Osmanlı'nın Kadın Şairleri
Osmanlı Devleti döneminde edebiyata ve şiire ilgi duymuş kadın şairlerimiz
Osmanlı Devleti döneminde
Fuzûlî,
Aşk imiş her ne var âlemde
İlim bir kıyl ü kâl imiş ancak, der.
Aşkı her şeyin üstünde görür, bunu da kesin bir dille ifade eder.
"Divan şiirinin teşrifatınca aşk, şair için dışında kalınamaz, mutlaka benimsenmesi ve terennüm edilmesi mecburî bir duygudur. Şairin aşk duygusunu şiire mihver yapması, kendini muhakkak âşık pozisyonunda görmesi bu edebiyatın uyulması şart olan adabındandır. Divan şairliğinin yolu, en başta âşıklık rol ve hüviyetini kabullenişten geçmektedir."
"Divan şairi oldum olası âşıktır. Bu aşk onulmaz bir derttir. Ama o bu dertten memnundur. Bu derdin dermanı da bu derdin kendisidir."
"Klasik şiirimizde her şairin ayrı bir mahlası, toplum içinde tanınmasına yarayan ayrı bir lakabı ve aileden getirip asalet kesbettiği ayrı bir soy ismi vardır. Ama hepsinin ortak sıfatları âşık oluşlarıdır... Dolayısıyla, aslında Fuzûlî ibdâ etmiş olmasına rağmen hemen hepsi:
Bende Mecnun'dan füzûn âşıklık istidâdı var
Aşık-ı sâdık benem Mecnun'un ancak adı var,
mısralarının altına imza atabilirlerdi."
Osmanlı Kadını ve Şiir
Divan şairliğinin yolu âşıklık rol ve hüviyetini kabullenmektir doğru. Bu durum bu vadide eserler verenin kadın olmasını hemen hemen imkânsız kılar. İfade edilecek aşk beşerî ise kadın, bu vadide eserler vermede peşinen saf dışı kalacaktır. Çünkü kadın, hemen her çağda ve her edebiyatta şiirin öznesi değil nesnesi konumundadır. Şair olunca seven konumunda karşımıza çıkmasını beklediğimiz kadın, muhafazakâr bir toplumda ancak ve ancak ilahî aşkı terennüm edebilir. Şiir yazan, aşka düşen bir kadına iyi gözle bakılamayacağı muhakkaktır.(!) Aşk, "erkeklere yakışır, aşkı erkekler bilir", şu halde "şiir yazmak da erkeklerin işi"dir. "Kadının en önemli meziyetinin "kendisinden bahsettirmemek" olduğunun kabul gördüğü bir toplumsal psikoloji içinde, şiir biçiminde olsun kendisinden söz etmek, duygularını, aşklarını, acılarını, ümitlerini, kısaca manevi cazibesini sergilemek yani kendisinden bahsedilmesine izin vermiş olmak kadın şair için sakınılması gereken bir durumdur. Bir başka deyişle manevî cazibe de en az maddî cazibe kadar setri gerektirir. Bu durumda kadın şair ya manevî cazibesini şiirin ifade vasıtaları ile sergilemiş olmanın getireceği toplumsal baskıyı göze almak zorundadır, ya da susmalıdır. Toplumsal baskıyı göze alamadığı ancak yaradılışın kendisine yüklediği şairlik yeteneğinin büyüleyici zorlamasından da vaz geçemediği yani susamadığı anda kadın şairin yolu basit bir temkin programı geliştirmekten geçer. Bunun en kestirme ifadesi de kendi kalbini, kendi ruhunu şiir haline geçirmek değil; ifade klişeleri önceden belirlenmiş bir erkek söylemini üstlenmekten, bir başka deyişle ödünç bir kalbi şiir biçiminde deşifre etmekten geçer.”
Kadın divan şairlerimizle ilgili bir eksiklik, şiirlerinde kadın ruhunu aksettirememeleri, aksettirmede güçlük çekmeleridir. Bunda sosyal şartların etkisi vardır, ancak toplumun çizdiği belli bir edebiyat geleneği içerisinde erkekçe şiirler söylemeleri de güç olur. Leylâ Hanım'ın:
Kıl meclisi âmâde ne derlerse desinler
İç dilber ile bâde ne derlerse desinler
Âlemde nedir farkı bana medh ile zemmin
Sağ olsun ahibbâ da ne derlerse desinler
(Meclisi hazırla ne derlerse desinler, güzelle içki iç ne derlerse desinler. Benim için övgü ile yerginin bir farkı yoktur. Sağ olsun dostlar da, ne derlerse desinler.) tarzındaki sözleri döneminde bir kadın için hoş karşılanmamış, ağır tenkitlere maruz kalmıştır, Şeref Hanım'ın:
Gûş etme bu âlemde şemâtât-ı adûyu
Zevkinde ol eğlen de ne derlerse desinler,
sözleri de hoş karşılanmaz. “… Şairin her sözüne asma kulak diyip geçmek muvafıktır amma, "Zevkinde ol eğlen de ne derlerse desinler" gibi tehlikeli bir nasihati kabul edecek olursak edep ve haya âleminde ne dehşetli fırtınalar, zelzeleler vaki olacağını da dikkate almalıdır." denilerek kınandığını görürüz. Leyla Saz Hanım'ın dediği gibi belki de bu noktada kadın şairlerimize düşen "hallerini takrire hicabın mani" olmasıydı:
Mâni oluyor hâlimi takrîre hicâbım
Üzme yetişir üzme firâkınla harâbım
Selb oldu sükûnum beni terk eyledi hâbım
Üzme güzelim üzme ki firkatle harâbım
(Halimi sana söylemeye utancım engel oluyor, üzme, senin ayrılığınla harap oldum, rahatım kaçtı, uykum beni terk etti, üzme güzelim, üzme ki ayrılığınla harabım.) Veya:
Duymasın kimse yine kalbî olan feryâdımı
Bilmesin keşfetmesin hâl-i dil-i nâşâdımı
Rahme şâyân bulmasınlar ye's-i gam-mutâdımı
Olmasın ta'yîb edenler dilber-i bî-dâdımı
(Kimse yine kalbimdeki ağlayıp inlememi duymasın, bahtsız gönlümün halini bilmesin, dinlemesin. Üzüntüyü alışkanlık haline getirdiğimi anlayıp da bana acımasınlar, zalim sevgilimi ayıplamasınlar)
Bu kınamalar, şairelerimizin bazen şahsına yönelir: Mihrî Hanım, Paşa Çelebi'den evlenme teklifi alır. Bu evlenme teklifi ve reddi, bugün burada çirkinliği nedeni ile zikretmemizin hayli güç olduğu bir tavırla Zatî tarafından pervasız, kaba bir yoruma maruz kalır. Kadın şairlerimizin bir kısmı da isimleri çevresinde hayli çirkin rivayetlerin oluşmasına sessiz kalırlar. Hatta bir kısmı değil şairliklerinden yana, "kirpiklerini zorla kestiren" eşlerinin kıskançlıklarına, kaprislerine katlanırlar. Bir kısmı ebeveynlerinin onları şairlik yolunda engellemeleri ile karşılaşırlar. Feride annesinin şiirle uğraşmasından rahatsız olmasını şöyle ifade ediyor:
Duhterine böyle m'eder mâderi söyle bana
Görmedim billâh cihânda böyle bir âzâr ana
(Söyle bana anne biri kızını böyle azarlar mı, ey anne billahi dünyada böyle bir incinme böyle bir fenalık daha işitmedim)
Bütün bunlar bir yana, Ani Fatma Hanım'ın divanı evinde kalan muzip(!) bir misafir tarafından büyük bir kabalıkla tahrip edilir. Kimi zaman da kadın sanatçılarımızın yazdıkları eserlerin onlara ait olmadıkları düşünülür. 19. yüzyıldan sonra yetişmiş kadın sanatçılarımızın bir kısmı ise, takma isimlerle eserlerini verirler, kendi isimlerini kullanma cesareti gösteremezler. (Nigar Hanım; Üryan Kalp, Yaşar Nezihe; Mahmure, Mazlume, Mehcure...) "Ahmed Rasim, "Muharrir, Şair, Edip" adındaki kitabında ... "Nezahati hulk ve nezaketi hali cümleye malum olan merhume Nigar Hanım'ın bir gazelini, bîedep bir nevreste o kadar çirkin bir tarzda tahmis etmiş idi ki, (Andelîb) merhum kaşlarını çatarak güya bakacak okuyacak imiş gibi elinden aldı, yırtıp suratına fırlattı." şeklinde rivayet eder. Bu tür vak'aları, kadını toplumda, herhangi bir alanda yeterliliğini ispatlarken görmenin gelişmemiş zihniyet sahiplerinde açığa çıkardığı bayağılığa bağlamak durumundayız. Büyük şairlere nazireler yazıp onların yolundan gitmek isteyen bir kısım kadın divan şairimiz de, şiirlerine nazire yazılanlar tarafından hoşnutsuzlukla karşılanırlar. Necâtî, şiirlerine nazire söyleyen Mihrî'ye:
"Ey benim şi'rime nazire diyen
Çıkma râh-ı edepten eyle hazer
Deme kim işte vezn ü kafiyede
Şi'rim oldu Necâtî'ye denk
Harfi üç olmak ile ikisinin
Bir midir filhakika ayb ü hüner" der.
(Ey benim şiirime nazire söyleyen, edep yolundan çıkma, sakın. İşte vezin ve kafiyede Necâtî'ye şiirim erişti deme, ikisi de üç harfle yazılır ama ayıp ve hüner bir değilrdir.(ayıp ve hüner kelimeleri arap alfabesinde üç harfle yazılır.) Necâti haklı belki de(!), Necâtî'nin:
“Tek yerde gökte zerre kadar mihnet olmasun
Örtü döşek Necâtî'ye bir bûriyâ yeter”
şeklindeki beyitine Mihrî:
“Sen ey Necâtî ister isen bûriyâ döşek
Yâr işiginde Mihrî'ye bir kuru câ yeter”
tarzındaki tarizi ile Necâti'yi kızdırmış olmalı.
Bazen edebiyat araştırmacılarımızın da kadını şair olarak önemsemediğine tanık oluruz. Çağdaş bir araştırmacımız, Mihrî Hanım'ı eserine alış sebebini: "...adı tezkirelerde geçtiği, Necâtî'yi taklit ettiği ve nihayet bir kadın şair olduğu için aldık." şeklinde dile getiriyor(!)
Oysa Mihrî şiirlerinde bir farklılığı gerçekleştiriyor, duygularını, aşklarını divan edebiyatının izin verdiği ölçülerde azamî olarak ifade ediyordu. Diğer kadın şairlerimizin hemen hemen hiç birinde görülmeyen bu rahatlık ve samimiyet Mihrî'ye kadın his ve duyuşlarını şiire getirebilme, kadını nesne konumundan özne konumuna, seven konumuna getirebilme ayrıcalığını veriyordu. O gönlünü bir ara Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebiye, daha sonra da Şehzade Ahmed'in veziri Sinan Paşa'nın oğlu İskender Çelebi'ye kaptırır. Aşkını sakınmadan dile getirdiği, samimi duygularını ifade ettiği şu mısralar onu kadın şairler içinde muhakkak ki farklı kılmaktadır:
İrdi çün âb-ı hayata "Mihrî" ölmez haşredek
Gördü çün zulmet-i şebinde ayan İskender'i
Veya:
“Bir zaman şehr-i Amasiyyede İskender idin
Hızrveş âb-ı hayat üstüne bir rehber idin
Hûblar içre sanemâ sen dahi bir server idin
Yürü şâhım yürü ısmarladım Allâh'a seni
Kanı ol dem ki bizimle dün ü gün hemdem idin
Dil-i mecrûhumuzun yarasına merhem idin
Hey benim beyceğizim sen dahi bir âdem idin
Yürü şâhım yürü ısmarladım Allâh'a seni