top of page

Uygur Destanları

Türklerin İslâmiyet’i kabulünden önceki son Türk imparatorluğu Uygur Devleti’dir. M.Ö. 8. yüzyıla kadar Oğuz boylarıyla birlikte Moğolistan’ın kuzeyinde yaşayan On Uygurlar, 8. asır ortalarında yine Dokuz Oğuzlarla birlikte Göktürklerin Türk illerindeki yaygın hâkimiyetlerine son vererek, Uygur Devleti’ni kurdular. Yeni devlet kısa zamanda geniş ülkelere yayıldı. Kültür, sanat ve medeniyet bakımından Orta Asya Tarihi en parlak devrini yaşadı. 840 yılında Uygur ilinde büyük bir kıtlık oldu. Ahali isyan etti. Özellikle Kırgız isyanının sertliği yüzünden perişan olan Uygurlar, ikiye bölündüler. Bir kısmı Çin hâkimiyetini kabul ederek Kansu çevresinde kaldılar. Diğer ve daha büyük bir kısım Uygurlar, güney-batıya doğru göçtüler. Doğu Tiyanşan’da Beş-Balıg ve Koçu şehirlerine yerleştiler. Esasen kendilerine bağlı bu ülkede yeni şehirler kurdular. Burada yüz yıl kadar, medenî bir ömür sürdükten sonra, hâkimiyetlerini 940 yıllarında Müslüman bir Türk devleti olan Karahanlı ailesine bıraktılar. Bugün elimizde bulunan Uygur Destanları tarihteki maceralarıyla birlikte, kendi türeyişlerine dair inançlarını da birlikte verirler. Tanrı soyundan gelen Uygurların yurdu fena idare eden hakanlaryüzünden uğradıkları sarsıntıları nakleder. Bu destanlar, yurtta millî birliği sağlayan tılsımlar bozulunca nasıl ıstırap çektiklerini, nihayet kendilerine yiyecek vermeyen bu yurdu bırakarak nasıl batıya doğru göç ettiklerini bize anlatır. Böylelikle Uygur Destanı, biri Türeyiş Efsanesi öteki de Göç Destanı denilen iki bölümde toplanır.

Türeyiş Destanı

Uygur Türeyiş Destanı’nın, Göktürk-Bozkurt Destanı ile çok yakın benzerlikleri, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk Destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt motifi, gerek Türeyiş ve gerekse Bozkurt Destanlarında bilhassa ilahileştirilmekte ve neslin başlangıcı ve devamı bu ilâhî motife bağlanmaktadır. Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç kısmına benzemektedir. Büyük bir ihtimalle, Göktürk-Bozkurt destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk büyük Türk Destanı olan Yaradılış Destanının etkisi altında gelişip meydana getirilmiş, daha dar bir muhitin veya daha tecrid edilip kavimleşmiş bir soyun küçük çapta bir yaradılış destanıdır. Nitekim bundan sonra göreceğimiz, yine bir Uygur Destanı olan Göç Destanı, Türeyiş Destanının tabii bir devamı intibaını vermektedir. Büyük Hun Hakanlarından birinin iki kızı vardı. Kızlarının ikisi de bir birinden güzeldi. Öyle güzeldi ki, Hunlar, bu iki kızın da, ancak ilahlarla evlenebileceğine inanıyor ve bu kızların insanlar için yaratılmadığını söylüyorlardı.


Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan uzak tutmanın çarelerini aradı. Ülkesinin en kuzey ucunda, insan ayağı az basan veya insan ayağı hiç görmeyen bir yerinde, çok yüksek bir kule yaptırdı. Kızların ikisini de bu kaleye kapattı. Ondan sonra da aklınca inandığı tanrısına yalvarmağa başladı. Öyle bir yalvarıyor ve öyle yakarışlarla tanrısını çağırıyordu ki nihayet bir gün, Hakanın kendi aklınca inandığı tanrısı dayanamadı ve bir Bozkurt şekline girip geldi. Hun Hakanının kızlarıyla evlendi. Bu evlenmeden birçok çocuk doğdu; bunlara Dokuz Oğuz- On Uygur denildi ve bu çocukların hepsinin de sesi Bozkurt sesine benzedi, yine bu çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar. Göç Destanı:

Bu destan da bir Uygur destanıdır ve daha önce belirtildiği üzere, Türeyiş Destanının bir uzantısı gibidir. Bugün, Orhun nehri kıyısında bir şehir kalıntısı ile bir saray yıkıntısı vardır ki çok eskiden bu şehre Ordu-Balıg(k) denildiği sanılmaktadır. Büyük Uygur Destanı’nın son bölümü diye kabul edebileceğimiz Göç Destanı, işte bu şehrin saray yıkıntı- sının önünde bugün görülebilecek şekilde duran yazıtlarda yazılı olduğunu Hüseyin Namık Orkun ileri sürmektedir. Yine Hüseyin Namık Orkun’un belirttiği- ne göre bu yazıtlar, Moğol Hânı Ögedey (Öğüdey) zamanında Çin’den getirilen uzmanlara okutturulup tercüme ettirilmiştir. Göç Destanı’nın Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlarına göre iki ayrı söyleyiş hâlinde olduğu bilinmekte ise de aslında birbirinin tamamlayıcısı gibidir. İran kaynaklarındaki söyleyiş, daha çok tarih bilgilerine yakındır. Aynı zamanda İran söyleyişi, Türklerin Maniheizm’i kabulünü anlatan bir menkıbe görünümündedir. Aşağıda özetlenmiş olan söyleyiş Cüveynî’nin Tarih-i Cihânguşâ adlı eserinde yazılıdır, bu söyleyişe göre, destanda sözü geçen iki ağacın, Maniheizm’in kurucusu Mani’nin “İki Esas” adlı eserindeki iki ağacı temsil ve taklit ettiğini Prof. Fuad Köprülü ileri sürmektedir.

Çin Kaynaklarına Göre Göç Destanı: Uygur Ülkesinde, Tuğla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Adına Hulin Dağı derlerdi. Hulin Dağlarında da, birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Biri kayın ağacıydı. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökyüzünden bir mavi ışık düştü, iki ırmak arasında yaşayan insanlar bu ışığı gördü ve ürpererek izledi. Kutsal bir ışıktı.


Kayın ağacının üzerinde aylar ayı kaldı. Kutsal ışık, kayın ağacının üstünde kaldığı süre içinde kayın ağacının gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Oradan çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesinden bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu! Bir gün ağacın gövdesi ansızın yarıldı, içinden beş küçük çadır, beş küçük odacık görünümünde ortaya çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk bulunmaktaydı. Çocukların ağızlarının üstünde asılı birer emzik vardı, onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler. Çocukların en küçüğünün adı Sungur Tekin’di, ondan sonrakinin adı Kutur Tiğin, üçüncüsünün ki Türek Tekin, dördüncüsünün Us Tekin, beşincisinin adı Buğu Tekin’di. Beş çocuğun beşinin de Tanrı tarafından gönderildiğine inanan insanlar, içlerinden birini hakan yapmak istediler. Buğu Han en büyükleri idi; ötekilerden daha güzel, daha zeki, daha yiğit görünüyordu. Buğu Tekin’in hepsinden üstün olduğunu anlayan halk onu hakan olarak seçtiler. Büyük bir tören- le Buğu Hanı tahta oturttular. Böylece yıllar yılı kovalamış, bir gün gelmiş Uygurlara bir başkası hakan olmuş. Bu hakanın da Gah Tekin adında bir oğlu varmış. Hakan oğlu, Gah Tekin’e, Çin prenseslerinden birini, Kiu-Lien’i almağı uygun görmüş. Evlendikten sonra Prenses Kiu-Lien, sarayını Hatun Dağında kurdu. Hatun Dağının çevre yanı dağlıktı; bu dağlardan birinin adı Tanrı Dağıydı, Tanrı Dağının güneyinde Kutlu Dağ derler bir başka dağ vardı, kocaman bir kaya parçası. Bir gün Çin Elçisi, falcılarıyla birlikte Kiu-Lien’in sarayına geldiler. Kendi aralarında konuşup dediler ki: “Hatun Dağının varı yoğu, bütün bahtiyarlığı Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri yıkmak istiyorsak bu kayayı onların elinden almalıyız.” Bu konuşmadan sonra varılan karar üzerine Çinliler, Kui-Lien’e karşılık olarak o kayanın kendilerine verilmesini istediler. Yeni Hakan, isteğin nereye varacağını düşünmeden ve umursamadan Çinlilerin arzusunu kabul etti, yurdunun bir parçası olan bu kayayı onlara verdi. Halbuki Kutlu Dağ bir kutsal kayaydı; bütün Uygur Ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı. Bu tılsımlı taş Türk yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu; düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak Türklerin bütün saadeti yok olacaktı. Hakan kayayı vermesine verdi ama kaya öyle kolay kolay sökülüp götürülecek türden değildi. Bunu anlayan Çinliler, kayanın çevresine odun kömür yığıp ateşlediler. Kaya iyice kızınca üzerine sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine taşıdılar. Olan o zaman oldu işte. Türkeli’nin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanları dile geldi, kendi dillerince kayanın düşmana verilişine ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz olan bu düşüncesiz hakan öldü. Ne var ki Onun ölümüyle ülke felâketten kurtulamadı. Bir Çin prensesi uğruna çekinmeden bağışlanmış olan yurdun bir kayası, Türkeli’nin felâketine sebep oldu. Halk rahat huzur yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buhar olup uçtu. Topraklar yarıldı, ürün yeşermez oldu. Günlerden sonra Türk tahtına Buğu Han’ın torunlarından biri hakan olarak oturdu. O zaman canlı cansız, evcil yaban, çoluk çocuk bütün yurtta soluk alan almayan ne varsa hepsi birden: “Göç! Göç!” diye çığrışmağa başladı. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu. Yürekler dayanmazdı. Uygurlar bunu bir ilahî emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılar. Sonunda bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler; bunun için bu yerin adını da Beş-Balıg(k) koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.

İran Kaynaklarına Göre Göç Destanı: Destanın Buğu Tekin’in Uygurlara hakan oluncaya kadar geçen bölümü aynıdır. Buğu Tekin hakan olduktan sonra, İran söyleyişine göre, ülkeyi adalet üzere ve yıllarca yönetir. Bu süre içinde kendisine üç karga yardım etmekte, kargalar dünyanın bütün dillerini bilmektedir. Nerede bir olay olursa hemen Buğu Han’a haber vermektedirler. Bir gün Buğu Han bir düş görür. Düşünde kendisine bir peri kızı gözükmüştür. Bu düşü Buğu Han hemen her gece, yedi yıl, altı ay ve yirmi iki gün üst üste görür ve her gece Peri kızı, Buğu Han’ın düşünde onunla konuşur, danışır; son ge- ce, ayrılacağı vakit Buğu Han’a, dünyanın efendisi olacağı haberini verir.


Han uyanınca ordusunu toplar, her ordunun başına bir kardeşini tayin eder, Moğollar’ın Kırgızlar’ın, Tangutların ve Çinlilerin üzerine seferlere yollar.


Dört kardeşin dördü de seferden zaferle döner ve Orhun vadisini zengin ganimetlerle doldurur, bu arada Ordu-Balıg şehri de kurulmuş olur.


Bir müddet sonra Buğu Han bir düş daha görür. Düşünde, beyazlara bürünmüş, başında beyaz şerit, elinde “Yada Taşı” olan bir erkek gözükmüş, Buğu Han’a demiştir ki:


“Eğer bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağında milletleri buyruğunun altına alabilirsin.”


O gece Buğu Han’ın baş veziri de tıpkı böyle bir düş görmüştür. Bunun üzerine Buğu Han ordusunu yeniden toplamış, bu defa batıya doğru sefere çıkmıştır. Türkistan’a geldiği vakit geniş bozkırları, çayırları ve gürül gürül akan çayları görünce burada oturmağa karar vererek Balasagun şehrini kurmuştur. Buğu Han’ın orduları dört bir yana yayılmış, bütün milletleri buyruğu altına almıştır.


Fakat o zaman Uygurların dindar olmadıkları söylenirdi. Rahipleri vardı ama “kam” deniliyordu. Bu kamlar, tıpkı Moğollardaki gibi, cinlere söz geçirdiklerini ileri sürerler. Onlara her istediklerini yaptırmağa güçlerinin yettiğini söylerlerdi. Moğollar bu kamlara çok Önem verirlerdi. Ne zaman bir işe başlayacak olurlar ise bu kamlara sorarlardı ve ona göre davranırlardı. Hastalarına bile kamlar bakardı.


Uygurlar, Buğu Han zamanında Çin hükümdarına elçiler gönderdi, kendilerine “Nom Kitapları”nı anlayan adamlar göndermesi için rica etti. Çinlilerin din kitapları “nom”dur. Bugün yaşayan bir adamın bin yıl önce de yaşadığına inanırlar.


Çin’den “nom” yöntemlerini anlayan adamlar gelince Kamlarla oturup konuştular, din kitaplarını gösterdiler; tartışmayı kamlar kaybetti. Bu tartışmadan sonra Uygurlar Çin’den gelen yeni dini kabul ettiler. (Bu din Maniheizm’dir.)

bottom of page