Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Natüralizm
Natüralizm, bilimsel realizmdir. Bu akımın amacı, olayları ve kişileri bir bilim adamı gözüyle, deneysel yöntemlerle incelemek; hayatın çirkin, iğrenç görünümlerini bile anlatmaktan çekinmemek; insan karakterini kalıtımla ve içinde yetiştiği çevreyle belirtmektir. Realizme tepki olarak doğmayan, onun bir türevi olan natüralizmin kurucusu Emile Zola’dır. Zola, bu akımın ilkelerini “Deneysel Roman” adlı yapıtında açıklamıştır. Ö ZELLİKLERİ 1. İnsan ve toplumla ilgili olaylar, bilimsel determinizm (aynı olayların, aynı koşullarda aynı sonucu doğurması) yöntemiyle incelenir. 2. Kişiliğin yansıtılması için, biyolojinin soyaçekim yasalarından ve toplumbilimin kurallarından yararlanılır. 3. İnsan davranışları, soyaçekimden gelen içgüdü özellikleriyle açıklanır. 4. Sanatçının kişiliğini gizleyebilmek için, üslupçuluğa karşı çıkılır; kişiler, sosyal düzeylerine göre konuşturulur. 5. Sanat, toplumsal sorunların çözümü için bir araç olarak görülür; bu nedenle “toplum için sanat” anlayışı benimsenir. 6. Çevrenin insan yaşamındaki etkisini yansıtabilmek amacıyla, tiyatroda, dekora, kostüme, aksesuvara en ince ayrıntılarına kadar yer erilir. B AŞLICA TEMSİLCİLERİ E . ZOLA (1840 – 1902): Natüralizmin kurucusu ve kuramcısıdır. Kuramsal açıdan bir bilim adamı gibi davranmış, toplumsal hayatı ve çağdaş sorunları canlandırmada üstünbir başarı göstermiştir. Yapıtları: Meyhane, Germinal, Toprak, Eser, Gerçek, Nana, Para… G ONCOURT KARDEŞLER: Edmond (1822-1886) ve Jules (1830-1870) Goncourt, doğrudan yaptıkları gözlemlere dayanan nörotik tiplerin psikolojik incelemelerini, yapıtlarında malzeme olarak kullanmışlardır. Yapıtları: Manette Salomon, Journal, Germinie Lacerteux… H . TAİNE (1828-1893): Yazarın “ırk ve çevre koşulları” üzerine ortaya attığı kuram, natüralistleri çok etkilemiştir. Yapıtları: Zekâ, Sanat Felsefesi, Sanatta Ülküye Dair, Çağdaş Fransa’nın Kaynakları, XIX. Yüzyılda Fransa da Klasik Filozoflar… A . DAUDET (1840-1897): Belgelere dayanarak çalışması, yazarı natüralistlere yaklaştırmıştır. Renklere ve biçimlere özen gösterdiği için şiirsel bir anlatımı vardır. Yapıtları: Değirmenimden Mektuplar, Pazartesi Hikâyeleri, Sapho, Jack, Tarasconlu Tartarin… G . DE MAUPASSANT (1850-1893): Karamsar bir bakışla yazmış, gözleme çok önem vermiş, yalın bir üslup kullanmıştır. Öykülerinde “olay” önemli bir yer tutar. Yapıtları: Tombalak, Ayışığı, Küçük Raque, Bir Hayat, Güzel Dost, Ölüm Kadar Acı… T ÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ Natüralizm, XIX. yüzyıl sonları ile XX. yüzyıl başlarında, Türk yazarlarını da etkilemiştir. Beşir Fuat, Nabizade Nazım ve Hüseyin Rahmi, bu etkiyi yapıtlarında ilk kez yansıtmışlardır.
- Kübizm
Yirminci yüzyılın başında ortaya çıktı. Önce resim alanında, sonra diğer sanat dallarında ve özellikle şiirde kendini gösteren kübizm, gerçeküstücülük yolunda basamak oldu. Kübist sanatçılar, geçici bir anı değil, kişilerin ve eşyanın ebedî özünü, şuuraltının gizlerini yansıtmak istediler. Nesnelerin tabiî düzenini bozup, onları değişik açılardan ele aldılar. Konuları bir yönüyle değil, üç boyutuyla derinlemesine ve geometrik biçimde görmek istediler. Bu üç boyutu sağlamak için, örneğin, çizdikleri bir adamın, yalnız görünüşünü, duruşunu, bulunduğu yeri değil, aynı zamanda aklından ve gönlünden geçenleri, hayal ve arzularını, hatta günah ve sevaplarını da aynı kompozisyona, aynı tabloya sığdırmaya çalışırlar. Dış gerçeği sarsıp, iç benliği yansıtmaya yöneldiler. Kübizmin edebiyattaki amacı, anlatımı daha canlı kılmak, bunun için de duygularla olayları karıştırarak birlikte olduğunu kabul edilir hale getirmektir. Tabiî ki bu durum karmakarışıklık da yaratır. Konuyu bir bütün olarak kavramak, iç ve dış âlemi birlikte işlemek bu akımın temel özelliğidir. Kübist şair, ressam gibi, tasvirini yapmak istediği bir nesnenin bir yanını değil, her yanını tanıtmak, tasvir etmek, anlatmak ister. Kübistler, sanat ülküsünü duygudan çok, düşüncede ararlar. Bilim yoluyla değil, sanat yoluyla sanata ulaşmak isterler. Kübizm anlayışına göre empresyonizm, duyumların, yani devamlılık arz etmeyen, gelip geçici şeylerin tasviridir. Kübizm ise, sürekli olan ve değişmeyen özün tasvirine gayret göstermektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi eşyanın dış görünüşüyle birlikte, özünün de gösterilmesi gerekmektedir. Sözgelimi, insanın yalnız dış görünüşü ele alarak değerlendirirsek, onu sadece bir madde olarak anlamak ve düşünmek olur. Halbuki insan denilen canlı varlık, birtakım duyguların ve fikirlerin de sahibidir. Sanat, o varlığın bu yönlerini de göstermek mecburiyetindedir. Yani olaylarla duyguları ayrı değil, bir bütün olarak düşünmek gerekiyor. Konuyu bütün halinde tutmak temel amaçtır. 1910 yıllarında, empresyonizme tepki olarak ortaya çıkan Kübizm, 1913’te edebiyat alanında kendini hissettirmiş ve 1914’ten sonra da önemini kaybetmeye başlamıştır. Paul Cezanne, Georges Seurat, Picasso, Braque, Lhite, Leger (resim alanında), edebiyat alanında ise ilk öncüsü Guillaume Apollinaire olmuştur. Daha sonra edebiyat alanında Jacob, Cendrars, Cocteau da başarılı örnekler verdiler. Ş APKA SATICISI B ir elma ağacının üstünde uçtu güvercinler A vcılar koştu, güvercinler uçtu H ırsızlara gün doğdu, derman için bir tek elma yok Y alnız bir sarhoşun şapkası kaldı E n alçak dala asılıİyi sanat doğrusu şu şapka satıcılığı İ lla ki sarhoş şapkası satıcılığı H endeklerde mi dersin Ç ayırlar üzerinde mi, ağaçlar üzerinde mi B ul bulabildiğin kadar şapka Y enileri ise daima Kermarec’te bulunur K ermarec, Lannion’da şapka satıcısı R üzgârdır onun için çalışan B ense küçük bir terzi B en de şapka satıcısı olacağım E lma şarabı çalışacak benim için V e Kermarec kadar zengin olduğum zaman E lma şarabı için elmalar veren bir elma bahçesi alacağım V e ehli güvercinler B ordeaux’daysam şarap içeceğim V e güneşin altında yürüyeceğim
- Klasisizm
Bu akımın kuramsal dayanağı yazın alanında Rönesansta oluşturulmuştur. Bu nedenle de bazı araştırmalarda Rönesans dönemi sanatçıları klâsisizm içinde gösterilmektedir. Örneğin; W. Shakespeare, Montaigne vb. sanatçılar Rönesans dönemi yazarları olmalarına karşın klâsikler arasında sayılmışlardır. Diğer sanat alanlarında olduğu gibi yazın (edebiyat)da da klâsisizm denilince akla ilk gelen 17. yüzyıldır. Ancak klâsisizmin ortaya çıkış nedenlerine bakıldığında Antik Yunan ve Roma sanatının özellikleri görülür. Antik sanat anlayışına temel olan biçimsel kesinlik, düzen, denge, uyum gibi nitelikler 17. ve 18. yüzyıl Avrupa sanatını da kapsamıştır. Başka bir deyişle klâsisizm diye bilinen anlayışın uzantısı İ. Ö. 5. yüzyıla değin uzanır. Klâsisizmin ilk örnekleri, Fransız yazınında Boileau’nun eserlerinde görülür. Boileau klâsik sanatı şöyle tanımlar: “Bir yapıt hoş bir şeyle ve insanların genel beğenisine uygun bir tatla dolu değilse, az sayıda bilen kişice beğenilse de boşunadır, hiçbir zaman iyi bir yapıt sayılmayacaktır… Herkesin usundan geçen bir düşünce, ancak canlı ve yeni bir biçimde söylenirse değeri olan bir düşüncedir.” Klâsisizm usa dayalı öğreten, eğiten, yücelten bir sanattır. 17. yüzyıl yazını da bu anlayışla Aristoteles’in Poetika’sının etkisiyle oluşturulmuştur. Klâsisizmde duygusallığa yer yoktur. Biçimci kurallarla yer, zaman ve eylem birliği tek düze olarak kullanılmıştır. “Üç birlik kuralı” diye de bilinen bu kural, klâsik sayılan imgelerle oluşturulmuş, ortak beğenilerin dışına çıkılmamıştır. Klâsik sanatçı işleyeceği konuları doğadaki en güzel örnekler arasından seçer ve bunların düzensizliklerini ayıklar. Elde ettiği biçimin bütünlük ve uyum içinde olmasına çalışır. Parçalar arasında uyumun sağlanması, belli bazı oranların uygulanmasıyla sağlanabilir. Bu oranlar ise en ideal varlık olan insanın organları arasındaki oranlardan oluşturulur ve üç amaca ulaşmayı sağlar: – İdeal bir güzellik duygusu yaratmak,- Sistemleştirme eğilimini karşılamak,- Herkes için geçerli olan değer ölçüleri oluşturmaktır. Klâsisizmde konular insan doğasına uygun olarak seçilmiştir. Davranışlar aklın denetimi altındadır. Gerçekçi konular ele alınmış, karakterler yerine tipler işlenmiştir. Yöresellikten öte evrensel olanlar, klâsik dönemin özellikleri olarak yansımıştır. Alman yazınından Goethe (1749 – 1832), Schiller (1759 – 1805); Fransız yazınından Corneille (1606 – 1684), Racine (1639 – 1699), Moliere (1622 – 1673); İtalyan yazınından Goldoni (1707-1793); İngiliz yazınından Drydon (1631 – 1700); Rus yazınından Krilov (1768 – 1844) klâsik dönem için örnek sayılabilecek yazarlardan bazılarıdır. Ö ZELLİKLERİ 1. Akıl ve sağduyu önemlidir. İnsanı yanıltacağı için, duygu ve coşku önemsenmez. 2. “Doğa” olarak, insanın değişmeyen iç dünyası ele alınır; sürekli değişen dış dünya ve doğa, aldatıcı bulunur. Bu yüzden, gerçek doğa betimlemelerinden kaçınılır. 3. Günlük ve gelip geçici konular değil, kalıcı olanlar işlenir. Bu yüzden, Eski Yunan ve Latin edebiyatı kaynakları tekrar tekrar ele alınır. 4. İdeal ve mükemmel insan tipi işlenir, değişmez tipler yaratılır. 5. Konudan çok, konunun en güzel biçimle, kusursuz soylu bir dil ve anlatımla ortaya konması önemsenir. 6. Akla ve doğallığa önem verildiği için, tiyatroda “üç birlik kuralı” uygulanır (üç birlik: yer, zaman, olay birliği). 7. Kötü ve çirkin konular ele alınmaz.8. Yapıtlarda, sanatçının öznel açıklamalarına yer verilmez. B AŞLICA TEMSİLCİLERİDESCARTES (1596-1650): Klasisizmin düşünsel yönünü hazırlamış, Tanrının varlığını kanıtlayacak bir felsefe sistemi kurmaya çalışmıştır. Gerçeği, sahteden ayıran matematik yöntemini anlatmayı denemiş, metafizik ve fiziksel evren üzerine yapıtlar vermiştir. Yapıtları: Metot Üzerine Konuşma, Metafizik Düşünceler, Felsefenin İlkeleri, Ahlak Üzerine Mektuplar, Tabiat Işığı Altında… B OİLEAU (1636-1711): Yergiler ve eleştiriler yazmıştır. Eleştirilerinde, sanatta işçiliğin önemini belirtmiş ve nazmın kurallarını koymuştur. Yapıtı: Şiir Sanatı. C ORNEİLLE (1606-1684): Fransız tragedyasının kurucusu sayılır. Kahramanları, tüm engelleri aşan, iradesi güçlü kişilerdir. Komedyaları da vardır. Yapıtları: Le Cid, Horace, Cinna, Polyeucte… L A ROCHEFOUCAULT (1613-1680): Özdeyiş türünün kurucusu ve en büyük yazarıdır. İnsanların kusurlarını, yaşam deneyimlerine dayalı özdeyişlerle yansıtmıştır. Yapıtı: Özdeyişler. L A FONTAİNE (1621-1695): Yunan fabl ustası Aisopos’tan etkilenmiştir. Hayvanlar ve insanlar üzerinde gözlemler yapmış; hayvanlar arasında geçen olaylardan hareketleinsanların kusurlarını anlatmıştır. Yapıtları: Fabller (12 cilt). M OLİÉRE (1622-1673): Dünya komedyasının en büyük ustasıdır. Güldürürken düşündürmeyi amaçlamıştır. Yapıtlarını gülünç gelenekler ve karakterler üzerine kurmuş; olumsuz tipleri işleyerek mükemmel insanı duyurmak istemiştir. Yapıtları: Tartuffe, Don Juan, Zoraki Tabip, Cimri, Kibarlık Budalası, Gülünç Kibarlar, Hastalık Hastası, Kocalar Okulu, Kadınlar Okulu… P ASCAL (1623-1662): Fizikçi ve matematikçidir. Genç yaşında manastıra çekilmiş; orada teoloji, felsefe ve psikoloji konusunda notlar tutmuştur. Yapıtlar: Düşünceler, Taşra Mektupları. T ÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ Klasisizmin Türk edebiyatına etkileri çok belirgin değildir. Ancak, Şinasi’nin Şair Evlenmesi’nde üç birlik kuralını uygulaması ve La Fontaine’den yaptığı çeviriler; Ahmet Vefik Paşa’nın Molière’den yaptığı çeviri ve uyarlamalar; Yusuf Kâmil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Telemak çevirisi; Åli Bey’in Molière’den yaptığı Kokona Yatıyor uyarlaması, klasisizmin Türk edebiyatındaki etkisini göstermektedir. C İMRİ’denPERDE I / S AHNE IVALÈRE : Ne oluyor, Elise, güzelim? Nedir bu mahzun halin? Bana bu kadar umut verdikten sonra? Ben sevincimden uçarken sen sanki matem içindesin. Söyle, pişman mı oldun beni sevindirdiğine? Bana verdiğin sözü zorla mı verdin? Olur a, benim coşkunluğum seni istemeye sürüklemiş olabilir. E LİSE : Hayır Valère; senin için yaptığım hiçbir şeye pişman değilim. Öyle tatlı bir zor ki bana bunları yaptıran, istesem de elimde değil pişman olmak. Ama, doğrusunu istersen, bu kadar mutluluk ürkütüyor beni. Seni sevmekte belki fazla ileri gittim diye korkuyorum. V ALÈRE : Beni sevindirmek korkunç bir şey mi? Nedir seni korkutan? Ne var? E LİSE : Ah, neler var, bir bilsen! Babam küplere binecek. Evde herkes benden yüz çevirecek. Konu komşu adımı kötüye çıkaracak. Ama bütün bunlar bir yana, beni asıl korkutan, ne, biliyor musun? Sen, senin kalbinin değişmesi, Siz erkekler bir tuhafsınız: İnsan sizi yüreğinin bütün açıklığıyla sevdi mi, sevgisini gösterdi mi, hemen soğuyuverirsiniz; hem de nasıl! Ölsek kılınız kıpırdamaz. V ALÈRE : Beni başkalarına benzetmeye nasıl dilin varıyor? Bende istediğin kötülüğü gör, ama sana bağlılığıma toz kondurma. Şunu bil ki, benim sana sevgim, tükenecek sevgilerden değil. Ben yaşadıkça yalnız sen olacaksın kalbimde. E LİSE : Ah, Valère, hep böyle derler. Bütün erkekler birdir konuşurken, zamanla anlaşılır her birinin ne olduğu… V ALÈRE : Madem zamanla anlaşılır, bekle; ne yapacağımı gör de sonra yargıla sevgimi. İçinden geçen yersiz korkular yüzünden bütün suçları yükleme bana. Kuşkularını bir hançer gibi saplama yüreğime. Yalvarırım, bekle bekle biraz canıma kıymadan önce, bekle de sevgimin gerçekliğine inandırayım seni, yüzlerce kanıt sereyim önüne. E LİSE : Ne kolay, ne kolay inanıyor insan sevdiğine! Evet, Valère, beni aldatmayacağına, yüreğinin buna varmayacağına inanıyorum. Beni gerçekten sevdiğine, beni bırakmayacağına inanıyorum. Bütün kuşkuları atıyorum içimden. Bir korku kalıyor geriye: Ayıplama korkusu. V ALÈRE : Peki ama bu korkuya sebep ne? E LİSE : Herkes seni benim gözlerimle görse, hiçbir tasam olmazdı. Ben seni bildiğim için, doğru buluyorum seninle her yaptığımı. İyi bir insan olmam kalbimi haklı çıkarıyor kendime karşı. Üstelik sana hayatımı da borçluyum; Allah’ın gücüne gider sana nankörlük etmem. Bizi tanıştıran o korkunç kaza hiç gitmiyor gözümün önünden. Kendi canını hiç sakınmadan nasıl sulara atıldın beni kurtarmak için! Ne candan uğraştın benimle, sudan çıkardıktan sonra beni. O gün bugündür de bir an eksik olmadın yanımdan. Bunca zaman, bunca zorluklara inat, yılmak bilmedi sevgin. Ananı, babanı, yerini yurdunu aramaktan vazgeçip kaldın burada. Beni her gün görebilmek için kim olduğunu gizlemeye, babamın uşağı olmaya razı oldun. Bütün bunlar bir peri masalı gibi geliyor bana. Daha ne arayabilirim sana bağlanmak için? Ama hiç sanmam ki başkaları bununla yetinsin, benim duyduklarımı duysun. V ALÈRE : Bütün bu söylediklerin içinde değer verebileceğin bir şey varsa o da sevgimdir, yalnız sevgim. Öteki kaygılarına gelince, baban elinden geleni yapıyor sana hak vermem için. Bir yandan aşırı cimriliği, bir yandan çocuklarına karşı sertliği, daha da olmayacak şeyler düşündürebilir insana. Babandan böyle konuştuğum için beni affet, Elise. Bu taraflarını kimsenin övemeyeceğini sen de bilirsin. Ama umutlarım boşa çıkmaz da anamı babamı bulacak olursam, onun gönlünü yapmak hiç de zor olmayacak bizim için. Her gün haber bekliyorum onlardan, gecikirsen kendim gideceğim onları bulmaya. E LİSE : Aman, hiç ayrılma buradan, ne olur, Valère. Babamı kazanmaya, gözüne girmeye çalış, yeter. V ALÈRE : Bunun için neler yaptığımı görüyorsun. Hizmetine girebilmek için az mı şeytanca yarandım ona? Takınmadığım surat, dökmediğim dil mi kaldı hoşuna gitmek için? Maymuna dönüyorum her gün, sevdireyim diye kendimi. Ama bir hayli ilerledim bu yolda. Bakıyorum da, insanları kazanmak için en iyi çare onların sevdiklerini sever görünmek, doğru dediklerine doğru demek, kusurlarını övmek, her yaptıklarını alkışlamak. Yaranacak mısın, aşırı gitmekten hiç korkma. Yalan söylediğin istediği kadar belli olsun, suratından aksın, en zeki insanlar bile kanıveriyorlar dalkavukluğa. Pöhpöhü bastınız mı, en gülünç, yüzsüzce söylenmiş sözleri bile yutuyorlar. Bu benim yaptığım işte insan dürüstlüğünü yitiriyor biraz; ama insanlara muhtaç oldunuz mu, uymak zorundasınız onlara. Onları başka yoldan kazanamıyorsa insan, kabahat pöhpöhleyende değil, pöhpöh isteyende. E LİSE : Peki, kardeşimi niçin kazanmak istemiyorsun? Ya hizmetçi kız bizi ele verecek olursa? V ALÈRE : İkisini birden kazanmaya imkân yok. Baba ile oğulun kafaları o kadar ayrı ki, ya birinin adamı olacaksın, ya ötekinin. Ama sen bir yandan kardeşinin üstüne düş; aranızdaki dostluğu artır ki bizden yana olsun gereğinde. İşte, geliyor. Ben kaçıyorum. Bu fırsatı kaçırma. Konuş onunla. Ama, bak, ne kadar açılmak yerinde olursa o kadar açıl, fazla değil. E LİSE : Bilmem hiç açılabilecek miyim ona. M oliere ( Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu)
- Hümanizm (İnsancılık)
Hümanizm, edebiyatı da etkilemiş ve edebiyat akımı olarak etkili olmuştur. İtalya’da doğan bu akım 14. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar etkisini sürdürür. Hümanizm Rönesans’ın hazırlayıcısı olmuştur. Hümanizmde Eski Yunan ve Latin edebiyatlarından hareketle (dünyaya bakışları, işledikleri konular…) insanlığa seslenme amaçlanmıştır. T emsilcileri Dante, Boccacio, Petrarca, Montaigne, Cervantes
- Fütürizm (Gelecekçilik)
I. Dünya Savaşı başlamadan ortaya çıkan gelecekçilik akımı “geçmişten kopuşu, yenilik ve değişikliğe yönelişi anlatan” anlamına gelir. Yazın alanında olduğu kadar resim ve yontu (heykel) sanatında da gelenekselleşmiş kalıplara karşı ortaya atılmıştır. İtalyan yazar Marinetti (1876-1944) ve onun düşüncelerini paylaşan bazı yazarlar, var olan biçimleri ve işlenen temaları terk edip çağdaş anlayışta bir tekniğin sağlayacağı bolluğu, huzuru ve varlığı savunmuşlardır. İtalya’daki etkisi kısa sürmekle birlikte Fransa, Almanya ve Rusya’da uzun yıllar etkisini göstermiştir. Gelecekçilik anlayışına göre, şiirde uyak ve ölçü söz konusu değildir. Yalın sözcüklerle ve belirli bir dize biçimi olmadan aktarılan duygular dikkat çekicidir. Bu yaklaşımıyla kendinden sonra gelecek olan dadaizme ve sürrealizme önkoşul hazırlamıştır. Marinetti, sanatçının sokaklardaki kalabalığın içinde olması gereğini çağdaş sanatın bir önkoşulu olarak görür. Artık, konu önemini yitirmiştir. Önemli olan yapıtın kendisidir. Korkusuzluk, tehlike tutkusu, ortaklık ve başkaldırı yeni şiirin temel ögeleri olmuştur. Gelecekçi yazın, içeriği tümden kaldırmayı değil, onu yeniden gözden geçirmeyi amaçlamıştır. Yenilenmiş bir dünya özlemi vardır. Gelecekçilikte, sözle görsellik kaynaştırılmış ve soyut sanatın ilk adımları atılmıştır. Bu anlamda çağdaş toplumun oluşturulması çabaları dikkat çekicidir. Fransız yazınında Apollinaire, Cendrars, Larbaud, Max Jacob, Reverdy gibi simgecilik ve kübizmi etkilemiş olan yenilikçi şairler, gelecekçilik akımında da yer almışlardır. Rusya’da Mayakovski’nin öncülüğünü yaptığı gelecekçilik akımı, 20. yüzyılın ikinci yarısında etkisini yitirmiştir. G ELECEKÇİLİK BİLDİRGESİ (1909) B iz, şiirlerimizde tehlike tutkusunu, enerji ve ataklık alışkanlığını dile getirmek istiyoruz. Korkusuzluk, gözü peklik, başkaldırı, şiirimizin başlıca ögeleri olacaktır. Edebiyat şimdiye dek dalgın hareketsizliği, kendinden geçişi ve uykuyu övdü. Biz, saldırgan devingenliği (dinamizmi), hummalı uykusuzluğu, koşuyu, ölüm perendesini, şamarı ve yumruğu yücelteceğiz. D ünyanın görkemliliği yeni bir güzellikle zenginleşti; hızın güzelliği. Ateş soluyan yılanlara benzer borularla donatılmış bir yarış otomobili, kükreyen bir yarış otomobili, Samothrake Nike’si heykelinden daha güzeldir. S avaştan başka şeyde güzellik yoktur. Saldırgan nitelikte olmayan hiçbir eser başeser olamaz. Biz, dünyanın tek sağlığı olan savaşı, militarizmi, yurtseverliği, uğrunda ölünen güzel ülküleri ve kadının aşağılanmasını yüceltiyoruz. B iz, müzeleri, kitaplıkları, her türlü akademiyi yıkmak istiyoruz. Biz, çalışmanın, zevkin ya da ayaklanmanın harekete geçirdiği büyük toplulukların şiirini söyleyeceğiz; modern kentlerdeki devrimleri yaşayan çok renkli ve çok sesli yığınları söyleyeceğiz; şiddetli elektriğin ayışığı altında yangın gibi parlayan şantiyelerin ve tersanelerin titreyen gece coşkusunu; dev koşucular gibi bir yandan bir yana nehirleri aşan, güneşte bıçak gibi parıldayan köprüleri; ufukları koklayan serüvenci gemileri; üzengisi borulardan yapılmış kocaman çelik atlar gibi raylar üstünde eşelenen geniş göğüslü lokomotifleri; pervanesi rüzgârda bir bayrak gibi çırpınan uçakların akıp giden uçuşlarını söyleyeceğiz. B u kırıp geçiren, bu yıkıcı şiddetteki bildirgemizi İtalya’dan bütün dünyaya ilan ediyoruz ve “gelecekçilik”i (fütürizm’i) kuruyoruz; çünkü ülkemizi, profesörlerin, arkeologların, çenesi düşük edebiyatçıların ve antikacıların kangreninden kurtarmak istiyoruz. F .T. Marinetti(Çeviren: Bedrettin Cömert) Fütürizm (Gelecekçilik)
- Entüisyonizm (Sezgicilik)
Felsefe tarihinde bilginin kaynağı ve gerçeğin kavranması konusunda ortaya atılan sorunlar, birer dizge niteliği kazanmış, değişik düşünme yöntemlerine bağlanan çığırların doğmasına yol açmıştır. H.Bergson’un öncülük ettiği bu görüş, rasyonalist görüşe tepkiyi dile getirmektedir. Bergson’un sezgiciliği bilimsel bir nitelik taşır, özellikle ruhbilimle bağlantılıdır. Düşünülen bir sorunun çözümünü kolaylaştıran veriyi elde etmeye, dayanır. Bergson’un söylemiyle “içgüdü” (sezgi), içsel bir deneyimdir. Daha önceki çağlarda, özellikle tanrıbilim alanında “sezgi” tanrısal bir uyarı, tanrısal bir ışık olarak nitelenmiştir. Bu görüşe göre akıl, yalnızca kendisi gibi durağan yapıda olan maddeyi bilebilir. Bunun sonucunda doğa bilimlerinin bilgisine ulaşılır. Ancak akıl, dinamik yapıdaki yaşamın bilgisine ulaşamaz. Çünkü yaşam yalnızca anların bir toplamı değildir, sürekli devinim ve oluş halindedir. Bu nedenle gerçeği bilebilmek için başka bir yetiye gereksinim vardır, o da sezgidir. İslam düşünürü Gazali de gerçeğin bilgisine duyum ya da akılla ulaşılamayacağını ancak ” inançla” ulaşılabileceği öne sürmüştür. Gazali’de sezgi, Tanrı’nın insana bilgi ve bilgelik verdiği bir yetenektir. Bu görüşüyle Gazali’nin sezgiciliği öncelediği söylenebilir. İslam tasavvuffunda, özellikle Yeni-Platonculuk’ tan kaynaklanan öğretilerde, gerçeğin kavranması içedoğuş niteliği taşıyan sezgiyle sağlanabilirdi. Şahabeddin Sühreverdi’ ye göre sezgi tanrısal gerçekleri kavramak için bir duyuştur, içe doğuştur. Böyle bir yeteneği sağlamak için, kişinin bütün gönlüyle Tann’ ya, üstün gerçeğe yönelmesi, bütün geçici eğilimlerden, tutkulardan sıyrılması, içinde Tanrı’ dan başka bir varlık bırakmaması gerekir. Yeni-Platonculuk’ tan esinlenen tarikatlarda sezgi Tanrı’ ya ulaşmanın, kendi özünde Tanrı’ yı görmenin tek koşuludur. Onlara göre sezgi, aklın, kavrayış gücünün bütün yetkilerini aşar, en kısa süre içinde en kesin gerçeğe varmayı sağlar. “Ermişlik ” denen aşamaya ancak sezgiyle ulaşılır. Entüisyonizm (Sezgicilik)
- Empresyonizm (İzlenimcilik)
İzlenimcilerin bıraktığı etkiyi olduğu gibi göstermeyi gaye edinmiş sanat akımıdır. Fransa’dan Avrupa’ya, oradan da diğer kıta ülkelerine yayıldı. Yirminci yüzyılda dış âlemi bırakıp iç âlemi anlatmayı amaç kabul etti. Doğayı, yani tabiatı, gerçekte olduğu gibi tüm ayrıntılarıyla değil, buna bağlanarak değil, sadece ondan edindiği izlenim ve intiba ölçüsünde anlatmaktadır. Bu nedenle bu akım izlenimcilik, intibacılık anlamına gelmektedir. Bu akımın yazarı, doğrudan doğruya gördüğü gerçeği değil de, gördüklerinin ve izlediklerinin kendisi üzerinde bıraktığı izlenimi ve intibayı, duyumu esas alır. Empresyonistler, etkici ve duygucudurlar. Zaten empresyon, etki – duygu anlamındadır. Bu akımın ressamları, biçimlerin ve doğa manzaralarının sertliğini, keskinliğini, hırçınlığını ve katılığını değil, yumuşaklığını ve tatlığını canlandırmak ilkesini benimsemişlerdir. Bu akımdaki resim tabloları, aydınlık, tatlı, yumuşak renkli ve ferahlık vericidir. Tabiata açılmış birer penceredir. Edebiyatta, resimde, müzikte okuyucunun, seyircinin, dinleyicinin eserle karşı karşıya gelir gelmez edineceği izlenim bu akımın tatlı, yumuşak, kucaklayıcı, canlı teması olacaktır. Empresyonizmin önde gelen sanatçıları olarak, Fransız ressam Edger Degas’ı (resimde empresyonizmin kurucusudur), Claude Monet, Sisley, Pisaro, Renoir, Verlaine (edebiyat), Rimbaud (edebiyat), Rilke (edebiyat) gibi isimleri sayabiliriz.
- Egzistansiyalizm (Varoluşçuluk)
Varoluşçuluk, önceleri bir felsefe akımı olarak ortaya çıkmıştır. Sonradan yazın alanında da görülmeye başlanmıştır. Varoluşçuluğa göre, insanlar sıkıntılarından kurtulmak için özgür olduklarının bilincinde olmalıdırlar. İnsan kendi kaderini kendisi belirleyebilir. Genel olarak soyut kavramlardan uzak duran, öz ile uğraşmayan, var olan şeyle yetinen bir anlayıştır. Nesneler genel olarak ele alınır. Başka bir deyişle bütünden parçaya giden anlayışa karşıdır. En ünlü temsilcisi Jean Paul Sartre (1905-1980) “İnsanın kendisinde varoluş, cevherden, özden önce gelen varlıktır. Özün önce, varoluşun daha sonra geldiğini sanılır. Bu düşüncenin kökeni dinsel düşüncedir. Ama dine inanmayanlar bile nesnenin ancak özüyle uyum halinde var olduğu şeklindeki geleneksel kanıyı korumuşlardır. Varoluşçuluk buna karşıdır. Yani önce insanın var olduğu, daha sonra şu ya da bu olduğu anlamına gelmektedir” der. Bu akıma göre, insan kendi özünü kendisi seçer. Bu dünyaya anlam vermek insana aittir ve insan kendi özünü yaratmada da özgürdür. Belirtilen bu görüşleri yaymak amacıyla Sartre’ın yanı sıra Gabriel Marcel, Simone de Beauvoir, Camus gibi yazarlar değişik yazın türlerinde yapıtlar sunmuşlardır. Y ANLIŞLIK’tan. . . . . M ARTHA: Daha aşmadı, mademki yaşlar bıraktı gözlerinizde. Sözden sonsuzluğa dek ayrılmadan önce, yapacak bir şey kalıyor bana: sizi umutsuzluğa düşürmek. M ARIA: (Ürküntü ile ona bakar. ) Rica ederim, bırakın bırakın beni, gidin burdan, bırakın beni! M ARTHA: Bıracağım sizi zaten, ben de böylece, yorgunluktan kurtulacağım, çünkü dayanamıyorum sevginize, gözyaşlarınıza. Ama, haklı olduğunuz, sevginin boş bir şey olmadığı, şu başa gelenin de bir kaza olduğu anlayışını size bırakmadan ölemem. Çünkü, asıl şimdi düzene girdik. Buna da sizi inandırmak gerek. M ARIA: Ne düzeni? M ARTHA: (Dalgın) Umurumda değil, şöyle böyle duyuyorum ne dediğinizi. Yüreğim delik deşik oldu. Öldürdüğünüz insandan başka hiçbir şey ilgilendirmez onu. M ARTHA: (Sert sert) Susun! İstemiyorum artık ondan söz edilmesini, tiksiniyorum ondan. O sizin bir şeyiniz değil artık. İnsanın sonsuzluğa dek sürgün edildiği acı dünyaya girdi. Budala! İstediğini aldı, aradığı kadını buldu. Hepimiz düzen içindeyiz artık. Anlayın ki, ne onun, ne de bizim için; ister canlı, ister cansız olalım, ne yurt var, ne de dirlik düzenlik (Hor gören bir gülüşle). Çünkü öyle değil mi, gözleri görmez hayvanları beslemeye gidilen bu ışıksız, karanlık yeryüzüne yurt adı verilemez. M ARIA: (Gözleri yaşlı) Tanrım! Dayanamıyorum, dayanamıyorum bu sözlere! O da dayanamazdı böye sözlere. O, başka bir yurt için yollara düşmüştü. M ARTHA: (Kapıya gitmiştir, birden dönerek) Karşılığını gördü bu çılgınlık. Çok geçmez, siz de alırsınız payınızı (Aynı gülüşle). Söylüyorum size: soyulduk ikimiz de. Neye yarar insanın o büyük çağrımı, ruhların uyarması? Denize, ya da sevgiye seslenmek neden? Ucuza gelir bu. Kocanız şimdi biliyor cevabı, sonunda hepimizin birbirimizle sıkışıp kalacağımız yeri (Hınçla). Siz de tanıyacaksınız orasını ve o zaman, kendinizi sürgünlerin en acısına uğramış sandığınız bu günü imrenerek hatırlayacaksınız. Bilin ki, sizin acınız, insana yapılan haksızlığa hiçbir zaman erişemeyecek; son olarak da şu öğüdümü dinleyin. Öğüt borçluyum size elbet, kocanızı öldürdüm! Yakarın Tanrınıza da taşa çevirsin sizi. Kendisi için aldığı mutluluk, tek gerçek mutluluk. Siz de onun gibi olun; bütün haykırışlara sağır kalın, zamanı gelmişken taş kesilin. Ama, o dilsiz sessizliğe dalmak gücü sizde yoksa, o zaman, gelin, ortak evimizde bulun bizi. Allahaısmarladık, kardeşim! Görüyorsunuz, her şeyin kolay bir yanı var. Çakıl taşlarının anlamsız mutluluğu ile sizi beklediğimiz yapışkan yataktan birini seçeceksiniz.(Çıkar. Şaşkınlıkla, dalgınlıkla dinlemiş olan Maria, elleri önde, kararsızlıkla kendi etrafında salınır.). . . . .Camus(Çeviren: Bedrettin Tuncel)
- Dadaizm
Fransızca bir sözcük olan dada, çocukların binerek oynadıkları “ağaç parçası, tahta at” anlamına gelir. Düzensiz sözcük ve imgelerin kullanıldığı dadacılık, I. Dünya Savaşının getirdiği yıkıcı ortamda düş kırıklığına uğrayan aydın ve sanatçıların bir başkaldırısı olarak doğmuştur. Bir başka deyişle iki dünya savaşı arasında varlık gösteren ve toplumu uyuşukluktan kurtarma çabası güden bir harekettir. Romen asıllı Fransız şair Tristan Tzara tarafından 1918’de yayımlanan bildirge ile dadacıların görüşü gün ışığına çıkmıştır. Özgün bir akım değildir. Kendinden önceki dönemlerde de benzer görüşlerin savunulduğu, benzer ilkelerin uygulandığı görülür. Yalnızca onlardan ayrı yanı, kuralsız oluşudur. Dadaizm hareketi, geleneksel değerlere ve inançlara, us ve usa dayalı değerlere karşı çıkıştır. Onları yıkmayı amaçlar. Toplum düzenini ve ahlâk değerlerini kabul etmez ve tepki gösterir. Dadaizmden özellikle şiir türü etkilenmiştir. Buna göre şiir, kendiliğinden meydana gelen “canlı bir güç” olarak kabul edilir. Biçim önemli değildir. Şiirsel olmayan biçim bile geçerlidir. Şiir yazmak, sözcükleri bir araya getirmektir. Bu görüşün öncüsü sayılan Tristan Tzara’nın şiirinde olduğu gibi: DADAİST BİR ŞİİR YAZMAK İÇİN Bir gazete alın Makas alın Bu gazetede şiirinize vermeyi tasarladığınız Uzunluğa sahip olan bir makale seçin. Makaleyi eşit parçalar halinde kesin. Daha sonra bu makaleyi meydana getiren kelimeleri özenle kesin Ve bir torbaya koyun. Yavaşça karıştırın Daha sonra her kupürü peş peşe Torbadan sırayla çekin. Olduğu gibi yazın Şiir size benzeyecektir. İşte siz “çekici bir duygusallığı olan-her ne kadar halk tarafından anlaşılmaz İse de- son derece değişik bir yazarsınızdır.”(Çeviren: Cemil Göker) Dadaizmin acımasız tutumu, kendinden sonra gelen gerçeküstücülük (sürrealizm) akımının daha uyumlu ve istediğini bilen bir anlayışa sahip olmasını sağlamıştır. Dadaistler arasında Tristan Tzara’nın yanı sıra bir süre bu harekete katılan Louis Aragon ve Paul Eluard da sayılabilir.
- Edebiyat Terimleri Sözlüğü – V
VECİZE Söyleyeni belli, kısa, anlamlı söz. Özdeyiş diye de bilinir. Bireysem ya da toplumsal bir ilke, bir görüş, bir kanıyı en kısa yoldan anlatır. Yaşam deneyimine ve gözleme dayanır. Vecizeler bağımsız yazıldığı gibi, bir eserin içinde dağınık da bulunabilir. İslam büyüklerinin bu tür sözlerine kelam-ı-kibar denir. Vecize önce eski Yunan edebiyatında yazılmıştır. Klasizm edebiyatı döneminde, Larochefoacauld’ın Maximes (Vecizeler) adlı eseriyle Avrupa’ya gelmiştir. VEZN-İ ÂHAR Halk şiiri nazım şekli. Aruzun müstef’ilâtün müstef’ilâtün müstef’ilâtün müstef’ilâtün kalıbıyla murabba şeklinde yazılır. Her mısra bir müstef’ilâtün cüzüne sığacak şekilde dört kelime veya kelime grubuna bölünür. Birinci mısranın 2. Cüzü ikinci mısranın başına, ikinci mısranın 2. Cüzü üçüncü mısranın başına, üçüncü mısranın 2. Cüzü dördüncü mısranın başına getirilir ve bu cüzlerden sonra gelen cüzler birbirlerini izler. Örnek: Ey vaslı cennet/kıl câna minnet/vay, serv-ı kamet/cân içre cansın Kıl câna minnet/vay serv-ı kamet/cân içre cansın/nev-res fidansın Vay serv-kamet/cân içre cansın/nev-res fidansın/suh-ı cihansın Cân içre cansın/nev-res gidansın/şûh-ı cihansın/gözden nihansın. Tokatlı Nurî Edebiyat Terimleri Sözlüğü – V
- Edebiyat Terimleri Sözlüğü – T
TA’KİD İfadeye açıklık getirememe, anlatamama halidir. İkiye ayrılır. 1. Lafzi ta’kid: Bir cümlede kelimelerin yerli yerine kullanılmamasından doğar. Örnek: Ben fakîrî etme terk memnûn-i ebnâ-yı zaman Hasıl etmezsen değil gam matlabım yâ Rab bana Râgıp Paşa 2. Manevi ta’kid: Bir cümlede kelimeler yerli yerince kullanılmakla beraber bir anlam çıkmamasına denir. Örnek: Âlemin cânı değilsin cân-ı âlemsin sen Nef’î TA’RİFAT Mevki sahipleri ve bazı görevlileri tasvir eden şiirler. Divan edebiyatı nazım türüdür. Birkaç beyitlik bendler halinde yazılırlar. Sâfi Kasım Paşa’nın, Kalkandelenli Fikri’nin, Gelibolulu Mustafa Ali’nin, Yenişehirli Avni’nin ta’rifatı vardır. Örnek: Nedür bildüm mi defter-dâr efendi Eğerçi bir iki üç var efendi Kiminün işini altun iderler Kimin ma’zül kimin mağbûn iderler Olardur sâ’i-i genc ü hazînle Olardur sâhib-i mâl u define Kalkandelenli Fikri TA’ŞİR Bir gazelin her beytinin veya bir beytinin üzerine sekiz mısra eklenerek yapılan mu’aşşerdir. Divan edebiyatı nazım şeklidir. Edebiyatımızda örneği fazla görülmez. Yahya Bey’in Muhibbî’nin (Kanunu Sultan Süleyman) gazeline yaptığı ta’şiri örnek olarak verilebilir. Haste olmak gûşmâl-i Hazret-i İzzet gibi Her kişinün yalımın alçak ider gurbet gibi Değme bir kimse göre gelmez refahiyyet gibi Nâleler gûyâ derây-ı rıhlet-i râhat gibi Dâr-ı dünya cây-ı fürkat menzil-imihnet gibi Devleti bir âlet-i hengâme-i zahmet gibi Sağlıgun bünyâdı yok âyinede sûret gibi Matla’ı şâh-ı cihânun maşrık-ı hikmet gibi Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi Yahya Bey TAŞTİR Bir gazelde her beytin iki mısrasının arasına iki veya üç mısra ekleyerek manzume meydana getirmek. Divan edebiyatı nazım şeklidir. Kelime, Arapça “bir şeyin yarısı, iki cüzünden bir cüzü” anlamındaki şatr kökünden gelir. Taştirde, aynı vezin ve kafiyede, araya iki mısra girerse terb-i mutarraf , üç mısra girerse tahmis-i mutarraf olur. Edebiyatımızda XVIII. yüzyıldan sonra örnekleri görülen taştir çok az kullanılan bir şekildir. En çok Halveti şeyhlerinden Aydi Baba yazmıştır. TAZMİN Bir şairin, bir mısra veya bir beytin bir başka şairce kullanılması. Divan edebiyatı nazım türüdür. Tazmin edilen mısra veya beytin sahibinin zikri şarttır. Tazmin eden şair, şiiri herhangi bir nazım şekline tamamlar ve aldığı sahibini belirtir. Örnek: Recaizade Ekrem’in şiirini tanzim: Sanırım ismini kuşlar heceler Seni söyler bana dağlar dereler Su çağıldar kuzular kırda meler Seni söyler bana dağlar dereler Hep seni aşkın eserken serde Hüsn ü ânın görünür her yerde Gezdiğim duygulu vâdilerde Seni söyler bana dağlar dereler Yahya Kemal Beyatlı TECÂHÜL-İ ARİF Anlamla ilgili sanatlardandır. Bilinen bir gerçeği, bilmez görünerek söylemek yöntemiyle yapılır. Bilinen şey, bilinmiyormuş gibi anlatılırken genellikle bir espriye dayandırılır. Bu yapılırken mübalağa ve istifham sanatından da yararlanılır. Örnek: Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Ya muhît olmuş gözümden günbed-i devvâre su Fuzulî (Bilmiyorum, dönen kubbe mi su rengindedir, yoksa gözyaşlarım mı gökyüzünü kaplamıştır.) Fuzuli, kubbenin, yani gökyüzünün mavi renkte olduğunu bilmiyor gibi görünüyor. Aslında gözyaşlarının gökyüzünü kaplayacak kadar çok ağladığını belirtmek için bu yola başvurmuştur. TEFRİK Anlamla ilgili sanatlardandır. Aynı çeşide giren iki şey arasına, birbirine aykırı taraflar (tebâyün) sokularak bir farklılık meydana getirilmesidir. Örnek: Budur farkı gönül mahşer rûz-ı hicrândan Kim ol cânım verir cisme bu cismi ayırır cândan Ortak çeşit gün, aykırı taraflar ise cisme can verme, cisimden canı ayırmadır. TEHZİL Alay ve şaka yollu yazılmış nazire. Hezl diye de bilinir. Çokluk tanınmış şairlerin şiirlerine vezin ve kafiye taklit edilerek yazılır. Tehzil, ciddi şiirleri bayağılıktan uzak ciddi bir duruma soktuğu için edebiyatın güzel ve eğlenceli örnekleri arasında kabul edilir. XVII. yüzyıldan sonra yaygınlık kazanan bu tür şiirin örneklerini daha çok Sürûri, Havâyi, Sünbülzade Vehbi, Hüseyin Kâmi (Dehri mahlasıyla), Fazıl Ahmet Aykaç, Halil Nihat Boztepe vermişlerdir. TEKRAR Bir ifadede aynı sözcük ya da söyleyişi, estetik kaygı gütmeden birkaç kez tekrar etmek. Aşırı tekrar sözkonusu ise buna kesret-i tekrar denir. TELMİH Divan edebiyatı sanatlarından. Söz sırasında bilinen bir olaya, bir kişiye, kıssaya ya da atasözüne işaret etmektir. Ama bu kişi ya da şey uzun uzadıya değil bir iki sözcükle anlatılır. Örnek: Ey nâme sen ol mâh-likâdan mı gelirsin Ey Hüdhad-i ümmid Saba’dan mı gelirsin Nabî (Şair beytinde Süleyman-Belkıs kıssasını hatırlatıyor.) TENÂFÜR Bir ifadede birbirleriyle uyuşmayan harf, hece, sözcük ya da tamlamaların kulağa hoş gelmeyen etki yapmasıdır. İkiye ayrılır: Harflerle tenâfür: Çıkış noktaları aynı ya da birbirine yakın harflerin aynı sözcükte toplanması. Örneğin: Yaptırttık Sözcüklerle tenâfür: Söylenişleri zor olan, dinlenmesinden zevk alınmayan ağır vurgulu sözcüklerin art arda sıralanması: Örnek: Şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi TENASÜB Divan edebiyatında anlamları arasında bağlantı bulunan sözcüklerin aynı ifadede kullanılmasıyla yapılan edebi sanat. Örnek: Asîb rûzigârı gülistân-ı dehre Sen serv-i gül-izârı hevâdar olan bilür Bakî Tenasüb, ilham ve tezat sanatlarıyla da birlikte kullanılır. Bu yönüyle de ikiye ayrılır: İlham-ı tenasüb: İlham ve tenasüb sanatlarının birlikte kullanılmasıyla yapılır. İki anlamı olan bir sözcüğün, dize ya da beyit içinde belirtilmemiş anlamıyla diğer bazı sözcüklerin arasında anlam bakımından bağlantı kurularak yapılır. Örnek: Ne güzel vâkıadır bu ki asup can gözünü Hâb-ı gaflette geçen ömrümü rü’yâ gördüm Zatî (Can gözünü açıp gaflet uykusunda geçen ömrümün bir rüya olduğunu görüp anlamam ne güzel bir olaydır. Rüya, düş kelimelerinin kastedilmeyen ikinci anlamının hâb ve rüya sözcükleriyle ilişkisi vardır.) İlham-ı tezad: İlham ve tezat sanatları birlikte kullanılır. İki anlamı olan bir sözcüğün dize ya da beyit içinde belirtilmemiş anlamıyla anlamlı bir sözcük arasında ilişki kurmak şeklinde yapılır. Belirtilmeyen anlam cinas yoluyla sağlanır. Örnek: Serverlik ister isen üftâdelik şiâr et Kim düşmeden ayağa çıkmadı başa bâde Fuzulî (Burada ayak önce kadeh sonra gerçek ayak anlamlarıyla kastediliyor. Fuzulî beyitte sözcüğün vurgulamadığı ayak anlamı ile baş sözcüğü arasında tezat yapıyor.) TERDİD Bir anlatımda sözü dinleyici ya da okuyucunun ilgisini yoğunlaştırdıktan sonra konuyu hiç beklenmedik bir sonuca götürme yoluyla yapılan edebi sanat. Sözün ciddi bir sonuca varması haline terdid-i sâdık , varmamasına terdid-i mutâyip denir. Örnek: Dizilirler ayakta Ana baba ve kardeş Hayal ırak… Irakta Eder fiillerle güreş Başından kayar yastık Nura döner karanlık Sırlar çözülür artık Kırka çıkınca ateş Necip Fazıl Kısakürek TERZA RİMA Üçer mısralık bentlerle kurulur. Bend sayısı belirsizdir. Tek bir mısra ile sona erer. Kafiye şeması şöyledir: Aba bcb cdc ded e. İlk olarak İtalyan edebiyatında görüldü. Dante İlahi Komedya’sını bu nazım şekliyle yazdı. Edebiyatımızda terza rima’yı Tevfik Fikret, Şehrâyîn adlı tek şiirinde denemiştir. 1908’den sonra pek kullanılmamıştır. Bu biçimde yazılmış kısa şiirlerin son mısrasının kuvvetli olmasına dikkat edilir. TESBİ Bir gazelin beyitleri önünü beş mısra eklenerek yapılan müsebba’dır. Müsebba musammatlardan bir nazım şeklidir. Kafiye şeması şöyledir: Aaaaa (aa) bbbbb (ba) ccccc (ca). Tesbi, Türk edebiyatında çok az görülür. İzzet Molla’nın Fuzuli’nin bir beytini, Leyla Hanım’ın da İzzet Molla’nın bir beytini tazmin yoluyla oluşturduğu tesbi’ler de vardır. TETABU-I İZÂFÂT İkiden fazla ismin meydana getirdiği zincirleme tamlama. Edebiyatımızda Türkçe, Farsça, Arapça kaidelere göre kurulmuş üç çeşit tetâbu’ı izâfâta rastlanır. Türkçe kurala göre iki, Farsça kurala göre üç kelimeden meydana gelen tamlamalar anlatımı bozmaz. Türkçe tetâbu’-ı izâfât’a örnek: “Ahmet’in söylediklerinin doğruluk derecesinin araştırılması…” Farsça tetâbu’-ı izâfât’a örnek: Ey vucûd-ı kâmilün âyin eclâr-ı feyz-I Hak Âsitânım kıble-ı hâcât-ı erbâb-ı yakîn Fuzulî TEVÂRÜD İki şairin birbirinden habersiz aynı mısrayı veya beyti tesadüfen yazması. TEVKİYE Anlamla ilgili sanatlardandır. İki veya ikiden fazla anlamı olan bir kelimenin yakın anlamını söyleyip uzak anlamını kasdetmek. Birçok edebiyatçı bu sanatı iham sanatıyla aynı kabul etmiştir. Fakat ihamda, ikiden fazla anlamı olan kelimenin bir mısra veya beyitte bütün anlamları kasdedilirken, tevriyede uzak anlamına işaret edilir. Örnek: Kûyunda nâle kim dil-i müştâkdan kopar Bir namedir Hicaz’da uşşakdan kopar Nâili-Kadim TRİYOLE On mısralı bir nazım şeklidir. Önce iki mısralı kısım, sonra dörder mısralı iki kısım gelir. Birinci kısmın ilk mısrası birinci dörtlüğün sonunda, yine birinci kısmın ikinci mısrası ikinci dörtlüğün sonunda tekrarlanır. Dört mısralı kısımlarda, eklenen mısraların ilk üç mısra ile anlam bütünlüğü sağlaması gerekir. Kafiye şeması şöyledir: Ab aaaa bbbb. Örnek: Yüzünde hasta-i sevdâ gibi melâlet var, Nedir bu hâl-i perişanın ey hilâl-seher? Sabâh-ı feyz-i bahâride mübtesem ezhâr Çemen çemen mütemevvic nesîm-i anber-bâr: Niçin? Ben anlamadım kimden etsem istifsâr? Yüzünde hasta-i sevdâ gibi melâlat var! Dem-i seherde yanında şu parlayan ahter Hazan içinde solan bir çiçek gibi dil-ber Sürûr fec ile şâdân iken bütün yerler, Nedir bu hâl-i perişanın ey hilâl-i seher? Tahsin Nuhid Edebiyat Terimleri Sözlüğü – T
- Edebiyat Terimleri Sözlüğü – S-Ş
S ADR Bir beyitte birinci mısranın ilk parçası ile nesirde cümlenin ilk parçası. S AGU İslamiyet öncesi Türk edebiyatında ölen kimselerin arkasından söylenen şiirler. Sevilen, sayılan özellikle gösterdiği kahramanlıklarla tanınmış kimselerin ölümü üzerine ozanlar tarafından, y uğ adı verilen cenaze törenlerinde okunur, ölen kişinin yiğitliği, iyiliği, cömertliği, faziletleri dile getirilirdi. S AKİNAME Sakiye (içki sunana) seslenmek yoluyla içkiyi (çokluk şarabı) ve içki meclislerini, adetlerini, içkiyle alakalı bütün düşünce, duygu ve kavramı bazan tasavvufi, bazan da dünyevi işleyen şiirler. Mesnevi şeklinde yazılır. Terkib-i bend, terc-i bend veya kaside şeklinde de görülür. S ALİYE Divan edebiyatımızda yeni yılı kutlamak için yazılan şiirler. Bu şiirlerde daima girilen yılın tarihini tespit eden bir beyit de bulunur. S ARMA KAFİYE Dört mısralık bendlerle kurulan nazım şekli. Her dörtlükte birinci ile dördüncü, ikinci ile üçüncü mısralar kendi aralarında kafiyelidir. Kafiye şeması şöyledir: Abba, cddc, effe. Örnek: Rûhumu bu çarmıha kendi ellerimle gerdim: Bir nebi ızdırabı kaynıyor her yerimde. Ölüm, siyah bir tütsü yakıyor gözlerimde Aldığım her nefesi son nefes gibi verdim! Y usuf Ziya Ortaç S ATRANÇ Saz şairleri tarafından aruzun müfte’ilün müfte’ilün müfte’ilün kalıbıyla ve musammat gazel şeklinde yazılan şiirler. Musammat beyitlerden oluştuğu için, her mısra kafiyeli iki eşit parçaya bölünür. Bu parçalar alt alta yazıldıklarında dörtlüklerden meydana gelen yeni bir şekil ortaya çıkar. Bu şeklin kafiye şeması şöyledir: abab cccb dddb… Örnek: Sevdi gönül bir püsteri / Sanatı terzi güzeli Hüsnünü bir muhtasarı / Şerh ederek söylemeli Matlanın fâikını / Sohbetinin lâyıkını Ben gibi bir âşıkını / Eylemiş aşkıyle deli Düştü gönül çâresine / Kaşlarının karesine Çehre-i menâresine / Yandı derûnum göreli Vardı ellerim eline / Tutuldu dilim diline Kâkülünün bir teline / Bağladı bu cân ü dili E mrahî S AYA Aşık edebiyatında nesir. Mensur karşılığı olarak da sayalı kullanılır. Secili ( müsecca) nesre ise a yaklı saya adı verilir. S EBK-İ HİNDÎ Divan edebiyatında kullanılan bir üslup. Terim, “Hint tarzı, Hint üslûbu” anlamına gelir. Türk edebiyatına XVII. İran şairlerinin etkisiyle girdi. Bu nedenle s ebk-i İsfahâni diye de bilinir. İran edebiyatına ise Hindistan’dan geçmiştir. S ECİ Cümlelerin veya bir cümle içinde birden çok kelimenin sonlarındaki ses benzerliği. Nesirde kullanılan bir çeşit kafiyedir. Secili nesre müsecca adı verilir. Edebiyatımıza Arap edebiyatından geçmiştir. S EHL-İ MÜMTENİ Söylenmesi kolay görülen ama benzeri yapılmak istendiğinde güçlüğü ortaya çıkan söz. Bu tür sözler sade ve derin anlamlıdırlar. En güzel örneklerini Yunus Emre, Süleyman Çelebi, Mehmed Akif Ersoy vermişlerdir. Örnek: Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm Y unus Emre S ELÂMET Cümlelerin doğru ve sağlam olması. İfadenin düşük, eksik olmaması gerekir. S ELÂSET Bir yazıda cümle ve kelimelerin akıcı, âhenkli, kolay ve anlaşılır olması. Selâset, sözüklerin birbirine uygun seçilmesiyle sağlanır. S ELH Başkasına ait bir şiirin anlamını alıp kelimelerini değiştirerek yeniden yazmak. Selh intikal’in bir çeşidi sayılır. S ELİS Halk şiiri nazım şekli. Aruzun fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilâtün fe’ilün kalıbıyla gazel şeklinde yazılır. Murabba, muhammes, müseddes şeklinde yazılmış selislere de rastlanır. Kafiye düzeni divan, semai ve kalenderi nazım şekilleri ile aynıdır. Örnek: Benden özge sana yok âşık-ı âvâre güzel Sûziş-ı firkat ile yakma beni nâre güzel Dün gece dîde-i hunkâr ile ettikte nigâh Ciğerim başına açtın yine bir yâre güzel N ûrî S ERBEST NAZIM Bend, vezin ve kafiye kurallarına bağlı olmayan nazım şekli. Bendlerin, mısraların ve hecelerin sayıları belli düzene bağlı değildir. Şair isterse kafiyeli yazar. Bendleri sınırlayabilir veya sınırlamaz. Önce Fransız sembolistleri arasında yayıldı. Türk edebiyatına Servet-i Fünûn döneminde Batı edebiyatından girdi. Serbest nazmın uygulanışı üç aşama geçirdi: 1. V ezinli-kafiyeli serbest nazım: Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âti döneminde görülür. Mısralar bir kelimeye kadar kısaldı, kafiye belli bir kurala göre sıraland. Aruz veznine yer verildi, bir şiirde birkaç aruz kalıbı veya bu kalıpların çeşitli cüzleri kullanıldı. 2. V ezinsiz-kafiyeli serbest nazım: 1925-1930 yıllarında görülmüş, 1930’dan sonra yaygınlık kazanmıştır. Vezin bırakılmış, bir heceye kadar küçülen dizeler kurulmuştur. Bu dizeler hiçbir dış düzene bağlı değildir. Şair belirtmek istediği fikri taşıyan kelimeyi öne çıkarır. Büyük harfler sadece cümle başlarında kullanılabilir. Kafiyeli mısraların arası açılarak kafiye örgüsü gevşetilir. 3. V ezinsiz-kafiyesiz serbest nazım: 1940 yılından sonra yaygınlaşan bu anlayışta vezin ve kafiye tamamen bırakıldı şiirde iç uyum önem kazandı. Örnek: Yolcu Yolunda Gerek Hastalar, Kar isterler Kafdağının ardından Ve buluttan döşek, Onlar, Yaramaz çocuklardır, Sallar durur, Dünyanın balkonundan, Düştü düşecek! Gölgen kaçıyorsa senden, Düşmüşse gökte yıldızın, Kavga başlar canla ten arasında Ne bilelim; Hangi pınarın suyu, Ya da çiçeğin özünde derman, Büyük yerden geldi ferman Yolcu yolunda gerek A li Akbaş S ONE İlk iki bendi dörtlük, son iki bendi üçlük on dört mısradan oluşan nazım şekli. Önce İtalyan edebiyatında kullanılmış, sonra Fransız edebiyatına, oradan da diğer Avrupa edebiyatlarına geçmiştir. Edebiyatımızda ilk Cenab Şahabeddin’in sone şeklinde şiir yazdığını görüyoruz. Servet-i Fünûn şairlerinin hemen hepsi bu nazım şeklini benimser. Sone kafiye sistemi üçe ayrılır. 1. İtalyan tipi: Kafiye şeması abba, abba, ccd, ede 2. Fransız tipi: Kafiye şeması abba, abba, ccd, eed (İtalyan ve Fransız tipi sone arasındaki tek fark son üçlüğün düzenindedir.) 3. İngiliz tipi: Mısra sayısı değişmemekle beraber ilk on iki mısra tek bir bend, son iki mısra da ayrı bir bend halinde yazılırlar. Kafiye şeması: a b a b c d c d e f e f g g. Örnek: Yüksük Yüksüğün ince şeklini yazmak Bana pek güç gelir kadınlardan Sorunuz belki bir güzel parmak onu tersim için bulur imkan Bunu bir çekmenin içinde gören Mu’teber bir refik-i hane sanır; Kadrini pek bilirler elde iken, Düştüğü anda mutlaka alınır. O da layık nezâketin eline: Tenine saplanır iken iğne, Yine pekçok sever iş işlemeyi; Bin letâfetle çırpınır her ân… Sanki bir nahl-i nev-hayâta konan Küçücük bir kuşun küçük yüreği! A li Ekrem (Bolayır) S ÖZLÜK Bir dilin veya dillerin kelime haznesini (sözvarlığını), söyleyiş ve yazılış şekilleriyle veren, kelimenin kökünü esas alarak, bunların başka unsurlarla kurdukları sözleri ve anlamlarını, değişik kullanışlarını gösteren eser. Sözlükler tek dilli veya çok dilli olabilir. Madde başlarını a-be-ce sırası takip eder. Genel veya özel alanlarla ilgili sözlükler hazırlanabilir. Arap harfli eski sözlüklerde madde başı Arapça kelimenin üç harfli kökünün son harfi esas alınarak sıralanırdı. XIV.-XV.yüzyıllar arasında yaşamış olan el-Kamûsü-ı-Muhît (Okyanus Sözlüğü) adlı eseri Türkçeye çeviren Mütercim Asım bu sistemi kullandı. İlk sözlük olarak İskenderiye Müzesi kütüphanecisi Bizanslı Aristophanes’in hazırladığı eser kabul edilir. İslam dünyasında en önemli sözlük X. yüzyılda yaşayan Fârâblı İsmail Cevheri’nin Sihâh adlı Arapça eseri. Vankulu Lügatı diye bilinen Müteferrika’nın bastığı ilk kitap da bir Sihâh çevirisidir. Türk kültüründe ilk sözlük ise Kaşgarlı Mahmud’un Türkçe’den Arapça’ya Divanü Lügati’t-Türk’üdür. Ş AHESER Nesilden nesile geçen, benzeri yazılamayan yüksek değerdeki edebi eser. Şaheserlerin başlıca özellikleri şöyle sıralanır: Zengin bir kültür birikimi sonucu yazılır, her devrin okuyucusu tarafından aranır, okunur ve takdir edilir, zamanla yayılır, ulusal ve uluslararası unsurlar içerir, pekçok yabancı dile çevrilir, türünde yazılan yeni eserlere örnek olur. Ş İVEYE MUGAYERET Şivesizlik. Dili kuralları dışında kullanmak. Türk dilini iyi bilmemekten, dilimizin özelliklerini gözönüne almaksızın yabancı dillerdeki bazı kullanış şekillerini tercüme edip uygulamaktan doğar. “Meşrubat içmek” yerine “meşrubat almak”, “banyo yapmak” yerine “banyo olmak” gibi. Edebiyat Terimleri Sözlüğü – S-Ş



