinin yüksek iltifatları… Bizler için baha biçilmez… Devletlimize Nafanail’i tanıştırmakla onur duyarım. Karım Lüiza… Protestanlardan… Ş işko karşılık vermek istedi; ama sıskanın yüzüne yayılan korku derecesinde saygı, baygınca tatlılık, yaltaklanma midesini bulandırdı. Yüzünü sıskadan çevirerek elini uzattı. Sıska, 3’üncü derece yüksek memurun elinin üç parmağını saygıyla sıktı, bütün gövdesiyle eğilerek selam verdi ve Çinlilerin yaptığı gibi kihkihledi. Karısı gülümsedi. Nafanail reverans yaparken kasketini düşürdü. Üçü, uzaklaşan şişkonun arkasından tatlı bir şaşkınlık içinde bakakaldılar. A nton Çehov(Çeviren: Nihat Yalaza Taluy) Realizm (Gerçekçilik)
- Postmodernizm
Postmodernizm 1960 sonrası Amerika’da ortaya çıkmış bir akımdır. Düşünce olarak mimaride, plastik sanatlarda ve yazın alanında etkili olmuştur. Yaşam biçimi olarak da benimsenen postmodernizm, modernizm sonrası, ona ek olarak ele alınır. Varlığını modernizme borçludur. Ancak modernizme karşı çıkış değildir. Modernizmin bir sonraki sürecidir. Zaten “post” sözcüğü de “ek, sonra” anlamına gelir. Bu nedenle modernizmle zıt düşmesi ya da modernizm yanlısı olması söz konusu değildir. Yine de modernizmden ayrı düşünülmesi yanlış olur. Yaşam biçimi olarak benimsenmesi tartışılacak birçok yanı beraberinde getirmiştir. Örneğin Türkiye ve Türkiye gibi modernizmi tam olarak yaşayamamış ülkelerde modernizm sonrasının yaşanılmaya çalışılması ya da yaşanılıyor sanılması büyük bir yanılgı olur. Erinç (1995, s. 139)’in deyişiyle “bir haftadan beri yıkanmamış vücuda old spice sürmek” gibi tanımlanır. Bu durum modern olamadan postmodern olmaçabasıdır ki anlamlı değildir. “Bir postmodern sanaçıyı isyankâr gösteren, onun esaretidir. Yaşanılmakta olan dünyayı eleştirebilecek, modernizm karmaşasını ve zıtlıklarını yakalayabilmek edinimleri ve bunları yansıtışıdır.” P ostmodern Edebiyat: Postmodern yazın modern anlayıştan farklı olarak öz ve biçimde yeni bir yaklaşımı beraberinde getirmiştir. Buna göre tür ayrımı ortadan kalkmıştır. Modern yapıtta yorumlanabilirlik sınırlandırıldığı halde, postmodern yapıtta okuyucu, okuduğu sırada metni yeniden yazma durumuna geçer. Modernlikte yapıt anlamlılık taşımaktayken, postmodern yapıt söz söyleme sanatıyla (retorik) bezenmiştir. Dil oyunlarına geniş yer verme ve zaman-yer bütünlüğünden uzaklaşma görülür. Postmodern yazında konu bağlarında geriye dönüşler vardır. Daha önce yazılmış metinlerden yola çıkarak yeni metinler üretilir. Hem sorgulama, hem de yanıt arama bir arada görülür. Roland Gerard Borthes (1915-1980) ve James Joyce (1882-1941)’un yanı sıra Türk yazınından Orhan Pamuk, Bilge Karasu da postmodern olarak nitelendirilen yazarlardan sayılırlar. Y ENİ HAYAT’tan B ir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk sayfalarındayken bile, kitabın gücünü öyle bir hissetim ki içimde, oturduğum masadan ve sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını sandım. Ama gövdemin benden kopup uzaklaştığını sanmama rağmen, sanki bütün varlığım ve her şeyimle her zamankinden daha çok sandalyede ve masanın başındaydım ve kitap bütün etkisini yalnız ruhumda değil beni ben yapan her şeyde gösteriyordu. Ö yle güçlü bir etkiydi ki bu, okuduğum kitabın sayfalarından yüzüme ışık fışkırıyor sandım: Aynı anda hem bütün aklımı körleştiren, hem de onu pırıl pırıl parlatan bir ışık. Bu ışıkla kendimi yeniden yapacağımı düşündüm, bu ışıkla yoldan çıkacağımı sezdim, bu ışıkta daha sonra tanıyacağım, yakınlaşacağım bir hayatın gölgelerini hissettim. Masada oturuyor, oturduğumu aklımın bir köşesiyle biliyor, sayfaları çeviriyor ve bütün hayatım değişirken ben yeni kelimeleri ve sayfaları okuyordum. Bir süre sonra, başıma gelecek şeylere karşı kendimi o kadar hazırlıksız ve çaresiz hissettim ki, kitaptan fışkıran güçten korunmak ister gibi bir an içgüdüyle yüzümü sayfalardan uzaklaştırdım. Çevremdeki dünyanın da baştan aşağıya değiştiğini o zaman korkuyla fark ettim ve şimdiye kadar hiç duymadığım bir yalnızlık duygusuna kapıldım. Sanki dilini, alışkanlıklarını, coğrafyasını bilmediğim bir ülkede yapayalnız kalmıştım. B u yalnızlık duygusunun verdiği çaresizlik bir anda beni kitaba daha sıkı sıkıya bağladı. İçine düştüğüm yeni ülkede yapmam gereken şeyleri, inanmak istediklerimi, görebileceklerimi, hayatımın alacağı yolu bana bu kitap gösterecekti. Sayfaları tek tek çevirirken kitabı şimdi bana vahşi ve yabancı bir ülkede yol gösterecek bir rehber gibi de okuyordum. Yardım et bana, demek geliyordu içimden, yardım et ki kazaya belaya uğramadan yeni hayatı bulayım. B u hayatın da, ama, rehberinin kelimeleriyle yapıldığını biliyordum. Kelimeleri tek tek okurken, bir yandan yolumu bulmaya çalışıyor, bir yandan da yolumu büsbütün kaybettirecek hayal harikalarını hayretle tek tek ben kuruyordum. B ütün bu süre boyunca kitap masamın üzerinde duruyor ve ışığını yüzüme saçarken, odamdaki öteki eşyalara benzer bildik tanıdık bir şey gibi gözüküyordu. Bunu, önümde açılan yeni bir hayatın, yeni bir dünyanın varlığını hayretle ve sevinçle karşılarken hissettim: H ayatımı böylesine değiştirecek olan kitap aslında sıradan bir eşya idi. Aklım pencerelerini kapılarını kelimelerin bana vaad ettiği yeni dünyanın harikalarına ve korkularına ağır ağır açarken, bir yandan da beni bu kitaba götüren rastlantıyı yeniden düşünüyordum, ama bu aklımın yüzeylerinde, derine gidemeyen bir hayaldi. Okudukça bu hayale dönmem bir çeşit korkudandı sanki: Kitabın bana açtığı yeni dünya o kadar yabancı, o kadar tuhaf ve şaşırtıcıydı ki, bu alemin içine bütünüyle gömülmemek için şimdiki zamanla ilgili bir şeyler hissetme telaşı duyuyordum. Başımı kitaptan kaldırıp odama, dolabıma, yatağıma bakarsam ve penceremden dışarıya bir göz atarsam, dünyayı bıraktığım gibi bulamayacağım korkusu içime yerleşiyordu çünkü.. . . . . O rhan Pamuk
- Parnasizm Nedir? Parnasizmin Özellikleri Nelerdir?
P arnasizmin temel ilkeleri: – Coşumculuğa (romantizme) bir tepki olarak ortaya çıkan parnas şiirde, kişisel duygular yerine nesnellik öne çıkarılmıştır. – Parnaslar biçimciliği amaçlamıştır. Biçimin kusursuz, eksiksiz olması gerektiğini ileri sürmüş; şiirde uyumdan çok tartıma, dilin müziğinden çok plastik sanatlardaki biçim güzelliğine önem vermişlerdir. – Şiirin nesnelliğinin yanı sıra bilimsel olması savunulmuştur. – Coşkunun sanatla bağdaşmayacağı düşünülmüştür. Rastlantısal esinlenmeyle yazmak yerine, klâsiklere özgü bir düzenlilik benimsenmiştir. – Bireycilikten soyutlanmış şiir anlayışı öngörülmüştür. Parnaslarda “ben” duygusu coşumculardaki “ben” gibi acılardan söz etmez. Şair kendini anlatırken insanı anlatıyordur. Parnas şairlerden bazıları şunlardır: Theophile Gautier (1811 – 1872), Leconte de Lisle (1818 – 1894), Jose – Maria de Heredia (1842 – 1905), Sully – Prudhomme (1839 – 1907), Theodere de Banville (1823 – 1891), Türk yazınından Tefik Fikret (1867-1915).Parnas sözcüğü Yunanistan’da bir dağa verilen Parnassos adından gelir. Esin perilerinin bu dağda bulunduğu, şairlerin bu bölgede yaşayıp şiirlerini yazdıkları öne sürülmüştür. Sanat anlayışı olarak 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransız şiirinde ortaya çıkmıştır. “Sanat için sanat” görüşü ile şiirler yazılmaya başlanmıştır. Ozanlar sanat yapıtlarını bireycilikten, coşkusallıktan uzak tutmuş ve biçimsel yetkinliğe, salt güzele ulaşmayı amaçlayan yapıtlar oluşturmuşlardır. Parnasizme geçişte önceleri romantizmin konu ve amaçlarının değiştirilmesi görüşü ortaya atılmıştır. O güne kadar kişisel duyguların, aşkın, coşkuların anlatımı söz konusu iken, artık bunlardan vazgeçilmesi ve yazarın, içinde yaşadığı toplumu ilgilendiren konulara yabancı kalmamasını düşünen yazarlar ortaya çıkmıştır. Halka önderlik edebilecek, yol gösterici olabilecek konuların işlenmesi ve romantizmin sosyal konulara yönelmesini istemişlerdir. Ancak bütün bu görüşlere karşı çıkan, bir başka deyişle romantizmin ilkelerine tepki gösteren sanatçılar ise parnasizmin ilkelerini ortaya atmışlardır. Parnasistler, işlenecek konularda özgürlükten yana olduklarını, şiirde fanteziyi, egzotizmi, yerel renklerini aradıklarını bunun sonucu olarak da sanatı toplum ve etik için değil, “sanatı sanat için” yapmak istediklerini belirtmişlerdir. Bu anlayışın öncülerinden Theophile Gautier, 1856 yılında L’ Article adlı dergide görüşlerini açıklamış ve “Biz sanatın özerkliğine inanıyoruz. Bunun için sanat araç değil amaçtır. Bizim gözümüzde güzel olan şeyden başka şey amaçlayan sanatçı, sanatçı değildir.” diye belirtmiştir. Sanatta içerik kadar biçimin de önem taşıdığı, bu iki ögenin birbirinden ayrılmaz olduğu görülür. Parnas şiirde anlatımın resimselliği önemli bir özellik olarak yansır. Örneğin Heredia’ın aşağıdaki dizelerinde bir resim tablosu oluşturulmuş gibi farklı renkler birer doğa devinimi olarak aktarılır. . . . . .Buğdaylar alacalı ovadan taşmış Y uvarlanıp dalgalanıp açılıyor serin esen yelde V e uzakta bir sapan, göğün üzerinde S allanan bir gemiye benziyor A yaklarımın altında deniz, erguvan renkli, ufka kadar, M avi ya pembe ya menekşe ya renk renk Y a da gelgitin dağıttığı koyunlar örneği ak U çsuz bucaksız bir kır gibi yeşermekte V e deniz kuşları gelgitin peşinde A ltın bir dalganın şişirdiği olgun buğdaylara doğru S evinç çığlıklarıyla döne döne uçuyor K aradan kalkan balımsı bir yel K anatlı esrikliğin ardında kelebekleri K elebekten çiçeğe durmuş okyanusa serpiyor. H eredia(Çeviren: Semiramis Kantel) Şiirin biçimsellikte bilimden yararlanması gerektiği düşünülmüştür. Bu konuda Leconte de Lisk “Sanatla bilim birbiriyle yakın ilişkide bulunmalıdır” der. Bu anlayış şiirde duygusallığı bir yana bırakıp dış dünyanın, doğanın güzelliklerini olduğu gibi tanımlamıştır. Bir başka deyişle gerçekçiliğe ön hazırlık yapmıştır. Parnasizm Nedir? Parnasizmin Özellikleri Nelerdir?
- Neoklasisizm
Klâsisizm akımı 20. yüzyılda kendini neoklâsisizm olarak yeniden göstermiştir. Klâsik edebiyata dönme eğilimi taşıyan neoklâsikçiler, simgecilikten uzaklaşıp antik olana, Yunan ve Latin geleneğine dönmüşlerdir. Simgeci yazının öncülerinden Jean Moreas (1856 – 1910) zamanla bu sanat anlayışından koparak, geleneksel nazım biçimine dönmüş; klâsik değerleri ve biçimi savunmuştur. Ernest Raymaud, Charles Maurras gibi yazarlar da Jean Moreas’ın yanında yer almışlardır. Türk yazınında da bu akıma ilgi duyulmuş ve klâsisizm etkisinde eserler yazılmıştır. Yahya Kemal Beyatlı’nın (1884-1958) eserleri, bu akıma örnek gösterilmiştir. Neoklasisizm



