Arama Sonuçları
Boş arama ile 846 sonuç bulundu
- Günlük (Günce) Türünün Özellikleri
Yazarların kendi kendileriyle dertleşme, hesaplaşma, konuşma isteklerini kağıt üzerinde yapmalarından doğmuş yazılardır. Bu nedenle yayımlanmak amacı güdülmez, fakat yazarın ilerlemiş yaşlarında ya da yazar öldükten sonra bir şekilde yayımlanır. Günümüzde kimi yazarlar günlüklerini yayımlamak için de yazarlar. Günlüklerde yazarın kendisini buluruz. Yaşadığı günler içindeki sevincini, öfkesini, kaygılarını, umutlarını içtenlikle anlatır. Günlükler, yazarın yaşadığı dönem için önemli bir belgeseldir de aslında. Yazarın sözünü ettiği olaylar artık tarih olmuştur. Günlüğün belirleyici özellikleri: • Günlükler iddia ve ispat yazıları değildir. • Günlüklerde yaşanmakta olan anlatılır. • Yayımlandığında, artık geçmişi anlattığı için bu yazılar da tarihe ışık tutar. Kimi olaylar tarihi olaylardır. Türk ve dünya edebiyatında günlük: Türk edebiyatında İzzet Melih’in Sermet (1918) ve Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu (1922) adlı romanları bir bakıma günlük-roman örneği olarak gösterilebilir. Roman kahramanı Sermet, günlük yaşantısını yer ve tarih vererek aktarıyor. Bu bölümler birer günlüktür. Müftüoğlu Ahmet Hikmet’in Gönül Hanım (1920) romanının “Mehmet Tolun Bey’in Rûznamesi” başlıklı kısmı da günlük tarzında tutulan notlardan oluşmaktadır. Hemen hemen her meslekten kişiler günlük tutmaktadırlar. Ancak bu türde yazmayı en fazla edebiyatçı olanlar, yani şair ve yazarlar tercih etmektedirler. Başlangıcından 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar ortaya konan günlükler, genellikle faydaya dönük gündelik işlerin kayıtlarından ve seyahat notlarından oluşan ve bildiğimiz anlamda modern günlük türünün ayırıcı özelliklerini kazanamamış klâsik metinlerden oluşmaktaydı. 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra ise günlük, edebî bir tür olma özelliğini kazanmaya başladı. Modern günlük metinlerinde yazarın gün içindeki anlık durumları, refleksleri, duygu ve düşünceleri ön plâna çıkmıştır. Metnin kurulmasında çağrışımların önemli bir payı vardır. Yazar, içe bakış tekniğiyle bilinçaltını deşifre eder. Günlük tutmaya pek fazla rağbet edilmeyen Türk edebiyatında bu türün Tanzimattan sonra ortaya çıktığını görüyoruz. Tanzimattan önce ortaya konan vakâ’yinâme, seyâhatnâme, sefâretname gibi eserlerde günlük türüne özgü kimi nitelikler bulunabilirse de bu eserler esas itibarıyla günlük değillerdir. Ancak bu arada Sünbülî Şeyhi Seyyid Hasan Efendinin 1660-1664 yılları arasındaki dergâh hayatıyla ilgili Sohbetnâme adlı notlarını günlük türü içinde değerlendirmek gerekir. Bizde batılı anlamda ilk günlük yazarı Şair Nigâr Bint-i Osman (1862-1918)’dır. Nigâr Bint-i Osman 20 defter tutarındaki notlarının başına o günün tarihini koymuş günlüklerinin bir kısmı Hayatımın Hikâyesi (1959) kitabında yayımlanmıştır. Şair bu eserinde genellikle çocukluğu, evlilikleri, boşanmaları gibi başından geçen olayları, çektiği acı ve çileleri anı üslûbuyla aktarmıştır. Türk edebiyatında devlet yöneticileri, sanatçı, edebiyatçı, yazar, bilim adamı gibi değişik kesimlerden kişiler günlük tutmuşlardır. Türk edebiyatında günlük türünde en çok edebiyatçılar ürün vermişlerdir. Onların tuttuğu günlüklerde kendi şahsî yaşantıları, sosyal ve siyasî fikirleri, eserleri ve sanatçı kişilikleri ilgili bilgileri bulabildiğimiz gibi içinde yer aldıkları sanat ve edebiyat çevreleriyle ya da dönemlerinin sosyal ve siyasî olaylarıyla ilgili bilgiler de bulmaktayız. Bu bakımdan bu günlükler değişik açılardan önemli zenginlikler içermektedirler. Ömer Seyfettin, Balkan Savaşı sırasında tuttuğu günlüklerini Balkan Harbi Rûznâmesi, 1917’den sonra kaleme aldığı günlüklerine de Rûzname adını vermiştir. Ömer Seyfettin’in bir kısım günlükleri Türk Dili (Nisan 1962, S.127, s.586-590) ‘nin Günlük özel sayısında da yayımlanmıştır. Ali Canip Yöntem de 1920’de Ömer Seyfettin’in hastalığı ve ölümüyle ilgili tuttuğu günlükleri yayımlamıştır (“Ömer’in Ölüm Hastalığına Dair Notlarım”, Ömer Seyfettin, 1947). Cumhuriyet döneminde yayımlanan ilk günlük kitabı Günlük (1955) adıyla Salah Birsel ‘e aittir. Salah Birsel, 20 Ocak 1949-4 Mayıs 1955 tarihleri arasındaki günlüklerinin toplandığı bu kitabında genellikle edebiyatla ilgili sorunlara yer vermiştir. İkinci günlük kitabı Kuşları Örtünmek (1976) 1972-1975 yıllarını kapsar. 1982’de Hacıvat Günlüğü, 1986’daYaşlılık Günlüğü,1988’de Aynalar Günlüğü, 1992’de Yalnızlığın Fırınlanmış Kokusu adlı kitaplarını çıkardı. Birsel, günlüklerinde daha çok şiir ve sanat konularına yer vermiştir. Kendine özgü bir üslûp geliştirmiş, hiç duyulmamış sözcükler üreterek canlı, ilgi çekici bir konuşma üslûbunu yakalamıştır. Nurullah Ataç , 1953’ten 1957 yılına kadar yazdığı günlüklerini gazetelerde yayımlamış; daha sonra bunlar toplanarak önce 1960’ta, daha sonra 1972’de iki cilt halinde yayımlanmıştır. Ataç, günlük yazmaya Fransızca haftalık Carrefour gazetesinde çıkan Monsieur Maurois’nın “Le Journal d’Andre Maurois” adlı güncesinden etkilenerek ve ona özenerek yazmaya başlamıştır. Nurullah Ataç’ın günlükleri kendi özel hayatından ve yapıp ettiklerinden çok, okuduğu kitapların, dergilerin, gazetelerin, görüp duyduklarının kendisinde bıraktığı izlenimleri, çağrışım yoluyla oluşan düşünceleri aktarmıştır. Üzerinde durduğu en önemli konular arasında Türkçenin Arapça ve Farsçadan gelmiş yabancı sözcüklerden kurtulması için ortaya koyduğu düşünceler, sanat, edebiyat tartışmaları yer almaktadır. Yayımlanmış günlük türündeki bazı eserlere şu örnekleri verebiliriz: Oktay Akbal, Günlerde (1968), Anılarda Görmek (1972), Yeryüzü Korkusu (1983), 80’lerde Bir Yazar (1994); Tomris Uyar, Gündökümü 75 (1977), Sesler, Yüzler, Sokaklar (1981), Günlerin Tortusu (1985), Yazılı Günler (1989); İlhan Berk, Elyazılarına Vuruyor Güneş (1983), İnferno (1995); Oğuz Atay, Günlük (1988); Cahit Zarifoğlu, Yaşamak (1990); Cemal Süreya, 999. Gün / Üstü Kalsın (1991); Necati Cumalı, Yeşil Bir At Sırtında (1991); Vüs’at O. Bener, Bay Muannit Sahtegî’nin Notları (1991); Ece Ayhan, Başıbozuk Günceler (1993); Nilgün Marmara, Kırmızı Kahverengi Defter (1993); Atilla Birkiye, Saptamalar (1985); Mazhar Candan, Günceden (1981) ve Geceden Kalan (1986); Ayşe Şasa, Yeşilçam Günlüğü (1993); Nuri Pakdil, Klas Duruş (1997); Ahmet Oktay, Gece Defteri (1998); Muzaffer Buyrukçu, Arkası Yarın (1976), Sıcak İlişkiler (1982) Dillerinde Dünya (1985); Dünden Bugüne (Günlükler) (1997); Turgay Gönenç, Tarihsiz Günlükler (1990); Enis Batur, Kesif Saint Nazaire Günlüğü (1998); Kemal Özer, Tanık Günler(1994). #Günce #Günlük #TürkEdebiyatındaGünlük
- Gezi Yazısı (Seyahatname) Türünün Özellikleri
Bir yazarın yurt içinde ve yurt dışında gezip gördüğü yerlerin ilgi çekici özelliklerini anlattığı yazı türüdür. Gezi yazıları gezip görmenin, iyi bir gözlemin ürünüdürler. Gezi yazılarının tarihi çok eskidir. İnsanlar hep uzak ülkeleri, uzak ülkelerin doğasını, insanlarını, bu insanların yaşayış biçimlerini ve yarattıkları kültür eserlerini merak etmişlerdir. Bir nedenle başka ülkelere giden kişilerle karşılaştığımızda, onları soru yağmuruna tutmamız bundandır. Günümüzde televizyon görüntüleri dünyanın birçok kültürünü yanıbaşımıza getirdiği halde, hâlâ gezi anılarını dinlemenin ya da okumanın tadı başkadır. Gezi yazılarının çok yönlü anlatım olanakları vardır. Uzunluğu çoğu zaman kitap olacak kadardır. Gazetenin iç sayfalarından birinde dizi halinde günlerce yayınlandığı da olur. Okuyucunun sıkılmadan, merakla okuduğu bir yazı türüdür. Gezi yazısı yazarken ilgiyi uyanık tutmak, okuyucuda okuduğu yerleri görme isteği uyandırmak çok önemlidir. Gezi yazarlığı ayrı bir ustalığı gerektirir. Yazar gezdiği yerlerin ilginç özelliklerini hemen farkedecek kıvrak bir zekâya ve kültür birikimine sahip olmalıdır. Gezi yazısı ile röportaj arasındaki farklar: Gezi yazılarıyla röportaj birbirine karıştırılmamalıdır. Gezi yazısında ilgi çekici yerler anlatılır. Röportajda olduğu gibi, sorunları deşmek, arkasındaki sorunları duyurmak, kamuoyu oluşturmak amacı güdülmez. Gezi yazıları bir bakıma anıya ve günlüğe de benzer, fakat onlardan ayrı bir yazı türüdür. Gezi yazısının belirleyici özellikleri: • Gezi yazılarında çoğu kez kronolojik zamanlı plân uygulanır. Gezi için yapılan hazırlıklar; yolculuk, yolculuk sırasında görülen ilgi çekici olaylar; varış, varıştaki ilk izlenimler… • Gezi yazılarında da kendinden önceki söylenmişlerden, yazılmışlardan ayrı olmak önemlidir. Aynı yerler daha önce de başkaları tarafından görülmüş, yazılmış olabilir. İkinci gidişte görülenlerle, ilk gidişte görülenler arasındaki farklara bile değinmek gerekir. Bu da gezi yazılarının zamanla tarihsel belge olduğunu ortaya koymaktadır. • Yazar anlattıklarının doğruluğunu; konuşma ile, bilgi toplama ve fotoğraflarla desteklemeli, anlattıklarını bir mantık çerçevesine oturtabilmelidir. Her anlattığı, önceki anlattıklarıyla çelişmemelidir. • Gezi yazılarında yazar; açıklayıcı anlatım, öyküleyici anlatım, betimleyici anlatım ve tartışmalı anlatım gibi bütün anlatım yollarından yararlanır. Ayrıca okuyucuya değişikliği gösterebilmek için örnekleme, karşılaştırma, tanık gösterme gibi nesnel verilerden de yararlanabilir. • Resim kullanılmalıdır. Türk ve dünya Edebiyatında gezi yazısı: Dünya edebiyatının en önemli seyahatnameleri arasında 13. yüzyılda yayımlanmış Marko Polo’nun Uzak Doğu izlenimlerini içeren Seyahatnamesi ve 14. yüzyılda yaşamış Arap gezgin İbn-i Batuta’nın İslâm dünyası gezilerini konu edinen Seyahatnamesi yer alır. Türk edebiyatının ilk seyahatname eserleri arasında Farsça yazılan Hoca Gıyaseddin Nakkaş’ın Acâibü’l-Letâif adlı eseriyle Ali Ekber Hatâî’nin 1515’te yazdığı Hıtâînâme adlı eseri sayılabilir. Seydî Ali Reis (ö.1562) Mir’atü’l-Memâlik (1557) adlı seyahatnamesinde Belücistan, Hindistan, Afganistan, Buhara, Maveraünnehir’le ilgili gözlemlerini ve yaşadığı olayları anlatmıştır. III. Sultan Murat (1575-1575) döneminde Tokatlı İbrahim oğlu Ahmet, Acâibname-i Hindistan adlı eserinde Kabil, Hindistan, Basra, Yemen, Hicaz izlenimlerini aktarır. Trabzonlu Mehmet Aşık’ın (1555-?) Menâzıru’l-Avâlim adındaki eseri de gezi edebiyatının önemli eserlerindendir. Türk edebiyatının en önemli seyahatname eserlerinden biri Evliya Çelebi’nin (1611-1682) 10 ciltlik seyahatnamesidir. Evliya Çelebi , 40 yıllık gezilerinden elde ettiği coğrafî, etnografik, tarihî, kültürel pek çok bilgiyi akıcı ve mübalâğalı bir üslûpla kaleme almıştır. Türk edebiyatında “seyahatname” adıyla birçok eser yazıldığı gibi, adı “seyahatname” olmadığı hâlde bu türe özgü özellikler gösteren başka eserler de vardır. Pirî Reis’in Bahriye adlı eseri buna bir örnektir. İlk seyahatnameler, genellikle başka ülkelerde elçi olarak gönderilen devlet memurlarının gittikleri ülkenin yaşama biçimi, kültürel özellikleri, sosyal ilişkileri, giyim kuşamları, sokakları, şehircilikleri, bürokrasileri ve başka özellikleri hakkında Türk okuyucusu için aktardıkları ilgi çekici bilgilerden oluşmaktadır. Kimi yazarlar, gittikleri ülkelerden gönderdikleri mektuplarda bulundukları ülke ile ilgili bazı bilgiler de vermişlerdir. Sultanların sefer sırasında konaklar arası mesafeleri gösteren menâzil kitapları, her gün yapılan işleri anlatan rûznâmeler de gezi türüne ilişkin bilgiler içermektedirler. Haydar Çelebi Rûznâmesi buna örnek olarak gösterilebilir. Keçecizade İzzet Molla (1785-1829) sürgüne gönderildiği Keşan ve İstanbul’a dönüş izlenimlerini Mihnet-Keşan (1269) adlı eserinde anlatır. Ömer Lütfi, Ümit Burnu Seyahatnamesi’nde dört yıl din bilgisi hocası olarak kaldığı Ümit Burnu ve havalisini değişik yönleriyle tanıtır. Türk edebiyatında modern zamanlarda da yurt içine, İslâm dünyasına, Batıya ve başka ülkelere yapılmış pek çok gezinin notları yayımlanmıştır. Kırıkkale’ye Giderken Ankara kalesi, telsiz direkleri ve bir tünel… Yarım dakika karanlık. Ankara geride kaldı. Bu yol, bütün bozkırı geçer, Karadeniz’e dek ulaşır. İsmet Paşa yıllardır fikir döktü, ray döşedi. şimdi ben, bu ray üstünden fikir taşıyan kültür savaşının zırhlı trenine yetişmek için kilometrelerin sekişini sayıyorum. Tren yolunda… Gezici eğitim sergisi Kırıkkale istasyonunda… Tren yolunda dediğim zaman dudaklarımızda yabansı bir kıvrıntı seziyor gibiyim. Sezmeye de gerek yok gerçekten: “Tren yolunda da laf mı a canım.” diyebilirsiniz. Eğer siz, bir zamanlar Yahşıhan’a dek böyle gidip gelen eski tren bozuntusunu anımsarsınız hiç de böyle düşünmezsiniz. Hele benim gibi Yahşıhan yolunda tuhaflıklara tanık olmuşsanız… Size, istasyonların kimi bodurumsu, kimi kavaklar gibi birbirlerinin sırtından sırıtan uzun dallı ağaçlarından, çeşmelerinden, bayrak direklerinden, makaslarından, telgraf direklerine tünemiş güvercinlerinden, yol kenarında doygun doygun treni seyreden öküzlerden, özgür ve neşeli sıpalardan söz edeceğimize bizim orta Anadolu’ya kültür ve yeninin aşkını taşıyan trene rast gelinceye dek bugünkü güzel trenin yerindeki o eski tren ve ray bozuntusundan söz edeyim, her halde canınız sıkılmaz. Yıl 1921, İnönü ile Sakarya savaşının araları… Ankara’dan Kayseri’ye doğru bir akın var. Kağnı, kağnı, kağnı….. Yollardan, dağlardan, taşlardan gıcırtıdan geçilmiyor. Mumyalanmış bir eşeğe benzeyen cılız, sanki tenekeden yapılma bir lokomotif, ince, uzun hörgücünü kaldırmış, bitkin develeri anımsatan vagonlar da bunların arasında Kayseri yolunu tutuyor. Her nedense o zaman burada işleyen dekovilde, sudan geçmeyen hayvanın inadına benzer bir inat vardı. Zaman zaman tutarağı tutardı. Bakarsınız, tıpış tıpış giderken birdenbire zınk yerinde sayar. Bir ses duyulur: “Lokomotifin suyu tükendi. Allah’ını seven su getirsin!…” Kovalarla, ibriklerle, testilerle bir sürü halk su aramaya çıkar, su bulunmayan bir yerde ise herkes mataralarındaki, testilerindeki, teneke ya da toprak ibriklerindeki suları lokomotife boşaltırlar. Mübarek, yürümeye başlar. Ama yürüyüş de ne yürüyüş!… Trenin üstünde pinekleyen ihtiyarlar, kimi zaman şöyle konuşurlardı: “Tren giderken indim, aptes bozdum, elimi yudum, trene bindim.” “Aptes tazeledim, yine geldim, yetiştim.” Yokuş bir yere gelindi mi bir ses yükselirdi: “Allah’ını seven vagonları ardından itsin!” Yüzlerce adam trenden iner, trenin durduğunu gören köylüler de gelir. Helesa yelesa ile treni yürütürlerdi. Trenin kömürü tükenip yöreden çalı çırpı topladığımızı da ben bilirim. Bunları söylerken sadece bir anıyı anlatıyorum. Dün süngüsünü tüfeğine çaputla bağlayıp düşmana saldıran bir ulusun o günü böyle geçerdi. Şimdi İsmet Paşa’nın döşediği raylar üstünde fikir gibi hızlı, düzenli ve rahat trenle Kırıkkale’ye yaklaşıyoruz. Makinenin, tekniğin dokunduğu yer, çölün ortasında bile olsa yepyeni bir uygarlığı fışkırtıveriyor. Kırıkkale işte böyle bozkırın ortasında baca, fabrika, asfalt, geometri, boyalı ev, sağlam tavan, iş gömleği giyen alın terli insan demektir. Kırıkkale bana, kopmuş bir film parçasının sarı bakkal kâğıdına yapıştırılması etkisini yaptı. Kırıkkale, başlı başına minnacık bir fabrika yuvasıdır. Sağı solu, önü arkası bozkırdır. İstasyon kalabalık… Siyahlar giyinmiş öğretmenler, iş gömlekli işçiler, ustalar, mühendisler, bereli kadınlar, irili ufaklı çocuklar vagonların çevresinde toplanıyorlar… [Sadri Etem (Ertem). “Kırıkkale’ye Giderken”,Türk Dili Dergisi, Gezi Özel Sayısı, 1 Mart 1973.] #GeziYazılarınınÖzellikleri #GeziYazısı #Seyahatname #TürkEdebiyatındaGeziYazısı
- Fıkra Türünün Özellikleri
Bir yazarın, günlük olaylardan esinlenerek yazdığı ve o konu üzerinde, kendi kişisel görüş ve düşüncelerini yansıttığı gazete ve dergi yazılarıdır. Fıkranın özellikleri: 1. Fıkralar güncel konularda yazılır. 2. Fıkra yazıları gazetelerin belli sütunlarında yayınlandığı için köşe yazısı olarak adlandırılır. 3. Fıkra türünde dil açık, anlaşılır ve sadedir. 4. Fıkralarda anlatıcı öznel bir tavır takınır. 5. Fıkra yazılarında ortaya konan düşüncenin kanıtlanma zorunluluğu yoktur. 6. Yazar yönlendirmek, kanıları değiştirmek, bilgi vermek, haber vermek vb. gibi amaçlarla yazısını oluşturur. 7. Fıkra yazıları günübirlik yazılar olduğu için kalıcılığı yoktur. Bu yazı türünü, halk arasında anlatılan kısa, güldürücü, ders verici olay anlatılarıyla karıştırmamak gerekir. Gazetelerdeki köşe yazılarındandır. Her gün aynı köşe ya da sütunda yayınlanır. Siyasal, ekonomik, eğitim… gibi günlük toplumsal konular ayrıntıya girilmeden kısaca işlenir. Fıkranın belirleyici özellikleri: • Makale gibi düşünsel plânla yazılır. Fakat makaleden kısa yazılardır. • Yazar anlattıklarını kanıtlamak zorunda değildir. Bilimselden çok kişisel görüşünü açıklar, okuyucusunu kendisi gibi düşündürme kaygısı yoktur. • Günübirlik yazılardır, en beğenileni bile birkaç gün sonra unutulur. • Yazar, yapmacıklıktan uzaktır. Anlatım yalın ve sade bir dille yapılır. • Anlatım yazarın kendine özgü olmalıdır. Türk edebiyatında fıkra: Türk edebiyatında fıkra yazarlığı, Şinasi’nin 1860 yılında Agâh Efendi ile birlikte çıkardıkları Tercüman-ı Ahval gazetesindeki yazılarıyla başlamıştır. O zamandan günümüze kadar fıkra yazan başlıca yazarlar şunlardır: Namık Kemal, Ahmet Rasim, Ahmet Haşim, Falih Rıfkı Atay, Burhan Felek, Peyami Safa, Refi Cevat Ulunay, Orhan Seyfi Orhon, Yusuf Ziya Ortaç, Bedii Faik, Necip Fazıl Kısakürek, Nazlı Ilıcak, Rauf Tamer, Ahmet Kabaklı, Çetin Altan, Oktay Ekşi, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, İlhan Selçuk, Ergun Göze, Hasan Pulur, Mehmet Barlas, Fehmi Koru, Taha Akyol, Gürbüz Azak, Ahmet Taşgetiren, Cengiz Çandar, Yavuz Gökmen, Gülay Göktürk… Kahraman Ebe Maraş’ın Bertiz Bucağına bağlı köylerdeki 10 tifolu çocuğu tedavi ederken 20 yaşındaki genç ve güzel köy ebesi aynı hastalığa yakalanarak ilaçsızlık yüzünden ölmüştür. Yolları, belleri kar tutmuş, köyün şehirle bağlantısı kesilmiştir. Elinde ancak çocukları tedavi edecek kadar ilaç bulunan Döndü Çomar adındaki genç ve güzel ebe çocukları kurtarmış, fakat kendini kurtaramamıştır. Döndü Çomar hatıra defterine şunları yazmıştır: “Doktor yüzü görmeyen, senenin 6 ayında dış dünya ile her türlü bağlantısı kesik olan bu masum insanlara elimden geldiğince yararlı olmaya çalışıyorum. Çevrede 10 tane tifolu yavru var. Doktor olmadığı için aileleri ile birlikte bu yavrular hayat umutlarını bana bağlamışlar. Onların yüzüne baktıkça üzüntüden kahroluyorum. Elimde çok az sayıda ilaç var. Yollar açılıncaya kadar bunlarla idare etmeme imkân yok. Güç bir görev yüklendiğimin farkındayım. Ama kendimi çok kuvvetli hissediyorum.” Issız ve sahipsiz Anadolu… Aşağı yukarı bütün köyleri böyledir. Kış geldi mi, şehirlerle bağlantısı kesilir, yalnızlığa ve kaderine bürünür. Bertiz bucağına bağlı köylere bir ebe gidebilmiş nasıl gidebilmişse. Başkalarında ebe de, ilâç yoktur. İnsanlar, hayvanlar, kırılır da kimsenin haberi bile olmaz. Tuhaf bir raslantı, genç ebe Döndü Çomar’ın ölüm haberinin geldiği gün gazeteler Tıp Bayramını yazıyordu. Ankara’da ve İstanbul’da kutlanan bayram sırasında köylerimizin sağlıktan yoksun durumunu bildiren ölüm haberi de geldi. Bilmiyorum, doktorlarımızın yüreğini bu kahraman genç ebenin hayat hikâyesi burkmuş mudur? Gözleri ağlamaklı okudum ben haberi. Ebe, çocukları tedavi ederken kendinin de hastalığa yakalandığını anlıyor. Elinde ilâç yoktur. Çaresizdir. Çaresizliğini biliyor, fakat ne yapsın? Oturup hatıra defterine ölmeden şunları yazıyor: “Tanrıya binlerce teşekkür, 10 yavru yeniden hayata kavuştu. Bu arada elimde ilâç da kalmadı. Üç gündür hastayım. Tifoya yakalandığımı sanıyorum. Yollar kapalı, şehre inemem. Ayrıca çocukları uzaktan da olsa kontrol etmem gerekiyor. Her an, her dakika ölüme biraz daha yaklaştığımı hissediyorum. Ölüm beni hiç, ama hiç korkutmuyor. Görevini yapan insanların iç huzurunu duyuyorum. Bu arada bana inanan, beni seven insanların arasında rahatça ölebilirim.” Ne bilinçli, ne görev duygusu ile dolu bir ölüme gidiştir bu!… İnsanların kafasında bu bilinç oldu mu, ölüme gidiş değil, ölümsüzlüğe gidiş oluyor. Bütün tarihe geçen kahraman hemşirelerin şanlı destanları arasına bu da katılacaktır. Bu köylerden birine, ikisine veya Bertiz bucağına bu kahraman ebenin adı konmalıdır. Bir de heykeli dikilmelidir. başka bir türlü kahramana minnet borcumuzu ödeyemeyiz. Köylüler çok sevdikleri bu ebenin anısına saygı örneği olarak İçişleri Bakanlığı’na başvurmalı, adının bucağa konmasını ve heykelinin dikilmesini istemelidirler. (Mehmed Kemal. Vatan Gazetesi. 1965) #düşünceyazısıfıkra #Fıkra #TürkEdebiyatındaFıkraTürü
- Eleştiri (Tenkit) Türünün Özellikleri
Eleştiri de temeli düşünce olan yazı türüdür. Konu sınırlaması yoktur. Sanat, edebiyat ya da düşünce yazılarının içeriği ile bu içeriğin işlenişini, değerli ve değersiz yönlerini ortaya koyan bir yazı türüdür. Yazarın yazıyı kendine göre, yazıyı ilgilendiren topluma göre, kendi alanındaki diğer çalışmalara göre değerlendirdiği yazılardır. Eleştirinin belirleyici özellikleri: • Düşünsel plânla yazılır. • Konu, yazının sonuna dek değerlendirilmesi yapılan esere bağlı kalmalıdır. Eser ile ilgili, değerli ve değersiz diye gösterilen yargılar, eserden alınacak örneklere dayandırılmalıdır. • Yazar, yargılarında belirli ölçülere bağlı kalmalı, eleştirileri nesnel olmalı, “beğendim, hoşuma gitti”… gibi öznel değerlendirmelerden kaçınmalıdır. Bunun yanında eleştiri yazısını okutacak olan elbette eleştiri yazarının kendine özgü konuyu ele alış biçimi, kendine özgü yorumlayışı ve anlatımındaki üslûbudur. • Eleştirisi yapılan çalışma, bütün boyutlarıyla ele alınmalı, kendi türü içindeki bilimsel, sanatsal, toplumsal yere oturtulmalıdır. Alanındaki diğer çalışmalarla karşılaştırılarak bu türe kattıklarıyla, kendisinden beklendiği halde katamadıklarıyla ele alınmalıdır. Bu da gösteriyor ki eleştiri yazarı, her konuda eleştiri yazısı yazamaz, ancak uzmanı olduğu alanda yazabilir. Eleştiri yazarının alan bilgisi, eleştirdiği çalışmayı yapanın alan bilgisi ile en azından aynı düzeyde olmalıdır. Yazınsal Yaratmada Bireyin İşlevini Nasıl Anlamalı? Bir yapıtın açıklanmasında yazarın yaşamöyküsü, yapıtın anlaşılmasında temel bir öğe değildir; yazarın düşünce ve niyetlerinin bilinmesi de bu yapıtın anlaşılmasında temel bir öğe olamaz. Yapıt, önemli bir yapıt olduğu ölçüde, kendi gücüyle yaşar ve anlaşılır ve çeşitli toplumsal sınıfların düşüncelerinin çözümlenmesiyle de doğrudan doğruya açıklanabilir. Bir yazın ya da felsefe yapıtında bireyin işlevini yadsımak, yadsımak mı demektir? Kuşkusuz hayır. Ne var ki, bütün gerçekler gibi bu işlev de eytişimseldir (diyalektiktir), dolayısıyla onu neyse öyle anlayıp kavramaya çalışmak gerekir. Yazın ya da felsefe ürünlerinin, yazarlarının yapıtları olduğunu yadsımayı kimse düşünemez; ne ki bunların da kendi mantıkları vardır, dolayısıyle keyfe bağlı yaratmalar değillerdir hiç de. Yazınsal bir yapıtta hem kavramsal bir dizgenin iç bağlantısı, hem de bir canlı varlıklar dizgesinin iç bağlantısı vardır; bu bağlantı, bunların birtakım bütünler oluşturduğunu gösterir; bu bütünlerin parçaları, birbirlerine göre, birbirlerinin yardımıyle, özellikle temel özleri yardımıyle anlaşılıp kavrayabilirler. Böylece, bir yandan şu sonuç çıkar ortaya: Yapıt ne denli büyük olursa o denli de kişisel olur; çünkü, ancak çok zengin ve güçlü bireylik, henüz oluşmakta bulunan ve topluluğun bilincinde pek az belirlenmiş olan bir evreni düşünüp görebilir ve son ayrıntılarına dek bunu yaşayabilir. ama bir yandan da şu sonuç çıkar ortaya: Bir yapıt ne denli büyük bir düşünür ya da yazarın kaleminden çıkmışsa o denli de kendi gücüyle kendini anlatabilir; dolayısıyle tarihçinin, yapıtı yaratanın yaşam öyküsü ya da düşüncelerine baş vurmasına hiç gerek kalmaz. En güçlü kişilik, düşünsel yaşamla en iyi özdeşleşen kişiliktir, toplumsal bilincin etken ve yaratıcı bütün temel güçleriyle en çok özdeşleşen kişilik. Bir yapıtın güçsüz ve tutarsız yanlarını anlamak söz konusu olduğunda ancak, yazarın kişiliğine ve yaşamının dış koşullarına baş vurmak zorunluluğu doğar çok kez. Böylece, Goethe’nin pek yazınsal bir değer taşımayan bir sürü benzetme oyunları, hatta Faust’un birtakım cılız, güçsüz yanları, yazarın Weimar sarayında karşı karşıya bulunduğu zorunluklarla açıklanabilmektedir. Ama Goethe artık kendine yaraşır düzeyde bulunmadığı andadır ki Weimar bakanı yapıtta ön sıraya geçip varlığını duyurur. Demek, toplumla bireyi, tinsel değerlerle toplumsal yaşamı birbirine karşıt görmek şöyle dursun, gerçek, bunun tam tersidir. Toplumsal yaşam, yaratma gücünün en son noktasına eriştiğinde, her ikisi de, en yüce biçimleri içinde birbirleriyle kaynaşmış olurlar; yazın alanında bu böyledir, felsefede, siyasal alanında da böyle. Racine ya da Pascal’ı Port-Royal’dan nasıl ayırabilirsiniz. Munzer’i Köylüler Savaşından, Luther’i din devriminden, Napoléon’u imparatorluktan ve Fransız Devrimiyle eski rejim arasındaki sürekli kavgadan? Tersine, topluluk ortaklığa dönüştüğünde, birey güçsüzleşip göze batar duruma geldiğinde aradaki karşıtlık iyice derinleşir. Ama o zaman da, yazınsal yaratma tarihinde, derin bilginleri çok ama yazınsal düşünce tarihçisini pek az ilgilendirebilecek olan yazılarla karşı karşıya bulunuruz artık.. ( Lucien Goldmann. Matérialisme dialectique et histoire de la littérature, Çeviren: Tahsin SARAÇ, Türk Dili Dergisi, Eleştiri Özel Sayısı , Mart 1971) #Eleştiri #Tenkid #Tenkit #TürkEdebiyatındaEleştiriTürü
- Deneme Türünün Özellikleri
Yazarın özgürce seçtiği bir konuda, kişisel görüş ve kanaatlerini paylaştığı, sade, içten yazılardır. Denemenin özellikleri: 1. Deneme yazıları istenilen her konuda yazılabilir. Ölüm, yaşama sevinci, sevgi, dostluk, arkadaşlık, kıskançlık, özgürlük, tutsaklık, hayvan sevgisi… gibi her şey denemeye konu olabilir. 2. Deneme, okurlara hoşça vakit geçirdiği, onları avutup oyaladığı gibi, birtakım gerçekleri de öğretir. Ne ki okur, bunun ayrımına varmaz. Çünkü asık suratlı, güç okunan bir yazı türü değildir deneme. 3. Denemede söylenenler, okura iletilmek istenenler bir konuşma havası, bir söyleşme havası içinde verilir. Daha doğrusu denemeci bu hava içinde sanki kendisiyle konuşuyormuş gibi bir yol izler. 4. Denemeci, söylediklerini kanıtlama, belgeleme yoluna gitmez. Öne sürdüğü savı ya da düşünceleri kesin sonuçlara bağlamaz. Böyleyken denemelerin inandırıcılığı, yazarlarının içtenliğinden gelir. 5. Deneme yazarı dili ustalıkla kullanır. Söylediklerini dilin inceliklerinden yararlanarak güzel bir anlatımla vermeye çalışır. Denemenin tarihsel gelişimi: Batı edebiyatında ünlü deneme yazarları Fransız Montaigne (1533 -1596) ile İngiliz Bacon (1561 -1626) dur. Bizim edebiyatımızda bazı fıkralar (özellikle Ahmet Haşim’in fıkraları), deneme türüne alınabilir. Bir insanın herhangi bir konuda içini dökmek, paylaşmak amaçlı kesin hükümlere varmadan samimi bir üslupla yazdığı yazılara deneme denir . Deneme tür ve üslup olarak pek çok türe yaklaşır. Bu yüzden de yazılması en zor olan türlerdendir. Belki de adı bu yüzden denemedir. Deneme yazarken paylaşımcı ve samimi bir üslup kul1anırken sohbete, düşünmemizi ortaya koyarken fıkraya, duygularımızı ortaya koyarken eleştiriye yaklaşma riski her zaman vardır. Deneme yazarı, olay, olgu, durum ve eşyalarda sıradan insanların -eskilerin ifadesiyle- ülfet ve ünsiyet perdesiyle göremediği, farkına varamadığı ayrıntıları, dikkat etmediği hususları, incelikleri, güzellikleri, harikaları, olağanın altında yatan olağanüstülükleri görebilen, hissedebilen, düşüncesiyle ve deneyimleriyle onları okuyucular için ilginç görülebilecek şekilde yazıya dökebilen insandır. Sıradan insanın “baktığı” şeyi deneme yazarı “görür”. Deneme dilinde çeşitli bilim, felsefe ve sanat dallarına ait terimlere yer vermekten ziyade, halk çoğunluğunun ortak günlük konuşma dilinin düşünce diline dönüştürülmesi çabası hâkimdir. Denemede bilimsel yazılardaki kuruluk ve şematiklik bulunmaz. Düşünce şiirsel, akıcı, samimî bir üslûpla sunulur. Bu bakımdan deneme yazılarının geniş halk yığınlarınca kolayca ve rahatlıkla okunabilme özelliği vardır. Deneme yazarı yazısını yazarken, bir anlamda kendi kendisiyle diyalog içindedir. Kendi zihinsel âleminde düşünce temrinleri yapar. Felsefî metinlerde filozof, yazısında kendince sistemini kurduğu felsefî bir anlayışa, sistematik felsefî bir dünya görüşüne bağlı olarak düşüncelerini ortaya koyar. Ortaya koyduğu her metin, kendi felsefî bakış açısının birer açılımı, ayrıntısı mahiyetindedir. Ancak denemede böyle sistematik bir düşünceye bağımlılık zorunluluğu yoktur. Denemecinin yazısında ileri sürdüğü düşünce, herhangi bir felsefe ekolüyle ilintili olmayabilir. Ancak filozof yazısında kurduğu ekole bağlı düşünce üretme çabası içindedir. Bu türün en büyük ustası Montaigne kitabının önsözünde özetle şöyle demektedir: “Eğer mümkün olsaydı karşınıza anadan doğma çıkardım. Bu kitapta size asla bir şey kanıtlama iddiam yoktur. Elimden geldiğince size beni anlattım. Bana hak vermenizi ya da yargılamanızı istemiyorum” buradan da anlaşıldığına göre denemeler iddialı olmayan, ispat kaygısı taşımayan; temel anlamda insan doğallığına dayanan eserlerdir. Deneme, Avrupa edebiyatında Fransız Montaigne ile başladı. Türk edebiyatında ise Tanzimat sonrasında özellikle de Servet-i Fünûn döneminde karşımıza çıkar. Ancak asıl gelişmesini Cumhuriyet döneminde gerçekleştirir. Günümüzde deneme en sevilen türlerden biridir. Eskiden denemeye verilen “muhasebe” ismi, onun konusu hakkında bir ipucu vermektedir. Çünkü denemeler toplumsal konulardan daha çok kişisel: konulara, soyut dünyalara ve iç hesaplaşmalara daha yakındır. Bu yönüyle fıkra türünden ayrılır. Fıkralar toplumsal konulara kişisel yaklaşımlar getirirken deneme iç dünyanın samimi itirafı gibidir. Denemeye özgü bir konu türü yoktur. Özgürce seçilen bir konuda, yazarın kendi kendiyle konuşma havası içinde yazdığı yazı türüdür. Yazının konusu yazarın o anda aklına geliveren bir konu görünümündedir. Öğretici ve düşünsel yanı da vardır. Denemenin belirleyici özellikleri: • Makale gibi düşünsel plânla yazılır. Fakat makaleden kısa yazılardır. • Yazar anlattıklarını kanıtlamak zorunda değildir. Bilimselden çok kişisel görüşünü açıklar, okuyucusunu kendisi gibi düşündürme kaygısı yoktur. • Günübirlik yazılardır, en beğenileni bile birkaç gün sonra unutulur. Serbest düşüncenin ifade alanı ve nesrin bir türü olarak deneme, yazarın gözlemlediği ya da yaşadığı olay, olgu, durum ve izlediği objelerle ya da herhangi bir kavramla ilgili izlenimlerinin herhangi bir plâna bağlı kalmayarak, deliller getirip kanıtlama yoluna gerek duymadan ve kesin hükümler vermeden, tamamen kişisel görüşüyle serbestçe yazıya döktüğü birkaç sayfayı geçmeyen kısa metinlere denir. Deneme, derin düşünceden çok, kişinin kendi dışındaki nesnelerle herhangi bir konuda gerçek ya da hayalî olarak girdiği diyaloğun ürünüdür. Deneme yazarı, olay, olgu, durum ve eşyalarda sıradan insanların eskilerin ifadesiyle ülfet ve ünsiyet perdesiyle göremediği, farkına varamadığı ayrıntıları, dikkat etmediği hususları, incelikleri, güzellikleri, harikaları, olağanın altında yatan olağanüstülükleri görebilen, hissedebilen, düşüncesiyle ve deneyimleriyle onları okuyucular için ilginç görülebilecek şekilde yazıya dökebilen insandır. Sıradan insanın “baktığı” şeyi deneme yazarı “görür”. Deneme dilinde çeşitli bilim, felsefe ve sanat dallarına ait terimlere yer vermekten ziyade, halk çoğunluğunun ortak günlük konuşma dilinin düşünce diline dönüştürülmesi çabası hâkimdir. Denemede bilimsel yazılardaki kuruluk ve şematiklik bulunmaz. Düşünce şiirsel, akıcı, samimî bir üslûpla sunulur. Bu bakımdan deneme yazılarının geniş halk yığınlarınca kolayca ve rahatlıkla okunabilme özelliği vardır. Deneme yazarı yazısını yazarken, bir anlamda kendi kendisiyle diyalog içindedir. Kendi zihinsel âleminde düşünce temrinleri yapar. Felsefî metinlerde filozof, yazısında kendince sistemini kurduğu felsefî bir anlayışa, sistematik felsefî bir dünya görüşüne bağlı olarak düşüncelerini ortaya koyar. Ortaya koyduğu her metin, kendi felsefî bakış açısının birer açılımı, ayrıntısı mahiyetindedir. Ancak denemede böyle sistematik bir düşünceye bağımlılık zorunluluğu yoktur. Denemecinin yazısında ileri sürdüğü düşünce, herhangi bir felsefe ekolüyle ilintili olmayabilir. Ancak filozof yazısında kurduğu ekole bağlı düşünce üretme çabası içindedir. Klâsik Türk edebiyatındaki münşeât mecmualarındaki yazılar ve Kâtip Çelebi (16091657) gibi yazarlar bir tarafa bırakılırsa, modern anlamda deneme türü, Türk edebiyatında asıl olarak gazete ile birlikte ortaya çıkmaya başlamıştır. İlk özel gazete Tercümanı Ahval (1860)’in yayın hayatına başlamasından itibaren gazetelerde çıkan değişik yazılar, zamanla ayrı bir tür olan deneme için dil, anlatım ve yaklaşım bakımından zemin oluşturmuşlardır. Tanzimattan itibaren bir süre gazete ve dergilerde “musâhabe” üst başlığı altında deneme benzeri yazılar kaleme alınmıştır. Türk edebiyatında deneme türünde pek çok ürün verilmiştir. Bu tür içine koyabileceğimiz ürünler, genellikle değişik zamanlarda çeşitli gazete ve dergilerde yayımlanmış yazıların bir araya getirilip kitaplaşmış şekilleridir. Bu eserlerde yer alan yazıların bir kısmı, inceleme, eleştiri yazısı olarak da görülebilir. Bunun yanında bir kitapta yer alan yazıların bir kısmı edebiyat, bir kısmı tarih, bir kısmı felsefe, bir kısmı başka konularda olabilmektedir. O bakımdan deneme türü için çok kesin sınıflandırma ve sınırlandırmalar yapılamamaktadır. Türk edebiyatında ilk deneme kitapları arasında Ahmet Haşim’in Bize Göre (1928), Gurebahanei Laklakan (1928); Ahmet Rasim’in pek çok yazısı; Mahmut Sadık’ın Takvimden Yapraklar (1912); Refik Halit Karay’ın Bir Avuç Saçma (1939), Bir İçim Su (1931), İlk Adım (1941), Üç Nesil Üç Hayat (1943), Makyajlı Kadın (1943), Tanrıya Şikâyet (1944); Falih Rıfkı Atay’ın Eski Saat (1933), Niçin Kurtulmak (1953), Çile (1955), İnanç (1965), Pazar Konuşmaları (1966), Kurtuluş (1966), Bayrak (1970) gibi kitaplarını saymak mümkündür. #deneme #denemetürününözellikleri #TürkEdebiyatındaDenemeTürü
- Bibliyografi Türünün Özellikleri
Günümüzde bilimde, teknolojide ve sanatta yaşanan gelişmeler sonucu basılı yayın o kadar arttı ki artık bunların hepsini bir kitapta toplamak mümkün değildir. Günümüzde her bilim kendi bibliyografisini hazırlamaktadır. Hatta bilimlerin alt kollarının da bibliyografileri hazırlanmaktadır. Örneğin; Türkiye Türkçesi içinde Anadolu Ağızları ayrı bir çalışma alanıdır. 1867 yılından beri çalışılan bu alandaki basılı yayın adlarını toplama çalışmaları 1940’lardan beri sürmektedir. Böylece Anadolu Ağızları Bibliyografisi oluşmuştur. Anadolu Ağızlarını araştıracaklar, bu bibliyografiler yardımıyla alanlarındaki yazılı kaynaklara ulaşmakta güçlük çekmezler. Ayrıca bir yazarın bütün eserlerinin bibliyografisi hazırlanabilir. Bu anlamda bütün bilim ve sanat dalları, alt kolları, bilim adamları ve sanatçılar düşünüldüğünde bibliyografi oluşturmak da ayrı bir bilim alanı olmuştur denilebilir. Bibliyografide eserler yazarların soyadları gözönüne alınarak alfabe sırasıyla yazılır. Kitap birden fazla yazarlı ise ilk yazarın soyadı dikkate alınır. Kitap tanıtımında ise: Kitabın adı, yazarın adı, konusu, bölümleri (varsa), cilt sayısı, baskı sayısı, basım yeri, basım yılı, sayfa sayısı, eserin boyutları, fiatı, resimli olup olmadığı, kapak kompozisyonu, dizgi, baskı ve kâğıt nitelikleri verilir. Eğer eser bir makale ise: Yazarın soyadı, ön adı, eserin adı, eserin yer aldığı dergi, kitap vs. adı, basım yeri, basım yılı, eserin yer aldığı sayfalar, eserin boyutları verilir. Son zamanlarda kitap boyutlarındaki standart ölçüler kalkmakla birlikte hâlâ kitap boyutlarını; küçük boy, orta boy, büyük boy olmak üzere üç türde toplayabiliriz. Buna göre roman ve öykü kitaplarının boyutu küçük, ders kitaplarının boyutu orta, ansiklopedilerin boyutu büyüktür. Bir Kitabın Bibliyografi Bilgisi: Kitabın adı: Söylev (Nutuk) Ya zarın soyadı, ön adı: Kemal ATATÜRK Konusu: Kurtuluş Savaşı Cilt: I (1919 – 1920), II (1920 – 1927), III (Vesikalar) Baskı sayısı: Yedinci Baskı Basım yeri: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, Devlet Kitapları Müdürlüğü, İstanbul, Milli Eğitim Basımevi. Basım yılı: 1967 Sayfa sayısı: IV+1280 Eserin boyutları: Küçük boy Fiyatı: 800 x 3 = 2400 kuruş Resimli olup olmadığı: Bir Atatürk resmi var. Kapak kompozisyonu: Resimsiz Dizgi, baskı ve kâğıt nitelikleri: Bir Makalenin Bibliyografi Bilgisi: Yazarın soyadı, ön adı: AZMUN, Yusuf Eserin (makalenin) adı: Türkmen Halk Edebiyatı Hakkında Eserin yer aldığı kitap adı: Reşit Rahmeti Arat İçin Basım yeri: Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 19, seri:I, Sayı: A 2, Ankara, Basım yılı: 1966 Eserin yer aldığı sayfalar: 32- 83 Eserin boyutları: Orta. İnceleme yazı türünün belirleyici özellikleri: • Yerleştirme eksiksiz olmalı, konunun (eserin/kişi/olay/akım…) adı, bir eserden alındı ise kaynağının adı, kaynaktaki sayfa numaraları, basıldığı yer, yılı, boyutları eksiksiz olarak verilmelidir. • Eserin konusu kısaca fakat içeriğini yansıtacak biçimde verilmelidir. Varsa bölümleri yazılmalıdır. • Yazarı objektif olmalı, subjektif bilgiler katmamalıdır. • Bu kurallara bütün yazılı anlatımlarda uygulanacak genel kuralları ekleyiniz. #BibliyografiTürününÖzellikleri #TürkEdebiyatındaBibliyografi
- Anı (Hatıra) Türünün Özellikleri
Yazar kendi başından geçen olayları ya da kendi yaşadığı dönemde ortaya çıkan kültürel, sosyal, siyasal… olayları ve teknolojik gelişmeleri kendi gözlemlerine ve görüşlerine bağlı kalarak anlatırsa anı dediğimiz bir yazı türü ortaya çıkar. Yazar bu olaylar karşısındaki duygularını okuyucularıyla paylaşmak ister. Anı türünde yazar kişisel öykülerinin yanısıra belli bir dönemi kişisel aynasından yansıtır. Yazar, anılarını yazarken, anlattığı dönemle ilgili tüm yazılı kaynaklardan, canlı kaynaklardan, fotoğraf… gibi belgelerden yararlanır. Bu nedenle anı türündeki bir yazı tarih bilmine de kaynak olur; fakat yazar, yazdıklarını yüzde yüz belgelendirmek zorunda değildir. Kimi anılarda yazar, geçmişi yönlendiren olayları, ünlü sanatçı ya da politik kişileri anlatır. Önemli kişilerin anlatıldığı anılara anı portre denir. Anı türünün belirleyici özellikleri: • Anılar iddia ve ispat yazıları değildir. • Anılarda yaşanmakta olan değil, yaşanmış olaylar anlatılır.. • Geçmişi anlattığı için tarihe ışık tutar. Kimi olaylar tarihi olaylardır. Bazı anı kitapları toplum içinde belli özellikleriyle kendini göstermiş kişilerin portrelerinden oluşmaktadır. Yazar, görüp tanıdığı önemli kişilerin, siyasî, edebî, kültürel kişiliklerini, kişisel özelliklerini ve başka yönlerini tasvirî ve çözümleyici bir üslûpla anlatır. Bu tür anı kitaplarına Halit Fahri Ozansoy’un Edebiyatçılarımız Geçiyor (1939), Yahya Kemal Beyatlı’nın Siyasî ve Edebî Portreler (1968) adlı eserleri örnek olarak gösterilebilir. Yusuf Ziya Ortaç Portreler (1960) adlı kitabında yirmi dört şair ve yazarın fiziksel ve ruhsal portrelerini, sanatları ve eserleri ile ilgili düşüncelerini, kendileriyle yaptığı görüşmeleri, onların kendi üzerinde bıraktığı izlenimleri kaleme almıştır. Hakkı Süha Sezgin’in 101 kişiden oluşan Edebî Portreler’i de Beşir Ayvazoğlu tarafından alfabetik bir düzen içinde yayımlanmıştır (İstanbul 1997). Vecihi Timuroğlu’nun Yazınımızdan Portreler (Ankara 1991) adlı eseri 26 kişiden oluşmaktadır. Beşir Ayvazoğlu da “Osmanlının Yadigârları”, “Yeni Devir Yeni Yüzler”, “46 Sonrası” ve “Onlar da Bizden” adlı 4 bölümde topladığı 40 kişinin portresini Defterimde 40 Suret (İstanbul 1996) adıyla yayımlamıştır. Türk Edebiyatında şuara tezkireleri, menakıpname, siyer, vekayi’name, gazavatname, fetihname, sefaretname gibi eserler bilinen anlamıyla birer anı eseri olmasalar da bu türe özgü bazı unsurları barındırmaktadırlar. Babür Şah (1488-1530) ‘ın Vakâyi (Babürname), Timur’un Tüzükât, Ebulgazi Bahardır Han’ın Şecere-i Türk adıyla bizzat yazdıkları eserleri bir anlamda anı eserleridir. Hümayunname (Farsçadan çeviren: Abdürrab Yelgar,1944), Hümayun’un kızkardeşi Gülbeden’in kaleminden çıkmıştır. Yine Hümayun ile ilgili anıları ibrikçisi Cevher Tezkiretü’l-Vâkıat adıyla kaleme almıştır. Kanunî Sultan Süleyman’ın sadrazamı ve eniştesi Damat Lutfî Paşanın anıları Asafname adıyla Hayat Tarih Mecmuası (S.2, Mart 1968) ‘nda yayımlanmıştır. Kadı Macuncuzade Mustafa Efendi (1597) adında Kıbrıs’a tayin edilen bir kadı, Kıbrıs’a yakın bir yerde Malta korsanları tarafından esir edilmesini ve başından geçenleri, türlü anılarını Sergüzeşt-i Esirî-i Malta (1597) adlı eserinde anlatır. Tameşvarlı Osman Ağa da 1788’de Kara Mustafa Paşa’nın Viyana kuşatması sırasında düştüğü esaret anılarını kaleme alır (M.Şevki Yazman, Viyana Muhasarasından Sonra Avusturyalılara Esir Düşen Osman Ağa’nın Hatıraları (1961). XVI. yüzyılda şair Zaifî, anılarını Sergüzeşt-i Zaifî adlı mesnevîsinde kaydetmiştir. Bu yüzyılda ayrıca Barbaros Hayreddin Paşa’nın anıları, Seyyid Muradî Reis tarafından Gazavât-ı Hayreddin Paşa (Barbaros Hayreddin Paşa’nın Hatıraları, 1995) adıyla kaleme alınmıştır. XVII. yüzyılda Kâtip Çelebi, Mîzânü’l-Hak, Süllemü’l-Vüsûl, Fezleke, Cihannümâ, Keşfü’z-Zünûn gibi eserlerinde; Evliya Çelebi de Seyahatname’sinde bazı anılarını aktarmışlardır. Yukarıda verdiğimiz örnekler tarzında pek çok eser, anı türüyle ilişkilendirilebilecek niteliktedir. Burada siyasî ve edebî mahiyetteki anı eserlerin başlıcaları örnek olsun diye düzenlenmiştir. Bunlar kesin sınırlandırmalar değildir. Bir siyasî anı kitabında edebî anılar da olabilmektedir. Tanzimat döneminden itibaren edebiyat alanında varlık gösteren pek çok sanatçı ve yazar, özellikle olgunluk yaşlarında yazdıkları anılarında edebiyata nasıl başladıkları, içinde yer aldıkları edebî topluluk ya da çevreleriyle olan ilişkileri, mücadeleleri, dönemlerinin siyasî, sosyal, edebî, kültürel görünümüne ilişkin düşünce, gözlem ve izlenimleri, eserleriyle ilgili açıklamaları gibi daha çok edebiyat tarihçilerinin ve edebiyatçıların biyografilerini merak edenlerin işine yarayabilecek zengin bir malzeme bırakmışlardır. Edebiyata ilişkin özellikleri ağır basan bu anıların başlıcaları şunlardır: Ebuzziya Tevfik, Nümûne-i Edebiyyat-ı Osmâniyye (1876); Yakup Kadri, Anamın Kitabı (1957), Gençlik ve Edebiyat Hatıraları (1969); Halit Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl (1936), Saray ve Ötesi (1942); Ahmet İhsan Tokgöz, Matbuat Hatıraları (1930); Hüseyin Cahit Yalçın, Edebî Hatıralar (1935); Yahya Kemal Beyatlı, Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım (1973), Siyasî ve Edebî Portreler (1968). Anı Lisede Adnan’ı tanıyorum da, Orhan’ı tanımıyorum. Bizden çok büyük sınıfta okuduğu için, fazla iz kalmamış hatırımda, Melih’le Oktay öyle değil. İkisinin de hatırımda kalan izleri var. Melih tiyatro ile uğraşırdı. Oktay, Atatürk’ün önünde başarılı bir tarih sınavı vermişti. Orhan’ı ilk Monno Vanna piyesini okul adına oynarken gördüm. Ercüment Behzat ona önemli bir rol vermişti, ama neydi, şimdi bilemem. Başarılı oynadığını söylüyorlardı. Bir şairin başarılı aktörlüğünü kavrayamamıştım, çocukluk. Bir adam ya şair olurdu, ya aktör benim o zamanki anlayışıma göre… Şairlik çok büyüktü, gözümde. Başka işle paylaşamazdım. Şimdi öyle değil tabiî… Şiirlerim yayımlanmaya başladığı zaman, Orhan’la eşit konuştum. Bu eşitliği Orhan koydu. Ben koyamazdım. Ne yalan söyleyeyim Orhan’ın ilk denemelerini ben anlayamadım. Nurullah Ataç övmeye başladığı zaman da anladım. Nâzım bizim gözümüzde sevgiliydi. Sevgiliydi ama, etkisinde kalmaktan da korkuyorduk. Orhan’ın bir çığır açtığının çok sonraları farkına vardım. “Ağaca bir taş attım/ Düşmedi taşım/ Taşımı isterim/ Taşımı isterim” şiirini ciddiye alamıyordum. Şiir benim için bir eylemdi. Tek başına bir uğraş değildi o yaşlarda. Orhan da bu anlayışımı bildiğinden olacak üstüme varmazdı. Hatta ciddî bir tartışmaya bile girmek istemezdi. Çocukluğuma mı verirdi, yoksa teşvik mi ederdi, hâlâ kestiremiyorum. Bugünse, Orhan’ın yeri edebiyatımızda bellidir. Benim düşüncemde bir değişiklik olmamıştır. Hâlâ aynı kanıdayım. Onun içindir ki, işi fıkracılığa döktüm. Başka eylemlerim ağır bastı. Bugün Orhan olsa ne derdi, bilmem. Anlayışlarımızın farklı oluşu dostluğumuza engel olmadı. Bir gün Orhan, Sait Faik’in bir piyesinden söz etmişti. Sait mi okumuştu ona, anlatmış mıydı? Geçmiş gün unuttum. Pencere kenarında, Kürt Mehmet’te oturmuş konuşuyorduk. Yağmur yağıyordu. Orhan Tercüme Bürosundan, ben gazeteden ayrılmıştım. İkimiz de yarı yarıya işsiz sayılırdık. Orhan, Doğan Kardeş Yayınlarına sattığı Nasrettin Hoca’nın telif ücretini bekliyordu. Ben de bir gazeteden alacağım parayı. Sabahleyin uğramış, idare müdüründen: “Yarın gel…” cevabını almıştım. “Ben: “Ah bir yarın olsa…” diyordum. Orhan: “Ah postacı havaleleri bir dağıtmaya başlasa…”.diyordu. Durup dururken birden: “Sait’in bir piyesi var, bilir misin? dedi. “Bilmiyorum, Sait piyes yazmış mı? “Yazmış…” Aklım, fikrim parada: “İyi…” İlgilenmediğimi görünce anlatmaya başladı: “Sait’in piyesinde hareket var, laf yok. Bir kelimelik konuşmayla da bitiyor. Böyle yağmurlu bir günde kalabalık bir caddede insanlar koşuşuyor. Beyoğlu olacak… Taksiler, hususiler, bağıran, çağıran, kadınlar, kızlar… deme gitsin… büyük bir kalabalık… İşte bu kalabalık arasından bir adam çıkıyor. Omuzunda bir tek yorganı… Ondan başka göze batar bir şeyi yok. Vitrinlere baka baka, sahnenin önüne doğru geliyor, sırtındaki yorganı indirip seyircilere doğru uzatıyor, hüzünlü bir sesle: – Satıyorum… diyor. Piyes de bitiyor.” İstanbul’da idi. Bir gün haberini aldık. beyin kanamasından ölmüş. Cebinden para, pul, banka cüzdanı değil, at yarışı dergisi çıkmış. #Anı #AnıTürününÖzellikleri #Hatıra #TürkEdebiyatındaAnıTürü
- Öğretici Nesir Türleri
Toplumu, bilimsel, siyasal, sanatsal ya da sosyal bir konu üzerinde düşündürmeyi, tartıştırmayı, bu yolla gerçeklere ulaştırmayı, haber vermeyi amaçlayan yazı türlerine düşünce yazıları denir. Düşünce yazılarının çoğu duygusal boyutlu değildir, gözlem ya da deneyime dayalı yazılardır. Yazarın sanatlı anlatım kaygısı yoktur. Genellikle gazetelerden tanıdığımız yazı türleridir. Haber, makale, fıkra, eleştiri, deneme, söyleşi, röportaj, gezi, günlük, anı, inceleme, biyografi, otobiyografi, bibliyografi türündeki yazılar düşünce yazıları arasında yer alırlar. Anı (Hatıra) Bibliyografi Biyografi Deneme Eleştiri Fıkra Gezi Yazısı Günlük Haber Yazısı İnceleme Yazısı Makale Mektup Mülakat Nutuk Otobiyografi Röportaj Söyleşi #HaberYazısı #Röportaj #Mektup #GeziYazısı #ÖğreticiMetinler #Makale #ÖğreticiNesir #Günlük #İncelemeYazısı #Nutuk #Söyleşi #Eleştiri #Bibliyografi #Fıkra #Mülakat #AnıHatıra #deneme
- Türk Edebiyatında Düzyazı (Nesir)
Göktürk Yazıtlarının dilinin konuşma dili ile aynı olduğu görüşü yaygındır. Yazıtlardaki bir iki yabancı sözcük zaten özel addır. Uygur yazmalarında dinsel kitaplar aracılığı ile bir iki yabancı sözcük girer; fakat Türkler o dönemde din terimlerinin birçoğunu olduğu gibi almamışlar, Türkçeleştirmişlerdir. İslâm dininin etkisi ile düzyazı diline de önce din terimleri sonra sosyal içerikli sözcükler girmiştir. O dönemde dilimize giren yabancı sözcüklerden sanat eserlerinde yoğunluk Farsça sözcüklerde, bilim eserlerinde yoğunluk Arapça sözcüklerdedir. Aynı zamanda Türk halkının Orta Asya’dan beri kendi içinde anlatımını sürdürdüğü diğer masallar, destanlar, halk hikâyeleri, evliyaların yaşam öyküleri, dinsel bilgi vermeyi amaçlayan Kuran açıklamaları, kırk hadis açıklamaları ve doğaçlama yarattıkları orta oyunları birer düz anlatı örnekleri sayılabilir. Başından beri bunlar yazıya geçirildiklerinde, halkın yararlanabilmesi için, dilinin anlaşılırlığına özen gösterilmiştir. Anadolu’da din, bilim ve sanat alanlarında yazılmış ilk düzyazılar daha çok Osmanlı dönemine rastlar. Osmanlı döneminde şiirden düz yazıya geçiş birdenbire olmamıştır. İlk düzyazı örneklerinde cümle sonu ve sözcük öbeklerinin sonlarında seci denilen bir tür uyak kullanılmıştır. Dili anlaşılmayacak kadar Arapça ve Farsça sözcüklerle doludur. Cümleleri uzundur. Bunlara o dönemde süslü nesir denir. Yine 18. yüzyıldaki Sebk-i Hindi akımı bilmece gibi gizemli anlatımıyla dilin anlaşılırlığını olumsuz etkilemiştir. Din, bilim ve sanat alanlarında yazılmış düzyazılarda anlatım daha anlaşılır durumdadır: Hitabiyyat’tan . . . . . Alîmsin, ilmine gayet yok. Kadîrsin, kudretine nihayet yok. Kadîmsin, ukuul-i mütekaddimîn ve müteahhirîn dâire-i kıdemine kadem basamaz. Hakîmsin, hükema-yı evvelîn ve âhirîn hikmetin ma’rifetinden dem uramaz. Bir mâşûksun ki aşkun havâsında felekler çerhe girüp oynar. Bir mahbûbsun ki şevkin derdinden bütün gün âsiyâ-yı çerh inler. . . . . . Sinan Paşa, Tasarrunâme, 15.yy. Görülüyor ki düzyazıyı kullanmamak bakımından Divan edebiyatı ile halk edebiyatı arasında görüş ayrılığı yoktur. İkisinde de ön sırayı şiir almış, düzyazı ikinci sıraya itilmiştir. Bir farkla; halk arasında okuryazar sayısı çok az olduğu halde Divan şairlerinin hepsi okur-yazardır. Buna karşın bu edebiyatın düzyazı örneği birkaç seyahatname, tezkire, mektup, bilim eseri ve yine şiire çok yaklaşan münşeat ile sınırlıdır. Düzyazı dili Tanzimattan sonra başlatılan dilde yalınlaşma çabalarından sonra konuşma diline yaklaştı. Günümüzde artık düzyazı ile hem duygular, düşünceler anlatılmakta; hem bilimsel bilgiler verilmekte; hem de öykü, roman, tiyatro gibi sanatlı anlatımlar yazılmaktadır. Hepsinin de dili ve anlatımı herkesin anlayacağı kadar yalındır. Türk Düzyazısında Çağlara Göre Kullanılan Yazım Kuralları Göktürklerde harfler taşa kazındığı için bitiştirilmez. Yazı yukarıdan aşağıya doğru yazılır. Uygurlarda z harfi ayrı yazılır, diğerleri bitişiktir. Harf sayısının az oluşu nedeniyle, bir harf birden çok sesin karşılığı olarak kullanılır. Bu da hem okumayı güçleştirmekte; hem de bugün Uygur yazmaları üzerinden yapılacak dil tarihi çalışmalarını olumsuz etkilemektedir. Harflerin başta, ortada, sonda yazılışları değişiktir; sağdan sola doğru yazılır. Taşa kazımaktan çok kâğıda yazmaya elverişli bir yazıdır. Karahanlılar döneminde ise Arap yazısı yaygınlaşmıştır. Arap yazısı işlek bir yazı olmakla birlikte, Arap alfabesinde kimi seslerin birden çok harf ile karşılanması, kimi harflerin ise birden çok sesi karşılaması; ayrıca harflerin başta, ortada, sonda değişik yazılması metinleri güç okunur duruma getirmiştir. Türklerde kullanılan ilk noktalama işareti iki nokta üst üstedir (:). Orhun Yazıtlarında her sözcük arasına bu işaret konur. Uygurlar cümle bitimlerine nokta (.) koymuş; noktalama işaretlerinin sayısını da artırmışlardır. Arap yazısına geçildikten sonra verilen ilk eserlerin birçoğunda bu alfabeye özgü hareke adı verilen işaretler kullanılmıştır. Harekelerden üstün a, e, esre ı, i ve ötre o, ö, u, ü ünlülerini karşılar. Kimi zaman cümle bitimlerine nokta (.) konur. elif ( ), re ( ), ze ( ), dal ( ), zel ( ), je ( ), vav ( ) harfleri kendinden sonraki harf ile bitiştirilmez. Bugünkü anlamda noktalama uygulamasında Batı edebiyatı ile tanışmanın etkisi büyüktür. Türk Düzyazısında Çağlara Göre Söz Varlığı ve Cümle Yapısı Göktürk Yazıtlarında bin kadar sözcük varken, Ahmet Caferoğlu Eski Uygur Türkçesi Sözlüğü’nün üçüncü baskısında 7500 sözcük olduğunu vurgulamaktadır. Bunların içinde Mani, Buda gibi dinlerin etkisiyle girmiş yabancı sözcükler elbette vardır. Divan-ı Lugat-it-Türk’teki sözcük sayısı da ondan az değildir. Yine içinde İslâmiyetin etkisi ile girmiş Adapça, Farsça sözcükler vardır. Ferit Devellioğlu’nun 1970 basımı Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’inde Ek’iyle birlikte 65.000’den fazla yalnız Arapça, Farsça sözcük ve tamlama bulunur. Bu rakamda Türkçe ile Batı dillerinden geçme sözcükler yoktur. Bu rakam Türklerin Araplar, Farslar ile 600 yıllık dil etkileşimini belgeler. Türk Dil Kurumunun 1998 basımı Türkçe Sözlük’ünde bugünkü Türkçede kullanılan ortalama 75.000 sözcük yer almaktadır. Bu bir iki sözlük karşılaştırması Türkçenin- özellikle düzyazıdaki- sözvarlığı hakkında bir fikir vermektedir. Göktürkçede cümle yapısı genellikle basit olmakla birlikte kısa birleşik cümleler de bulunur. Uygur Türkçesinde Budist din kitaplarının etkisi ile cümle başı edatlarında, zarf tümleçlerinde artış vardır. Bu, cümle yapısını uzatır. Çevirinin doğal sonucu olarak devrik cümlelere sıkça rastlanır. Böylece cümleler, hareketlidir ve sık değişebilir. Karahanlı Türklerinin İslâmiyeti kabul etmesinden sonra anlatım diline Arapça sözcükler girdi ve Karahanlı Türkçesindeki söz varlığı arttı. Sözvarlığı içinde Arapça birçok bağlaç da vardır ve bu bağlaçlar yazılı anlatımın cümlelerini uzatır. Bu durum Osmanlıca ile yazılan düzyazı örneklerinde sayfalarca süren cümlelerin oluşmasına neden oldu. Sebk-i Hindî akımında yazılı anlatım dilinin bilmece gibi gizemli olması cümleleri de uzatmıştır. 18. yüzyıldaki yerlileşme akımı ile başlayan anlatım dilinde sadeleşme hareketinin dikkati çeken ilk özelliklerinden biri de cümle yapısının basitleştirilmesi ve kısalmasıdır. Tanzimat döneminde Batıya yöneliş ve gazete çalışmaları ile cümle yapısı biraz kısaldı. Cumhuriyet sonrası dilde öze dönülmüştür. 1928’deki harf devrimi, 1932’de Atatürk’ün çabaları ile kurulan Türk Dil Kurumunun çalışmaları sonucunda düzyazı anlatım dili ve cümle yapısı sadeleştirilerek bugünkü duruma getirilmiştir. Türk Düzyazısında Çağlara Göre İşlenen Konular Türklerin ilk düzyazı örneklerinde ele aldıkları konu günlük yaşam ve savaştır. Yazıtlardan çıkarılan dünya görüşleri, o zamanki Türklerin gelecek için umut yüklü olduğu doğrultusundadır. Yenisey Yazıtlarında, mezar taşlarına ölenin anısı niteliğinde yazılan birinci kişi aktarımlı yaşam öyküleri yer alır. Orhun Yazıtlarından Tonyukuk’unkinde bu anıların genişletilmişiyle karşılaşırız. Devlet adamı kimliği olduğu için Tonyukuk’un anıları tarih belgeleri niteliği de taşır. Anlatımı içtendir, bir iki atasözü de kullanılmıştır. Kültigin ile Bilge Kağan yazıtları Türklerin o ana kadarki tarihlerini konu alır. Fakat önce Uygurlarda, sonra İslâm uygarlığı etkisinde Türklerin çok dindar olduklarını görüyoruz. Bu da işlenen konuların çoğunun din ile ilgili olmasına neden olmuştur. Bunun yanında Uygurlar döneminde tıptan fala, din kitaplarından burkan hayatlarına, seyahatnamelerden mektuplara kadar birçok konuyu işlemişlerdir. İslâm uygarlığına girildiğinde Türkler edebiyat ve sanatta Farsların etkisine girerler. Konu birden çeşitlenir. Dinsel konular yine çoğunluktadır; fakat tıp, astronomi, matematik, coğrafya, anı, tarih, sözlük gibi farklı konularda da birçok eser yazılır. Osmanlıcada düzyazı şiire göre daha az kullanılsa da eserlerin konularında ve sayılarında büyük artış görülür. Dil olarak Arapça ve Farsça yazıldıkları için, bu diller bilinmedikçe ulaşılamayan eserlere de rastlanır. Düzyazıda asıl önemli konu çeşitlemesi Tanzimat’tan sonra olur. Dilden hukuka, tarihten sosyolojiye, aşktan vatan sevgisine kadar pek çok konuda eserler verilir. Çağdaş edebiyatın konu temelleri bu dönemde atılır. Türk Düzyazısında Çağlara Göre İşlenen Yazı Türleri Türklerin ilk türlerinden biri anıdır; Yenisey Yazıtlarıyla, Tonyukuk Yazıtındaki yaşam öyküleri bunlardandır. Devlet adamı kimliği olduğu için Tonyukuk’un anıları tarih yazısı da sayılır. Uygurlar döneminde bilimsel yazılar yazılır. Burkan hayatlarını anlatan bir bakıma biyografi türünün ilk örnekleri ile karşılaşılır, seyehatnâmelerde gezi yazısı türü kullanılır. Mektup türünü de işlemişlerdir. İslâm uygarlığına girildiğinde Türkler yine tıp, astronomi, matematik, coğrafya gibi bilimsel yazılar; anı, rüya tabirleri, gezi yazıları gibi yazılar yazarlar. Şuara tezkirelerinde bir bakıma biyografi ve bibliyografi yazı türlerinin ilk örnekleri görülür. Sözlük çalışmaları vardır. Düzyazıda asıl önemli yazı türleri Tanzimat’tan sonra gelişir. Bugün kullanılan yazı türlerinin hemen hepsi o dönemde gazete yazı türü olarak edebiyata girer. İşte bu dönemden sonraki yazı türlerinin artık düşünce değeri olan yazılar (makale, deneme vb.), sanat değeri olan yazılar (öykü, roman, tiyatro vb.) olarak gazetelerde yayınlandığını biliyoruz. Yazışmalar her dönem için geçerli bir yazı türüdür. #Düzyazı #nesir #TürkEdebiyatındaDüzyazı #TürkEdebiyatındaNesir
- Düşünce Yazılarının Temel Özellikleri
Fikir yazıları, tezler, doktora çalışmaları, herşeyden önce açık ve anlaşılır olmak zorundadır. İleri sürdüğünüz fikirler, delilleriniz, istediği kadar iyi olsun, eğer bu düşünceler açık ve seçik bir tarzda ifade edilmemişse kabul görmeyecektir. Bilmek başka şey, bilineni ifade etmek ise başka şeydir. Bunun için bu tip yazıları yazarken bazı genel kurallara uymak gerekir. Yazdığınız bir ispatlama metninin yahut bir ispatlama paragrafının anlaşılır olması için şu kuralları göz önünde bulundurmanın yararlı olacağını düşünüyoruz: A) Basitlik: Bir düşünce yazısında en önemli kural budur: İki kısa ve basit cümle, bir uzun cümleden daha kolay anlaşılır. Bir cümlenin uzun olması daima başınızı derde sokar, çünkü sıra ve bağlı cümleler daima beklenmedik güçlükler çıkarır ve yanlışlıklara yol açar. Üstelik okuyucuyu yorar. Bundan dolayı bağlaçları, yan cümleleri, sıfat fiil ve zarf fiilleri fazlaca kullanmayınız. Bir yazıda bozuk cümlelerin bulunmasının temel sebeplerinden birisi, cümleyi yazarken akla gelen bir şeyi hemen bu cümleye ilâve etmeye çalışmaktır. Yazmaya başlamadan o cümlede ne diyeceğinizi kesin olarak bilmelisiniz. Sonra da onu nasıl bir cümle ile ifade edeceğinize karar vermeli ve yazarken de asla bu kararınızı değiştirmemelisiniz. Unutmayınız, bir nehir geçilirken at değiştirilmez, bir cümle yazılırken ona ilâveler yapılmaz. Eğer yapacağınız değişiklik çok önemliyse, cümleyi yeniden düzenlemek gerekir. Bu kuralı uygularsanız, birçok yanlış cümleden ve anlaşılmaz ifadeden kurtulursunuz. Bir paragrafta sadece bir fikri ele alınız, bir meselenin sadece bir yönünü aydınlatınız. Aklınıza gelen önemli bir fikri ona hemen ilâve etmeyiniz. Bu fikir gerçekten önemliyse onu ayrıca ele alınız. B) Açıklık : Söyleyeceğinizi açıkça, doğrudan doğruya söyleyiniz, dolaylı bir şekilde yahut üsü kapalı olarak anlatmaya çalışmayınız. Söylediklerinizi, yeri geldikçe derli toplu bir cümleyle özetler, temel fikrinizi açık bir cümleyle tekrarlarsanız okuyucu sizi daha iyi anlayacaktır. Kelimeler, özenle seçilmiş olmalıdır: Gösterişli, iddialı, göz alıcı, moda olan kelimeler yerine söylemek istediğiniz şeyi tam ve iyi ifade eden kelimeler seçiniz. Bir dilde aynı fikri ifade eden birçok kelime vardır, ama onlardan sadece birisi sizin söylemek istediğiniz şeye uygundur. Onu bulunuz. Dili güzel kullananlar, bir fikri ifade etmek için en uygun kelimeleri bulabilenlerdir. Bir yazıda kullanılan cümleler, sözlü ifadenin aksine iyi düşünülmüş, iyi kurulmuş, bütün öğeleri özenle yerli yerine konulmuş cümleler olmalıdır. Noktalama işaretlerinin de dikkatle konulması gerekir. C) Sağlam bir yapı : Bir ispatlama paragrafında, dört temel element bulunur. Bunlar, Tez, Delil, Sergileme ve Özettir: Tezin yahut genel fikrin ifade edilmesi: Paragrafta ele alacağınız fikri açık ve net bir cümle ile ifade ediniz. Bu sizin tezinizdir. Delil: (Argument) : Birinci cümlede söylediğiniz fikrin doğru olduğunu deliller yardımıyla ispatlayınız. Sergileme (Illustration) : Soyut fikirlerle ispatladığınız tezinizi somut örneklerle, istatistiklerle, otorite olanların sözleriyle vb.. daha güvenilir hale getiriniz. Özet: Ne söylemek istediğinizi açık bir cümle ile özetleyiniz. Böylece okuyucunuzu daha sonra gelecek olan paragrafa da hazırlamış olursunuz. Bu sıra içinde düzenlenmiş bir anlatım tarzı oldukça yararlı olmakla birlikte her paragrafta aynı sıraya uyarak tekrarlanırsa okuyucuyu sıkar. Bundan dolayı gerektiğinde bu dört adımın yerlerini değiştirebilirsiniz, tekrarları önlemek için bazı adımları atlayabilirsiniz. Bu adımlar, sadece genel bir paragrafı tanımlar. D) Fikirler : İyi bir ispatlama yazısı, iyi ve doğru fikirlerle, doğru ve anlaşılır delillerle, iyi seçilmiş örneklerle yazılır. Bundan dolayı, yazmadan önce iyi araştırınız, iyi düşününüz. Bir konuyu değişik bilim dallarının, alanların bakış açılarıyla zenginleştirerek inceleyiniz. Bir meseleyi sadece bir açıdan düşünmeyiniz, bakış açınız mümkün olduğu kadar geniş olmalıdır. Akıl yürütmeler, kıyaslar, mantıklı olmalıdır. Basmakalıp fikirlerden ve herkesin bildiği şeyleri tekrarlamaktan kaçınmak gerekir. Yazınızı okuyan orada size ait ve ilgi çekici yaklaşımlar bulabilmelidir. Fikirlerinizi üst üste yığarak, anlaşılmaz, muğlâk ve kapalı bir tarzda ifade etmeyiniz. Önce onları siz kavramalısınız. Açıkça anlamadığınız şeylerden asla söz etmeyiniz. Sizin kavramadığınız fikirleri okuyucu asla kavrayamayacaktır. Bunun için düşüncelerinizi önce küçük parçalara ayırınız. Bu, onları anlamada ve anlatmada size kolaylıklar sağlayacaktır. Gerekiyorsa küçük parçalara ayırdığınız bu fikirleri sınıflandırınız. Sonra her birini tek tek ifade ediniz. Her fikri ayrı bir paragrafta ele alınız. E) Üslup : İspatlama yazılarında açık ve net bir anlatım yolu seçiniz. Kullanacağınız dil, arkadaşlarınızla yahut aile bireylerinizle konuşurken kullandığınız günlük dilden farklı olmalıdır. Kültür yahut yazı dilini kullanmalısınız. Kullandığınız terimlerin doğru olmasına dikkat ediniz. Yazınızın tonu, ciddî olmalıdır, alaylı, ironik bir dil fikir yazılarına nadiren uygun düşer. #Düşünceyazıları #FikirYazıları
- Uygurlar ve Türkçe
Manici çevreye ait metinler Manici edebiyatta “nazım, manzume şiir” için Sanskritçeden geçme şlok ve Türkçe takşut kelimeleri kullanılmıştır. Küg kelimesi ise daha çok ezgili şiir ve nazımlar için kullanılmıştır. Baş ve Başik ise ilahi manasındadır. Aprın Çor Tigin bir şehzadedir ve bu devrede çok önemli bir isimdir. Bilinen ilk Türk şairidir ve şiirlerinden ikisi günümüze kadar gelmiştir. Bu şiirlerden birisi Mani dinini övmek amacıyla yazılmıştır. Diğeri ise “Sevgili” anlamında ve Türkçedeki ilk aşk şiiridir. Bu şiirlerin nazım birimi dörtlüktür. Nakaratlar ise daha çok ikilik ve üçlüklerden oluşmaktadır. Bu şiirlerde mısra sonlarında kafiye yoktur. Bunun yerine mısra başlarına kafiye yer almaktadır. Ahengi sağlayan ise “aliterasyon”dur. Tahminen 930 yılında ve Köktürk harfleriyle yazılmış olan Irk Bitig (Fal Kitabı), Mani çevresinde yazılmış önemli bir metindir. İçinde dine ait unsurlar bulunmakla birlikte dini bir eser değildir; bir fal kitabıdır. Her biri ayrı bir fal olarak yorumlanan 65 paragraftan meydana gelmiştir. Turfan’da bulunan Huastuanift adlı eser Mani dinine ait uzunca bir tövbe duasıdır. Bir bakıma İslâmî tövbe duasına da benzemektedir. Maniciliğe ait bir çok kavram bu metin içerisinde yer alır. Cümle yapısı sağlamdır. Burkancı çevreye ait metinler Burkancı edebiyatta “nazım, manzume, şiir” kavramı için Türkçe koşug ve takşut; Sanskritçe şlok ve padak tabirleri kullanılmıştır. Ir kelimesi ise daha çok şarkı manasına gelir. Bu devreden günümüze kalan 25 şiirin toplam mısra sayısı 1400’ü bulmaktadır. Hemen hemen tamamı dini ve pek çoğu özgündür. Bu şiirlerde en önemli ahenk unsuru mısra başı kafiyesidir. Nazım birimi çoğunlukla dörtlüktür ama sekizliklerden meydana gelenleri de vardır. “Öyle Yerlerde” yani anı teg orunlarta ilk pastoral şiirimizdir. Pratya-şiri ve Şıngku Şeli Tutung ise, Uygurlardan adları bize kadar ulaşan önemli şairlerdendir. BURKANCI EDEBİYATTA NESİR a. Vinayalar Vinayalar, Burkancı “rahip ve rahibelerin hayatını, günlük yaşamlarını düzenleyen kuralları içine alır.” Sayıları çok değildir. Karmavâcana adlı vinaya, manastır kıyafetinin kullanılışına dair bir metindir. Pravâranâ ise bir Burkan rahibinin yağmurlu bir mevsimde çekildiği inzivayı anlatır. Vinayavibhaga adlı metin manastır kurallarıyla ilgilidir. b. Sudurlar Bu kitaplarda, gerek tarihi Burkan’ın ve gerekse bütün Burkanların verdikleri veya vermiş olduklarına inanılan vaazlar bir araya toplanmıştır. Sudurlarda önce vaazın verildiği yer tasvir edilir. Sonra müritlerden biri bir soru sorar ve Burkan da sorulan bu soruya dayanarak vaazını verir. Vaaz bittikten sonra dinleyicilerden iki kişi konuyu kendi aralarında tartışırlar. Eğer sonuç alınamazsa soru tekrar Burkana sorulur. Bu böyle sürüp gider. Uygurcaya çevrilmiş en hacimli sudur Altun Yaruk’tur. Altun Yaruk, “altın ışık” manasına gelir. Beş Balık’lı Şıngku Seli Tutu? tarafından Çinceden Uygurcaya çevrilmiş olan eser, “tercümeden ziyade müstakil bir adaptasyon”dur. Şıngku Seli Tutu? birçok eklemelerle eseri genişletmiştir. Hüen- Tsang’ın ünlü seyahatnamesini de Uygur Türkçesine çeviren ve bu tercümede kullandığı “kavi” üslûbu dolayısıyla Reşid Rahmeti Arat tarafından eski Türk şairleri arasında gösterilen Şıngku Seli Tutu, Uygurlar çağı Türk edebiyatının en önemli simalarından biridir. Araştırıcılar tarafından en iyi işlenmiş metinlerden biri olan Sekiz Yükmek (Sekiz Tomar) adlı sudur, Uygurlar arasında çok yayılmış olan dinî bir eserdir. Çinceden çevrilmiş olan Sekiz Yükmek, Burkancılığa ait dinî-ahlâkî inanışlarla bazı pratik bilgileri ihtiva eder. Kısa cümleleri, açık ve samimi ifâdesi, zengin kelime hazinesi ile dikkate değer bir üslubu vardır. Şinasi Tekin tarafından işlenen Kuanşi İm Pusar (Ses İşiten İlâh), “Asil Dinin Nilüfer Çiçeği” adlı sudurun bir bölümüdür. Eserin konusu, Kuanşi İm adlı bir Bodisatva’nın (Burkan adayının) canlı varlıkların sıkışık anlarında Hızır gibi yetişerek onlara yardım etmesi ve Nirvana yolunu göstermesidir. Çinceden çevrilen eserine nerede ve kim tarafından tercüme edildiği bilinmemektedir. Tercüme ve istinsah tarihleri 13. asırdan önce olmalıdır. Çince’den çevrildiği tahmin edilen ve Semih Tezcan tarafından işlenen İnsadi Sudur, “rahiplerin karşılıklı olarak birbirlerine günahlarını anlatma” törenleri ile ilgilidir. Eserde Sundarî Kız adlı bir çatik de vardır. 1328’de Çince’den çevrilen, tahta baskıları da bulunan Yitiken Sudur büyü ile ilgili bir metindir. Kşanti Kılguluk Nom Bitig adlı sudur ise bir günah çıkarma kitabıdır. c. Çatikler Sudurlar içinde yer alan ve Uygurların çatik dediği jâtaka türü, Uygur dil ve edebiyat metinleri arasında özel bir yere sahiptir; çünkü bunlar bazen bir hayli uzun masallardır. Çok defa da sudurlardan ayrı kitaplar halinde yazılmışlardır. Çatikler, Burkanların çeşitli hayatlarını anlatan, olağanüstü olaylarla süslü masallardır. İslâmî edebiyattaki menkıbeleri hatırlatırlar. Prens Kalyanamkara ve Papamkara Hikâyesi adıyla meşhur olan Edgü Ögli Tigin İle Ayıg Ögli Tigin (İyi düşünceli Şehzade ile Kötü Düşünceli Şehzade) en tanınmış çatiklerden biridir. Bin Buda mabetlerinde bulunan bu eserde, iyi bir şehzadenin bütün canlılara yardım etmek ve canlıların birbirlerini öldürmelerine engel olmak üzere çok değerli bir mücevheri ele geçirmek için çıktığı maceralı yolculuk anlatılır. Altun Yaruk içinde bazı çatikler de vardır. Bunların en meşhurlarından biri Şehzade ile Aç Pars Hikâyesi’dir. Çatikte, açlıktan ölmek üzere olan bir parsı kurtarmak isteyen fedakâr şehzade anlatılır. Parsın ölmemesi için şehzade kendisini ona yem eder. Dantipali Beğ hikâyesinde ise kendini feda eden bir geyiktir. Çaştani Beğ hikâyesinde Çeştani Beğ’in ülkesinde yaşayan insanlara hastalık ve belalar getiren şeytanlarla mücadelesi anlatılır. Toharca’dan Türkçeye çevrilmiştir. Toharca’dan çevrilen başka bir eser de Maytrisimit’tir. Eserde, Maitreya Burkan’ın menkıbevî hayatı anlatılır. Maitreya, Müslümanların mehdisi gibi, istikbalde gökten yere inip insanları nirvanaya ulaştıracak olan bir Burkan’dır. Ülüş adı verilen bölümlerden meydana gelmiştir ve dramatik özelliği ile dikkat çeker. 3. Abidarmalar Abidarmalar, Burkancılığın metafizik yönünü işleyen eserlerdir. “Kuru, sıkıcı, ağır” bir ifadeye sahip olan bu eserler, “Türkçenin ilim ve felsefe dili olarak da kullanıldığını ve dilin imkânlarının zenginliğini gözler önüne sermektir”. Abidarim Kıınlıg Koşavarti Şastir adlı eser Çinceden tercüme edilmiş hacimli bir eserdir. 4. Diğerleri Küentso (Hüen-Tsang) Biyografisi adıyla tanınmış eserin Burkancı Uygurlardan kalan eserler arasında önemli bir yeri vardır. Bu eser, Küentso adlı Çinli bir Burkan rahibinin 630-645 yılları arasında Türkistan üzerinden Hindistan’a yaptığı seyahati ve Çin’deki hayatını anlatan bir seyahatname ve biyografidir. Şıngku Seli Tutu? tarafından tahminen 10. asrın birinci yarısında Uygurcaya çevrilmiştir. Eser, 7. asırdaki Türk ülkeleri hakkında müşahedeye dayanan bilgileri dolayısıyla bizim için çok önemlidir. Tercüman, bu eserde şiirle nesir arası “kavi” üslubunu kullanmıştır.
- Uygurlar ve Manici Edebiyat
Göktürk Devleti’ne bağlı olarak yaşayan Uygurlar 745 yılında Göktürk Devleti’ne son verdiler. Uygur adını alan bu devlet, 840 yılında Kırgızlar tarafından Orhun bölgesinden atılarak Tarım ve Hoço bölgelerine göçtüler. Buraya göçen Uygurlar, önce Mani dinini, daha sonra da Budizm’i kabul ettiler. Tarım bölgesindeki Uygurların bu iki din etkisinde kalarak meydana getirdikleri edebiyat, genellikle dinî, ahlâkî nitelikliydi ve daha çok Çince, Sanskritçe, Toharca, Tibetçe ve Soğdcadan yapılan çevirilere dayanıyordu. Belirli bir uygarlık düzeyine erişen, kâğıt üzerine basım tekniğini de öğrenen Uygurlar, Göktürk alfabesini bırakıp Soğdak yazısından geliştirilmiş Uygur yazısını kullandılar. Günümüzde Uygur yazısıyla yazılmış pek çok metin elimize geçmiştir. Manici Uygurlardan kalma bu el yazıları, yüzyıllarca toprak altında kaldıkları için büyük ölçüde tahribata uğramıştır. Bunlardan bir kısmı manzum parçalardır. Eldeki bu şiirler hece vezniyle yazılmış olmakla birlikte, dizelerin hece sayıları eşit değildir. Bu dönemde dinî şiirler yanı sıra lirik ya da pastoral şiirler de yazılmıştır. Reşid Rahmeti Arat tarafından dilimize çevrilen bu dönem şiirleri 1965 yılında “Eski Türk şiiri” adıyla yayımlanmıştır. Ayrıca, söz konusu şiirlerin bazıları Talât Tekin, Osman Fikri Sertkaya (Türk Dili Dergisi, Türk Şiiri Özel Sayısı I, [Eski Türk Şiiri], Sayı 409, Ocak 1986) ve Şinasi Tekin (Türk Dünyası El Kitabı: İslâmiyet Öncesi Türk Edebiyatı, Ankara 1998) tarafından günümüz Türkçesine çevrilerek yayımlanmıştır. “TAN TANRISI” İLÂHÎSİ Turfan kazılarında elde edilen yazmalar arasında bulunan bu ilâhî, 16×9,4 cm büyüklüğünde çift varak üzerine (varakların birinde Soğdca Mani metinleri yazılıdır.) Uygur harfleriyle yazılmıştır. Manzum Manici dua ve ilâhîleri önce A. von Le Coq “Manihaica” II (1919) ve III (1922), daha sonra W. Bang “Manichaische Hymen” (1925) ve W. Bang-Gabain “Türkische Turfan Texte III” (1930) tarafından işlenerek yayımlanmış, bunlar daha sonra Reşid Rahmeti Arat tarafından bir araya getirilmiştir. tang tengri kelti tang tengri özi kelti tang tengri kelti tang tengri özi ketli Tan Tanrı geldi, Tan Tanrı kendisi geldi; Tan Tanrı geldi, Tan Tanrı kendisi geldi. turunglar kamag begler kadaşlar tang tengrig ögelim Kalkınız, bütün beyler, kardeşler, Tan Tanrı’yı övelim! körügme küm tengri siz bizni küzeding körünügme ay tengri siz bizni kurtgarıng Gören Güneş Tanrı siz bizi koruyun! Görünen Ay Tanrı, siz bizi kurtarın! tang tengri yıdlıg yıparlıg yaruklug yafluklug tang tengri (5) tang tengri (5) Tan Tanrı, güzel kokulu, misk kokulu, parıltılı, ışıltılı Tan Tanrı (5 kez)! Tan Tanrı (5 kez)! tang tengri yıdlıg yıparlıg yaruklug yafluklug tang tengri tang tengri Tan Tanrı, güzel kokulu, misk kokulu, parıltılı, ışıltılı Tan Tanrı! Tan Tanrı!



