top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 853 sonuç bulundu

  • Mart Ayı Edebiyat Ajandası

    1 MART 1837: William Dean Howells doğdu. 1874: Recaizade Ekrem doğdu. 1985: A. Kadir öldü. 2 MART 1797: Horace Walpole öldü. 1930: D.H. Lawrence Fransa’nın Vence kentinde öldü. 1944: Edip Cansever’in yayımlanan ilk şiiri, İstanbul dergisinde. 3 MART 1756: William Goldwin doğdu. Frankeştayn yazarı Mary Shelley’nin babası 1945: Reşid Halid Gönç istifa edip resim imza toplamaya başladı. 4 MART 1995: Şair, sinema yazarı ve ressam Mustafa Irgat öldü. Aktör ve şair Cahit Irgat ile yazar, çevirmen ve İngiliz edebiyatı “duayen”imiz Mîna Urgan’ın oğluydu. 5 MART 1916: Dada Zürih’te ortaya çıktı. 1922: Yönetmen ve şair Pier Paolo Passolini doğdu. 6 MART 1806: Elizabeth Barrett (sonradan Browning) İngiltere, Durham’da doğdu. 1920: Öykücü Ömer Seyfettin öldü. 22 Şubat günü hastalanmış, o gece evinde kaldığı (daha önce meşhur “Geliniz Canip Bey…” mektubunu yazdığı ve Selanik’te Genç Kalemler’i birlikte çıkardığı) arkadaşı Ali Canip’in annesi ona ıhlamur kaynatmıştı. Kadıköy Kuşdili’ndeki Mahmutbaba Mezarlığı’na gömülen Ömer Seyfettin’e mezarında da rahat yoktu: 1940’lı yıllarda, mezarlığın yerine tramvay garajı yapılacağı için, Ali Canip ve birkaç arkadaşı Ömer Seyfettin’in kemiklerini Asri Mezarlık’a naklettiler. Başucuna tekrar dikilen taşındaki yazı, eski harflerle olduğu için örtüldü. Bunları yazan Ali Canip “1920 yılında kerametimiz yoktu ki kitabeyi yeni harflerle yazdıralım” diyordu. (Bu arada, tramvay garajı sonradan İETT Taşıt Müzesi oldu; nihayet 1990’lı yıllarda müze de kaldırıldı ve yerine İtfaiye taşındı.) 1935: Tarihçi İbnürrefik Ahmet Nuri (Sekizinci) öldü. 1948: Şair Kemalettin Kamu öldü. 7 MART  1785: Alessandro Manzoni doğdu. 1936: Georges Perec doğdu. 8 MART 1761: Jan Potocki doğdu. 1944: Hüseyin Rahmi Gürpınar öldü. (Tuhaf bir tesadüf: Dünya Kadınlar Günü, çocukluğu kadınlar arasında geçen ve romanlarında kadınları çok iyi anlatan bu yazarımızın doğumgününe rastlıyor.) 1977: Öykücü (Van, Kısa Lodos Hikâyeleri), iç hastalıkları uzmanı ve psikiyatr (Şizofreni), Sait Faik’in yakın arkadaşı ve doktoru Fikret Ürgüp, İstanbul’da öldü. 1914’te yine İstanbul’da doğmuştu. Dosdoğru Günlük’ü yıllar sonra çıktı. 9 MART 1967: Nâzım Hikmet’in gençlik ve Moskova’ya Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) giden uzun yolda yolculuk arkadaşı, gazeteci ve yazar Vâlâ Nurettin Vâ-Nû öldü. 1965’te çıkan Bu Dünyadan Nâzım Geçti’de o günleri ve sonrasını anlatmıştı. 11 MART 1892: Enis Behiç Koryürek doğdu. 1962: Yusuf Ziya Ortaç öldü. 1994: Ionesco öldü. 12 MART 1685: George Berkeley doğdu. 1913: Guillaume Apollinaire, tek deneme kitabı olan Kübist Ressamlar / Estetik Düşünceler’i (YKY, 1996) yayımladı. Bu kitap kübist ressamlar konusunda hâlâ en önemli kaynaklardan biri, belki de birincisi. 13 MART 1970: Adalet Cimcoz öldü. 14 MART 1604: Kınalızade Hasan Çelebi öldü. 1883: Karl Marx öldü. 1941: Şair Metin Altıok doğdu. 15 MART 1971: Cevat Fehmi Başkut öldü. 1981: Yaşar Nabi Nayır geçirdiği mide kanaması sonucunda öldü. İlk sayısını 15 Temmuz 1933’te çıkardığı Varlık dergisi 2001 yılında 68 yaşına girecek. 16 MART 1680: La Rochefoucauld öldü. 1694: Mutasavvıf şair Niyazi-i Mısri öldü. 1933: Sedat Simavi haftalık magazin (ve edebiyat) dergisi Yedigün’ün ilk sayısını çıkardı. Hüseyin Cahit Yalçın, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Nurullah Ataç , Mahmut Yesari, Sadri Ertem, Murat Sertoğlu gibi tanınmış yazar ve gazetecilerin yanısıra gençlerin de yazı, şiir, öykü ve romanlarının, Hikmet Feridun Es ve Naci Sadullah Danış’ın röportajlarının, Ramiz Gökçe ve Münif Fehim’in illüstrasyonlarının yayımlandığı dergi, son sayısının çıktığı 17 Ağustos 1950’ye kadar 17 yıl -yüksek bir tirajla- gündemde kalmayı başaracaktı. 17 MART 1509: Necati Bey öldü. 1978: Unutulmaz “Kızamuk Ağıdı”nın şairi Ceyhun Atuf Kansu öldü. 18 MART 1768: Laurence Sterne öldü. 1892: Ruşen Eşref Ünaydın doğdu. 19 MART 1721: Tobias Smollett doğdu. 20 MART 1776: Samuel Johnson, biyografisini yazan James Boswell’a şunları söyledi: “… Tuhaf olan hiçbir şey kalıcı olmaz, Tristram Shandy de kalıcı olmayacak.” 1828: Henrik Ibsen doğdu. 1971: Falih Rıfkı Atay öldü. 1984: Kerime Nadir öldü. 21 MART 1942: Hüseyin Suat Yalçın öldü. 1973: Âşık Veysel öldü. 22 MART 1832: Goethe öldü. 1971: Salih Zeki Aktay öldü. 1974: Sevim Burak’a nitrat yetmezliği teşhisi kondu. 23 MART 1842: Stendhal öldü. 1876: Ziya Gökalp doğdu. 24 MART 1904: Şair İsmail Safa öldü. Romancı Peyami Safa’nın babasıydı. 1935: İsviçreli öykücü Peter Bichsel doğdu. 1962: Behiç Ak doğdu. 25 MART 1611: Evliya Çelebi doğdu. 1820: Anne Bronté doğdu. 26 MART 1892: Walt Whitman öldü. 27 MART 1797: Fransız şair ve oyun yazarı Alfred de Vigny, Loches’da doğdu. 1889: Yakup Kadri Karaosmanoğlu doğdu. 1945: Halit Ziya Uşaklıgil öldü. d. 1866 29 MART 1868: Maksim Gorki doğdu. 1883: Cumhuriyet döneminin önemli öykücülerinden Memduh Şevket Esendal doğdu. Öğretmenlik, elçilik ve CHP genel sekreterliği gibi devlet memurluklarında bulunacak, bu yüzden öykülerinde M.Ş., M.Ş.E., Mustafa Yalınkat ve Oğulcuk gibi çeşitli imzalar kullanacaktı. 1966: Kızıltuğ ve Kolsuz Kahraman’ın yazarı, Karaoğlan’ın fikir babası Abdullah Ziya Kozanoğlu öldü. 1984: İlhami Bekir Tez öldü. 1988: Şair Emin Ülgener öldü. 30 MART 1631: Azmizade Halet öldü. 1956: Mithat Cemal Kuntay öldü. 31 MART 1809: Nikolay Vasilyeviç Gogol doğdu.

  • Ocak Ayı Edebiyat Ajandası

    1 OCAK 1854: Altın Dal’ın (The Golden Bough: A Study in Magic and Religion; 1890: üç cilt; 1907-1915: genişletilmiş on iki cilt; 1922: kısaltılmış tek cilt) yazarı Sir James George Frazer Glasgow’da doğdu. 1879: Hindistan’a Bir Geçit’in yazarı E.M. Forster Londra’da doğdu. 1909: Marcel Proust, bu günlerde, çayına bir “madeleine” bandı. Aldığı tat çocukluk anılarını canlandırdı ve Swann Tarafı’ndaki meşhur “madeleine” epizodu doğdu. Bu kitap, roman dizisi Kayıp Zamanın İzinde’nin temeli olacaktı. 1919: J.D. Salinger (Franny ve Zooey, Dokuz Öykü, Yükseltin Tavanları Ustalar ve Seymour: Bir Başlangıç, Çavdar Tarlasında Çocuklar) New York’ta doğdu. O günden beri de kendisinden çok fazla haber alınamıyor. 1930: Tahsin Saraç doğdu. 1934: Adnan Özyalçıner doğdu. 1940: Varlık’ın 157. sayısında Ruhi Su’nun “Halk Şarkılarının Söylenişi” başlıklı bir yazısı çıktı: “Halk şarkılarımızı, bir saz şairinin yayık ve disiplinsiz sesiyle değil, fakat bir şehirli muganninin ağzıyla da değil; halk şarkılarımızı, Garp tekniği içinde halk gibi, fakat halktan ayrı olarak söylemeliyiz.” 1953: Nurullah Ataç, Günce’sine başladı: “Günce, sizin anlayacağınız ‘Hatıra Defteri’, Firenklerin journal dedikleri…. Ne yazacağım bu güncede? Günler ne getirirse onu yazacağım…” (Bkz. 11 Mayıs) 2 OCAK 17 (İS): Ovidius doğdu. 1852: “Şair-i azam” Abdülhak Hamid Tarhan doğdu. 1980: Dilci ve sözlükçü Mustafa Nihat Özön Ankara’da öldü. 1981: Derleyip kitaplaştırdığı ve radyo programlarında anlattığı Anadolu masallarıyla haklı bir şöhret edinen Eflâtun Cem Güney öldü. 3 OCAK 106 (İÖ): Romalı filozof, deneme yazarı ve hatip Marcus Tullius Cicero, Arpinum yakınlarında doğdu. 1501: Ali Şir Nevai öldü. 1799: Şeyh Galip öldü. 1882: New York limanında ABD’ye ayak basan Oscar Wilde (Dorian Gray’in Portresi, Reading Zindanı Balladı), deklare edecek bir şeyi olup olmadığı sorulduğunda “Dehamdan başka, hayır!” dedi. 1892: “Yüzüklerin Hükümdarı” üçlemesinin yazarı J(ohn) R(onald) R(enuel) Tolkien, Güney Afrika’da Bloemfontein’de doğdu. Üçlemesi, Hobbit ve başka birkaç kitabı Türkçeye çevrildi. 1923: (Eski) Çekoslovakyalı yazar Jaroslav Haşek 39 yaşında aşırı içkiden öldü. Altı cilt olarak tasarladığı Aslan Asker Şvayk’ın ancak dört cildini yazabilmişti. Kitabın ilk baskısı için, arkadaşı Karel Vanek uydurma bir bitiş yazdı. 4 OCAK 1785: Alman filolog Jacob Grimm, Frankfurt yakınındaki Hanau’da doğdu. Kardeşi Wilhelm’le birlikte Grimm Masalları’nı derleyecekti (1812-22). 1895: Tevfik Fikret’in oğlu Haluk doğdu. 1927: “Batarya ve Ateş muharriri” Süleyman Nazif öldü. 1960: Veba’nın yazarı Albert Camus, Fransa’da Sens yakınında yayıncısıyla birlikte geçirdiği bir otomobil kazasında, 46 yaşında öldü. Yayımlanmamış ilk kitabı Sonuncu Adam yıllar sonra bulunup yayımlandı. 5 OCAK 1821: Lord Byron (33), günlüğüne Sir Waltter Scott (Ivanhoe) için şunları yazdı: “harika adam! Onunla sarhoş olmaya can atıyorum.” 1825: Baba Alexandre Dumas, 23 yaşında bir romantik olarak kariyerine başladı, ilk düellosunu yaptı: pantolonu yere düştü. 1921: Romancı ve oyun yazarı Friedrich Dürrenmatt (Yargıç ve Celladı), Bern, Konolfingen’de doğdu. 1975: Arif Nihat Asya öldü. 6 OCAK 1854: William (ya da Thomas) Sherlock Scott Holmes, Yorkshire’da bir çiftlikte doğdu. Baba adı: Sir Arthur Conan (“Barbar” değil!) Doyle; ana adı: bilinmiyor. 1878: “Chicago” şairi Carl Sandburg, Illinois, Galesburg’de doğdu. 1939’da Abraham Lincoln biyografisiyle Pulitzer Ödülü’nü kazandığında, Edmund Wilson, “Booth tarafından vurulmasından bu yana Lincoln’ün başına gelen en kötü şey, Carl Sandburg’ün eline düşmesidir” diyecekti. 7 OCAK 1901: Fikret Adil doğdu. 1972: ABD’li “Confessional” (Gizdökümcü) şair John Berryman, 58 yaşında, arabasıyla bir köprüden Mississippi’ye uçarak intihar etti. 8 OCAK 1775: İngiliz basımcı ve “Baskerville” fontunun tasarımcısı John Baskerville (d. 1706) öldü. 1758’den beri Cambridge Üniversitesi’nin basımcısıydı. 1824: Arkadaşı Charles Dickens’ı polisiye roman yazmaya özendiren, Beyazlı Kadın’ın ve Aytaşı’nın yazarı Wilkie (William) Collins, Londra’da doğdu. 1948: Şair Arkadaş Z. Özger doğdu. 1967: İlhan Tarus öldü. 1979: Vehbi Cem Aşkun öldü. 9 0CAK 1324: Marco Polo Venedik’te 70 yaşında öldü. Kubilay Han’ın yanında geçirdiği günleri, 25 yıl önce Cenovalıların savaş esiri olarak hapisteyken, Pisa’lı Rustichello’ya yazdırmıştı. 1908: Feminist (ve) yazar (İkinci Cins), varoluşçu, Sartre’ın hayat arkadaşı Simone de Beauvoir, Paris’te doğdu. 1916: Mahmut Cahit (Erencan) yani Cahit Külebi, Zile’de doğdu. 1945: Çingeneler, Aygır Fatma ve Sandalım Geliyor Varda yazarı Osman Cemal Kaygılı öldü. 1964: Halide Edip Adıvar öldü. d. 1884 1990: Cemal Süreya öldü. 10 OCAK 1635: Nev’izade Atayi öldü. 1776: Thomas Paine, Sağduyu’yu satışa çıkardı, 47 sayfalık bu kitapçık 500.000’den fazla sattı. 1845: 32 yaşındaki fazla tanınmamış şair Robert Browning’in yapıtlarını bir şiirinde öven Elizabeth Barrett (38), ondan bir not aldı: “Sizi seviyorum”. Mektuplaşmaya başladılar. (Bkz. 6 Mart) 1953: Neyzen Tevfik (Kolaylı) öldü. 1982: Nurullah Berk öldü. 2001: Necati Cumalı öldü. 11 OCAK 1842: Psikolog ve filozof (ve romancı Henry James’in kardeşi) William James, New York’ta doğdu. 1903: Güney Afrikalı romancı Alan Paton (Ağla Sevgili Yurdum) Pietermaritzburg’da doğdu. 1928: İngiliz romancı Thomas Hardy (Tess d’Urberville), 87 yaşında Dorchester yakınındaki evinde öldü. 1936: Raymond Chandler ve Dashiell Hammett Los Angeles’ta Black Mask’a katkısı bulunanlar için verilen bir akşam yemeğinde tanıştırıldılar. 1995: Onat Kutlar öldü. 12 OCAK 1628: Fransız yazar ve çevirmen Charles Perrault doğdu. Doğu’dan masal derlemeleri ve özellikle Binbir Gece çevirisi ile tanınacaktı. 1876: Gemici, serseri, altın arayıcısı ve yazar (Vahşetin Çağırışı) Jack London, San Fransisco’da doğdu. 1900: Abdülbaki Gölpınarlı doğdu. 1974: Agatha Christie öldü. 13 OCAK 1898: Emile Zola, cumhurbaşkanına Dreyfuss Davası üzerine bir mektup gönderdi, arkadaşı Georges Clemenceau bu mektubu L’Aurore gazetesinde “J’accuse!” (Suçluyorum!) başlığıyla bastı. 1850: Balzac, 17 yıldır tutkulu bir ilişki sürdürdüğü Madam Hanska’yla nihayet evlendi. Beş ay sonra da öldü. 1973: Sabahattin Eyuboğlu öldü. 14 OCAK 1898: Lewis Carroll öldü. 1894: Joseph Conrad, gemicilik yaşamını bitirdi ve koltuğunun altında beş yıl boyunca denizde ve limanda yazdıklarıyla Londra’ya döndü: ilk romanı Almayer’s Folly ertesi yıl yayımlanacaktı. 1896: ABD’li romancı John Dos Passos (Manhattan Transfer, Para) Chicago’da doğdu. 1901: Nâzım Hikmet doğdu. 1925: Nermi Uygur doğdu. 1925: Japon romancı ve oyun yazarı Yukio Mişima, Tokyo’da bir samuray ailesinin çocuğu olarak ve Kimitake Hiraoka adıyla doğdu. 1944: Mehmet Emin Yurdakul öldü. 1986: Enver Naci Gökşen öldü. 15 OCAK 1622: Jean-Baptiste Poquelin Molière, Paris’te vaftiz edildi. 1829: Balzac, kendi adıyla yayımlanacak ilk kitabı olan Sonuncu Chouan için yayıncısı Urbain Canel ile bir sözleşme imzaladı. 1841: Balzac, Edebiyatçılar Derneği’nin onursal başkanlığına atandı, ilk işi yazarlık hakkıyla ilgili bir yasa tasarısı hazırlamaya başlamak oldu. 1891: Rus mazlum şair ve Nadejda’nın kocası Osip Mandelştam, Varşova’da doğdu. 1992: Nevzat Erkmen, Yapı Kredi Yayınları Kâzım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi Danışma Kurulu’na Ulysses’tan yaptığı deneme çevirisini gönderdi. 16 OCAK 1599: İngiliz şair Edmund Spenser, yaklaşık 46 yaşında Westminster’da öldü. William Hazlitt, Spenser’ın şaheseri The Faerie Queene (Periler Kraliçesi) üzerine “[bu kitabı incelerken] alegoriye bulaşmazsak o da bize bulaşmaz” demişti. 1794: İngiliz tarihçi Edward Gibbon öldü. 17 OCAK 1706: Benjamin Franklin -basımcı, devlet adamı, filozof ve yazar- Boston’da doğdu. 1860: Anton Pavloviç Çehov, Rusya’da Taganrog’da doğdu. Öldüğü yıl olan 1904’te, kırk dördüncü doğumgününde, Moskova Sanat Tiyatrosu’nda son oyunu Vişne Bahçesi başlayacaktı. 1954: İsmail Habib Sevük öldü. 1957: Edip Ayel öldü. 1985: Muzaffer Hacıhasanoğlu öldü. 18 OCAK 1689: Filozof ve hiciv yazarı Charles de Montesquieu, zengin ve soylu bir ailenin çocuğu olarak, ailenin Bordeaux yakınlarındaki kır evinde doğdu. 1960: Romancı Nahit Sırrı Örik öldü. 19 OCAK 1809: Edgar Allan Poe, gezgin tiyatro oyuncuları olan anababasının oyun için bulunduğu Boston’da doğdu. Üç yıl sonra anadan öksüz, babadan yetim kalacaktı. 1997: Adnan Benk öldü. 20 OCAK 1900: John Ruskin öldü. 1961: Robert Frost, Başkan John F. Kennedy’nin yemin töreninde “Karşılıksız Armağan” başlıklı şiirini okudu. 21 OCAK 1789: İlk Amerikan romanı: William Hill Brown’ın mektup tarzı romansı The Power of Sympathy, or the Triumph of Nature (Duygudaşlığın Gücü, ya da Doğanın Zaferi) Boston’da imzasız yayımlandı. 1983: Romancı Kemal Bilbaşar öldü. 1985: Oyun yazarı Oktay Arayıcı öldü. 22 OCAK 1788: Lord Byron, Londra’da doğdu. 1821 yılında, otuz üçüncü doğumgününde “Hayatın karanlık, tozlu yolunda, / Sürüklendim ta üçe ve otuza. / Bütün bu yıllar ne bıraktı bana? / Hiçbir şey, bu otuz üçten başka.” dizelerini yazacak, üç yıl sonra da ölecekti. 23 OCAK 1783: Marie-Henri Beyle, Grenoble’da doğdu. “Stendhal” adıyla yazacağı Kırmızı ve Siyah ve Parma Manastırı gibi romanlarla tanınacaktı. 1954: Hemingway ve karısı Mary, Amerikalı pilot Roy Marsh’ın kullandığı Cessna ile Victoria Gölü yakınlarında uçarken, pilot bir aynak kuşuna çarpmamak için uçağı aşağı daldırdı, bir telgraf teline takılan uçak düşerek parçalandı. Üçü de kurtuldu. 24 OCAK 1776: E.T.A. Hoffmann doğdu. 1962: Ahmet Hamdi Tanpınar öldü. 1986: Mehmet Kaplan öldü. 1993: Uğur Mumcu öldürüldü. 25 OCAK 1759: İskoç şair Robert Burns, Ayrshire’da Alloway’de doğdu. 1882: Virginia Stephen, Güney Londra’da doğdu. O sırada ABD’nin İngiltere elçisi olan, vaftiz babası James Russell Lowell, onun için bir şiir yazdı. O da Leonard Woolf’la evlendikten sonra Dalgalar’ı, Deniz Feneri’ni yazacaktı. 1936: Onat Kutlar doğdu. 26 OCAK 1912: Mehmet Celal öldü. 27 OCAK 1302: Dante Alighieri, muhalif olduğu siyasal grup kontrolü eline geçirince, Floransa’dan sürüldü. 1653: Şair Nef’i öldürüldü. 1832: Lewis Carroll doğdu. 1913: Ebüzziya Tevfik öldü. 28 OCAK 1814: Stedhal’in ilk kitabı yayımlandı. Kitabın kimi bölümleri Mozart ve Haydn’ın yaşam öykülerinden (ç)alınmıştı. 1873: Colette (Sidonie-Gabrielle-Claudine Colette) Fransa’nın Saint-Sauveur-en-Puisaye köyünde doğdu. 1939: İrlandalı şair W(illiam B(utler) Yeats, Roquebrune’de (Fransa) 73 yaşında öldü. Mezarı İrlanda’da. 1953: Neyzen Tevfik (Kolaylı) öldü. 1981: Özdemir Asaf öldü. 29 OCAK 1837: Aleksandr Puşkin öldü. 1957: Ziya Osman Saba öldü. “Hep terledi ve terini bembeyaz bir patiska mendile sildi hep. Şiiri hiç yaşlanmayacak küçük dayının şiiridir.” (Cemal Süreya) 30 OCAK 1982: Melih Vassaf öldü. 31 OCAK 1914: Recaizade Ekrem öldü. 1832: Balzac, “Yabancı Kadın” imzalı bir hayran mektubu aldı. Bir yıl kadar mektuplaştığı “Yabancı Kadın”la, yani Kontes Eveline Hanska’yla, ertesi yılın Eylülünde Neuchatel’de buluştu. Ve on yedi yıl sürecek tutkulu bir ilişki başladı.

  • Türk Mitolojisinde Acun ve Dünya

    1. ACUN, İNSANLIK DÜNYASI “Acun”, esik türkçede dünya anlamına gelirdi. Fakat bu dünya, maddî dünya olmaktan ziyade, “İnsanlık dünyası” idi. Toprak ve su yığınından ibaret olan dünya, eğer insansız kalsa idi, hiçbir manası olmayacaktı: “Bu dünya, insanlıkla birlikte düşünüldüğü için, insanların hayatı gibi fâni ve yine insanların talihi gibi dönek ve kahpe bir dünya idi”. Bunun için eski Türkler yeryüzünde yaşayan varlıkların tümüne, “Acunlar” demiş ve bu suretle Acun deyimi ile de, ne demek istediklerini daha açık olarak göstermişlerdi. Eski Türkler, yeryüzünde yaşayan insanlara “Acunluk” derlerdi. İnsanlar nihayet dünya için yaratılmış, dünyalık ve bu dünya içinde güçleri ile kuvvetleri yeter olan varlıklardı. Onların iyilik veya kötülükleri, Tanrının insanlara bahşettiği talihe, yani, “Kut”a bağlı idi. Tanrı onlara kut verirse, zaten herkes iyi olur; kurt kuzuya bile katılıp giderdi: “Acunluk belinge badı kurt kurı, “Kozı birle kadlıp yorıdı böri!” “İnsanlar bağladı kut kuşağını, “Kuzuya katılıp yürüdü börü (Kurt)” İnsanları idare eden ve bu işi meslek edinen hükümdara da “Acuncı” denir. Fakat, Acuncı unvanı, daha çok bütün insanlığın hükümdarına verilen bir ad idi. Eski Türklerde, “Cihanşümûl” (Üniversal) bir devlet fikri vardı. Onlara göre, “Türk Hakanı, Tanrı tarafından bütün insanlığı idare için gönderilmiş bir hükümdar idi”. Türk devlet felsefesi, bütün dünyayı ve insanlığı içine alan bir anlam, yani Universalismus ile dolu idi. Bunun için de Türk hükümdarının yine Tanrı tarafından bahşedilen faziletle dolu olması lâzım geliyordu: “Acunçıka erdem gerek ming tümen” “Acuncı’ya erdem gerek, on milyon!…” Unutmamalıyız ki, insanların iki dünyası vardı: “Biri bu dünya ve diğeri de, öbür dünya idi”. maddî dünya ise, bir tane idi. Bunun için Acun sözü, maddî dünyanın çok üstünde ve insanların gönlündeki diğer dünyayı da, ahireti de ifade ederdi. Bu sebeple eski Türkler, “Bu Acun” veya “Ol Acun” derken, bu iki dünyayı birbirlerinden ayırmağı da ihmal etmezlerdi. Fakat bu dünya fâni, öbür dünya ise ebedî bir dünya idi. bu sebeple de, öbür dünya ve ahiret için “Menggü Acun”, yani “Ebedî dünya” deyimini kullanırlardı. “Bu dünya, o dünya”, Anadolu’da da çok kullanılan bir deyimdir. Bektaşî edebiyatında ise, bunun yerine hemen hemen hiçbir arapça söz tercih edilmemişti. Şu güzel Bektaşî nefesinde, bunu açık olarak görüyoruz: “Bu dünyadan, o dünyaya giderken “Tu yüzüne, lânet şanına Yezid! “Hak evini yıkıp harap edersin, “Tu yüzüne, lânet şanına Yezid!…” Teslim Sultan Abdal Türklerde bu deyimler X. yüzyıldan itibaren söylenmeğe başlanmıştı. Elbette ki bunların doğuşunda, İslâmiyetin de büyük tesirleri vardı. Fakat bu deyimler, daha önceleri Müslüman olmayan ve Buda dinine inanan, Türkler tarafından da söylenmişti. Örnek olarak bunlardan bir tane verelim: “Togrup takı kalmadı menggü eren, “Ajun küni, yulduzı tutçı togar.” “Doğup da kalmamıştır, (dünyada) bir, tek insan, ebediyen yaşayan, “Acunun güneşiyle, yıldızlarıdır ancak, ebediyen ışıyan!…” Acun insanlar için ebedî değildir. Ebedî olan şey, hergün doğan ve dünyaya bağlı olan, güneş ve yıldızlardı. Burada “Dünyaya önem veren” (Geocentric) bir kâinat görüşü, kozmoloji vardır. Bu görüşü, İran edebiyatında görmüyor değiliz. Fakat Astronomi bakımından Ptoleme’nin sistemine bağlı olan bu inanış Çin’de de vardı. Asıl şaşılacak nokta şudur: Kutadgu Bilig’deki bu şiirlerde, eski Uygur anlayış ve deyimleri, en güzel bir şekilde ifade edilerek söylenmişti. “İran deyimleri” nin en ufak bir izi bile yoktur. Eğer bu şiirler, İran edebiyatının mana ve mefhumları kullanılarak yazılmış idiyse; nasıl oluyordu da, İran edebiyatının deyimleri ve terminolojisi, bu şiirlerde, en ufak bir “sızıntı ve görüntü bile gösteremiyordu”. Meselâ Ahmed Yesevî ile Yunus Emre’de, bu dil saflığını göremiyoruz. Çok eski de olsa, İran edebiyatının tesirlerini inkâr edemeyiz. Fakat bunun yanında, Kutadgu-Bilig’den önce de var olan, bir tür düşünce düzeni ile bir Türk şiir an’anesinin varlığını kabul etme zorunluluğa da vardır. 2. “ACUN”, DÖNMEK ZAMAN VE KAHPE FELEK “Süren, Erenler süreği, “Süre gelmiş, süre gider!…” Teslim Sultan Abdal “ Acun’un felek ve zaman anlamına kullanılması”: Astronomi bakımından, “Felek” ile ilgili ayrı bir bölümümüz vardı. “Acun” deyimi dolayısı ile, burada bu konuya, yeniden döneceğiz. Türklerin Felek’e, astronomik görüşle, “Çığrı” dediklerini söylemiştik. Az önce de söylediğimiz gibi Türkler, dünyaya önem veren kâinat görüşleri (Geocentric) dolayısı ile, dönen feleği ve değişen gece ile gündüzü de, Acun sözünde toplamış ve Acun deyimi ile ifade ede gelmişlerdi. Değişen zaman, çağ ve talih de, artık, Acun sözü ile anlatılır olmuştu: “Ajun tüni kündüzi yedkin keçer” Kimni kalı satgasa küçin kever.” “Acunun gecesiyle, gündüzü gelip geçer, “Kimin üstüne varsa, gücünü ezip geçer!” Felekten kurtuluş yoktur. Kader pususunu kurarak fırsat bekler ve farsatını bulunca da insanı can evinden yaralar. Ne yazık ki, insanoğlu bu yaranın, nereden ve kimin tarafından geldiğini bilemez. Yine de, çaresini ve yarasını sarmak için, gereken yakıyı İnsanoğlundan arar ve ister: “Urmuş Ajun pusuğın, kılmış anı balığ; “Em sem angar tilenip, sizde bulur yakığ.” “Kurmuş Acun pususın, kılmış anı yaralı,” İlâç, çare aranır, sizde bulur yakıyı!…” Çarkı felek ile dünya, kahpe ve dönektir. İnsanlar, rahat ve uzun yaşamasınlar diye zamanı bile çabuk geçiştir. “Acun, erlerin ve yiğitlerin değil; kötülerin dostudur”. Dünyayı iyi insanlardan ayırmak ve ayıklamak, sanki onların bir vazifesi gibidir. Kaşgarlı Mahmud’un verdiği şu çok eski Türk şiirini, bugünkü Türkçemize çevirmeğe çalışalım: “Zaman günleri çabuk, geçirip davrandırır, “İnsanoğlunun ise, gücünü yıprandırır;” Erleri seyrek yapar, Acun’dan hep kaldırır,” Kaçsa dahi yetişir, canlarını aldırır!…” Burada, Felek ve Acun yerine, “Zaman”, (Ödhlek) geçmiş ve onların vazifelerini, artık “Zaman” yapmağa başlamıştır. 3. ACUNCI, DÜNYANIN SAHİBİ “TÜRK HAKANI” “Acuncı, yani Dünyanın sahibi olan iyi bir Hakan, Feleğe karşı insanları korurdu”: Az yukarıda da söylediğimiz gibi hükümdar, bütün dünyanın sahibi gibi görülüyor ve ona “Acuncı” adı veriliyordu. Bütün hükümdarlara, aynı unvanın verilip, verilmediğini bilmiyoruz. Fakat bu deyim, eski Türk metinlerinde aynı anlam için birkaç defa kullanılmıştır. İranlıların “Efra siyab” ve Türklerin de “Alp Er Tonga” dedikleri büyük kahraman ve hükümdar için Acun Begi deniyordu. Bu deyimi, eski Türk metinlerinde sık sık rastlıyoruz. Alp Er Tonga ölünce, Acun sahipsiz kalmıştı: “Alp Er Tonga öldi mi?” Ödhlek öçin aldı mı?” Issız Acun kaldımı? “Emdi yürek yırtılur!” “Alp Er Tonga öldü mü?” Felek öcün aldı mı? “Kötü Dünya kaldı mı? “Şimdi yürek yırtılır!…” Bu çok eski ve güzel Türk şiirinde, Acun’un arsız, utanmaz, kötü ve fena olduğu söylenmek isteniyor. Bunun için dünyaya, “Issız Acun” deniyor. Eski Türkçede “Isız” sözü, daha çok haylaz, yaramaz, terbiye ve söz almaz çocuklar için söylenen bir deyimdi. Eski Türkler, Dünyaya bu sıfatı vermekle, ona bir “Kişilik” de vermiş oluyorlardı. Tıpkı bizim “Kahpe dünya” diyerek, dünyayı kötü bir kadına benzettiğimiz gibi. Bu benzetmeler unutmayalım ki İran edebiyatında olduğu kadar Budizmde de vardı. “Ödhlek” deyimi burada da karşımıza çıkıyor. Esas itibari ile zaman için kullanılan bu söz, öyle anlaşılıyor ki, “Felek” karşılığı olarak da, dilden düşürülmüyordu. Diğer bir şiirde, yine Alp Er Tonga’nın ölümü için şöyle deniyordu: “Zaman artık inceldi, süzüldü, yufkalandı,” Cılız, zayıf erlerse, yavuz oldu davrandı! “Erdem artık kalmadı, atıldı savsaklandı, “Çünkü Acun’un Begi (Efrasiyab) yok oldu!” Şairi bilinmeyen bu çok eski Türk halk şiiri, faziletin ve faziletli kişilerin yok oluşunu, Hakan Efrasiyab, yani Alp Er Tonga’nın ölüşünü ve dünyanın sahipsiz kalışına bağlıyor. Şiirin esas metninde Efrasiyab’ın adı geçmiyor. Fakat şiirin söylenişinden, bö sözlerin Alp Er Tonga ile ilgili olduğu, açık olarak anlaşılıyor: “Acun, erleri ve yiğitleri ayıklayarak, dünyayı yiğitlerden temizlemeği, âdeta kendi için bir vazife bilirdi. Akıllı ve bilgi kişileri ise, istemezdi ve onlara yar değildi. Bilgili insanları yok edip, dünyadan kaldırmasa bile, onları kovalar, ısırır ve etlerini koparırdı. Bu sebeple bilge kişilerin de vücutlarında açılan yaralar, yavaş yavaş kopup çürümeğe başlarlardı”. Daha doğrusu şair demek istiyordu ki, bilgelerin kafalarında bilge bulunmasına rağmen, kokmuş vücutlarında artık fazilet barınamamağa başlamıştı. İşte, Acun’un bu marifetlerini anlatan şu çok eski Türk şiiri bize şöyle diyor: “Bilğe, akıllı kişi, artık hep yoksul kaldı,” Acun onları tutup, ısırdı, etin aldı, “Erdemli vücutlarsa, çürüdü, koku saldı.” (Tükendi artık gücü) yere değip sürtülür!” Yine çok eski ve çok manalı bir Türk halk şiirini Dede Korkut’un dilinden dinleyelim: “Kanı dedüğüm, Beg Erenler, “Ecel aldı, yer gizleri, “Dünya menüm diyenler. “Bu dünya kime kaldı!…” 4. “ACUN”, MADDİ DÜNYA ANLAMINDA “Maddî Dünya anlamında kullanılan Acun sözü”: “Acun” sözü eski Türklerde, esas itibari ile, içinde doğduğumuz ve yaşadığımız Dünya anlamına gelirdi. Eski Türk şiirleri, her konuda dünyamıza bir kişilik verir ve dünyayı güzellikleri ile bezeyerek, öyle anlatırlardı. Meselâ şu çok eski Türk halk şiiri, tıpkı bir insan gibi, dünyanın nefesini ılındırmakta ve ondan sonra da baharı getirmektedir: “Kalkar kamug kölerdi,” Ajun tını yılırdı, “Taglar başı ilerdi,” Tütü çeçek, çerkeşür!” “Kuru yerlerin hepsi, yağmur ile göllendi, “Dağların başı artık, göründü belirlendi,” Dünyanın soluğuysa ılındı, meltemlendi, “Türlü, türlü çiçekler, dizilip, demetlendi!…” Diğer eski bir Türk şiiri de, soğukların ve kışın gelişini, mevsimler arasındaki kıskançlık ve rekabete bağlıyor. Ona göre kış, yazın güzelliklerini kıskanmış ve bunun için de bütün şiddet ve kuvvetini toplayarak gelmiştir: “Tumlıg kelip kapsadı,” Karlap Ajun yapsadı, “Kutlug yayıg tepsedi,” Et, yin üşüp, emrişür!” “Soğuk geldi yaslandı,” Karla Acun kaplandı, “Kutlu yazı kıskandı,” Vücut üşür, titreşir!…” Mevsimlere “Kişilik” veren şair, yazı kıştan üstün tutarak, yaza “Kutlu yaz” diyor. Acun sözünü Uygurlar, “Acun” şeklinde yazıp söylerler iken; Kaşgarlı Mahmud bu sözü, “Ajun” şeklinde söylemeğe başlamıştı.

  • Oğuz Kağan Destanı’ndaki Mitolojik Unsurlar

    ÜLGEN: Altay ve Yenisey çevrelerinde kullanılmaktadır. Kayrakan (büyük han) veya Tengere Kayra Han olarak da anılmaktadır. Güney Altay şamanistleri Ülgen’e “kuday” derler. Bazı kamlara göre ise, “Kayrakan” en büyük tanrıdır ve ülgen, kızagan ve mergen bu tanrının oğullarıdır. A.Anohin’e göre ülgen iyilik eden bir varlıktır. Ay ve güneşin ötesinde, yıldızların üstünde yaşar. Onun huzuruna giden yolda yedi, bazı rivayetlere göre dokuz engel vardır. Ülgenin huzuruna giden bu yol ancak erkek şamanlara, ayin yaptıkları zaman açıktır. Bununla birlikte erkek şaman bile ancak beşinci engel olan demir kazık (altın kazık=kutup yıldızı) yıldızına kadar ulaşabilir ve oradan geri döner. Ülgenin sarayı ve altından tahtı vardır. Kendisi insan şeklindedir. Şaman dualarında ” ak ayaz”, “ayazkan”, “şimşekçi”, “yıldırımcı”, “yaratıcı” (yayuçı) olarak da vasıflandırılır . Ülgen yaradıcı (halik)dır. Bütün varlığı yaradan odur. UMAY: Altaylı kavimlere göre Umay çocukları ve hayvan yavrularını koruyan dişi tanrıdır (tanrıça). Umay ismini Tonyukuk yazıtında şu ifadelerle görüyoruz. “Geri dönelim. Ere nefsini saklamak yektir dedi. Ben (ise) böyle derim! Ben Bilge Tonyukuk Altun ormanını aşarak geldik, İrtiş Irmağı’nı, geçerek geldik. (buraya) gelenler (=düşmanlar) cesur dedi (=demişler); (bizim geldiğimizi ise) duymadılar. Tanrı, Umay kutsal yer, sular (bizim için onlara) gaflet verdi. Neye kaçarız.(Onlar) çok diye niye korkarız. Az[ız] diye niye basılalım. Taarruz edelim dedim. Taarruz ettik, perişan ettik. Ertesi günü çok geldiler… SUYLA: Suyla adı verilen ruh, insanları korur ve yerde bulunur. Gözleri otuz günlük mesafeden görür, at gözlerine benzer. Ay ve güneşin kırıntılarından yaratılmış “suyla”nın görevi insanların hayatında ortaya çıkabilecek değişiklikleri haber vermek ve insanları göz altında bulundurmaktır. Âyin esnasında şaman göklere yahut yer altına giderken “suyla” şamanın yolunu kesen kötü ruhlara müdahale ederek onları kovar, “Yayık” ile birlikte kurbanın canını göklere götürür. Âyin esnasında “suyla” şerefine saçı olarak “rakı” kullanırlar. Karlık adı verilen ruh “suyla”nın en yakın arkadaşıdır. KÖK-BÖRİ: Totem devri yaşayan Türklerin totemi bozkurt, destanlarda hayat ve savaş gücünü temsil eder. Bozkurt, destanlarda Tanrı kurt ,anne kurt, ordular önünde yürüyen kumandan olarak geçer. Türkler bozkurda önce Tanrı diye tapmışlar, sonra kendilerinin bozkurt soyundan geldiklerine, böylelikle birer bozkurt olduklarına inanmışlardır. IŞIK: Bu motif destanların kuruluşunda kutsiyetten kaynaklanan hayat verici bir özelliğe sahiptir. Destanların büyük kahramanları; bu kahramanlara kadınlık ve mukaddes Türk çocuklarına annelik yapan kadınlar ilahî bir ışıktan doğarlar. Şamanist inanca göre yerden on yedi kat göğe doğru gittikçe aydınlanan bir nur âlemi vardır ki bunun on yedinci katında bütün göz kamaştırıcı ışığıyla Türk Tanrısı oturur. Yeryüzünde iyilik yapan ruhlar da bir kuş şeklinde bu nur âlemine uçarlar. RÜYA: Destanın bütününü etkileyen ve destan kahramanlarının hareket alanını belirleyen bir motiftir. Bir mücadele üzerine kurulu destanlarda kazanılacak başarı veya yaşanacak bir felaket düş yoluyla önceden öğrenilir. Kadercilik anlayışı düş motifiyle destanlarda işlenir. AĞAÇ: Destanlarda ağaç motifi üç yönüyle yer alır: Sığınak (Oba), Ana ya da Ata, varlığı, devleti temsil eden sembol. İnsanlığın yaratılışı hakkındaki Türk düşüncesine göre Tanrı, yeryüzündeki dokuz insan cinsini, bu insanlardan önce yarattığı dokuz dallı ağacın gölgesinde barındırmıştır. KIRKLAR: Bu motif, kahramanlar etrafındaki gücü temsil eder. Kırk sayısı bazı eşya ve davranışları sınırlar. Oğuz Kağan’ın kırk günde yürümesi, konuşması gibi. Kırk sayısı görünmez aleminden gelen koruyucu, güç verici kutsiyete erişmiş şahısları da simgeler. AT: At destanlarda önemli bir konuma sahiptir. Bunun temelinde göçebe kültürün yarattığı zorlayıcı koşullar vardır. Ata bir tür dinsel totem özelliği kazandıran şamanist inançtır. At, kahramanın başarıya ulaşmasında en etkin güçtür. Sahibini korur, ona yol gösterir, tehlikelere karşı uyarır. OK-YAY: Destanlarda maden isimlerinin sıkça geçmesi Türklerin savaşçı bir ulus oldukları kadar savaş aracı üretmede de usta olduklarını gösterir. Destanlardaki maden isimleri tamamıyla Türkçedir. Bu da Türklerin çok eskiden beri madencilikle uğraştıklarının delilidir. Ok- yay motifi destanlarda sadece savaş aracı olarak geçmemiş, Türk üstünlüğünü ifade etmiş, hukuki bir sembol haline gelmiştir. MAĞARA: Bu motif destanlarda sığınak ve ana karnını temsil eder. Bazen de ilahî buyruğun tebliğ edildiği yer olarak karşımıza çıkar. AK SAKALI İHTİYAR: Destanlarda hakanların akıl danışıp öğüt diledikleri gün görmüş yaşlılar vardır. Derin tecrübeli bu kimseler, geç hakanlara yol ve iz gösterirler. Bu, Türklerin alimlere mukaddes insan gözüyle bakıp ilme değer verdiklerini gösterir. YADA TAŞI: Bu taş destanlarda millî birlik ve bütünlüğü, halkın mutluluğunu ve devletin idealini temsil eder. Bu taş ülkeden çıkarıldığında birlik ve bütünlük bozulur ve kıtlık baş gösterir.

  • Mitolojinin Özellikleri

    Efsaneler konu itibariyle tanrıları, kahramanları ve doğaüstü varlıkları konu alan anlatılardır. Uyumlu bir sistem içerisinde düzenlenmiş olup, çoğunlukla geleneksel sözlü aktarımlar yoluyla (ozanlar, baksılar, manasçılar, rahipler) yayılarak canlı ka­lırlar. Sıklıkla ilgili oldukları topluluğun dinî veya ruhânî yaşantıları ile bağıntılı olan mitler, topluluktaki bu ruhânî mevkilerini kaybettikleri zaman, yani toplulu­ğun ruhânî yapısıyla aralarındaki bağ koptuğu zaman, mitolojik niteliklerini yitirir ve folklora ait söylenceler veya peri masalları haline dönüşürler. Folklorbilimcilere göre, -ki bu disiplin hem seküler(1) hem de kutsal söylencelerin incelenmesini içerir- bir mit, gücünün bir kısmını topluluğun (en azından belirli bir kısmının) ona olan inancından ve doğru olarak kabul edilmesinden alır. Folklor in­celemelerinde, tüm kutsal geleneklerin birikimi vardır ve terimin kullanımında, günlük kullanımındakine benzer, herhangi bir kötüleme, aşağılama bulunmamak­tadır. Örneğin bir dinin hem kendi mitolojisinden hem de tekil olarak içerdiği mit­lerden ayrı ayrı söz edilebilir. Bu durum tamamen bilimsel ve tarafsız bir yaklaşım olup, mitler açısından herhangi bir kötüleme ve aşağılama amacı da barındırmaz. Efsaneler sıklıkla gerek evrenin gerekse yerel bölgenin ortaya çıkışını açıklama amacı taşır. Örneğin sırasıyla yaratılış efsaneleri ve kuruluş efsaneleri gibi. Efsane­ler ayrıca doğa olaylarının, başka şekilde açıklanamayan kültürel âdetlerin açık­lanması amacını da taşır. Genel olarak efsanelerin doğal anlamda basit bir izah sunmayan herhangi bir şeyi açıklamak için kullanıldığı da söylenebilir. Mitoloji terimi Yunan mitolojisi veya Roma mitolojisi formunda olduğu gibi sıklık­la eski kültürlerin antik hikâyelerine atfen kullanılmaktadır. Bazı efsaneler orijinal olarak sözel bir geleneğin ürünüyken zamanla yazılı hâle gelmişlerdir. Çoğu efsa­nenin başlangıç noktası aynı iken değişik coğrafya ve kültürlerden etkilenerek fark­lılaşmış, biririnden farklı anlatılar haline dönüşmüş, orijinal olanı ancak mitologların anlayabileceği kadar kompleks halde kalmışlardır.

  • Mitoloji Nedir

    Yunancada söz, öykü anlamına gelen mitos (mythos), ilkel insan topluluklarının evreni, yeryüzünü ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlama ve henüz sırrını çözemedikleri yaşamla ilgili her türlü oluşumu anlamlı bir biçimde açıklama gereksiniminden doğmuş öykülerdir. Eski çağ insanlarında doğa güçlerinin fizik ve etik etkilerini yansıtan mitoslar, dinlerin de başlangıcıdırlar. İlkel insanın fizik atılımlarına ek olarak metafizik ve psikolojik davranış ile yer yer tarihsel ve sosyolojik unsurları da içerirler. Örneğin; Homeros’un ünlü İlyada ve Odysseia adlı iki eserinin çıkış noktasını Akhalar ve Troyalılar arasındaki ünlü savaş oluşturur. İlyada’da savaşın son günleri, Odysseia’da ise savaşın sona ermesinden sonra evine dönmeye çalışan Odysseus adlı kahramanın hikayesi anlatılır. Mitoslar taşıdıkları sezgi gücü, insanın doğasında var olan zaaf ve tutkuları ortaya koymasıyla çağlar üstü bir kesinliğe, çok yönlü bir kullanışa imkan verir. Bunun sonucu olarak mitoslar, günümüze değin sanatın yararlandığı bir ilham ve kültür kaynağı olmuştur. Mitoloji, mitoslar bilimi ve mitosların sistemli bir şekilde toplamı demektir. Mitos çok tanrılı bir dinin tanrıları üzerine anlatılan efsane, mitoloji de bu efsanelerin bir araya geldiği kitap olduğuna göre mitoloji ilkçağın din kitabı olabilir mi? Olamaz, çünkü bu efsaneler tek tanrılı dinlerde söz konusu edilen inanç düzeyine hiçbir zaman ulaşmamıştır. İlkçağın mitosu laiktir ve din adamının değil sanatçının uğraşıdır. Sözlü ya da yazılı edebiyat ve sanat kollarının hepsinde konu edilen ve işlendikçe değişen mitoslar ne kadar ozan, yazar ya da sanatçı varsa o kadar biçim almış hiçbir zaman tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları gibi değişmez ve mutlak bir hale gelmemiştir. Öylesine bir çeşitlilik ve özgürlük vardır ki Tanrıça Artemis Batı Anadolu’da başka, Yunanistan’da başkadır. Bölge bölge tanrıların özellikleri değişir. Daha eski yerel bir inancın etkilerini, yeni inanca aktarılmış olarak bulmak mümkündür. Örneğin eski adı Kilikia olan Silifke-Adana arasındaki bölgede yoğun bir biçimde tapınılan Zeus Olbios bir fırtınalar tanrısıdır. Oysa başka hiçbir yerde Zeus’un bu özelliği bu denli vurgulanmamıştır. Mitosun gerçekle ilişkisi olup olmadığına gelince, mitosun gerçeği kendi içinde aranmalıdır. Çok sayıda kent devletine ayrılmış olan Yunanistan’ın her bölgesi kendi yerli mitosunu yaratmıştır. Helenistik dönemde çoğalan ve karmaşık bir hale gelen efsaneleri toplama ve derleme işine girişilmiştir. Bu dönem İskenderiye ve Bergama kitaplıklarının kurulup, çalışmaya açıldığı ve elyazmalarının çoğaldığı eleştirel bir dönemdir. Efsane oluşturma Roma döneminde de devam etmiştir. Roma, Yunan mitolojisinden etkilenerek kendi din ve mitolojisini kurmak ister. Yunan tanrılarını kendi tanrılarıyla bir tutarak isimlerini değiştirir, efsanelerinin kimini benimser, kimini atar ve kimini de yerli efsaneleriyle karıştırır. Mitoloji denince akla ilk gelen Yunan-Roma mitolojisidir. Bu hatalı bir anlayıştır. Aslında bir Akdeniz çevresi efsaneler topluluğu vardır. Onun Yunan ve Roma’ya mal edilmesi, bu efsanelerin Yunan ve Romalı yazarlar tarafından yazılmasından kaynaklanır. Bu efsanelerin çıkış yeri Anadolu, Girit, Mısır ve Mezopotamya’dır. Ayrıca Türk mitolojisi de üzerinde durulması gereken önemli unsurlar barındırmaktadır.

  • Din ve Mitoloji Arasındaki İlişki

    Çoğu dinde mitolojinin çok önemli ve öncelikli bir yeri bulunur. Mit, günlük kulla­nımdakinin tersine, aslında bir hikâyenin nesnel anlamda yanlış veya doğru oldu­ğunu tanımlamaz, daha çok, nesnel veya materyalist nosyonlardan ilgisiz bir şekil­de, doğru veya gerçek kavramının ruhsal, psikolojik ve/veya sembolik yönlerine gönderme yapar. Her ne kadar bugünkü yaygın dinlere mensup çoğu kişi dinlerinin kökeni ve geli­şiminde yer alan anlatıları tarihî olaylar olarak ele alsalar da, bunları inanç sistem­lerinin figüratif temsilleri olarak gören kişiler de mevcuttur. Bir dinin veya inancın sahip olduğu kavramlar ve anlatılar, karakteristikleri sebebiyle bilimsel anlamda mitik olabilirler ve buradan hareketle birisi Hristiyan mitolojisi, Hindu mitolojisi veya İslam mitolojisinden bahsedebilir. Bu gibi terimlerden anlaşılması gereken bu dinlerin barındırdığı kavram veya anlatıların yanlış veya doğru olup olmadığı değil, o dindeki belirli kavramların, birer kültürel nesne olarak ruhâni, psikolojik ve/veya sembolik yönlerine yapılan atıflar olmalıdır. Tanımda da belirtildiği gibi, mit ve do­layısıyla mitoloji, materyalist veya objektif bir doğruluk nosyonu barındırmadığı gibi bu tip amacı da barındırmaz. Din ve mitoloji ilişkisindeki yaygın bir hata da, eski toplulukların inandığı dinlerin mitolojileri ile karıştırılmasıdır. Din ile mitoloji arasındaki yakın ilişki sebebiyle be­lirli bir nesne her iki kavramın da elemanı olabilir. Bununla birlikte genel anlamda din ile mitoloji tamamen farklı terim ve kavramlardır. Mitoloji salt mitolojik nesne­lerle ilgilenirken, dinin çevrelediği alan ve nesneler daha farklıdır; liturjiden eskatolojiye kadar. Dinî kavramların mitolojik bir yönünün olabilirliği, dinî kav­ramın dinî oluşunu arka plana itmez. Bu sebeple bazı aynı elemanları barındırsalar ve birçok ilişkileri olsa dahi Türk mitolojisi ve Türk dini ile kastedilen ayrı şeyler­dir.

  • Yedi Meşaleciler

    1928 yılında ortaya çıkan bu topluluk, şiir ve yazılarını da “Yedi Meşale” adlı kitapta toplamışlardır. Türkiye’de Cumhuriyet döneminde “sanat sanat içindir” deyip öz şiir anlayışını benimseyen ilk grup Yedi Meşaleciler’dir. Şiirlerini Yedi Meşale adlı bir kitapta toplayan Muammer Lutfi, Sabri Esat Siyavuşgil, Yaşar Nabi Nayır, Vasfi Mahir Kocatürk, Cevdet Kudret, Ziya Osman Saba ve Kenan Hulusi Koray adlı gençlerin oluşturduğu bir harekettir. Bunlar eserlerini Meşale adlı bir dergide yayınlıyor ve bunlara Ahmet Haşim de yazılar gönderiyordu. Bu grup artık Ayşe, Fatma edebiyatından bıktıklarını ilan ediyor ve ne olduğu çok da açık seçik belirtilmeyen ancak Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati şiir anlayışlarına yakın duran ve bunların devamı olduğunu gösteren şiirler yazıyorlardı. Bunlara göre şiir hiçbir fikir ve ideolojinin hizmetinde kullanılamaz Gerçek şiir, sanat için yazılan, samimi ve yenilik dolu olan şiirdir. Yedi Meşale’nin Mukaddimesi “Bu eser size her türlü müşkülata rağmen yalnız sanat aşkıyla çalışan birkaç gencin bir senelik edebi mahsulünü takdim ediyor” diye başlar. Mukaddimede gençler kendilerinin de zamanla önemsiz kalacaklarını, buna rağmen taklitçi edebiyattan kurtulmak için vazifeye atıldıklarını belirtirler. Sanat anlayışlarını kısaca şöyle özetleyebiliriz: Dünün mızmız ve soluk hisleri ve Ayşe Fatma terennümleri terk edilecek. -Yalnız duygular ifade edilecek. -Şiirin konu ve temaları genişletilecek. -Yıllardır değiştire değiştire, verilen fikir ve konulardan vazgeçilecek. -Şiirde canlılık samimiyet ve yenilik esas olacak. -Gerçek bir sanat eseri meydana getirmek için şiirlerde sanat ve inceliğe dikkat edilecektir. Bu önsöz, edebi bir tatminsizlik ve mevcut edebiyattan bıkış ile edebiyatın bozulduğu bittiği hakkında, hemen her devirde söylenegelen sözlere bir tepkiden ibarettir. Bu ifadelerin çoğu Abdülhak Hamid ve Recaizade Mahmut Ekrem’in şiirin hiçbir şekilde sınırlandırılmayacağını anlatan yazı ve şiirlerini andırır. Bu şairler Türk edebiyatından Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati şairlerinin etkisinde kalmışlardır. Bu hareket fazla uzun sürmez. Yedi Meşale’yi çıkaran gençlerin çoğunda şiir faaliyeti bir gençlik hevesi olarak kalır. Bu topluluğun edebiyat anlayışını şöyle özetleyebiliriz: Sanay, sanat için olmalıdır. Edebiyatta taklitten kaçınılmalı, daima yenilik, içtenlik, canlılık aranmalıdır. Batılı ilkelerle sanat yapılmalıi geleneksel temalar yerine yeni temalar bulunmalıdır. Şiirde konu zenginliği sağlamak için hayalden yararlanılmalıdır. Şiirde hece ölçüsünü kullanmışlardır. Çarpıcı imge ve benzetmelerle zenginleştirdikleri şiirleri, ustalıkla yapılmış birer tablo değeri taşır. Fransız sembolistlerin etkisinde kalmışlardır. Edebiyatımızda kısa süreli bir yankı uyandıran Yedi Meşaleciler, hedeflerine gerçekleştiremeden dağılmışlardır.

  • Toplumcu Gerçekçiler

    Toplumcu Gerçekçi Edebiyatın Özellikleri nedir? Toplumcu gerçekçi şiir, serbest nazım özellikleri taşır. Toplumcu gerçekçi şiir, ideolojik içerikli bir şiirdir. Toplumcu gerçekçi şiir, o güne kadar görülmemiş, denenmemiş bir görsellik, karmaşık biçimli teknikler barındıran bir şiirdir. Politik bir içerik taşıması şiirin etkileme ve belirleme gücünü yükseltmiştir. Şiirdeki paralel, simetrik akışlar ve kırılmalar Rus şair Mayakovski’den gelen yansımalardır. Materyalist ve Marksist bir dünya görüşü üzerinde temellendirilmiştir. Toplumcu gerçekçi edebiyat, halkçılık, köycülük kavramları ile hümanist bir düşünce etrafında şekillenen bir edebiyattır. Toplumcu gerçekçi anlayışın ekseninde insan, toplum ve üretim ilişkileri vardır. Toplum için sanat anlayışı vardır. Sanatkâr toplumun ruh mühendisidir. Toplumcu gerçekçi edebiyat eğitsel bir işlevle yüklüdür. Sosyalist bireyselliğin geliştirilmesi bu edebiyatın ana amacıdır. Sanat her türlü dinsel ve töresel bağlardan kurtulmalıdır. Toplumcu gerçekçi edebiyat, programa dayalı ve tezi olan bir edebiyattır. Toplumcu gerçekçi edebiyata iyimser bir bakış açısı egemendir. Toplumcu gerçekçi edebiyatta insanı belirleyen en temel öge kollektivizmdir. Nazım Hikmet, Beşir Fuat, Hoca Tahsin Efendi, Abdullah Cevdet, Ercüment Behzat Lav ve Kadro dergisi yazarları (Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör ) bu edebiyat anlayışının öncüleridir. Toplumsal gerçekçilik 20. yüzyılda, gerçekçiliğin Marksist yorumuyla geliştirilen bir sanat kuramıdır. Toplumsal gerçekçilik 1930’lu yıllarda ortaya çıkmış ve ana ilkeleri 1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliğinin Birinci Kongresi’nde saptanmıştır. Toplumsal gerçekçilik sanatın ne olduğu sorusundan çok, ne olması gerektiği somsuna cevap verir. Toplumsal gerçekçiliğe göre sanat da bilim gibi bize bilgi sağlar, dış dünyayı yansıtır. Bilimin soyutlama ile yansıttığı bilgiyi, özü, sanat somutlaştırma yolu ile yansıtır. Sanat eseri gerçeklikteki bütün ayrıntıları almaz, ama somut olarak yansıtacağı gerçekliğin belirleyicilerini yani esas özelliklerini alır. Bunlar gerçek dünyada dağınık durumdayken sanat eserinde arınmış ve yoğunlaştırılmıştır. Toplumsal gerçekçiliğe göre toplum yüz yıllardan beri değişik aşamalardan geçmiştir. Toplum tarihi determinizm içinde kölelikten, feodalizme, feodalizmden kapitalizme kapitalizmden de sosyalizme doğru kaymıştır. Bu nedenle toplumsal gerçekçilik şu an var olan gerçekliği değil, bunun nereye gittiğini bilmektir. Toplumcu gerçekçi eser de yazarın hayatta gördüğü ve eserinde yansıttığı çelişkilerin nereye varacağını belirten eserdir. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında toplumsal gerçekçilik anlayışı, Türk Marksist kuramcıların yayın organı olarak kabul edilen “Aydınlık” dergisinde yayımlanan felsefi, sosyal, ekonomik ve tarihi yazılarla sanat ve fikir dünyasında varlığını göstermeye başlamıştır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında toplumsal gerçekçilik anlayışının Türkiye’deki en güçlü sesi olan Nazım Hikmet’le beraber, Dr. Şefik Hüsnü, Sadrettin Celal, Nizamettin Ali gibi isimler de bu dergide Türkiye’nin toplumsal yapısını, edebiyat ve sanat sorunlarını sosyalist bir anlayışla ele alırlar. Dr. Şefik Hüsnü sanatı “yaratılışta güzel olan herkesin beğendiği” bir olgu olarak kabul eder. Milli edebiyat akımının etkisiyle birçok sanatçının, şairin halk şairi olmak istediğini dile getirdiği bir dönemde Nazım Hikmet “Yeni Sanat”, “Ayağa Kalkın Efendiler”, “Aydınlıkçılar” gibi şiirlerinde işçilerin ve emekçilerin şairi olmak istediğini anlatır. Nazım Hikmet sanatın işlevinin halk yönünde mi sanat yönünde mi olması gerektiği konusunda, “Her Ay” dergisinde” Ben kendi sosyal sınıfı muhitimle tezat halinde değilim. Bundan dolayı da sanat sanat için değil diyorum. Bence sanat sanat için demek sanatın kadrini azaltmak demek değildir. Bilakis sanatı cemiyet içinde aktif bir müessese olarak anlamak, sanatkarı insan ruhunun mühendisi olarak görmek demektir.”biçiminde bir görüş belirtir. Ali Rıza takma adıyla yazan Reşat Fuat BARANER de halkçı bir edebiyatın tamamen basit ve sanattan yoksun bir şekilde işlenmesinin doğru olmadığını, halkçı bir edebiyatın yüksek ve sanatkarane tekniği ile de halkta bir sanat zevki meydana getirmesi gerektiğini iddia eder. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girmemiş olmasına rağmen, savaş, toplum yaşayışını büyük ölçüde etkilemiştir. Gerek bu etki, gerekse toplumcu düşünüşün dergiler aracılığıyla yaygınlık kazanması Garip hareketi dışında yeni bir şiirin gelişmesine yol açtı. 1940 kuşağı ve sonrasındaki Türk şiirinin toplumsal gerçekçileri ya da toplumcu şairleri diyebileceğimiz bu sanatçıların başlıcaları şunlardır: Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Mehmet Kemal, Arif Damar, Ahmet Arif, Attila İlhan, Ataol Behramoğlu.

  • Maviciler

    Attila İlhan tarafından 1925 yılında çıkarılmaya başlanan Mavi Dergisi’nin etrafında toplanan ve bu dergide eserlerini yayımlayan edebiyatçıların oluşturduğu edebi topluluktur. Bu topluluğun hedefinde Garip Akımı ve Orhan Veli vardır. Garipçilerin savunduğu birçok görüşe karşı çıkmışlardır. Özellikle şiirin açık olması gerektiği anlayışı Maviciler tarafından tamamen reddedilmişti. Onları şiirn bütünüyle açık olamayacağını, anlam kapalılığının şiiri düzyazıdan ayıran önemli bir faktör olduğu görüşündedirler. Bu görüşler etrafında birleşen Maviciler, Mavi Dergisi’nin 1956 yılında son sayısını yayınlamasıyla dağılmışlardır. Maviciler şunlardır: Attila İlhan, Ferit Edgü, Orhan Duru

  • Hisarcılar Grubu

    Hazırlıklarına 1949 yılı sonlarında, “eski şiirimizden, millî kültür ve edebiyatımızdan kopmadan yeni ve güzel bir şiir sergilemek, o yıllarda şiirimizi çıkmaza sokanlara ve yozlaştıranlara karşı çıkmak ve tavır almak'” parolasıyla başlanan Hisar dergisi, ilk sayısını 16 Mart 1950’de yayımlamıştır. Yayın hayatını iki dönem halinde sürdüren Hisar dergisi, birinci yayın döneminde (Ocak 1957’ye kadar) 75; ikinci yayın döneminde de (Ocak 1964’ten Aralık 1980’e kadar) 202 olmak üzere toplam 277 sayı çıkmıştır. Atatürk’ün doğumunun 100. yıldönümü dolayısıyla Kültür Bakanlığı’nın dokuz dalda açtığı yarışmalarda, şiir dalında “Kuşlar ve İnsanlar” kitabıyla birincilik ödülünü kazanan Hisar’ın kurucu şairlerinden Mustafa Necati Karaer, derginin çıkış gerekçelerini şöyle anlatır: Garipçilerin başlattığı şiir akımının “yalana dolmaları” karın doğurmasa bile, şiirden nasibi olanları şiirden ve edebiyattan uzaklaştırıyor ve hareket devam ediyordu. Bu durum karşısında yapılacak tek iş, tek çare, inandığımız yolda bir edebî dergi çıkarmaktı. Öyle bir dergi ki, Türk şiirini yıkmak isteyenlerin karşısına bir kale gibi dikilsin, taklitçiliğe sapmadan millî kültürümüzden güç alsın ve “geçmiş’le “gelecek” arasında bir köprü olsun. İşte, kendi inançlarımız ve sanat anlayışımız doğrultusunda bir fikir, sanat ve edebiyat dergisi çıkarma kararımız, özetle belirtmeye çalıştığım ihtiyaçtan doğmuştur Hisarcılar, derginin ilk sayısında yayımlanacak bir bildiriyle “neler yapacaklarını açıklamak” yerine, zaman içerisinde “neler yapacaklarını gösterme” nin daha doğru olacağına inanırlar. 26 Aralık 1966’da Ankara Radyosu’nca hazırlanan bir programda derginin sanat anlayışını ve belli başlı ilkelerini ortaya koyan açıklama, derginin kuruluşundan 17 yıl sonra yapılır. Hisar’ın kuruluşunun, sorunlarının, dil anlayışının ve sanat ilkelerinin tanıtıldığı programa dergiyi temsilen Munis Faik Ozansoy, Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer, Mustafa Necati Karaer, Gültekin Sâmanoğlu ve Nevzat Yalçın katılmışlardır. Toplumcu Gerçekçi, Garip ve ikinci Yeni gibi şiir hareketlerini de açlığı ve sefaleti dile getirdikleri, gençliğin şehevî arzularını kamçıladıkları, amaçlı olarak aile ve diğer toplumsal kurumları hiçe saydıkları iddialarıyla eleştirmişlerdir. Hisarcılar, Türk şiirinde görülen yenilik hareketlerinde sanatçıların “dil, şekil ve konu” karşısındaki tutumlarını belirleyen iki kutup olduğunu savunurlar : Bu kutuplardan birini, her farklılaşma ve değişmeyi şiirde yenilik sayanlar oluştururken; diğerini de, -tek başına kendilerinin temsil ettiğine inandıkları- bu görüşün aksini iddia edenler oluşturmaktadırlar. Hisarcılara göre şiir dilinde yenilik; şiiri ölü kelimelerden ve terkiplerden kurtarıp sadeleştirmekle, dili basitliğe düşürmeden yaşayan halk diline göre geliştirmekle mümkündür. Uygarlığın ve kültür seviyesinin bir bakıma ölçüsü olarak gördükleri dili kısırlaştırmamak gerektiğine inanmışlar; ancak, masa başında kelime uydurulmasına da karşı çıkmışlardır. Yabancı dillerden alındığı artık fark edilemeyen ve Türkçe karşılığı olmayan kelimelerin çekinilmeden kullanılması gerektiğini savunmuşlardır. Bu gruptaki şairler; vezin konusunda bir dayatmaya karşı olmuşlar, şiir olarak kalabildiği müddetçe aruzu da, heceyi de, serbest şekilli şiiri de kabul ettiklerini belirtmişlerdir. Şiirin şekil özellikleri yönüyle, aruzda ve hecede alışılmış kalıpların çerçevesinden kurtulup yeni söyleyişlere ulaşmasını hedefleyen Hisarcılar, muhteva özellikleri yönüyle de, şiirin konusunun sınırlandırılamayacağını, şiir feda edilmemek şartıyla her konunun işlenebileceğini savunmuşlardır. Zira sanatın her şeyden önce bir hürriyet meselesi olduğunu, ancak, dünyanın hiçbir yerinde ve hiçbir zaman mutlak hürriyet rüzgârı esmediğini belirterek, “hürriyet perdesi arkasında oynanan maksatlı oyunlara pabuç bırakmayacaklarını” da her fırsatta dile getirmişlerdir. Hisarcılar, gecikmeli olarak ilân ettikleri bu ilkelere otuz yıllık yayın hayatı boyunca sıkı sıkıya bağlı kalmışlar ve kendilerini, diğer topluluklara karşı (Toplumcu Gerçekçiler, Birinci Yeniciler, Maviciler, İkinci Yeniciler) Türk şiirini ve dilini koruyan yegâne “kale” olarak görmüşlerdir. Hisarcıların Başlıca Özellikleri: 1. “Sanatçının dili yaşayan dil olmalıdır”. Aksi takdirde, ister eski, ister yeni olsun, ölü kelimelerden doğan her eser yeni nesilleri birbirinden ayırır. Türk sanatına ve kültürüne olumlu katkıda bulunamaz. Bu ilkeyle ilgili olarak Hisarcıların, özellikle Birinci Yeni ve ikinci Yeni sanatçılarına yönelttikleri eleştiriler şöyle sıralanabilir: Ağza alınmayacak kadar kaba ve çirkin kelimeleri bol bol kullanmak, dil akışına uymayan uydurma kelimeleri inatla ve ısrarla kullanmak, büyük harf, küçük harf kurallarına boş vermek, noktalama işaretlerini kaldırmak, cümle tekniğine kulak asmamak. 2. “Sanatçı bağımsız olmalıdır”. Zira, onun eseri, siyasî sistemlerin de, ekonomik doktrinlerin de propaganda aracı değildir. 3. “Sanat millî olmalıdır”. Çünkü kendi milletinden kopmuş bir sanatın milletlerarası bir değer kazanması beklenemez. 4. “Sanatta yenilik asıldır”. Ne var ki, bu yenilik arayışı eskinin ret ve inkârı şeklinde yorumlanmamalıdır. Dünden kuvvet alarak yarın da kolay kolay eskimeyecek bir yenilik anlayışı ilke edinilmiş; mutlaka serbest şekilli şiir yazmak, şiiri nesre ve hikâyeye yaklaştırmak, heceyi ve aruzu ölü vezinler olarak görmek gibi ısrarcı yaklaşımların doğru olmadığı savunulmuştur.

  • Garip Akımı (Birinci Yeniciler)

    1941 yılından sonra Türk şiirinde görülen ve öncülüğünü Orhan Veli Kanık, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat üçlüsünün yaptığı edebiyat akımı. Bu üç şair, şiirde sürüp gitmekte olan aşırı duygusallığa, şairaneliğe, basmakalıp söyleyişe başkaldıran şiirlerini toplayarak Garip adında bir kitap yayımladırlar. Bu şiirlerdeki yenilikler nelerdi peki ? Bu şairler neye karşı çıkıyor, neyi değiştirmek istiyorlardı? Garipçiler diye adlandırılan bu şairler, yeni bir şiir anlayışı getiriyor, şiirimizin yapısında köklü değişiklikler yapmak istiyorlardı. Onlara göre; şiirden uyak atılmalıydı. Uyağın işlevi, ilkel insanın şiiri aklında tutmasından başka bir şey değildi. Bugünkü insan ilkel olmadığına göre, uyağın işlevi kalmamıştı ve kaldırılmalıydı. Uyakla beraber her türlü söz ve anlam sanatı da bırakılmalıydı. Gerçekte bu sanatların amacı, doğayı değiştirme, nesne ve varlıkları olduğundan başka bir şekilde göstermektir. Bu yol bugüne kadar yüzlerce sanatçı tarafından denenmiş, edebiyata bir şey kazandırmamıştır. Bunun gibi, hece ölçüsü de, aruz ölçüsü de gereksizdir. Ölçüye bağlanma yaratıcılığı engeller. Ayrıca şiir, duygudan çok akla dayanmalı, duygunun yada duyarlılığın ürünü olan şairanelikten arındırılmalıdır. Bu arındırma; müzik ve resim gibi öteki sanatlardan gelen tüm öğeleri de içermelidir. Daha doğrusu, geleneksel şiirin benimsediği her şey, yeni şiirin dışında tutulmalıdır. Şiirde önemli olan anlamdır. Bu anlamda çoğunluğun tadına varabileceği bir nitelik taşımalıdır. Bugüne değin yalnız varlıklı kesimlere seslenmiş olan şiir, artık çoğunluğa seslenmelidir. Bu bakımdan şiire özgü bir dil yoktur, halkın dilinde ve yaşamında bulunan her sözcük şiire girer. Bu görüşler Garip şiirinin niteliklerini de oluşturmuştur. Ölçüsüz, uyaksız, söz ve anlam sanatlarından soyunmuş, çıplak, yalın anlatımlı bir şiirdir bu. Dize örgüsü yönünden de değişik bir yapısı vardır. Konusunu sıradan bir insanın yaşamından almıştır. Dili de alışılmış şiir dilinden ayrılıklar gösterir. Örneğin ” nasır, kundura” gibi sözcükler şiire sokulmuştur. Böylece şiirin dili yapaylıktan, kitapsallıktan kurtulmuştur. Şiir bütünüyle duyguya değil, akla dayandırılmış, şairanelikten olabildiğince uzaklaştırılmıştır. Başlangıçta yadırganmıştır bu tutum. Alaya alınmış, tepkiyle karşılanmıştır Garipçiler’in şiiri. Ancak bu alay ve tepki giderek azalmış, bu şiirin yandaşları çoğalmıştır. Hececi, halkçı, öz şiirci ve serbestçiler arasından da bu akıma kayanlar çıkmıştır. Öte yandan bu yıllarda şiir yazmaya başlayanların tümü Garip şiirini örneksemişlerdir. Bu örneksemeler arttıkça, kişiliklerin ayrılığını yansıtmayan, kumaşı aynı tezgahta dokunmuş tek tip bir şiir çıkmıştır ortaya. “Şiirsiz şiir” üretmek ortak bir tutuma dönüşmüştür. Bu eğilim 1950’li yıllara kadar sürmüştür. Gerçi Orhan Veli ve diğer arkadaşları şairaneliği yıktıktan, yerleşik beğeniyi sarstıktan sonra kimi şiirlerinde karşı çıktıkları öğelere yeniden dönmüşlerdir. Çünkü girişimlerinin şiiri nasıl bir noktaya ulaştırdıklarının farkına varmışlardır. Bu konuyla ilgili olarak Orhan Veli 1949 yılında şunları söylemektedir : Şiirlerimizin yadırganışı sadece alışılmış kalıpların dışına çıkışımızdan değil, çıkmak isteyişinden, bunda ayrı bir keyif buluşundandı. Gayretimizin nasıl bir sebebe ulaştığını anlayınca biz de yumuşar gibi olduk. Gelgelelim, bu arada şiire girmiş olan bazı şeyler, şiirin öz malı imiş gibi, yerleşti kaldı. Bunlardan biri eski şiirin yüksekten konuşmasına karşılık, şiire sokulan, alelade konuşma; bir de eski şiirin büyük konularının, büyük heyecanlarının yanı başında yer alan, küçük alelade olaylar, küçük alelade insanlardı. İlk niyat hiç bir şeyin şiir dışı kalmamasını sağlamaktı. Ama, bu yeni şiir yavaş yavaş yayılıp bir çok kimse tarafından tutulunca iş değişti. Genç okur yazarlar, hatta bu işle uğraşanlar, sandılar ki şiir yalnız küçük olayların, yalnız alelade bir dille anlatılmasından meydana gelir. Böyle böyle bu basitlik, bu aleladelik şiirin bir tarafı, bir şartı oldu. Garip şiirinin kolayca tutunuşunda içerdiği kolaylığın büyük payı olmuştur. Ayrıca bu şiir serbestçilerin şiiriyle de, kimi yönleriyle uyuşuyordu. Çünkü, Garipçilerin gerçekleştirmek istediği, şairaneliği yıkma, çalışan geniş yığınların şiirini yaratma, ölçüye bağlanmama, günlük dile yaslanma, doğal ve içten olma, insan ve toplum sorunlarına yönelme başta Nazım Hikmet olmak üzere serbest şiire yönelmiş öteki şairlerinde ardından koştukları özelliklerdi. Buna karşın aralarında kimi ayrılıklarda vardır. Garip şiiri coşku ve söylev havasından uzak bir söyleyişle; üstü kapalı, yergici bir tutumla toplumsal sorunlara eğilirken; Nazım Hikmet ve onun çizgisinden ilerleyenler bunu açıktan, coşkuyla yapmaya girişmişlerdir. Garip Akımının Başlıca Özellikleri: 1. 1940’ta Garipçiler adıyla çıkan topluluğun ortaya koyduğu bir sanat anlayışıdır. 2. Şiirde her türlü kurala ve belirli kalıplara karşı çıkmışlardır. 3. Şiirde ölçü, kafiye ve dörtlüğe karşı çıkmışlardır. 4. Şiirde şairaneliği, mecazlı söyleyiş ve sanatları kabul etmediler. 5. Süslü, sanatlı dile karşı çıkıp sade bir dil kullandılar. 6. Şiirde o güne kadar işlenmedik konuları ele aldılar. 7. Konuşma dili ile günlük sıradan konuları işlediler. 8. İşledikleri konular günlük hayattan sıradan insanların problemleri, yaşama sevinci ve hayattaki bazı garipliklerdir. 9. Halk deyişlerinden yararlanmışlar, toplumsal yergiye yer vermişlerdir. 10. Garipçiler; Orhan Veli, Melih Cevdet Anday, Oktay Rıfat Horozcu’nun oluşturduğu bir topluluklardır.

bottom of page