top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 856 sonuç bulundu

  • Taşlıcalı Yahyâ Bey

    Doğum tarihi bilinmiyor. Ölümü 1582 İzvornik Yugoslavya. Arnavutluk’un ünlü Dukakin ailesinden olduğu için "Dukakinzade" diye de anılır. Acemi ocağında yetişti, Yeniçeri oldu. Ocak katibi Şihabeddin Bey’in yanına çırak olarak girdi. Yavuz Sultan Selim’in Mısır ve Çaldıran seferlerine katıldı. Yayabaşılığa kadar yükseldi. Yavuz’a kasideler yazdı. Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu Mustafa'yı öldürtmesi üzerine şehzade için bir mersiye yazdı. Şehzadenin öldürülmesi nedeniyle mersiyede ağır şekilde suçladığı Sadrazam Rüstem Paşa tarafından İzvornik’e sürüldü. Burada yaşamını yitirdi. Divan şiirinde İstanbul Türkçesi’nin başarılı örneklerini verdi. Temiz ve akıcı bir üslup kullandı. İran etkisinden kaçınmaya çalıştı, Türkçe sözcükleri aruz ölçüsüne uydurdu. Yazdığı Şah û Geda divan edebiyatının özgün mesnevileri arasındadır. 1977’de Divanı, 1979’da Yusuf ve Zeliha adlı eserleri M. Çavuşoğlu tarafından yayınlandı. Bir Arnavut beyzadesi iken delikanlılık çağında devşirme olarak İstanbul'a getirilmiş Yeniçeri Ocağı'nda tahsil ve terbiye görmüş , askerlik mesleğinde ilerlemiştir. Yahya Bey, Kanuni Sultan Süleyman'ın teveccühünü kazanmış, padişahla birlikte savaşlara katılmıştır. Hürrem Sultan'ın entrikaları sonucu katledilen Şehzade Mustafa için söylediği güzel bir mersiye ile bu hadiseyi tenkit ettiğinden Rüstem Paşa ve hükümdar tarafından azarlanmıştır. Tarihçi Ali'nin naklettiği bir rivayete göre Yahya Bey aslında yazdığı kasideyi kimseye göstermek istememiş , ancak bir dostu şiiri kitapları arasında bulmuş ve manzume Yeniçeriler arasında yayılmaya başlamış. Mersiyenin orduda büyük yankı bulması, özellikle Rüstem Paşa'yı çok kızdırır. Şairin idam edilmesi için çaba sar feden Paşa'yı, Kanuni'nin şaire duyduğu sevgi durdurmuştur. Bu hadise üzerine Yahya Bey, İstanbul'dan uzaklaşmayı tercih etmiş, Tamişvar civarındaki hudut boylarına çekilmiştir. Şair, sevilen bir şehzadenin bir entrikaya kurban gitmesindeki zulme ve haksızlığa isyan eden nice gönüllere tercüman olmuştur. Şehzade Mustafa Mersiyesi'nin en beğenilen bölümlerinden bazı mısralar: Medet medet bu cihanun yıkıldı bir yanı Ecel celalileri aldı Mustafa hanı. Tutuldu mihr-i cemali bozuldı erkanı Vebalde koydular al ile Al-i Osmanı Geçerler idi geçende o merd-i meydanı Felek o canibe döndürdü şah-ı devranı Yalancının kuru bühtanı buğz-ı pinhanı Akıttı yaşımızı yaktı nar-ı hicranı Nolaydı görmeyeydi bu macerayı gözüm Yazıklar ana reva görmedi bu rayı gözüm Sipihrin ayinesinde göründü ruy-ı fena Kodı bu kesret-i dünyayı etti azm-i beka Garibler gibi gitti o yollara tenha Çekildi alem-i balaya hem çü mürg-i hüma Hakikaten sebeb-i rifat oldı düşmen ana Nasip olmasa ta'n mı bu ciyfe-i dünya Hayat-ı bakiyeye erdi ruhu ey Yahya Şefii ruh-ı Muhammed, refik-i Zat-ı Huda Enisi ola melekler, celisi ehl-i safa Ziyade ide yaşum gibi rahmetünü Mevla. Ilahi, Cennet-i firdevs ana durağ olsun Nizam-ı Alem olan padişah sağ olsun meded: İmdat celali: Anadolu'da ortaya çıkan eşkıyaya verilen ad mihr-i cemal: Güzel yüzünün güneşi erkan: Subaylar, askerler vebal: Azap, günah al: Hile, düzen Al-i Osman: Osmanlı sülalesi merd-i meydan: Meydanların yiğidi canib: Taraf, yön şah-ı devran: Cihan padişahı, zamanın padişahı bühtan: Yalan, iftira buğz-ı pinhan: Gizli nefret nar-ı hicran: Ayrılık ateşi reva görmek: Yakıştırmak ray: Fikir sipihr: Talih ayine: Ayna ruy-ı fena: Yokluk yüzü kesret-i dünya: Dünya işleri azm-i beka: Bakilik kararı alem-i bala: Yüce alem hem-çü: Gibi mürg-i hüma: Hüma kuşu, devlet kuşu sebeb-i rif'at: Yükseklik sebebi ta'n: Ayıp ciyfe-i dünya: Dünyanın leşi hayat-ı baki: Ebedi hayat şefi': Şefaat eden refik: Arkadaş enis: Dost, arkadaş celis: Birlikte oturan, arkadaş ehl-i safa: Keyif adamı ziyade: Çok TA’ŞÎR Yahyâ Bey’in Muhibbî’nin gazeline ta’şîr'i Gazel-i Muhibbî Ta'şîr-i Yahyâ Hasta olmak gûş-mâl-i Hazret-i İzzet gibi Her kişinin yalımın alçak ider gurbet gibi Değme bir kimse göre gelmez refâhiyyet gibi Nâleler gûya derây-ı rıhlet-i râhat gibi Dâr-ı dünya cây-ı firkat menzil-i mihnet gibi Devleti bir âlet-i hengâme-i zahmet gibi Sağlıgın bünyâdı yok âyinede sûret gibi Matla’ı şâh-ı cihânun maşrık-ı hikmet gibi Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi Yandur erbâb-ı gurûru sôf-î sâfi-sıfat Râhat olmak ister isen meskenetde mesken et Dide gibi şevk-ı nurâniyyeti başa ilet Evliyânun ayağı altı olur altı cihet Mâni'-i işgaal-i Hak'dur bezm-i ehl-i ma'sıyet Her libâs-ı gafleti kılma hicâb-ı mağfiret Târik-i dünyâdadur sırr-ı sürûr-ı âhîret Gör ne dir şâh-ı vilâyet nûr-ı ayn-ı ma'dilet Ko bu ayş u işreti çünkim fenâdur âkıbet Yâr-ı baaki ister isen olmaya tâat gibi Hem-dem olma ney gibi ehl-i hevâyı eyle red Aynı ile kıl ibâdet-hâneni mâ-beyne sed Dâl-veş hâli degüldür secdeden ehl-i hıred Padişâha bendeye hayrâtdur hayrü'-l veled Sağ iken eyle murâdâtına muhtâcun meded Ellere dest-i sehân ile murâd atını yed Fursatı fevt eylemektür kâr-ı bed efkâr-ı bed Cümleye bu seyyid-i âlem sözü olur sened Olsa kumlar sağışınca ömrüne hadd ü aded Gelmeye bu şişe-i çarh içre bir sâat gibi Gel der-i dervişe var kim ma'rifet deryâsıdur Cân kulağına kelâmı dürr-i bî-hem-tâsıdur Mahzar-ı envâr-ı Hak âyîne-i rûyâsıdur Han-kaahında hakikat Kaf'ınun Ankaasıdur Kaf gibi i'tikâfı Mescid-i Aksaasıdur Göz göre ayn-ı kanâat dide-i binâsıdur Gönlinün virânesinde kenz-i lâ-yefnâsıdur Vâli-i âlî-makaali sözlerün evlâsıdur Saltanat didükleri ancak cihân gavgaasıdur Olmaya baht u saâdet âlem-i vahdet gibi Medd-i bi'smillah ile eyle var Allah’a yol Kol kanad olsun sana havf ü recâsı sağ u sol Mâil-i asl-ı usûl ol mâil-i asl-ı usûl Lâyık-ı vasl-ı habîb it kendüni kıbl-el-vusûl Hâtırunu eyle vahdet-hâne-i rây-ı Resûl Maksad-ı aksâyı gözle menzil-i maksûdu bul Vây eğer dünyana meşgûl eyler ise nefs-i gul Olagör Yahyâ gibi bir mürşid-i ma’kuule kul Ger huzûr itmek dilesen ey Muhibbî fârig ol Var mıdur vahdet makaamı gûşe-i uzlet gibi GAZEL Aşka kâbil dil mi yok şehr içre yâ dilber mı yok Mest yok meclisde bilmem mey mi yok sâgar mı yok Gonca-i dil açılıp hâtır nice şâd olmaya Bâğda güller mi yok gülşende bülbüller mi yok Görmeziz bir dil ki tûtî gibi güftâr eyleye Söyledir mi yok cihânda bilmezin söyler mi yok Sengden dil kem mi yâ seng-i siyâhı la’l eder Afitâb-i feyz-bahşâ-yı bülend-ahter mi yok Niçin ebkâr-i ma’ânî beslemez erbâb-i nazm Yoksa Yahyâ gibi üstâd-i sühan-perver mi yok GAZEL Mürşid-i kâmil âdemi câm-ı cihan-nümâ ider Câm-ı cihân-nümâ nedür âyine-i Hudâ ider Dost olan o hazrete düşmen-i mâsivâ olur Bahr-i muhit-i vahdete kendüyi âşinâ ider Âlem-i sûreti koyup salik-i rah-ı ışk olan Mani yüzinde ruhını hem-dem-i Mustafa ider İki kanad olur ona havf ü recası dayima Şol kişi kim salâh ile uçmağı iktiza ider Günde beş on kez âdemün kabri zeban-ı hal ile Muntazıram sana diyü ağzın açup nida ider İki cihanı kendüye kayd-ı taalluk eylemez Vahdet-i Hâk muhabbeti âşıkı bir yana ider Güç ile sığdı Yahya'nun maktaa adı fi'l-mesel Kaleb-i ademe giren ruh gibi iba ider

  • Şiir ve Gelenek

    Gelenek Bir toplumda kuşaktan kuşağa iletilen kültürel değerlere, alışkanlıklara bilgi, töre ve davranışlara gelenek denir. Düğün geleneği, mevlid geleneği, bayram geleneği… gibi. Gelenek, geçmişten bugüne gelendir, geçmişi olandır; kökü, öncesi, sürekliliği olandır, bir anda oluşmayandır. Şiir ve Gelenek Şiir geleneği daha önce yaşamış şairlerin eserleriyle oluşmuştur. Geleneği oluşturan şairler arasında sanat anlayışı bakımından ilişki vardır. Halk ve aydın, tarihi akış içerisinde kendi dilleriyle kendi şiir geleneklerini oluşturmuşlardır. Mesela Aşık Veysel, geleneği Türk edebiyatının başlangıç tarihine dayanan halk edebiyatının bir temsilcisidir. O, dörtlüklerle ve hece vezniyle şiir kozasını oluştururken içinde yaşadığı kültürel ortamın etkisiyle farklı kavramlara ve kelimelere yer vererek geleneğin içinde özgünleşmiştir. Türk edebiyatında üç şiir geleneği vardır: Halk Şiiri geleneği Divan Şiiri Geleneği Modern Şiir Geleneği Halk Şiiri Geleneği Halkın içinden yetişmiş ve çoğu okur-yazar olmayan sanatçılar tarafından oluşturulmuştur. Şiirler, sade bir halk Türkçesiyle söylenmiştir. Nazım birimi olarak dörtlük kullanılmıştır. Hece vezni kullanılmıştır. Kafiyeye önem verilmiştir. Aşk, tabiat, tasavvuf, yiğitlik gibi konular işlenmiştir. Şiirler hazırlıksız olarak söylenmiştir. Genellikle yarım kafiye kullanılmıştır. Gelenek usta-çırak ilişkisiyle bugüne kadar gelmiştir. Koşma, semai, varsağı, destan, ilahi, nefes, mani, türkü gibi nazım şekilleri vardır. Halk şiiri geleneğinin en güçlü temsilcileri Karacaoğlan, Aşık Seyrani, Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Erzurumlu Emrah, Gevheri'dir. Bu geleneğin son dönem temsilcileri arasında Aşık Veysel, Murat Çobanoğlu, Aşık Reyhani, Aşık Şeref Taşlıova ve Aşık Mahzuni Şerif’in önemli bir yeri vardır. Divan Şiiri Geleneği Divan edebiyatı, saray ve çevresinde gelişen ve aydın zümreye hitap eden bir edebiyattır. "Klasik Türk Edebiyatı" ismiyle de anılır. Bu döneme ait şairlerin, şiirlerini topladıkları "divan" adı verilen birer defterleri vardır. Her şairin bir divanı olduğu için, divan edebiyatı ifadesi daha yaygındır. Divan şiirinin dilinde Arapça ve Farsça kelime ve tamlamalar sıkça görülür. Bu dönemin Türkçesine "Osmanlı Türkçesi" denir. Nazım birimi beyittir. Aruz vezni kullanılmıştır. Şiirlerde aşk, tabiat, din, tasavvuf gibi genellikle ferdi konular işlenmiştir. Şiirlerde konu bütünlüğüne ve bütün güzelliğine değil, beyit güzelliğine yer verilmiştir. Yani en güzel şiiri yazmak değil, en güzel beyti yazmak amaçlanmıştır Kaside, gazel, mesnevi, murabba, terkib-i bend, rubai, şarkı gibi nazım şekilleri vardır. Modern Şiir Geleneği Bu şiir geleneğinde şiirde ölçünün, nazım biriminin ve kafiyenin şart olmadığı savunulmuş ve ölçüsüz ve kafiyesiz şiirlerin örnekleri verilmiştir. Sanatlı söyleyişin yerine yalın ve tabiî söyleyiş benimsenmiştir. Her türlü konu işlenmiştir. Nazım birimi kullanılmamıştır. Serbest şiir tarzı benimsenmiştir. Şiirlerde sözcük dizilişi ve iç ahenk ön plandadır. Şiir ve Gelenek konulu PowerPoint sunusunu aşağıdaki indir butonuna tıklayarak indirebilirsiniz.

  • Konularına Göre Şiir Türleri

    Konularına Türleri Sunusu PowerPoint olarak hazırlanmıştır. Sunuyu aşağıdaki indir butonuna tıklayarak indirebilirsiniz.

  • Halk Şiiri Nazım Şekilleri ve Türleri Sunusu

    Halk Şiiri Nazım Şekilleri ve Türleri Sunusu PowerPoint olarak hazırlanmıştır. Sunuyu aşağıdaki indir butonuna tıklayarak indirebilirsiniz.

  • Divan Şiiri Nazım Şekilleri ve Türleri Sunusu

    Divan Şiiri Nazım Şekilleri ve Türleri Sunusu PowerPoint olarak hazırlanmıştır. Sunuyu aşağıdaki indir butonuna tıklayarak indirebilirsiniz.

  • Milli Edebiyat Şiirinin Genel Özellikleri

    Millî edebiyat şairleri şiiri, “yalnız sanatçıya ait şahsi bir mesele, estetik bir haz vasıtası” olarak gördüler. Bu yönüyle Fecriati’nin bireysel sanat anlayışından pek de farklılık gösteremediler. Yalnız “Yeni Lisan” makalesinde savunulan dil anlayışı ve hece ölçüsünü benimsemeleri onları Fecriati şairlerinde ayırmıştır. 1911 sonrası Türk şiirinde karışık bir durum göze çarpar. Bir yandan Tahsin Nahit ve Cenap Şahabettin gibi sanatçılar Servetifünun zevk ve anlayışını sürdürürken diğer yandan üç tür şiir anlayışı ortaya çıkar. Ziya Gökalp ve Mehmet Emin Yurdakul gibi şairler sade dil ve hece ölçüsüyle şiirler yazdı. Yahya Kemal ve Ahmet Haşim saf (öz) şiir anlayışını benimsedi. Mehmet Âkif Ersoy ise halkın yaşayış tarzını ve değerlerini anlatan manzumeler yazdı. Bu dönemin genel özellikleri şöyledir: Toplum için sanat anlayışını savundular. İstanbul Türkçesi esas olarak sade bir Türkçeyle yazdılar. Halk şiirini kaynak olarak benimseyen şairler hece ölçüsünü kullandılar. Millî kültür ve millî tarihle ilgili konular ele alınarak milliyetçi şiirler yazdılar. Duygudan ziyade fikrin ön planda olduğu didaktik şiirler yazdılar. Şiirlerinde imgelere fazla yer vermediler. Tam ve zengin kafiyenin yanında yarım kafiyeyi de kullandılar.

  • Yunus Emre

    Büyük Türk düşünürü ve şair Yunus Emre, sevgi, saygı, hoşgörü, doğruluk, sabır, kanaat, cömertlik, fedakarlık, Allah sevgisi ve gönül yapmak gibi değerlerle yüzyıllardır insanlığa ışık saçıp yol gösteriyor. (Grafik: Yılmaz Yücel/AA) Kesin doğum tarihi bilinmeyen Yunus Emre, çeşitli kaynaklara göre, 13. yüzyılın ortası ile 14. yüzyılın ilk çeyreği arasında Anadolu'da yaşadı. Türk-İslam halk düşüncesinin en önemli yapı taşlarından Yunus Emre'nin 1307-1308'de yazdığı "Risaletü'n-Nushiyye" ile vefatının ardından sevenlerinin derlediği şiirlerinden oluşan "Divan" isimli iki önemli eseri bulunuyor. Büyük Türk düşünürü, tasavvuf ve halk şairi Yunus Emre, Anadolu'nun manevi mimarlarından sayılıyor. Her müminin arzuladığı ilahi aşkı anlattığı şiirlerini halk diliyle yazan Yunus Emre, Türkiye Türkçesinin tarihi devresinin ilk safhasını teşkil eden ve "Eski Anadolu Türkçesi" adı verilen bu şivenin oluşmasında rol oynadı. "Acem tasavvufi eserlerinden tamamıyla ayrı bir mahiyette, halkın zevkine uygun bir Türk tasavvuf edebiyatı vücuda getirmiştir. Bu nedenle Türk tasavvuf edebiyatının Anadolu'daki kurucusu kabul edilir. Şiirlerinde her müminin arzuladığı ilahi aşkı dile getirmiştir. Sade ve gösterişsiz bir hayat yaşamıştır. Yunus Emre, sözleriyle ve yaşayışıyla 13. yüzyıldan bugüne kadar tanıyan her insanın kalbinde taht kurmayı başarmıştır. Kısa, özlü ve etkili sözleriyle tasavvuf alanında oldukça etkili olmuştur. Her daim İslam'ın iman, aşk, umut ve adalet üzerine kurulan zaman ve mekan üstü mesajlarının taşıyıcısı olmuştur. 'Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez.' ve 'Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası.' diyen Yunus Emre, yaşamının üzerinden yüzlerce yıl geçmesine rağmen düşünceleriyle diri kalmaya ve diri kılmaya devam etmektedir." "Bize hakikat yolundaki gerçek mutluluğun anahtarını sunuyor" Doç. Dr. Sarıtaş, Mevlana Celaleddin Rumi, Hacı Bektaş Veli, Ahi Evran-ı Veli, Ahmed Fakih, Geyikli Baba ve Seydi Balum gibi büyük zatlarla aynı dönemde yaşayan Yunus Emre'nin mürşidinin Tapduk Emre olduğunu hatırlattı. Yunus Emre'nin yaşadığı dönemin, dış tesirlerle sarsılan Anadolu Selçuklu Devleti'nin yıkılmakta bulunduğu devir olduğunu anlatan Sarıtaş, "Ayrıca Anadolu Türklerinin Moğol yağmalarıyla, iç kavga ve çekişmelerle, siyasi otorite zayıflığıyla, dahası kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu yıllardır. Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde küçük-büyük Türk beyliklerinin, özellikle Osmanlı Beyliği'nin de filizlendiği bir dönemdir. Böyle bir ortamda Yunus Emre, İslam'ın öngördüğü sevgi, güven, ahlak, adalet, ahiret ve umut bağıyla Anadolu halkına ümit ışıkları yakmış, Türk insanının gönüllerinde taht kurmayı başarmıştır." ifadelerini kullandı. Sarıtaş, Yunus Emre'nin, Orta Asya'da Ahmed Yesevi ve dervişlerinin hikmetleriyle başlayan çığırı Anadolu'da devam ettirip klasik sufi terminolojisini Türkçeleştirdiğine değindi. Yunus Emre'nin kendine özgü tarzıyla Türk edebiyatı, tekke şiirleri, Bektaşi şiirleri ve aşık edebiyatı alanında haleflerine önemli katkılar sunduğuna dikkati çeken Sarıtaş, şunları kaydetti: "Yunus Emre, sevgi, aşk, irfan ve hizmetle gönül yapmaya çalışmıştır. Türk edebiyatının en büyük mütefekkirlerinden biridir. Yunus Emre aynı zamanda Anadolu'da bir bakıma halk hekimi gibi dolaşarak halkın yaşadığı sorunlara çözümler getirmeye çalışmış, toplumun psikolojik hafızasını onarmıştır. Bir anlamda 'onarıcı ruh sağlığı' hizmetini yerine getiren Yunus Emre'nin şiirleri sadece kendi döneminin insanlarını değil, bugünün insanlarını da ilgilendirmektedir. Şiirlerini her okuduğumuzda dini ve ahlaki değerlerden söz ettiğini, insanın her daim Allah'ı hatırda tutmakla mutlu ve güvende olacağını vurguladığını görüyoruz. Yunus Emre, bize hakikat yolundaki gerçek mutluluğun anahtarını sunuyor. Dün olduğu gibi bugün de Yunus diline ve gönlüne muhtacız. Her türlü şiddetin önlenmesinde Yunus düşüncesine ve inanç şekline ihtiyacımız var. Bu nedenle Yunus'u sadece okul, cadde ve enstitü isimlerinde değil, hayatımızın her anında yaşatmalıyız."

  • Abdurrahim Karakoç

    Anadolu insanının karşılaştığı zorlukları ve çektiği sıkıntıları dile getirdiği eserleriyle toplumun geniş bir kesimine ulaşmayı başaran şair ve yazar Abdurrahim Karakoç, eserlerinin yanında kişiliğiyle de hatırlanmaya devam ediyor. (Elmurod Usubaliev - Anadolu Ajansı) Türk şiirine kazandırdığı "Mihriban", "İsyanlı Sükut", "Hak Yol İslam Yazacağız", "Gel Gayrı", "Hasan'a Mektuplar", "Vur Emri" ve "Omuzumda Sevda Yükü" adlı eserleriyle tanınan şair ve yazar Abdurrahim Karakoç... Anadolu insanının karşılaştığı zorlukları ve çektiği sıkıntıları eserlerinde işleyen Karakoç, 7 Nisan 1932’de Kahramanmaraş'ın Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü köyünde dünyaya geldi. Karakoç'un annesi Fadime Hanım ile babası Ümmet Efendi çiftçilikle uğraşıyordu. İlkokuldan sonra öğrenimine bir süre devam edemeyen Karakoç, köyünde marangozluk ve çiftçilik yaptı. Dedesi, babası ve kardeşleri şair olan ve kendisi de henüz küçük yaşlarda şiirle tanışan Karakoç, bir açıklamasında şu bilgileri vermişti: "Ebedi kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine, 7 Nisan 1932'de dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle böyle geçti. Kıt imkanlara, kıtlık yıllarına rağmen hala o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, 'Özlenecek nesi var?' diyebilir ama ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç, şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim. Boşluğumu şiirle doldurmaya çalıştım. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gitti." Şair Karakoç, 1958'de Elbistan Belediyesi'nde muhasebeci olarak çalışmaya başladı, 1981'de emekli olana kadar bu görevini sürdürdü. Yazdığı şiirlerden dolayı hakkında çok sayıda dava açıldı İlk şiirleri iki kitap olacak hacimdeyken beğenmeyip yaktığı söylenen Karakoç'un eserleri ilk olarak Elbistan'da çıkan Engizek gazetesinde yayımlandı. "Şiire nasıl başladınız?" sorusuna "Besmeleyle" cevabını veren Abdurrahim Karakoç, 1958'de kaleme almaya başladığı, birbirinin devamı 22 şiirden meydana gelen "Hasan'a Mektuplar" isimli eserini 1964'te yayımladı. Emekliliğin ardından Ankara'ya yerleşen Karakoç, çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Mihriban eseriyle toplumun her kesimi tarafından tanınan Karakoç, "Saati Yok Eremi Yok (Ben Hep Seni Düşünürüm)", "Anadolu Sevgisi", "Zikrullah", "Hak Yol İslam Yazacağız", "Bayramlar Bayram Ola", "İsyanlı Sükut" ve "Tut Ellerimden" adlı eserlerin yanı sıra 5 şiirden oluşan "Hasan'dan Gelen Mektup", 8 şiirden oluşan "Haberler Bülteni", 7 şiirden oluşan "Vatandaş Türküsü" ve 5 şiirden oluşan "Masal" adlı çalışmalara imza attı. Yazdığı şiirlerden dolayı hakkında çeşitli davalar açılan Karakoç, kendisine isnad edilen bütün suçlamalardan aklandı. Usta şairin eserleri Fedai, Devlet, Töre, Bizim Ocak dergileriyle kendisinin çıkardığı Yeni Ufuk gazetesinin yanı sıra, Yeni Düşünce, Yeni Hafta ve Gündüz gazetelerinde okuyucuyla buluştu. Karakoç, çocukluğu ve memuriyet hayatı dolayısıyla köy hayatını yakından tanıma fırsatı yakaladı, Anadolu insanının karşılaştığı zorlukları ve çektiği sıkıntıları şiirlerinde ele aldı. Bestelenen 100'e yakın şiiriyle geniş kitlelere ulaştı Temiz Türkçe ve hece vezniyle aşk, ayrılık, özlem, tabiat ve gurbet konulu şiirler yazan Karakoç, şiirindeki ahengi aliterasyon (aynı sesin veya hecenin tekrarlanması) ve asonanslarla (aynı ünlü seslerin tekrarı) sağladı. Usta şairin 100'e yakın şiiri bestelenerek İbrahim Tatlıses, Şükriye Tutkun, Selda Bağcan, Musa Eroğlu, Esat Kabaklı, Gülay, Orhan Hakalmaz, Hasan Sağındık, Selçuk Küpçük, Gülşen Kutlu, Sevcan Orhan, Güler Duman, Gündoğar ve Azerin tarafından seslendirilerek geniş kitlelere ulaştı. Karakoç'un, "Sarı saçlarına deli gönlümü/ Bağlamışlar çözülmüyor Mihriban/ Ayrılıktan zor belleme ölümü/ Görmeyince sezilmiyor Mihriban. Yar deyince kalem elden düşüyor/ Gözlerim görmüyor, aklım şaşıyor/ Lambada titreyen alev üşüyor/ Aşk, kağıda yazılmıyor Mihriban..." eseri, birçok ünlü isim tarafından yorumlanarak unutulmaz türküler arasında yerini aldı. "Lambada titreyen alevin üşüdüğünü yazan kar sesini de bulur" Eseri 1960'ta yazdığını söyleyen Karakoç, bir açıklamasında şunları söylemişti: "Bazıları 'Gerçek mi?' diyor. Gerçek, diyorum ama adı Mihriban değil. O gençliğimde yaşanmış bir aşktı. Ama şimdi adını deşifre etmem, ayıp olur. Benim takmış olduğum sembol bir isimdir Mihriban. Masa başında yazılmış, hayal bir aşk, bu tadı ve lezzeti vermez. Yaşayacaksın ki yazacaksın. O zamanlar elektrik yoktu. Lamba ışığı altında yazıyordum. Şiire başladığımda lambadaki alev titremeye başladı. 'Lambadaki alev üşüyor' çıktı... Bazen aklıma düşüyor. Ben unutursun diyorum ama, insan hiçbir zaman unutamıyor... O bir mektup üzerine yazılmıştır. Benim gönderdiğim bir mektuptan dolayı bir cevap aldım. 'Unutmak kolay mı?' mektubun başlığı..." Aşık Mahzuni Şerif'le dostlukları olan şair bir buluşmayı şöyle anlattı: "Maraşlı şairler ve ozanlar buluşmasının arifesinde Âşık Mahsuni Şerif'i ziyarete gittik. Ökkeş de vardı. Kar sesi üstüne Mahzuni ile bir saate yakın konuştuk, tartıştık. Kar sesi ne demekti. Karın rengini değil de niye sesini mevzubahis ediyor şair. Karın sesi nasıl bir şey? Sonunda Mahsuni bir iltifat yaptı bana: "Lambada titreyen alevin üşüdüğünü yazan kar sesini de bulur." Şair Abdurrahim Karakoç'u konuk alan Bayram Bilge Tokel'in TV programına telefonla bağlanan Aşık Mahzuni Şerif şu şiiri okudu: "Güzel Elbistan’ın eski aslanı/ Yıllar böyle geldi geçti Karakoç/ Bunca bedbin günahkarın içinde/ Felek gardaş beni seçti Karakoç. Siz bir bağda en kızarmış üzümken/ Ben koruktum bütün bağlar bizimken/ Türkmenin güzeli iki gözümken/ Obamız Nurhak’tan göçtü Karakoç. Bilirsin ki yok gönlümün dönesi/ Kekik kokar Ketizmen'in sinesi/ Tarih bin dokuz yüz elli senesi/ Deli gönlüm sevda içti Karakoç Sana ne söylerim bilmem ne derim/ Benim gibi doğdu gitti pederim/ Der Mahzuni ellerinden öperim/ Çünkü sana varmak güçtü Karakoç." Mahzuni Şerif'in aynı programda yaptığı Karakoç değerlendirmesi ise şöyle: "Sevgili Karakoç, Elbistan tarihi kadar Anadolu tarihinin de yirminci yüzyıla sunduğu Hakkın son lütuflarından birisidir. O yüce dostun hem çağdaşı hem meslekdaşı hem de hemşehrisi olmak, şu elli yıllık sanat ve ozansı hayatımda hep gururum olmuştur. Edebiyatımızın ve Elbistanımızın unutulmaz devini buradan kucaklayıp saygılar sunmak istiyorum." "Anadolu halkının ezeli şikayetlerini dile getirir" Doğuş Edebiyat 1983’te, Genç Kardelen 1998’de, Kardeş Kalemler dergisi ise 2012'de "Abdurrahim Karakoç Özel Sayısı" yayımladı. Evli ve 3 çocuk babası olan Karakoç, 7 Haziran 2012'de tedavi gördüğü Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi'nde vefat etti. Cenaze namazı eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez tarafından kıldırılan Karakoç'un naaşı, Kocatepe Camisi'ndeki törenin ardından Bağlum Mezarlığı'nda Şeyh Abdülhakim Arvasi Türbesi'nin yanına defnedildi. Yazar ve edebiyat tarihçisi Ahmet Kabaklı, Karakoç'un şiir anlayışı hakkında şu görüşleri aktarmıştı: "Abdurrahim Karakoç, halk şiirine derin düşünce ve davayı genişlemesine, derinlemesine sokan şairdir. Hem bir halk şairi, hem de bir aydın yazar olarak, Anadolu halkının, devletinden, hükümetinden, gazetecisinden, doktorundan, hakiminden ezeli şikayetlerini dile getirir. Abdurrahim Karakoç, öyle bir yerdedir ki hem köylünün, kasaba yoksulunun kendisidir hem de çevresindeki bazı aydınların kusurlarını görüp yüzlerine vuracak derecede görüş sahibidir." Yazar Lütfü Şehsuvaroğlu ise "Şair'in Bir Haberci Olarak Portresi" adıyla hazırladığı Abdurrahim Karakoç biyografisinde, "O yüzyılımızın Karacaoğlan'ı, Aşık Ömer'i, Seyrani'siydi. 35 yıl, köyünde şiir yazdı. Sonraki 35 yıl da ısrarımla Ankara'da geçirdiği yıllar... Aşk, memleket, dava ve tasavvuf şiirleri yazdı. Fakat hepsinde ortak bir özellik göze çarpıyordu. Mihriban'ın şairi aynı zamanda suyun ve dağların şairiydi. O kadar mı? Küçük köyünden 'global köy'e iletiler yayan bir haberciydi. O Mevlana'nın 'hayat haberdar olmaktan ibarettir.' sözüne uygun olarak çağından, etrafından haberdar olmakla kalmıyor, Habermas'ın iletişimsel eylem kuramına göre bir davanın, bir arka-planın dilini oluşturuyordu." ifadelerine yer veriyor. Karakoç kendisini bir şiirinde şöyle tanıtmıştı: "İman kaynağımdır, tevhid havuzum/ İslam'ın dışında arama beni/ Muhammed-ül Emin tek kılavuzum/ Putların peşinde arama beni/ Hak kelâm duyduğum kitap Kur'an'dır/ Başka yok! Uyduğum kitap Kur'an'dır/ Dolduğum, doyduğum kitap Kur'an'dır/ Beşerin 'boş'unda arama beni." Abdurrahim Karakoç'un eserleri Şair ve yazar Abdurrahim Karakoç, "Çobandan Mektuplar" ve "Düşünce Yazıları" gibi düz yazılarının yanı sıra şu şiir kitaplarına da imza attı: "Hasan’a Mektuplar", "El Kulakta", "Vur Emri", "Kan Yazısı", "Dosta Doğru", "Suları Islatamadım", "Beşinci Mevsim", "Akıl Karaya Vurdu", "Yasaklı Rüyalar", "Gökçekimi", "Gerdanlık", "Parmak İzi"

  • Nurettin Topçu

    "İsyan Ahlakı" eseriyle "Hareket" felsefesini Anadolu'yla buluşturan Cumhuriyet dönemi düşünürü, fikir ve ahlak adamı felsefeci Nurettin Topçu... Anadolu ve İslam medeniyeti sentezi için çabalayan, "Hareket" dergisinin kurucusu, sosyolog, felsefeci, yazar ve öğretmen Nurettin Topçu vefatının 45. yılında anılıyor. Baba tarafından, Erzurumlu Topçuzadeler mensubu olan Topçu, 1909'da İstanbul Süleymaniye'de dünyaya geldi. Topçu'nun Erzurum'da iken hayvancılık ve tahıl işleriyle uğraşan babası Ahmet Efendi, aileden İstanbul'a ilk yerleşen kişi oldu ve Çemberlitaş'ta kasap dükkanı işletti. Kimlikteki adı Osman Nuri olan ve İstanbul'un tarihi semtlerinde yetişen Nurettin Topçu, altı yaşında Bezmialem Valide Sultan Mektebi'nin ana kısmına yazıldı. Sonrasında Büyük Reşit Paşa Numune Mektebi'ne verilen Topçu, burayı birincilikle tamamladı. Topçu, o dönemlerde küçük bir sandıkta kitap ve gazeteler biriktirirken, öğretmeni Nafiz Bey sayesinde Mehmet Akif Ersoy sevgisi ve hayranlığı kazandı. Bir süre Vefa Lisesi'nde okuyan ve 1928'de İstanbul Lisesi'ni bitiren Topçu, aynı yıl Fransa'ya gitti ve hem Fransızca öğrenmek hem fark derslerini tamamlamak için Aix Lisesi'ne başladı. Buradan mezun olduktan sonra Strazburg Üniversitesi'ne geçerek felsefe öğrenimi gören Topçu, felsefe, ahlak, psikoloji, sanat felsefesi, tarih, mantık, sosyoloji, arkeoloji alanlarında eğitim aldı. Sorbon'da felsefe doktorası veren ilk Türk Felsefe doktorasını 1934'te Sorbonne Üniversitesi'nde veren Topçu, Türkler arasında ahlak üzerinde çalışan ilk öğrenci ve Sorbon'da felsefe doktorası veren ilk Türk oldu. Cumhuriyet tarihinin önemli fikir adamlarından biri olan Topçu'nun Fransa'da altı yıl boyunca süren eğitiminin sonucunda verdiği doktora tezi "İsyan Ahlakı" adıyla Türkçeye çevrildi. Topçu, Fransa'da 1934'te, Türkiye'de ise 1990'da Kültür ve Turizm Bakanlığınca yayımlanan başarılı çalışmasından dolayı üniversiteden altın saat, Amerika ve Kuzey Amerika'ya seyahat gibi ödüller almaya hak kazansa da bu ödüllerin hiçbirini kabul etmedi. Ödüllerin yerine üniversitenin giriş ve çıkış kulelerinde 24 saat Türk bayrağının asılmasını isteyen Topçu'nun bu isteği üniversite yönetimi tarafından yerine getirildi. Avrupa'daki hayatı okul, ev, kütüphane arasında geçen Topçu, bu sırada Sosyoloji Cemiyeti'ne girerek, derneğin yayın organında felsefi yazılar yayımladı. Topçu'nun fikirlerinde Maurice Blondel etkisi Samet Ağaoğlu, Ömer Lütfi Barkan, Besim Darkot gibi o yıllarda Fransa'da bulunan Türk öğrencilerle tanışan ve öğrencilik yıllarını Remzi Oğuz Arık ve Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu ile geçiren Topçu, burada hareket felsefesinin kurucusu Maurice Blondel ile de tanıştı. Blondel ile tanışması Topçu'nun fikirlerinin olgunlaşmasında önemli bir rol oynarken, hareket felsefesinin etkisinde kalan Topçu, bu felsefenin kavramlarını ve metodunu kullanarak ahlak sorunlarına kendi kültürü açısından baktı. Dr. Adnan Adıvar'ın Türkçe dersi verdiği tasavvuf tarihçisi, Hallac-ı Mansur mütehassısı Fars kökenli yazar ve şair Luis Massignon'a ise daha sonra bu dersi Topçu vermeye başladı. Yunus Emre ve Mevlana Celaleddin Rumi'nin düşüncelerinden de etkilenen Topçu, Sorbon'da başladığı Bergson üzerine çalışmasıyla doçent ünvanı almasına ve İstanbul Üniversitesi'nde iki yıl eylemsiz doçent olarak çalışmasına rağmen kendisine üniversitede kadro verilmedi. Düşünsel ve kültürel alanda çalışmalarının bir bölümünü, kuruluşuna da katıldığı Türk Kültür Ocağı, Türk Milliyetçiler Derneği, Milliyetçiler Derneği ve Anadolu Fikir Derneği'nde sürdüren Topçu, Türkiye'ye döndükten sonra Galatasaray Lisesi başta olmak üzere farklı liselerde öğretmenlik görevi yürüttü. Toplam 40 yıl boyunca öğretmenlik yapan Topçu, 1960 ihtilaline kadar Robert Koleji'nde tarih, İstanbul İmam Hatip Okulu'nda psikoloji, felsefe ve dinler tarihi dersleri verdi. Topçu, vatani görevini 6 Mayıs 1936- 31 Ekim 1937'de levazım asteğmeni olarak, İstanbul Hasköy'de yerine getirirken, TBMM'nin birinci dönem muhalif milletvekillerinden aynı zamanda aile dostları Hüseyin Avni Ulaş'ın kızı Fethiye Hanım'la kısa süren bir evlilik yaptı. 1939'da "Hareket" dergisini çıkarmaya başladı Çocukluk arkadaşı Sırrı Tüzeer vasıtasıyla Nakşi şeyhi Abdülaziz Bekkine Efendi ve Nakşi Hasib Efendi ile tanışan ve Abdülaziz Efendi'ye intisab eden Nurettin Topçu, düşünce dünyasına yeni bir yön veren şeyhinin ölümünden duyduğu büyük acı ve uğradığı yıkımı, "Taşralı" kitabındaki "Yıldırım'ın Huzurunda" başlıklı yazısıyla anlattı. Topçu, Celal Ökten'den de İslami ilimler yönünden faydalandı ve daha sonra İmam-Hatip okullarının kuruluşunda programların hazırlanmasında Celal Hoca ile mesai arkadaşlığı yaptı. Hareket felsefesinden esinlenerek 1939'da "Hareket" dergisini çıkarmaya başlayan Topçu, bir ekol oluşturdu ve hareket felsefesini Türk okurlarına tanıttı. Topçu, eğitim ve öğretime katkısını öğretmenlikte bırakmayıp felsefe, sosyoloji, psikoloji, mantık ve ahlak dersleri için ders kitapları da yazdı. "Anadoluculuk" düşünce hareketini savundu Usta yazar, Anadolu coğrafyasında yaşayan herkesi merkeze koyan "Anadoluculuk" düşünce hareketini savundu, kadim İslam ve Türk tarihini, tasavvufu ve modern dönemdeki sosyolojik gerçekliği eserlerinde de tahlil etti. Aynı zamanda Anadolu toprağına ve Türk tarihine sıkı sıkıya bağlı bir milliyetçilik anlayışı geliştiren Topçu, milliyetçiliğin "devirlerin tahakküm sermayesi olan siyasi hezeyanlardan sıyrılması" gerektiğini savunurken, "Hareket, Allah'la insanın terkibidir" sözünü ölçü alarak eğitimden ekonomiye, ahlaktan politikaya, felsefeden bilime, insanı ilgilendiren her alanda yazılar yazdı. Nurettin Topçu, 1960 ihtilalinin ardından Ali Fuat Başgil'le birlikte Adalet Partisi'nin kuruluş çalışmalarına katılıp 1961 seçimlerinde Konya'dan aday gösterildiyse de cumhurbaşkanlığı seçimi esnasında Başgil'e gösterilen muameleye karşı ve Süleyman Demirel'in parti başkanlığına getirilmesinin ardından bu çevreyle ilişkisini kesti. İstanbul Erkek Lisesi'nden 1974'te emekliye ayrılan ve düşüncelerini sergilediği "Hareket" dergisini 1975'e kadar aralıklarla yayımlayan Topçu, dergide yayımlanan "Çalgıcılar" başlıklı yazısıyla sürüldüğü Denizli'de Said Nursi ile tanıştı ve onun tüm mahkemelerini takip etti. Fikirlerinin temel dinamiği İslam'a bağlılığı oldu Topçu, Medeniyeti "İnsanlığın muayyen tarihi devirlerinde bir zümre cemiyetin benimsediği vasıtalarla çalışarak ortaya koyduğu ve yaşattığı teknik eserlerin ve yaşayış şekillerinin bütünü", kültürü ise "Bir cemiyetin kendi tarihi içinde meydana getirdiği değer hükümlerinin bütünü" olarak tanımladı. "İsyan"ı da "insanı Allah'a götürecek yolları tıkayan her şeye başkaldırı" olarak tanımlayan Topçu, Batıcılığın ve Batılılaşma çabalarının taklitten öteye gidemeyişinin nedenini kültür ile medeniyetin birbirine karıştırılmasında gördü. "Hareket", "irade" ve "isyan" Topçu'nun düşünce dünyasının temel kavramlarını oluştururken Cumhuriyet devri Türk felsefecileri ve aydınları arasında ahlak konusunda en çok metin kaleme alan ve bu sahadaki vurgularını bütün hayatı boyunca ısrarla sürdüren yine Topçu oldu. Nurettin Topçu, ilk yazılarından itibaren bütünlüğü olan çok taraflı bir fikir mücadelesi yürüttü, bir taraftan da Osmanlı-Cumhuriyet modernleşmesini hesaba katıp onu aşmayı hedefleyerek tenkitçi bir bakış açısıyla "yeni bir insan", "millet", "devlet modeli" keşif ve inşa etmeye çalıştı. Nizam Ahmed imzasıyla da şiirler yayımlayan ve 1975 nisanında pankreas kanserine yakalandıktan sonra aynı yıl 10 Temmuz'da vefat eden Topçu, İstanbul'un Fatih ilçesindeki Kozlu Mezarlığı'nda toprağa verildi. "Topçu hem yerli hem evrensel bir düşünce ve hareket yolu açtı" Nurettin Topçu'yu "Cumhuriyet dönemi Türkiyesi'nin kalbi ve ruhu" olarak tanımlayan Mehmet Kaplan, vefatının ardından Topçu için, "Ben onda Yunus Emre'nin çağın felsefesi ile yoğrulmuş büyük bir temsilcisini buldum. Hiç şüphe etmiyorum ki öbür dünyada yöneldiği yer Mevlana ve Yunus Emre'nin yanıdır." ifadelerini kullandı. Topçu'nun, medeniyet ve teknik hakkındaki görüşleriyle demokrasi tahlillerini bugün ve yakın gelecek için oldukça önemli bulan Ezel Erverdi, "Hareket" dergisinin Topçu'nun vefatının ardından 1982'ye kadar yayınlanmasını sağladı. Hayatı boyunca mücadeleci yapısıyla öne çıkan ve birçok usta ismin düşünce dünyasına büyük katkılarda bulunan Nurettin Topçu'ya dair yazar Mustafa Kutlu birkaç ay önce gerçekleştirdiği röportajında, şunları anlattı: "Nurettin Topçu'ya her zaman yakınlık duydum. Liseden itibaren hissiyatımda hak, adalat duygusu vardı. Bu topraklara ayak basan, esas itibarıyla bu toprakların nomosu sayılan, Türkiye'nin tek filozofu Nurettin Topçu, beni çok allak bullak etmiştir. 'Hareket' dergisindeki yazıları beni çok etkilemiştir. Dolayısıyla esasları itibariyle Nurettin Topçu, benim düşünce çizgimi tayin etmiştir. Son yazdığım 'Kalbin Sesi' kitabı da Nurettin Beyin fikirlerinin bir şekilde neşvünema bulması, yeniden yorumlanmasıdır." Topçu'nun öğrencilerinden olan ve "İsyan Ahlakı Peşinde ve Nurettin Topçu Albümü'' başlıklı bir kitap hazırlayan Prof. Dr. İsmail Kara ise bir söyleşisinde şu değerlendirmelerde bulundu: "Nurettin Topçu, hayatının hiçbir döneminde ideologluğa yönelmedi, aforizmalarla, slogan değeri yüksek ama arkası boş cümlelerle yol almayı benimsemedi. Bu sayede dergi katılmaya ve paylaşmaya, birlikte hareket etmeye açık hale geldi. Herhalde bu sayede farklı bir mektep olabildi. Ama büyük kalabalıklara hitap etmeyi öne alan, onları etkilemeye çalışan, siyasi hareketlenmelere teşne bir yapısı hiç olmadı. Hatta bunlara hayli mesafeli, bazen da karşı durduğu bile söylenebilir. Soğuk savaş sonrası dönemde ve Demokrat Parti iktidarı ile birlikte milliyetçi, muhafazakar ve mütedeyyin kesimlerin kolaylıkla ABD çizgisine ve kapitalist dünya görüşüne doğru hareket etmesine, siyasi merkezle uzlaşmasına, kalkınmacı, sanayileşmeci, maddiyatçı olmasına karşı çıkması da bunun bir uzantısı." "Vefa" ödülüne layık görüldü Merhum Nurettin Topçu'ya, 2017'deki Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri'nde, "İnsanın var oluşunu sadece et, kemik, kan ve maddeden ibaret görmeyip ruhun derinliklerine inen, isyanın da bir ahlakı olduğunu ve bireyin toplumda bir ahlak nizamı çerçevesinde kendine yer edineceğini anlatan, bu millete Anadolu irfanının kıymetini ve düzen kurucu ahlakını kuşanmayı telkin eden, kadim İslam ve Türk tarihini, tasavvufu ve modern dönemdeki sosyolojik gerçekliği tahlil eden eserleri" dolayısıyla "Vefa" ödülü verildi. Ezel Erverdi ve İsmail Kara tarafından Topçu'nun daha önce küçük kitap halinde basılan çalışmalarının yanı sıra makaleleri de taranarak, kitaplara girmemiş yazılarının tasnifiyle bütün eserleri yeniden düzenleniyor. Deneme, inceleme, öykü, roman, çeviri ve ders kitapları kaleme alan Topçu, ardında "İsyan Ahlakı", "Yarınki Türkiye", "İslam ve İnsan", "Ahlak Nizamı", "Ahlak", "Devlet ve Demokrasi", "Mevlana ve Tasavvuf", "Kültür ve Medeniyet", "Türkiye'nin Maarif Davası", "Taşralı", "Bergson", "Mehmet Akif", "Büyük Fetih" gibi birçok eser bıraktı. Usta yazarın aynı zamanda tüm eserleri günümüzde Dergah Yayınları tarafından okuyucuyla buluşturuluyor.

  • Yakup Kadri

    Şiirden makale ve denemeye, romandan tiyatro oyununa kadar pek çok edebiyat türünde önemli eserler veren Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Türk basın hayatında da iz bıraktı. Kahire'de 27 Mart 1889'da doğan, öğreniminin bir bölümünü Manisa ve İzmir'de, bir bölümünü Mısır'da sürdüren Karaosmanoğlu, İstanbul'da hukuk eğitimi aldı. İsviçre'de 1916-1919'da tüberküloz tedavisi gören ve İstanbul'a döndüğünde İkdam gazetesi yazarı olarak Milli Mücadele'yi destekleyen yazılar kaleme alan Karaosmanoğlu, bu yazılarından dolayı 1921'de Ankara hükümetinin çağrısı üzerine Anadolu'ya geçti. Savaştan sonra Tedkik-i Mezalim Heyeti'nde görevli olarak Kütahya, Simav, Gediz, Eskişehir, Sakarya civarını dolaşan Karaosmanoğlu, Mardin (1923-1931) ve Manisa (1931-1934) milletvekilliği yaptı. Karaosmanoğlu, milletvekilliği süresince Hakimiyet-i Milliye, Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleriyle imtiyaz sahipliğini yaptığı Kadro dergisinde edebi ve siyasi yazılar kaleme aldı. Yakup Kadri 1934'ün sonlarından itibaren Tiran, Prag (1935-1939), Lahey (1939-1940), Bern (1942-1949), Tahran (1949-1951) ve tekrar Bern (1951-1954) elçilik görevlerinde bulundu. Türkiye'ye emekli olduğu 1955'te dönen Karaosmanoğlu, 1961'de Cumhuriyet Halk Partisi Manisa Milletvekili seçildi. 1962'de Atatürk ilkelerinden uzaklaştığını öne sürerek partisinden ayrılan, 1965'te siyasi hayata tamamen veda eden Karaosmanoğlu'nun son resmi görevi Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu Başkanlığı oldu. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 13 Aralık 1974'te arkasında birçok edebiyat eseri bırakarak Ankara'da yaşama veda etti. Toplumun ve milletin malı olan sanatı benimsedi Edebi hayatı, Fecr-i Ati'ye girmesiyle başlayan Yakup Kadri'nin yayımlanan ilk eseri "Nirvana" adlı piyes oldu. Daha çok eleştirileriyle tanınan Karaosmanoğlu'nun çeşitli yazıları Çığır, Dergah, Genç Kalemler, Güzel Sanatlar Mecmuası, Hayat, İctihad, İnci, Jale, Meydan, Muhit, Musavver Muhit, Musavver Eşref, Musavver Hale, Peyam-ı Edebi, Nevsal-i Milli, Resimli İstanbul, Rübab, Servet-i Fünun, Şebab, Şiir ve Tefekkür, Tercüman, Tercüman-ı Hakikat, Türk Yurdu, Varlık, Yeni İstanbul, Yeni Mecmua, Yeni Nesil gibi gazete ile dergilerde çıktı. Edebi hayatının başlarında ferdiyetçi sanat anlayışına sahip olan Karaosmanoğlu, işgal yıllarından sonra bağımsız sanat davası yerine, bir toplumun ve milletin malı olan sanatı benimsedi. Karaosmanoğlu, bu düşüncenin sonucu olarak özellikle romanlarında Sultan Abdülmecid devrinden 1950'lerin Türkiye'sine kadar geçen yüzyıl içindeki tarihi olayları ve sosyal değişmeleri ele aldı. Yakup Kadri'nin mensur şiir tarzı denemeleri başta olmak üzere eserlerinde, tasavvufi hikmetler, Kitab-ı Mukaddes'ten kıssalar, Yunus Emre, Fuzuli, Karacaoğlan gibi yerli şairlerin yanında Ibsen, Maeterlinck, Proust, Nietzsche, Bergson gibi Batılı yazar ve filozofların etkileri dikkati çekiyor.

  • Cahit Sıtkı Tarancı

    "Yaş Otuz Beş" ve "Memleket İsterim" eserleriyle, Türk şiirinin unutulmazları arasına giren şair ve yazar Cahit Sıtkı Tarancı... Arife Hanım ile Diyarbakır'da ticaret ve ziraatle uğraşan Pirinççizadeler ailesinden Bekir Sıtkı Beyin ilk çocukları olarak 1910'un ekim ayında doğan Tarancı'ya ailesi tarafından ilk olarak "Hüseyin Cahit" ismi verildi. Soyadı Kanunu çıktığı yıl akrabaları "Pirinççioğlu" soyadını alsa da şairin babası, o dönem pirinç ekiminden çok zarara uğradığı için "Pirinççioğlu" yerine "çiftçi" anlamına gelen "Tarancı" soyadını aldı. İlkokulu Diyarbakır'da okuyan, orta öğrenim için Kadıköy Fransız Saint Joseph Lisesi'ne devam eden, lise yıllarında şiir yazmaya başlayan Tarancı, 1931'de Galatasaray Lisesi'nden mezun oldu. İlk şiir kitabı "Ömrümde Sükut" 1933'te yayımladı Tarancı'nın ilk eserleri, Galatasaray Lisesi'nin çıkardığı "Akademi" ile dönemin ünlü "Servet-i Fünun" dergilerinde yayımlandı. Fransızcayı ilerleterek, Stephane Mallarme, Charles Baudelaire ve Arthur Rimbaud gibi Fransız şairlerin eserlerini okumaya başlayan şair, "Garip" akımından etkilendi ve bu dönem serbest şiir denemeleri yaptı. Cumhuriyet döneminin önemli şair ve yazarlarından Ziya Osman Saba ile 1928'de tanışarak yakın dost olan Tarancı ile Saba arasında Türk edebiyatını etkileyen yazışmalar, Tarancı'nın vefatına dek sürdü. Cahit Sıtkı Tarancı, 1931'de girdiği Mülkiye Mektebi'nden ikinci senenin sonunda atılınca, eğitimine Yüksek Ticaret Okulu'nda devam etti ancak memuriyet sınavını kazanıp Sümerbank'ta çalışmaya başlayınca bu okuldan da ayrıldı. "Ömrümde Sükut" adlı ilk şiir kitabını 1933'te Mülkiye Mektebi'ndeyken yayımlayan Tarancı, Karabük'e atanınca Sümerbank'taki memuriyetten ayrıldı ve öykülerini yayımladığı Cumhuriyet gazetesinde çalışmalarını sürdürdü. Aynı yıllarda Peyami Safa ile tanışan usta şair, Cumhuriyet gazetesi sahipleri Nadir Nadi ve Doğan Nadi'nin desteğiyle üniversite öğrenimini tamamlamak üzere Paris'e gitti. Paris Radyosu'nda Türkçe yayınlar spikerliği de yapan Tarancı, 1938-1940'ta Sciences Politiques'te yüksek lisans yaptı ve Paris'teki yaşamı sırasında Oktay Rıfat ile tanıştı. "Otuz Beş Yaş" ile birinci oldu İkinci Dünya Savaşı'nın başlamasıyla arkadaşlarıyla birlikte Paris'ten bisikletle kaçan Tarancı, günlerce süren yolculuğun ardından Lyon üzerinden İsviçre'ye, oradan da trenle Türkiye'ye ulaştı. Tarancı, 1941-1943'te Balıkesir'in Burhaniye ilçesinde yaptığı vatani görevi sırasında Türk şiirinin önemli örneklerinden biri olan "Haydi Abbas" eserini kaleme aldı. Askerliğinin ardından İstanbul'a yerleşen ailesinin yanına gelen Tarancı, kısa bir süre babasının iş yerinde çalıştı. Cahit Sıtkı Tarancı, daha sonra Ankara'ya taşınarak, Anadolu Ajansı'nda ve Çalışma Bakanlığı'nda görev yaptı. Türk şiirinin klasikleri arasına giren "Otuz Beş Yaş" şiiriyle 1946'da Cumhuriyet Halk Partisi'nin düzenlediği şiir yarışmasında birincilik elde eden şair, 1951'de Cavidan Tınaz ile evlendi. Cahit Sıtkı, şiir yazmanın hayatının en büyük amacı haline gelişini, "Sanat, şiir benim için bir teselli vesilesi, bir kurtuluş kapısıdır... Ona dört elle sarılmaklığım tabii bir neticedir. Tutunduğum yegane dal..." sözleriyle anlatmıştı. Evlendikten sonra yazdığı şiirlerini "Düşten Güzel" adlı kitapta bir araya getiren Tarancı, eşinden ayrıldığı 1954'te kalp rahatsızlığından dolayı kriz geçirince hastaneye kaldırıldı. Cahit Sıtkı, daha sonra sağ tarafından felç geçirerek konuşma yetisini kaybetti, İstanbul ve Ankara'da çeşitli hastanelerde tedavi gördü. Yaklaşık bir yıl kadar da Diyarbakır'daki baba evinde bakılan, tedavi için devlet tarafından 1956'da Avrupa'ya götürülen Cahit Sıtkı, zatülcenp olarak bilinen akciğer zarı iltihaplanması hastalığına yakalanarak 13 Ekim 1956'da Viyana'da vefat etti. Hayatını kaybettiğinde "yolun yarısı" dediği 35 yaşını henüz 11 yıl geçirmiş olan şairin cenazesi Ankara'da Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedildi. Cahit Sıtkı Tarancı'nın ailesinin Diyarbakır'daki evi 1973'te "Cahit Sıtkı Müze Evi" olarak da ziyarete açıldı. "Şiir yazmak için yer seçmezdi" Cahit Sıtkı, ailesinden ayrılmasıyla oluşan özlemi, yalnızlığı, çevresindeki insanlara sitemleri, sevgisi ve birçok duygusunu ifade ederek yaşadıklarını şiirine yansıttı. Fazıl Hüsnü Dağlarca, bulunduğu her ortamda şiir yazan Tarancı için "Şiir yazmak için yer seçmezdi" derken, Haldun Taner ise şu ifadeleri kullanmıştı: "Kısa ömrü boyunca Türkçenin tadını çıkaran, akıllarda kalan güzel şiirler yazdı... Müstesna incelikte, bütünüyle kendini şiire adamış bir insandı. İnsan onun hesap yaptığına, günlük alelade şeyler konuştuğuna inanamazdı." Şiirde samimiyete önem veren Tarancı'nın şiiri, çok sevdiği Ahmet Haşim, Yahya Kemal gibi isimler tarafından da takdir edilmişti. "Yüzü her zaman çok temiz ve güzeldi" Cahit Külebi'nin Tarancı hakkındaki görüşleri ise şu cümlelerine yansımıştı: "Cahit Sıtkı, dış görünüşüyle her zaman iyimser ve neşeli, dokunmayıcı biçimde şakacı ve herkes için iyilikseverdi. Ufak tefek, zayıftı. Bir Uzak Doğuluya benzeyen yüzü her zaman çok temiz ve güzeldi. Oldukça 'harabati' olan böyle birinin o denli temiz oluşuna gerçekten şaşardım." Usta şair, "Sanat için sanat" ilkesiyle yazdığı şiirlerinde, yaşama sevinci, aşk gibi konuların yanı sıra ölüm temasına fazlaca yer verirken yalnızlık ve çocukluğuna duyduğu özlemi de şiirlerinde ele aldı. "Yaş 35" şiirinin yanı sıra edebiyat dünyasında ilgi uyandıran "Memleket İsterim" adlı ünlü eserini de 1946'da kaleme alan usta şair, bu eserinde ise barış, sevgi ve huzur dolu bir memleket isteğini anlattı. "Varlık", "Kültür Haftası", "Yücel", "İnsan", "Ülkü" ve "Pınar" dergilerinde eserleri yayımlanan ve şiirin kelimelerle güzel şekiller kurma sanatı olduğunu belirten Tarancı, edebiyat tarihçileri ve araştırmacıları tarafından Türk edebiyatında "saf şiir" anlayışının önemli temsilcilerinden biri olarak görüldü. Kitaplarında yayınlanmayan eserler ve kendisi için yazılanlar "Sonrası" adlı kitapta toplandı Tarancı'nın, "Şiir, ulaşmak istediğim esas mefkuredir. Şekilsizlik içinde güzellik avına çıkanlar, kendi kendilerini avutmaktan başka bir şey yapmazlar. Şiirdeki esas rol, kelimelerin istifidir." açıklamaları uzun yıllar edebiyat dünyasında merak uyandırdı. Eserlerinde genellikle açık ve sade bir üslup kullandığı yaşamı boyunca birçok esere imza atan Tarancı, 1933'te "Ömrümde Sükut", 1946'da "Otuz Beş Yaş", 1952'de "Düşten Güzel" adlı kitapları okuyucuyla buluşturdu. Tarancı'nın vefatından sonra, kitaplarında olmayan şiirler, şiir çevirileri ve kendisi için yazılanlar "Sonrası" adlı kitapta toplanarak 1957'de yayımlandı. Arkadaşı Ziya Osman Saba'ya yazdığı mektuplar da aynı yıl, "Ziya’ya Mektuplar" adlı kitapta toplandı. Gazetelerde çıkan 22 öyküsü ise Selahattin Öner tarafından 1976'da "Cahit Sıtkı Tarancı'nın Hikayeciliği ve Hikayeleri" adlı eserde bir araya getirildi. Daha sonra usta şairin vefatının 50. yılında gazetelerde çıkan öykülerinin önemli bir kısmı Can Yayınları tarafından "Gün Eksilmesin Penceremden" başlığıyla edebiyatseverlerin beğenisine sunuldu. Usta şairin yaşamı boyunca kaleme aldığı şiirlerden bazıları şöyle: "Abbas", "Aşk Vakti", "Batan Gemi", "Ben Aşk Adamıyım", "Bir Umut", "Bir Kapı Açıp Gitsem", "Bugün Hava Güzel", "Can Yoldaşı", "Çilingir Sonrası", "Gidiyorum", "Hatıralar", "Hepimize Dair", "İlk Aşklar", "İki Ses", "Gündüz", "Her Günkü Ölüm" ve "Gün Eksilmesin Penceremden."

  • Ayşe Şasa

    Senaryo yazarı Ayşe Şasa 1941'de İstanbul'da dünyaya geldi. Yetişme çağındayken dadılara teslim edilen Şasa, bir açıklamasında çok yalnız ve bedbaht bir çocukluk yaşadığını belirterek, bu dönemi, "Ailem, bana çok büyük bir iyilik yapmış olduğunu düşünerek, beni hepsi de İkinci Dünya Savaşı cehenneminden kaçmış ve ruhen sakat olan kimi Yahudi kimi Katolik kimi Protestan birtakım dadılara teslim etti. Ailem, bu insanları kafasında idealize ettiğinden, dadılarımdan fiziksel ve ruhi çok şiddet gördüm." sözleriyle dile getirmişti. Şasa, şimdiki adı Robert Kolej olan Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'nden 1960'ta mezun oldu. Öğrencilik yıllarından itibaren sinemaya ilgi duymaya başlayan Şasa, "Yaşadığımız Yıllar" adlı ilk oyununu liseden mezun olacağı yıl yazdı. 1963-1965 yılları arasında Robert Kolej'in İdari Bilimler Bölümü'ne devam etti. Başarılı senarist, hayatının "dönüm noktası" olarak tanımladığı yazar Kemal Tahir'le tanışmasının ardından, Tahir ile güçlü bir dostluk kurdu. 1963'te senaryo yazmaya başladı Yönetmen, yapımcı ve senarist Atıf Yılmaz'a asistanlık yapan Şasa, 1963'te senaryo yazmaya başladı. Senarist Şasa, 30 yaşından 48 yaşına kadar ağır bir ruhsal çöküş yaşadığına işaret ettiği bir konuşmasında, şu sözlere yer vermişti: "Bir zamanlar hem Ateist hem de Marksisttim. Bugün geriye döndüğüm zaman, hayat hikayemi bir film sinopsisi gibi özetleyebiliyorum. 1960 yılında 18 yaşımda sinemaya adım attığımda, Marksist dünya görüşünü beyaz perde aracılığıyla yaymayı kendime görev tayin etmiştim. Türk sinema seyircisi, Türk filminin varlığında beni kendimle yüzleştirdi. Bana tutulan bu aynada kendimi, gerçek kimliğimi kavrayışımı, Müslümanlığımı idrak edişimi, beni kendimle yüzleştiren sinema seyircisine borçluyum." Kısa süren ilk evliliğini Atilla Tokatlı ile yapan Şasa, ikinci evliliğini yönetmen Atıf Yılmaz ile gerçekleştirdi. Ayşe Şasa, 1980'li yıllarda geçirdiği ağır rahatsızlık sonrası sinema dünyasından 10 yıl uzak kalırken, bu süreçte üçüncü eşi usta senarist Bülent Oran kendisine destek oldu. İnziva döneminde düşünsel anlamda kendisini değiştiren Şasa, daha bilimsel, sezgici bir hayat sürmeye başladı ve bu yeni yaşam tarzı, eserlerine de yansıdı. İbnü'l Arabi'nin "Fusüsu'l-Hikem" kitabıyla İslam'a yöneldi İbnü'l Arabi'nin "Fusüsu'l-Hikem" kitabının çevirisini 1981'de okuduktan sonra çok etkilenen Şasa, İslam'a ve İslam tasavvufuna yönelmesinin, bütünüyle bu kitaba bağlamış ve 18 yıl boyunca yaşadığı ağır sinir hastalığından bütünüyle kurtulduğunu ifade etmişti. Senaryoları, yazıları ve kitaplarıyla, daima Türk sinemasının ve kültür hayatının merkezinde yer alan usta senarist, 1993'te sinemayla ilgili "Yeşilçam Günlüğü" adlı denemeleri okuyucuyla buluşturdu. "Son Kuşlar", "Ah Güzel İstanbul", "Utanç" ve "Gramofon Avrat" gibi filmlere senarist olarak imza atan Şasa, "Bir Ruh Macerası", "Yeşilçam Günlüğü", "Delilik Ülkesinden Notlar", "Şebek Romanı" adlı kitapları kaleme aldı. Şasa, Sadık Yalsızuçanlar ve İhsan Kabil ile "Düş Gerçeklik Sinema", Ömer Tuğrul İnançer ve Berat Demirci ile de "Vakte Karşı Sözler" kitaplarını kaleme yazdı. Ayşe Şasa, 1963'te "Çapkın Kız", 1965'te "Son Kuşlar" ve "Murat'ın Türküsü", 1966'da "Toprağın Kanı" ve "Ah Güzel İstanbul", 1967'de "Harun Reşid'in Gözdesi", "Balatlı Arif" ve "Kozanoğlu",1968'de "İlk ve Son", "Köroğlu" ve "Cemile",1971'de "Battal Gazi Destanı", "Unutulan Kadın", "Güllü" ve "Yedi Kocalı Hürmüz", 1972'de "Utanç" ve "Cemo", 1973'te "Kambur", 1981'de "Deli Kan", 1982'de "Hacı Arif Bey", 1983'te "Ve Recep ve Zehra ve Ayşe", 1984'te "Ölmez Ağacı", 1986'da "Merdoğlu Ömer Bey", 1987'de "Gramofon Avrat", 1988'de "Arkadaşım Şeytan", 1989'da "Hiçbir Gece", 1992'de "Her Gece Bodrum",1993'te ise "Kanayan Yara Bosna" adlı yapımların senaryosuna imza attı. "Delilik Ülkesinden Notlar" kitabı Şubat 2003'te piyasaya sunulan Şasa, son olarak 2008'de "Dinle Neyden" isimli filmle sinemaya dönüş yaptı. Zatürre sebebiyle 16 Haziran 2014'te hayatını kaybeden Şasa, Sahrayıcedid Mezarlığı'na defnedildi.

bottom of page