top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 856 sonuç bulundu

  • Fuzuli

    "Leyla ve Mecnun", "Su Kasidesi", "Rind ve Zahid" ve "Sıhhat ve Maraz" gibi eserler kaleme alan 16'ncı yüzyıl divan şairi Fuzuli... Gerçek adı Mehmed bin Süleyman olan şair hem "kendini ilgilendirmeyen işlere karışıp lüzumsuz sözler söyleyen kimse", hem de "yüce, üstün, erdemli" anlamına gelen Fuzuli mahlasıyla tanındı. Doğu'nun en büyük aşk efsanelerinden biri olan "Leyla ile Mecnun"un hikayesini mesnevi olarak kaleme alan, 16'ncı yüzyıl divan şairi Fuzuli, edebiyat tarihçileri tarafından divan şiirinin edasını dönüştüren şair olarak nitelendiriliyor. Türkçe sevgisi ve bilinciyle şiir dünyasını yoğuran Fuzuli, nesilden nesile aktarılan ve beşeri aşktan ilahi aşka uzanan tasavvuf yolculuğunun en önemli hikayesi olan Leyla ile Mecnun'un, yüzyıllar boyunca Türkçe okunmasını sağladı. Yalın ve berrak bir Türkçe ile yazdığı şiirler ve eserleri günümüzde de Türkçe konuşulan coğrafyalarda ezberlenip okunmaya devam eden şair, Türkçe'nin yanı sıra Farsça ve Arapça'da da divanlar kaleme aldı. Bağdat'ta Bayat Boyu'ndan bir Oğuz Türk'ü Gerçek adı Mehmed bin Süleyman olan ve 1480 dolaylarında Bağdat yakınlarında bulunan El-Hille'de dünyaya geldiği rivayet edilen Fuzuli, sadece şiiriyle değil felsefe, tıp, sosyoloji ve astronomi alanında verdiği eserlerle de dikkati çekti. Irak'a yerleşmiş Oğuz Türklerinin Bayat boyundan olan şair, Irak'ta Türklüğün beşiği sayılan Kerkük bölgesi kültür ortamının yetiştirdiği bir değer oldu. Şah İsmail'e yazdığı "Beng ü Bade" mesnevisinden 1508'de Bağdat'ta bulunduğu anlaşılan şair, "Fuzuli" adını, kendi şiirlerinin diğer şairlerin şiirleriyle karıştırılmaması için aldı ve böyle bir mahlası kimsenin beğenmeyeceğini düşündüğü için kullanmaya başladı. Bu durumu ise Farsça Divan'ının girişinde, "İşe yaramayan, gereksiz gibi anlamlara gelen 'fuzuli' sözcüğünün başka bir anlamı da 'erdem'dir" sözüyle açıkladı. Kanuni Sultan Süleyman 1534'te Bağdat'ı fethedince yazdığı ve Sultan'a sunduğu kaside de Fuzuli'nin o yıllar arasını Bağdat ve çevresinde geçirdiğini gösterirken, "Leyla ile Mecnun", "Beng ü Bade", "Hadikatü's-süeda", "Rind ve Zahid", "Sıhhat ve Maraz" ve "Muamma Risalesi", Fuzuli'nin başlıca eserlerinin bir kısmını oluşturdu. Şiirlerinde aşk ve hasret temalarına yer verdi "Aşk ve ıstırap şairi" Fuzuli, şiirlerinde lirizmin esasını, aşkın elemlerini ve yalnızlığın acılarını dile getirdi. Ahmet Hamdi Tanpınar'a göre, şiiri sadece kalbe ait bir macera sayan şair, "Menim tek hiç kim zar u perişan olmasın ya Rab/Esir-i derd-i aşk ü dağ-i hicran olmasın ya Rab" dizeleri, ıstırabı şair için yaşanacak tek iklim gibi görmesini doğrulayan bir unsur oldu. "Leyla ile Mecnun" mesnevisinin, şairin kendi öyküsü olduğuna işaret eden Tanpınar, "Bende Mecnundan füzun aşıklık istidadı var/Aşık-ı sadık benem Mecnunun ancak adı var" dizilerini de "Fuzuli'de her şey 'ben'in etrafında toplanır ve oradan hareket ederek dünyasını yakalar." ifadesiyle açıkladı. Şair, naat türündeki meşhur şiiri "Su Kasidesi"nde ise Hazreti Muhammed'e duyduğu derin sevgiyle birlikte, suya duyulan hasret ve aşk temalarına yer verdi. "Hadikatü's-Süeda", yine şaire ait "Divan" ve "Leyla ile Mecnun" kadar meşhur bir eser olurken, İslam tarihinde önemli bir yeri olan ve Hazreti Hüseyin'in şehit edilişi merkeze alınarak şekillendirilen "Kerbela" hadisesi de Türk edebiyat tarihindeki maktel geleneğinin en iyi örneği olarak kabul gördü. Fuzuli, kesin tarihi bilinmemekle birlikte, rivayetlere göre 1556'da Kerbela'da vefat etti.

  • Halide Edip Adıvar

    Türk edebiyatında önemli bir yeri olan Halide Edip, 1884 yılında Sultan 2. Abdülhamid Han'ın Ceyb-i Hümayun katiplerinden Selanikli Mehmed Edip Bey ile Fatma Bedrifem Hanım'ın çocukları olarak 1884'te dünyaya geldi. Annesini küçük yaşta yitiren Halide Edip, çocukluğunu "mor salkımlı evde", anneannesinin ve büyükbabasının yanında geçirdi. Üsküdar Amerikan Kız Koleji'ne 1893 yılında giren Halide Edip, bir yıl sonra ayrılmak zorunda kaldı. Halide Edip, özel hocalardan Arapça, İngilizce, Fransızca ve müzik dersleri aldı. İngilizce öğretmeninin teşvikiyle John Abbot'un "Mother" isimli kitabının çevirisini yaptı. Mahmut Esat Efendi'nin düzenlemesiyle "Mader" adıyla basılan eser, Halide Edip'e, Sultan Abdülhamid tarafından "Şefkat Nişanı" verilmesine vesile oldu. 1899 yılında ikinci kez başladığı kolejden, 1901 yılında mezun oldu. Halide Edip, aynı yıl matematik dersleri aldığı Salih Zeki Bey'le evlendi. Bu evlilikten Ayetullah ve Hikmetullah Togo isminde 2 oğlu dünyaya geldi. Halide Edip, Japonların Rusya'yı yenmesinin verdiği sevinçle oğluna Japon Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Togo Heihachiro’nun ismi olan "Togo"yu isim olarak verdi. Tevfik Fikret'in yönetimindeki Tanin gazetesinde "Halide Salih" imzasıyla yazılar yayımlayan Halide Edip, yazılarını daha sonra Resimli Kitap, Yeni Tanin, Şehbal, Musavver Muhit, Mehasin ve Resimli Roman gibi yayınlarda sürdürdü. Yazıları nedeniyle tehditler alan Halide Edip, 31 Mart olayları sırasında öldürüleceği endişesiyle Mısır'a gitti. 1909'da yurda döndükten sonra yazılarına devam etti. Eşi Salih Zeki’den 1910 yılında boşandı. "Sultanahmet mitinginde yaptığı konuşma çok etkili oldu" Maarif Nazırı Sait Bey'in teklifiyle kız öğretmen okullarında öğretmenlik ve vakıf okullarında müfettişlik yaptı. Bu dönemde gözlemlediği İstanbul'un arka mahalleleri, "Sinekli Bakkal" romanını yazmasına katkıda bulundu. Halide Edip, bu dönemde Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi isimlerin yazılarından etkilendi. Balkan Savaşı sırasında kadınların toplum hayatına katılması ve eğitilmesi amacıyla ilk kadın derneği Teali-i Nisvan Cemiyeti'ni kurdu. Cemal Paşa'nın teklifi ile Lübnan, Beyrut ve Şam'da okulları düzenleyip açmak üzere Suriye'ye gitti. Kendisi Suriye'deyken babasına verdiği vekaletnameyle 1917'de Dr. Adnan ile evlendi. Aynı yıl Mev'ud Hüküm ve ilk tiyatro oyunu Kenan Çobanları'nı yazdı. 1918-19'da İstanbul Darülfünunu'nda Batı edebiyatı dersleri verdi. Halide Edip, 15 Mayıs 1919'da İzmir'in işgalinden sonra düzenlenen Fatih, Üsküdar ve Sultanahmet mitinglerine konuşmacı olarak katıldı. Özellikle Sultanahmet mitinginde yaptığı konuşma çok etkili oldu ve hiç unutulmadı. Büyük Mecmua ve Vakit'teki yazılarıyla işgale karşı direnişin gelişmesine katkıda bulundu. "Bütün vatanı kurtaracak olan Anadolu'dur" Bu yıllarda Anadolu'ya gizlice silah kaçırma işinde de görev alan Halide Edip, 1920'de eşiyle birlikte Anadolu'ya geçerek fiilen Milli Mücadele'ye katıldı. Anadolu'ya geçişi sırasında Yunus Nadi ile sohbetlerinde bir ajans kurulması fikri ortaya çıktı. Yunus Nadi Bey, Geyve Akhisar istasyonundaki bu sohbeti şöyle anlattı: "- Halide Edip Hanım, sanki Kayışdağı'na bir tenezzühe çıkmış gibi seyahatten ve onun zahmetlerinden hiç şikayet etmiyor, bilakis daha ziyade işlerden bahsediyordu. Pratik bir Türk kadını. Kendisine Kuşçalı muharebesinde Paşa'ya sorduğum telsiz telgraf suali ile cevabını anlattım. 'Şimdi gider gitmez bütün dünyaya o tarik ile bağlanırız.' dedim. 'Çok güzel.' dedi, 'Daha iyisi gider gitmez bir ajans teşkilatı kuralım, o vasıta ile dahile ve harice söyleriz.' Birinci şart hanımefendi. Sonra tabii bunun teferruatı gelir; mesela ilk merhalede neşriyat -ki başlı başına teşkilata ihtiyaç gösterir- sonra propaganda envai... - Tabii sıra ile hepsi yapılır. Fakat benim fikrimce ilk iş ajans olmalı. Hatta isterseniz adını burada koyuverelim: Mesela Türk Ajansı, mesela Ankara Ajansı, mesela Anadolu Ajansı... Daha da bulunabilir. - Bana Anadolu Ajansı en iyi isim gibi görünüyor. - Bana da öyle. Değil mi, evvela kendini ve mümkünse bütün vatanı kurtaracak olan Anadolu'dur. O halde kararımızı vermiş olalım: Anadolu Ajansı... - Evet, Anadolu Ajansı hanımefendi..." - Mustafa Kemal, tarihi genelge ile AA'nın kuruluşunu duyurdu Halide Edip, 5 Nisan 1920'de, ajans konusunda Mustafa Kemal Paşa ile Ankara’da, bugünlerde müze olarak kullanılan istasyon binasında yaptıkları görüşmeyi, "Türk'ün Ateşle İmtihanı" adlı eserinde şöyle anlatmıştır: "Yunus Nadi Bey'le yolda konuştuğumuz ajans sorununu M. Kemal Paşa'ya açtım. Yunus Nadi Bey'le buna, 'Anadolu Ajansı' olarak başlamayı konuştuğumuzu anlattım. İsteklerimiz, bu ajans haberlerini, telgrafhanesi olan her yere göndermek ve olmayan yerlerde de camilere ilan halinde yapıştırmaktı. Bundan başka, dünyanın ne düşündüğünü anlamak için, İngilizce ve Fransızca gazetelerin en önemlilerini getirtmekti. Bu noktalar üzerinde anlaştıktan sonra, ben bir yazı makinesi lazım olduğunu söylediğim zaman, Mustafa Kemal, Osmanlı Bankası'ndan bulacağını vadetti." Bu konuşmaların ardından 6 Nisan 1920'de Anadolu Ajansının kuruluşu gerçekleştirildi. Cumhuriyetin Kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk, Milli Mücadele ateşini tutuşturduğu bütün yurda gönderdiği tarihi genelge ile Anadolu Ajansının kuruluşunu duyurdu. Sakarya Savaşı'nda Onbaşı oldu Ankara'da Yunus Nadi'nin Hakimiyet-i Milliye gazetesine yardım eden Halide Edip, bir yandan da yabancı gazetelerin tercümelerini yaptı. Hilal-i Ahmer'de (Kızılay) Ankara Şubesi Başkanı oldu. Sakarya Savaşı sırasında onbaşı oldu. 1921 ve 1922'de arasında Tetkik-i Mezalim Komisyonu'nda Yunan ordusunun çekilirken bıraktığı hasarı ve halka yaptığı zulümleri raporlaştırdı. Halide Edip'e, savaş sonunda "Çavuş" rütbesi verildi. Bu dönemde yaptığı gözlemlerle "Ateşten Gömlek", Vurun Kahpeye" romanları ile "Dağa Çıkan Kurt" hikaye kitaplarını yazdı. Cumhuriyet'in ilanından sonra Halide Edip, Akşam, Dergah, İkdam, Vakit, Hakimiyet-i Milliye, Son Telgraf gazete ve dergilerinde yazı hayatını sürdürdü. Milli Mücadele'den sonra, kurucuları arasında Adnan Adıvar’ın da bulunduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın İsmet Paşa (İnönü) hükümetince kapatılması ve çıkan siyasi ihtilaflar yüzünden eşiyle 1925'te Türkiye’den ayrıldı. Halide Edip, 1939 yılına kadar 14 yıl boyunca yurt dışında yaşadı. İngiltere, Fransa ve ABD'de konferanslar ve üniversitelerde dersler verdi. 1935'te Hindistan'a giderek Müslüman üniversitesi Camia-ı Milliye'nin kurulması için düzenlenen kampanyayı destekledi. İstanbul Üniversitesi'nde 1940'ta İngiliz Edebiyatı dersleri verdi. 1950'de Demokrat Parti listesinden İzmir milletvekili olarak seçildi. Halide Edip, bazı görüş ayrılıkları nedeniyle 1954'te milletvekilliğinden ayrılarak üniversiteye döndü. Son döneminde kendini tamamen edebiyata veren Halide Edip, "Mor Salkımlı Ev" kitabında hatıralarını yayınladı. Halide Edip Adıvar, 9 Ocak 1964'te 82 yaşında hayatını kaybetti ve cenazesi, İstanbul Merkezefendi Mezarlığı'na defnedildi. "Tek Türk savaş romancısı" Halide Edip için, Peyami Safa'nın "Tek Türk savaş romancısı", Necip Fazıl Kısakürek'in "Türk kadınlığı, teknesinde böyle bir örnek yoğurduğu için övünebilir,", Şerif Mardin'in "İlk önemli Osmanlı kadın yazarı" dediği aktarılıyor. Halide Edip Adıvar, geride "Heyula", "Raik'in Annesi", "Seviye Talib", "Handan", "Yeni Turan", "Son Eseri", "Mev'ud Hüküm", "Ateşten Gömlek", "Kalp Ağrısı", "Vurun Kahpeye", "Zeyno'nun Oğlu", "Sinekli Bakkal", "Yolpalas Cinayeti", "Tatarcık", "Sonsuz Panayır", "Döner Ayna", "Akıle Hanım", "Kerim Sutna'nın Oğlu", "Sevda Sokağı Komedyası", "Çaresaz", "Hayat Parçaları" adlı romanlarını; "Mor Salkımlı Ev", "Türk'ün Ateşle İmtihanı" hatıra kitaplarını ve "Kenan Çobanları", "Maske" ve "Ruh" adlı tiyatro oyunlarını bıraktı. Halide Edip, ayrıca George Orwell'in Hayvan Çiftliği, Shakespeare'in Hamlet gibi önemli eserlerini de Türkçeye kazandırdı.

  • Ahmet Haşim

    Türk edebiyatında "Fecr-i Ati" türü şiirinin en önemli temsilcilerinden şair ve yazar Ahmet Haşim... Ahmet Haşim'in doğum tarihi, çeşitli kaynaklarda 1883 ile 1887 arasında değişiklik gösterse de M. Kaya Bilgegil'in Milli Eğitim Bakanlığı Arşivinden tespit ettiği son bilgilere göre, 1887 olduğu kesinlik kazanıyor. Baba tarafından pek çok alim yetiştirmiş Bağdatlı Alusizadeler'e, anne tarafından ise Kahyazadeler'e mensup olan Haşim, Irak'ın başkenti Bağdat'ta dünyaya geldi. İlk şiirini henüz 13-14 yaşlarındayken kaleme aldı Yazar Haşim, babasının Arap vilayetlerinde sürdürdüğü memuriyeti sebebiyle ilk öğretimini farklı yerlerde tamamladı. Bu dönemde Arapça öğrenen yazar, annesini küçük yaşta kaybetti. Haşim'in çocukluğu, ileride hatıralarını yazacağı "Şiir-i Kamer"deki dizelerde izlerinin görüleceği yalnızlık ve acı duygularıyla Dicle kıyılarında geçti. Henüz 8 yaşındayken annesini kaybeden Haşim, babasıyla İstanbul'a geldi, Numune-i Terakki okuluna giden Haşim, pek iyi bilmediği Türkçeyi geliştirdikten sonra Mektebi Sultani'de (Galatasaray Lisesi) eğitim almaya başladı. Tevfik Fikret ve Ahmed Hikmet Müftüoğlu gibi hocaların öğrencisi olan Haşim, liseden 1907'de mezun oldu. Ahmet Haşim, okulda derslerine giren Tevfik Fikret'in izlerinin görüldüğü "Hayal-i Aşkım" başlıklı ilk şiirini henüz 13-14 yaşlarındayken Ömer Seyfettin'in de yazdığı "Mecmua-i Edebiye" adlı dergide yayımladı. Haşim'in edebiyata olan ilgisinde edebiyat öğretmeni Ahmed Hikmet Müftüoğlu ile bir arkadaşının ona verdiği "Fransız Şiir Antolojisi" adlı eserin de büyük etkisi oldu. Şair, romancı ve oyun yazarı İzzet Melih Devrim'le de yakın dost olan Ahmet Haşim, arkadaş çevresi içerisinde bulunan Hamdullah Suphi Tanrıöver, Emin Bülent Serdaroğlu ve Abdülhak Şinasi Hisar'la da edebiyat sohbetleri yapıyordu. İlk şiir kitabı "Göl Saatleri" büyük beğeni topladı Usta edebiyatçı, mezuniyetinin ardından bir süre Osmanlı İmparatorluğu'nun tütün inhisarını elinde bulunduran Reji İdaresi'nde memur olarak çalıştı. Bir yandan da Mekteb-i Hukuk'ta eğitim almaya devam eden Haşim, İzmir Sultanisi'nde Fransızca öğretmenliğine atandıktan sonra hukuk öğreniminden vazgeçerek 1910'da İzmir'e yerleşerek öğretmenlik, 1912-1914 arasında ise Maliye Nezareti'nde çevirmenlik yaptı. Sanata ve edebiyata olan ilgisi Galatasaray Lisesi'nde başlayan şair, 1909'da başlayan Fecr-i Ati hareketine katıldı. Edebiyat ve sanat dergilerinde yazan genç edebiyatçıların birleşmesiyle oluşan topluluk, "Edebiyatı ideolojinin değil, estetiğin emrine vermek" prensibinden hareketle çalışmalarda bulundu. Haşim, edebiyat serüveninde her ne kadar Fecr-i Ati hareketi içinde görülse de yalnızca bir kez toplantısına katıldığı topluluğun 1913'te dağılmasının ardından uzun bir sessizlik dönemi geçirdi. I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla dört yıl ihtiyat zabiti olarak Yakup Kadri Karaosmanoğlu'yla birlikte savaşa katılan yazar, askerliği sırasında Anadolu'nun birçok yerini görme fırsatı buldu. Usta edebiyatçı, savaş sonrası Düyun-u Umumiye İdaresi'ne, bu kurumun dağılmasının ardından ise Osmanlı Bankası'na girdi. "Akşam" ve "İkdam" gazetelerinde fıkra, tenkit ve kronikler yazdı Ahmet Haşim, memuriyet hayatına devam ederken İstanbul'da çıkan "Akşam" ve "İkdam" gazetelerinde fıkra, tenkit ve kronikler yazmaya başladı. Gazetede yazdıklarının bir kısmını daha sonra "Gurabahane-i Laklakan" adlı kitabında toplayan Haşim, 1921'de "Dergah" adlı dergide yayımladığı şiirlerinin bir kısmını da "Göl Saatleri" adlı kitapla okurların beğenisine sundu. Şeyh Galip'ten izler taşıyan ve "Göl Saatleri", "Göl Kuşları", "Serbest Müstezatlar" ve "Muhtelif Şiirler" olmak üzere dört bölümden oluşan bu kitap üzerine, Türk şiirinde Yahya Kemal Beyatlı'dan sonra saf (öz) şiirin en önemli temsilcisi olarak Ahmet Haşim gösterildi. Böbrek rahatsızlığı tedavisi için 1924'te Düyun-ı Umumiye'den aldığı ikramiyeyle Paris'e giden Haşim, 1926’da yeniden Paris'e, 1932'de ise Frankfurta gitti, ancak iyileşemeden döndü. Başarılı şair, "Resimli Kitap", "Dergah" ve "Yeni Mecmua"da 1905-1908 yılları arasında yazdığı şiirlerini, 1926'da "Piyale" adlı kitabında bir araya getirdi. Kitabın "Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar" bölümünde görüşlerini aktaran şair, şu ifadelere yer verdi: "Şair, ne bir gerçek habercisi, ne güzel konuşmayı sanat haline getirmiş bir kişi, ne de bir yasak koyucudur. Şairin dili, düzyazı gibi anlaşılmak için değil, hissedilmek için yaratılmış, müzik ile söz arasında ama sözden çok müziğe yakın ortalama bir dildir. Düzyazıda anlatımı yaratan öğeler, şiir için söz konusu olamaz. Düzyazı, us ve mantık doğurur. Şiir ise algı bölümleri dışında isimsiz bir kaynaktır. Gizliliğe, bilinmezliğe gömülmüştür. Şairin dili, duyumların yarı aydınlık sınırlarında yakalanabilir. Anlam bulmak için şiiri deşmek, eti için bülbülü öldürmek gibidir. Şiirde önemli olan sözcüğün anlamı değil, şiir içindeki söyleniş değeridir. Şiiri ortak bir dil olarak düşünenler, boş bir hayal kuruyor demektir." Günün meselelerine dair kaleme aldığı makalelerin bir kısmını, Paris gezi notlarını da ekleyerek, 1928'de "Bize Göre" adlı kitabında toplayan Haşim, Frankfurt'taki günlerini de "Frankfurt Seyahatnamesi"nde yazıya döktü. Empresyonizm ile sembolizmin etkisiyle eserlerini ele aldı Ahmet Haşim, şiirlerinde musikiye de yer verirken empresyonizmle sembolizmin etkisiyle eserlerini ele aldı."Sanat için sanat" anlayışını benimseyen başarılı edebiyatçı, şiirlerinde imge ve iç ahenk bakımından zengin bir üslup kullanırken Türk edebiyatında "akşam şairi" olarak tanındı. "Ömrüm benim için bir ateşti" diyen usta yazar, yaşamının son günlerinde "Güzin" ismiyle seslendiği Zarife Özgünlü ile evlendi. Haşim, hastalığı yeniden nüks edince 4 Haziran 1933'te Kadıköy'deki evinde, 49 yaşındayken vefat etti ve Eyüp Mezarlığı'na defnedildi. Şair ve yazar Ahmet Hamdi Tanpınar, Haşim'in edebiyatı üzerine kaleme aldığı bir yazısında şu değerlendirmelerde bulunmuştu: "Biz ilk defa Ahmet Haşim ile Avrupalı manasında ve beşeri nispette büyük şiiri tanıdık. Şiirin arkasında bütün bir estetik ve nizam aleminin mevcudiyetindeki zarureti öğrendik. Bu itibarla Dergah Mecmuasında çıkan 'Piyale' mukaddimesi hakiki bir dönüm yeridir. İki türlü şair vardır. Birisi umumun kabule mütemail olduğu manada ilhamlı şairdir. Günlerin ve anların getirdiklerini kendisine has bir teknikle ören adam. İkinci kısım şairler ise bunun tam zıttıdır. Eserlerinde tesadüfün hiç bir müdahalesini kabul etmez, şiiri hariçten gelen bir itişin zaruri neticesi olarak değil, zekanın iradi bir gayreti olarak anlarlar. Ahmet Haşim bu cinstendi. Kendi iradesi, kendi zihni cehdiyle yapmış olduğu dünyayı kendi nizamıyla terennüm etti." Usta edebiyatçının eserleri şöyle: "Göl Saatleri" (1921), "Piyale (1926), "Bize Göre" (1928), "Gurebah"âne-i Laklakan" (1928), "Frankfurt Seyahatnamesi" (1933) Ahmet Haşim Bütün Şiirleri (Vefatından sonra 1987)

  • Haldun Taner

    Türk tiyatrosunda epik ve kabarenin öncülerinden Haldun Taner... Meclis-i Mebusan'da İstanbul milletvekilliği yapan hukuk profesörü Ahmet Selahattin Bey ile Seza Hanım'ın oğlu olan Haldun Taner, 16 Mayıs 1915'te İstanbul'da dünyaya geldi. Haldun Taner, henüz 5 yaşındayken, 42 yaşındaki babasını kalp krizi nedeniyle kaybedince, annesiyle büyükbabası Matbaa-i Amire Müdürü İsmail Hamit Bey'in Saraçhanebaşı'ndaki konağına taşındı. Konakta büyükannesi, teyzesi ve 4 dayısıyla yaşayan Taner, bir yazısında o günleri şu sözlerle anlatmıştı: "Babamı 5 yaşında yitirdim. Annem, benim babam, dert yoldaşım, arkadaşım, her şeyim oldu. Yaşamını bana adamıştı. Bunu hak etmek için, ayrı bir çabayla çalıştım. İlk müsveddelerimin ilk dinleyicisi hep o olurdu. Ana dilimizin, halk Türkçemizin bütün inceliklerini onun konuşmalarından edinmişimdir. Kendi kendimle hiç övünmedim. Ama onun benimle övünmesine çok çalıştım. Çeşitli hükümetlerle hapse girecek derecede başımı derde sokmamaya da kendimden çok, onun için gayret ettim. Babamın istiklal mücadelesinden bana temiz bir ad kaldı. Bir de onun bilim adamı yeteneklerinden bazı iyi kötü genler kaldı. Ama bütün öteki birikimim, aile terbiyem, büyük çalışma gücüm, onuruma karşı saygım, bende olumlu ne varsa, hep anama borçluyum. Teyzeme okuma yazma borçluyum. Büyük dayım beni gezmeye götürdü. İngiltere'deyken bir Hintli arkadaşından öğrendiği yogayı o yaşta bana da öğretmişti. Küçük dayım bana ilk olarak Fransızcayı öğretti. Büyükbabam açık havayı, doğayı, sporu sevdirdi." Dedesinin matbaası yazarlık hayatında önemli rol oynadı Dedesi ve dedesinin sahibi olduğu Hamid Matbaası, Taner'in yazarlık hayatında dönüm noktası oldu. Usta edebiyatçı bu durumu, "Büyükbabamın matbaası çocuk yaşımda benim için bulunmaz bir yaşam okulu, bir deneyim kaynağı olmuştur. Okul tatillerinde oradan çıkmazdım. Sürekli makine homurtusu insana vapurda imiş duygusu verir. Zamanı boşuna değil de bir yerden bir yere giderek bereketli bir hareket içinde harcama övüntüsü verir. İnsanoğlunun ürettiği en cevherli şeyin, düşüncelerin yayılmasına katkıda bulunduğu böbürü verir. Tanrıya şükür, çocukluğumda bilinçaltıma yerleşen bu güzel fon müziğinden bugüne kadar uzak kalmadım." ifadeleriyle aktarmıştı. Taner, ortaöğrenimini 1935'te Galatasaray Lisesi'nde (Mekteb-i Sultani) tamamladı. Tatil günlerinde çalıştığı matbaada, Atatürk'ün yakını, yazar ve milletvekili Ruşen Eşref Ünaydın, romancı ve milletvekili Yakup Kadri Karaosmanoğlu, sanat tarihçisi, ressam, yazar Celal Esat Arseven, Şeyhülislam Cemalettin Efendi'nin oğlu Ahmet Muhtar Bey ve Yedi Meşale edebiyat topluluğunun kurucularından Cevdet Kudret Solok ile tanıştı. Ekonomi ve politika eğitimi almak üzere 1935-1938'de devlet bursuyla Almanya'daki Heidelberg Üniversitesi'ne giden yazar, tüberküloz nedeniyle okulu yarıda bırakıp Türkiye'ye döndü. Başarılı edebiyatçı, 1938-1942'de Erenköy Sanatoryumu'nda tedavi gördü. İlk öyküsü 1946'da "Haldun Yağcıoğlu" takma ismiyle yayımlandı Teyzesi sayesinde küçük yaşlarda tiyatroya ilgi duyan Taner, bir açıklamasında, "Hasan Efendi'yi, Naşit'i, Cemal Sahir'i, Darülbedayi'yi, dayımın sınıf arkadaşı Şadi Fikret'in oyunlarını o dönemde gördüm. İlk gördüğüm sinema, Saraçhanebaşı'ndaki Milli Sinema idi. Daha sonra Alemdar ve Ali Efendi sinemalarına giderdik." ifadelerini kullanmıştı. Haldun Taner, lisedeyken, yazarlık yeteneğini keşfeden Fransızca edebiyat hocası Mösyö Dard'ın tavsiyesiyle, kaleme aldığı skeçlerle edebiyat dünyasına adım attı. "Töhmet" adlı öyküsü, 1946'da "Haldun Yağcıoğlu" takma ismiyle Yedigün dergisinde yayımlanan Taner, skeç, öykü, oyun, kabare, senaryo ve hiciv türlerinde eserlere de imza attı. Usta edebiyatçının yazıları, "Ülkü", "Yücel", "Varlık", "Küçük Dergi" ve "Yeni İnsan" dergilerinde de yer aldı. Siyasal politik konulu öykülerden oluşan "Yaşasın Demokrasi" adlı kitabını 1949'da okuyucuyla buluşturan usta edebiyatçı, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümünü 1950'de bitirdi ve sanat tarihi kürsüsünde asistan olarak görev yaptı. Taner'in 1950'de çıkan "Şişhane'ye Yağmur Yağıyordu" kitabındaki, aynı adlı hikayesi New York Herald Tribune gazetesinin 1953'te düzenlediği uluslararası yarışmada birinciliğe değer görüldü. Varlık dergisi tarafından 1956'da "Yılın En Beğenilen Öykücüsü" seçilen Taner'in, 1954'te yayımlanan "On İkiye Bir Var" kitabı 1955'te verilmeye başlanan Sait Faik Hikaye Armağanı'nı alan ilk eser oldu. "On İkiye Bir Var" öyküsü, İsviçre Atlantis Yayınevi'nin düzenlediği "Zaman Üstüne Öyküler" yarışmasında da ödüle layık görüldü. Yeşilçam için senaryolar yazdı Viyana Üniversitesi'nde 1955-1957'de felsefe ve tiyatro eğitimi alan Taner, aynı yıllarda Yeşilçam'a senaryolar da yazdı. Viyana'da bulunduğu iki yılda 700'den fazla oyunu seyretme ve tanıma imkanı bulan Taner, o günlerde klasik ve epik tiyatro ile de ilgilendi. Taner, 1957'de İstanbul Üniversitesinde ilk kez tiyatro tarihi ve dramaturgi dersleri verirken bir yandan da Tercüman gazetesinde köşe yazarlığı yaptı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinde 1 Mart 1960'ta okutman olarak çalışmaya başlayan yazar, darbe sebebiyle 146 üniversite hocasıyla görevinden alındı. Üniversitenin Fransız Filolojisi Kürsüsü'nde 1962'de öğretim görevlisi olan yazar, 21 Nisan 1976'ya kadar görevini sürdürdü. Haldun Taner, 1950'den sonra İstanbul Edebiyat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü ile 1968'de kuruculuğunu üstlendiği Language and Culture Center Özel Tiyatro Okulu'nda (LCC) öğrenciler yetiştirdi. 1967'de Deve Kuşu Kabare Tiyatrosunu kurdu Başarılı yazar, 1960'tan itibaren tiyatro çalışmalarına yoğunlaşırken, güncel olayları konu alan eleştirel oyunları sunabilmek amacıyla kabare tiyatrosunun kuruluşuna öncülük etti. Taner, Ahmet Gülhan, Zeki Alasya ve Metin Akpınar ile 1967'de İstanbul'da Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nu kurdu. Toplumsal ve politik taşlamaya yer veren tiyatro, kendisine özgü üslubuyla geniş izleyici kitlesine ulaştı. Münir Özkul ile 1969'da Bizim Tiyatro'yu, Ahmet Gülhan ile 1978'de Tef Tiyatro Grubu'nu kuran Taner, İşçi Tiyatrosu'nda tiyatro dersleri verdi. Usta kalem, Tercüman ve Milliyet gazetelerindeki köşesinde, "Devekuşuna Mektuplar" başlığıyla fıkralar kaleme aldı. Oyunlarında meddah geleneği ve tuluat tiyatrosunun özelliklerinden yararlanan Taner, tiyatrodaki ilk eserlerinde de dramatik türün başarılı örneklerini verdi. Ünlü yazarın kaleme aldığı "Keşanlı Ali Destanı" oyunu, Türk tiyatrosunda epik tiyatronun ilk örneği olurken, oyun Almanya, İngiltere, Çekoslovakya ve Yugoslavya'da da sahnelendi. Atıf Yılmaz tarafından beyazperdeye aktarılan ve Cumhuriyetin ilk yıllarından Demokrat Parti dönemine kadarki süreçleri yalın bir dil ve eleştirel bir bakışla yorumlayan oyun, 1964'te 275 kez sahnelenerek büyük başarı kazandı. Haldun Taner'in 1969'da çıkardığı "Sancho'nun Sabah Yürüyüşü" kitabı, Bordighera Uluslararası Mizah Festivali'nde öykü ödülünü, "Sersem Kocanın Kurnaz Karısı" oyunu ise 1972'de Türk Dil Kurumu Tiyatro Ödülü'nü kazandı. Eserlerinde entrikalı, sürprizli ve güldürücü olaylara da yer verdi Usta edebiyatçı, öykülerinde genellikle insan ve insani değerler, doğa, yaşam, zaman, psikolojik durumlar, seçme yetisi, seçicilik özelliği ve anormallik gibi başlıklara yer verdi. Olayı ön planda tutan ve klasik örgülü hikayeler yazan Taner, entrikalı, sürprizli ve güldürücü durumlara eserlerinde yer verdi. Çeşitli senaryolara da imza atan yazar, ayrıca Birleşmiş Milletler UNESCO kültür komisyonlarında görev aldı. Alçak gönüllü ve zarif kişiliğiyle tanınan Taner, 7 Mayıs 1986'da kaldırıldığı Haydarpaşa Göğüs Hastanesi'nde vefat etti. Beylerbeyindeki Küplüce Mezarlığı'nda kabri bulunan Taner'in ismi, 1988'de İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu'nun Kadıköy Sahnesi'ne ve Caddebostan'da bir sokağa verildi. Ayrıca Milliyet gazetesi tarafından 1987'den beri yazarın adına "Haldun Taner Öykü Ödülü" düzenleniyor.

  • Ahmet Hamdi Tanpınar

    "Huzur", "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" ve "Beş Şehir" eserleriyle okuyucuların kalbinde yer edinen Türk edebiyatının önemli yazar ve şairlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar... ( Kemal Delikmen - Anadolu Ajansı ) Ahmet Hamdi Tanpınar, 23 Haziran 1901'de Kadı Hüseyin Fikri Efendi ile Nesime Bahriye Hanım'ın oğlu olarak İstanbul'da dünyaya geldi. Adını ilk kez 1920'de "Altın Kitap" dergisinde yayınlanan "Musul Akşamları" şiiriyle duyuran Tanpınar'ın eserleri, Dergah, Milli Mecmua, Hayat, Görüş, Ülkü, Varlık, Oluş, Kültür Haftası ve Aile dergilerinde okuyucuyla buluştu. Ahmet Hamdi Tanpınar, lise öğrencisiyken şiirlerinden tanıdığı Yahya Kemal Beyatlı'nın etkisiyle 1919'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne girdi. Beyatlı ile Mehmed Fuad Köprülü, Cenab Şahabettin, Ömer Ferit Kam ve Babanzade Ahmet Naim'in derslerine devam eden başarılı edebiyatçı, 1923'te Şeyhi'nin "Hüsrev ü Şirin" başlıklı mesnevisi üzerine yazdığı lisans teziyle Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. Şiir zevkinin oluşumunda özellikle Beyatlı ile Ahmet Haşim'in etkisi olduğunu yazılarında da aktaran Tanpınar'ın, 1926'da Milli Mecmua'da "Ölü" adlı şiiri, 1927 ve 1928'de ise Hayat dergisinde yedi şiiri yayımlandı. Usta edebiyatçının ilk yazısı ise 20 Aralık 1928'de yine Hayat dergisinde çıktı. Usta kalem, şiir dışında ikinci bir çalışma alanı olarak çeviriye de başlayarak, 1929'da E.T.A. Hoffmann'ın "Kremon Kemanı" ile Anatole France'tan "Kaz Ayaklı Kraliçe Kebapçısı" adlı kitapları çevirdi. "19. Asır Türk Edebiyatı Kürsüsü"nde görev yaptı Ahmet Kutsi Tecer ile 1930'da Ankara'da Görüş dergisini çıkarmaya başlayan Tanpınar, 1932'de Kadıköy Lisesi'ne, 1933'te ise estetik mitoloji dersi vermek üzere Sanayi-i Nefise Mektebi'ne atandı. Ahmet Hamdi Tanpınar, 1939'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nde yeni kurulan "19. Asır Türk Edebiyatı Kürsüsü"nde profesör olarak görev aldı. Tanzimat'tan sonraki Türk edebiyatının tarihini yazmakla görevlendirilen yazar, İslam Ansiklopedisi’ne de maddeler yazdı. Yazar Tanpınar, 1940'ta Kırklareli'nde topçu teğmeni olarak vatani görevini yaptı, 1942'de CHP Kahramanmaraş Milletvekili olarak Meclis'e girdi. İlk kez 1944'te tefrika halinde yayınlanan "Mahur Beste" adlı romanı, 1975'te basılan Tanpınar, eserini Lale Devri'nin ünlü hanende ve bestekarı Eyyübi Ebubekir Ağa'ya ithaf etti. Tanpınar'ın 1948'de tefrika halinde yayımlanan "Huzur" eseri, 1949'da kitap haline getirilerek okuyucuyla buluştu. Bir süre Milli Eğitim Müfettişliği de yapan Tanpınar, 1949'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde yeniden görev yapmaya başladı. "Sahnenin Dışındakiler" eseri vefatından sonra kitap olarak basıldı Usta edebiyatçının, Türk insanının doğu ile batı arasında bocalamasını irdeleyen "Saatleri Ayarlama Enstitüsü" eseri 1961'de yayımlandı. "Mahur Beste" ve "Huzur" eserleriyle birlikte üçleme oluşturan, Anadolu'da süren Kurtuluş Savaşı ve İstanbul'daki aydınlarla birlikte halkın değişik kesimlerinden insanların farklılaşan hayatları ve bu mücadeleye dahil oluşlarını işleyen "Sahnenin Dışındakiler" kitabı ise 1950'de tefrika edilip, vefatından sonra 1973'te basıldı. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın tamamlanamamış ve öldükten sonra notları içerisinden toparlanarak yayına hazırlanan romanı "Aydaki Kadın" 1987'de Adam Yayınları tarafından basıldı. İstanbul, Bursa, Ankara, Erzurum ve Konya şehirlerini doğal, tarihi ve kültürel yapılarıyla anlattığı "Beş Şehir" isimli eseri de kaleme alan Tanpınar, romanlarında gerçekçi ve sosyal sorunlara eğilen tarzıyla dikkati çekti. Geçirdiği kalp krizi nedeniyle 23 Ocak 1962'de İstanbul'da vefat eden usta edebiyatçı, Rumelihisarı Aşiyan Mezarlığı'nda Yahya Kemal’in mezarının yanı başına defnedildi. Mezar taşında, kendi dizeleri olan "Ne içindeyim zamanın/Ne de büsbütün dışında" ifadeleri yer alıyor. Eserleri: Tanpınar, Mahur Beste, Huzur, Sahnenin Dışındakiler, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ay'daki Kadın romanlarını, Abdullah Efendi'nin Rüyaları, Yaz Yağmuru adlı öyküleri kaleme aldı. Ayrıca Beş Şehir ve Yaşadığım Gibi adlı deneme eserleriyle Tevfik Fikret, Namık Kemal, Edebiyat Üzerine Makaleler ve Yahya Kemal adlı inceleme ve araştırma kitaplarını okuyucuyla buluşturdu.

  • Oğuz Atay

    Türk edebiyatına "Tutunamayanlar"ın yanı sıra çok sayıda önemli eser kazandıran Oğuz Atay... Roman ve hikaye yazarı Atay, 12 Ekim 1934'te Meh­met Cemil Atay ile Muazzez Zeki Hanım'ın oğlu olarak Kastamonu'da dünyaya geldi. Yazdığı roman ve öyküleriyle unutulmaz bir iz bırakan Atay, Ankara'da Devrim İlkokulu'nun ardından 1951'de TED Ankara Kolejini, 1957'de ise İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Fakültesini bitirdi. Üniversite yıllarında Beyoğlu'ndaki Baylan Pastanesi'ne sık giden Atay, Ferit Edgü, Demir Özlü, Hilmi Yavuz ve Onat Kutlar'ın da aralarında bulunduğu kişilerle arkadaşlık etti. Oğuz Atay, yedek subay olarak vatani hizmetini yapmak üzere 1957'de askere gitti. Vatani görevin ilk altı ayını İstanbul'da geçiren Atay, kalan hizmetini ise Ankara'da tamamlayarak 1959'da İstanbul'a döndü. Başarılı edebiyatçı, aynı yıl Pazar Postası dergisinde üç yazısı dışında imzasız makaleler kaleme aldı, ayrıca derginin redaksiyon ve tashih işlerini yaptı. Rus yazar Dostoyevski'den etkilendi Makale ve söyleşileri çeşitli dergilerde yer alan usta kalemin en etkilendiği yazar, Rus roman yazarı Dostoyevski oldu. Modacı Fikriye Fat­ma Gürbüz ile 1961'de evlenen usta yazarın kızı Özge 1962'de dünyaya geldi. Atay, bir arkadaşıyla 1962'de inşaat şirketi kurdu aynı zamanda 1960'ta girdiği İstan­bul Devlet Mühendislik ve Mimar­lık Akademisi İnşaat Bölümündeki öğretim üyeliği görevine de devam ederek topoğrafya ve yol inşaatı dersleri okuttu. Eşinden 1967'de ayrılan Atay, 1971-1973 yıllarında "Meydan Larousse" lügat ve ansiklopedisinde redaksiyon ve son okuma işlerini yürüttü, 1973'te Hürriyet gazetesinin çıkardığı "Türkiye 1923-1973 Ansiklopedisi"nde madde yazarlığı yaptı. Oğuz Atay, 1960 sonrası toplumsal değişim ve aydınların tu­tumuna eleştiriler getirdiği "Tutunamayanlar" romanıyla 1970'te TRT tarafından verilen 1970 Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülünü kazandı. Halen çok satan kitaplar arasında yer alan eser, topluma ilişkin gözlemleri ve aydınların yaşamına, toplumsal kurumlara yönelen eleştirileri yüzünden önemli bir tartışmanın merkezini oluşturdu. "Çağını aşan, dahi özellikli sanatçıların ortak yazgısı anlaşılamamak" Çok yönlü bir aydın ve modernist bir yazar olarak Doğu ve Batı uygarlıkları arasında sıkışıp kalmış, bir kültürel bunalım ve kimlik arayışı içindeki Cumhuriyet dönemi aydınının ruhsal ve düşünsel sorunlarıyla ilgilenen Atay, bireyi ve bireyin iç dünyasını, iç konuşma, diyalog, psikanaliz, hiciv, taklit, parodi, pastiş, yabancılaştırma tekniği olarak alay gibi çeşitli post-modern teknikleri kullanmak suretiyle romanın merkezine koydu. Atay'ın en kapsamlı monografisini kaleme alan akademisyen, yazar Yıldız Ecevit, verdiği bir röportajda şu ifadeleri kullanmıştı: "Oğuz Atay'ın yaşarken yok sayılmasının nedeni, söylediklerinizin tümünü içine alıyor. Çağını aşan, dahi özellikli sanatçıların ortak yazgısı anlaşılamamak ve dışlanmak. Sanatın gelişmesi, yasallaşmış statükocu estetiğin dışına çıkmakla mümkün olabilir ancak. 'Özlerini yaşadıkları zamanın elinden kurtarıp bütün zamanlar için yaşatabilmeyi başaran' insanlardan söz ediyor Stefan Zweig. Atay bu insanlardan biriydi. Bu nedenle içinde yaşadığı zaman onu affetmedi. Özgür yaratım, zamanla daha üst boyutlara ulaşmada tek yoldur. Türk edebiyatında bu yolu açan kişi Oğuz Atay, bir öncü, bir tür estetik devrimci. O tüm devrimciler gibi bunun bedelini ödedi. Tüm devrimciler gibi, ediniminin kazancını sonraki kuşaklara aktardı. Eğer yaşarken değeri anlaşılsaydı, kuşkusuz on beş yıl daha kazanırdı Türk edebiyatı." Başarılı edebiyatçı, 1974'te sanat muhabiri Pa­kize Kutlu ile evlendi, 1975'te doçent oldu, 1976'da hastalandı. Beyninde çıkan bir tümör nedeniyle bir süre Londra'da tedavi gören yazar, hasta­lığından kurtulamayarak 13 Aralık 1977'de İstanbul'da yaşama veda etti. Atay, Edirnekapı Şehitliği'ndeki anne­sinin yanına defnedildi. Oğuz Atay'ın eserleri şunlar: "Roman: Tutunamayanlar (2 cilt, 1971, 1972), Tehlikeli Oyunlar (1973), Bir Bilim Adamının Romanı(1973), Eylembilim (tamamlanma­mış,1998) Öykü: Korkuyu Beklerken (1975) Oyun: Oyunlarla Yaşayanlar (1979-1980) Günlük (1987) Anı: Efendi Kaptan Kurtar Bizi (2005). Topografya (1970)"

  • Sabahattin Eyüboğlu

    Yazar, akademisyen ve çevirmen Sabahattin Eyüboğlu, edebiyat konularından sanat tarihi sorunlarına uzanan geniş bir alan üzerinde eser verip çeviriler yaptı. ( Yasin Demirci - Anadolu Ajansı ) Akçaabat'ta 1909'da dünyaya gelen ve aynı zamanda ressam Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun ağabeyi olan Eyüboğlu, ilköğrenimini Kütahya'da tamamladı. Eyüboğlu, Trabzon Lisesi'nde son sınıf öğrencisiyken, öğretim üyesi yetiştirmek amacıyla açılan sınavı kazanıp Fransa'ya giderek Dijon, Lyon ve Paris üniversitelerinde, filoloji, edebiyat ve estetik alanlarında lisans eğitimi aldı. İngiltere'de İngiliz dili ve edebiyatı üzerine araştırmalar da yapan Eyüboğlu, İstanbul Üniversitesi (İÜ) Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde 1933'te doçent olarak akademik kariyerine başladı. Yazıları 4 döneme ayrılıyor Yazmaya 1930'larda başlayan Eyüboğlu, "Hakimiyet-i Milliye", "Tan", "Cumhuriyet", "İnsan", "Yaprak", "Varlık", "Yeni Ufuklar", "Ülkü" gibi gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Eyüboğlu ile birlikte Orhan Veli Kanık, Nurullah Ataç ve Melih Cevdet Anday'ın çıkardığı "Tercüme" dergisinin ilk sayısı 19 Mayıs 1940'ta okuyucuyla buluştu. Kendi denemelerinin yanı sıra dünyaca ünlü birçok yazardan çeviriler yayımladıkları dergi, 87 sayı olarak 1966'ya kadar yayın hayatına devam etti. Çok geniş bir yelpazede kaleme aldığı yazıları 1933'ten 1939'un sonuna uzanan İstanbul, 1940'tan 1947'ye kadar Ankara, 1947-1952 arası Paris mektupları ve 1957-1973 arası olmak üzere 4 döneme ayrılan Sabahattin Eyüboğlu'nun asıl etkili ve verimli dönemi 1940'larda başladı. Michel de Montaigne'den Ömer Hayyam'a, Paul Valery'den William Shakespeare'e kadar pek çok yazarın eserini Türkçeye çeviren Eyüboğlu, kısa metrajlı filmlerin yanı sıra eski Anadolu uygarlıkları üzerine belgesel filmler hazırladı. Farklı üniversitelerde ders verdi Eyüboğlu, Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü'nde 1943-1947 arasında kültür tarihi dersleri verdi ve bu arada Hasan Ali Yücel tarafından kurulan tercüme bürosunda 1939'da başladığı görevini 1947'ye kadar sürdürdü. Aynı yıl gittiği Fransa'dan 1948'de dönen yazar, 1950-1960 arasında İÜ Fransız Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde karşılaştırmalı Türk-Fransız edebiyatı, 1951-1958 arasında İstanbul Teknik Üniversitesi ve İstanbul Tatbiki Güzel Sanatlar Yüksekokulu'nda sanat tarihi dersleri okuttu. Yazar, 1950'lerin sonlarında yazılarında emperyalizm ve kültür ilişkileri sorununa ağırlık verirken, Türk kültürü konusunda Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat'la birlikte yeni bir Anadoluculuk görüşü getirdi. Ankara'da eğitim müfettişliği ve Talim Terbiye Kurulu üyeliği de yapan Sabahattin Eyüboğlu, 27 Mayıs 1960 darbesinden sonra üniversitedeki görevinden alınan ve "147"ler olarak bilinen 147 akademisyen arasında yer aldıysa da görevlerinin iadesinden sonra İstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki öğretim üyeliğine devam etti. Kitaplarıyla ve belgeselleriyle birçok ödül alan Eyüboğlu, 13 Ocak 1973'te kalp krizi nedeniyle vefat etti ve Merkezefendi Mezarlığı'na defnedildi. Eserleri: "Avrupa Resminde Gerçek Duygusu", "Fatih Albümüne Bir Bakış", "Saklı Kilise", "Şiirle Fransızca", "Mavi ve Kara", "Yunus Emre'ye Selam", "Yunus Emre", "Avrupa Resminde Gerçeklik Duygusu", "Sanat Üzerine Denemeler", "Pir Sultan Abdal", "Köy Enstitüleri Üzerine", "Diyelim Söz Arasında", "Kırkpınar" Belgeselleri: "Hitit Güneşi", "Siyah Kalem", "Karanlıkta Renkler", "Anadolu’da Roma Mozaikleri", "Nemrut Dağı Tanrıları", "Ana Tanrıça", "Anadolu Yolları", "Eski Antalya'nın Suları", "Surname", "Karagöz'ün Dünyası", "Yaşamak İçin"

  • Behçet Necatigil

    Şiirlerinde hem Batı hem de Doğu kültürünü bir araya getiren Behçet Necatigil, edebiyat hayatı boyunca "Yaşadığını yazmak" ilkesine sadık kaldı. Asıl adı Mehmet Behçet Gönül olan şair, vaizlik ve müftülük yapan Kastamonulu Mehmet Necati Gönül ile Geyveli Müderris Hafız İbrahim Hakkı Efendi'nin kızı Fatma Bedriye'nin oğlu olarak, 16 Nisan 1916'da İstanbul Fatih'te dünyaya geldi. Çok yönlü bir karaktere sahip olan usta şair, henüz iki yaşındayken annesini bir hastalık sonucu kaybedince, anneannesi Emine Münire Hanım'ın yanına taşındı. Bir yıl sonra, babası bir saray memurunun kızı olan Saime Hanım ile evlendi. Çocukluk yıllarını anneannesinin evi ile babasının ve üvey annesinin yaşadığı ev arasında geçiren Necatigil, 1923'te ilkokula başladı. Edebiyata ortaokuldayken ilgi duymaya başladı Behçet Necatigil, ilkokulun ilk 4 yılını Beşiktaş Cevri Usta Mektebinde okudu. Anneannesinin rahatsızlığının ardından, Singer firmasında müfettiş olarak Kastamonu'ya atanan babasının yanına giden Necatigil, son sınıfı ise Kastamonu Erkek Muallim Tatbikat Mektebinde tamamladı. Ortaokula 1927'de Kastamonu Lisesinde başlayan Necatigil, yetersiz beslenme ve bakımsızlık nedeniyle başlayan adenit tüberküloz yüzünden öğrenimine ara vermek zorunda kaldı ve tedavi için İstanbul'a geri döndü. Başarılı edebiyatçı, ortaokuldayken edebiyata ilgi duymaya başladı. Edebiyat öğretmeni, şair Zeki Ömer Defne'nin yazması konusunda destek verdiği Necatigil, kendi eliyle yazıp hazırladığı, "Küçük Muharrir" adlı dergiyi 26 sayı çıkardı. Aynı yıllarda, Akşam gazetesinin haftalık "Çocuk Dünyası" sayfasına "Küçük Muharrir" imzasıyla şiir, fıkra ve hikaye yazan Necatigil'in bu çalışmaları 1933'e kadar sürdü. "Kapalı Çarşı" adlı ilk şiir kitabını 1946'da yayımladı Behçet Necatigil, 1931'de Kabataş Lisesinin ortaokul kısmına, ikinci sınıftan kaydoldu. Aynı okulda lise eğitimi de alan usta kalem, lisenin edebiyat kolundan 1936'da birincilikle mezun oldu. Aynı yıllarda, eserleri Varlık Dergisi'nde okurlar buluşan şair Necatigil, 1936'da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girerek Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne başladı. Necatigil, 1937'de "Deutscher Akademischer Austauschdienst" kurumunun davetlisi olarak 4 ay boyunca Berlin Üniversitesinde dil eğitimi aldı. Üniversite eğitimini 1940'ta birincilikle tamamlayan ünlü edebiyatçı, daha sonra Kars Lisesi ardından da rahatsızlanması nedeniyle Zonguldak Çelikel Lisesinde kısa bir süre edebiyat öğretmeni olarak görev yaptı. Necatigil, Zonguldak'ta kaldığı dönemde, şair Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu ile Ocak gazetesi, Kara Elmas dergisi ve Değirmen mecmuasına yazılar yazdı. Şair Necatigil, 1943'te görevlendirildiği İstanbul Pertevniyal Lisesinde 2 ay görev yaptıktan sonra Ankara Yedek Subay okuluna çağırıldı. İzmir'de levazım subayı olarak 30 Kasım 1945'te askerlikten tezkeresini alan usta kalem, aynı yıl "Kapalı Çarşı" adlı ilk şiir kitabını yayımladı. Behçet Necatigil 1946'da, mezun olduğu Kabataş Lisesinde göreve başladı. 1972'de emekli oldu Bir yandan Alman Filolojisi eğitimi alan Necatigil, öğretmenlik yaptığı lisede dersleri arttığı için filoloji eğitimini üçüncü sınıftayken 2 sertifika alarak yarım bıraktı. Necatigil, 1949'da ek ders vermek üzere göreve başladığı Sarıyer Ortaokulunda tanıştığı öğretmen Huriye Hanım ile evlendi. Çiftin, 1951'de Selma, 1957'de ise Ayşe isimli kızları dünyaya geldi. Nüfus kütüğünde yer alan "Gönül" soyadını 1955'te değiştiren şair, resmi olarak Necatigil soyadını aldı. Behçet Necatigil, 1960'ta atandığı İstanbul Eğitim Enstitüsünden 1972'de emekliye ayrıldı. İstanbul Üniversitesi Gazetecilik ve Halkla İlişkiler bölümü öğrencilerine 1979'da kompozisyon dersleri veren şair, bir kaynağa göre, Yıldız Teknik Okulunda da öğretmenlik yaptı. Türk Dil Kurumu ve Türk-Alman Kültür Derneği üyesi olan Necatigil, 1979'un kasım ayında akciğerlerindeki rahatsızlık nedeniyle Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesine yatırıldı. Kısa bir tedavinin ardından, 13 Aralık 1979'da vefat eden Necatigil'in cenazesi, Şişli Camisi'nde kılınan namazın ardından, Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. Usta edebiyatçının ailesi tarafından, adını yaşatmak amacıyla 1980'den itibaren her yıl, "Behçet Necatigil Şiir Ödülü" veriliyor. Ayrıca Beşiktaş Belediyesi de şairin 10 yılı aşkın yaşadığı ve çok sevdiği Camgöz Sokağı'nın adını Behçet Necatigil Sokağı olarak değiştirdi. Necatigil'in kütüphanesi ve dergi koleksiyonu ise eşi tarafından 1987'de bir Behçet Necatigil Kitaplığı kurulması adına Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesinin edebiyat fakültesine bağışlandı. Edebi hayatı Kendini sürekli geliştirip olgunlaştırmaya çalışan usta şair, felsefeyle şiiri birleştirerek edebiyata farklı bir soluk getirmeye çalıştı. Şiirlerinde hem Batı hem de Doğu kültürünü bir araya getiren Necatigil, Yılmaz Erdoğan'ın yazıp, yönettiği "Kelebeğin Rüyası" adlı filme de konu oldu. "Yaşadığını yazmak" ilkesine sadık kalan Necatigil, kendi sanat hayatını şöyle anlatmıştı: "Aile muhitimde şiirle, edebiyatla uğraşan hiç kimse yoktu. Kendi halime bırakılmıştım. Her şeyi kendim hazırlamam, kendim keşfetmem gerekiyordu. Bende şairlik, çocukluğumun hastalık ve yalnızlıklarına bir taviz olarak kendiliğinden belirdi. 1931-1933 arası Akşam gazetesinin Çocuk Dünyası sahifesinde 'Küçük Muharrir' imzasıyla manzum, mensur, hikaye, fıkra, şiir gibi bir sürü yazı neşrettim. Merhum İskender Fahrettin, telif hakkı olarak her yazıma bonbon veya bir büyük paket çikolata verirdi. Bu çocukluk heves ve faaliyetleri 1933'te liseye geçmemle birlikte birdenbire değişiklik geçirdi. Necip Fazıl'ı ve Yedi Meşale şairlerini keşfettim. 1932 tarihli 'Onların Şiirleri' başlığını taşıyan Necip Fazıl'ın, Cevdet Kudret'in, Ziya Osman'ın, Yaşar Nabi'nin, Ömer Bedrettin ve Sabri Esad'ın şiirleriyle dolu olan hususi şiir defterim benim tek rehberimdi. Hele ilk gençliğimin ruhuma en yakın şairi Cevdet Kudret'in şiirlerinin üzerimde, 1933'ten itibaren bütün bütün tesiri görüldü." Şairin, Yüksek Öğretmen Okulundan arkadaşı ve uzun yıllar dost olduğu Cahit Külebi de Necatigil hakkında, "Zayıf yapılıydı. Buna karşın çok çalışkan bir öğrenciydi. Ne zaman çalıştığı da görünmez, bilinmezdi. Üniversiteyi bitirdiğinde Türkoloji'de, Arap Fars Dilleri bölümlerinde daha sonra da Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde ısrarla asistanlık önerilerinde bulundular. O hiçbirini kabul etmedi. Şairliğini sürdürmek istiyordu." ifadelerini kullanmıştı. Batılı şair ve yazarların eserlerini Türkçeye kazandırdı İlk şiirlerindeki açık ve yalın bir söyleyiş kullanan Behçet Necatigil, mısralarında ayrıca yoğunlukla ev, aile, çevre, aşk, bunal, hastalık, yalnızlık ve ölüm kavramlarını işledi. Şiiri hayat bilgisine dönüştürmeye çalıştığı belirtilen usta edebiyatçının eserleri, "Yenilik", "Yeditepe", "Türk Dili", "Yeni Dergi", "Yeni Edebiyat", "Cumhuriyet", "Milliyet-Sanat" gibi dergi ve gazetelerde yayımlandı. Necatigil, şiirlerinin yanı sıra Knut Hamsun başta olmak üzere Rainer Marie Rilke, Hermann Hesse, Thomas Mann, Miguel de Unamuno, Stefan Zweig ve Heinrich Heine gibi Batılı şair ve yazarların çok sayıda eserini Türkçeye kazandırdı. Edebiyat öğretmenliği tecrübesi dolayısıyla okullar için edebi şahsiyetler ve eserlerle ilgili el kitabı tarzında sözlük ve antolojiler de hazırlayan Necatigil, "Eski Toprak" adlı kitabıyla 1957 Yeditepe Şiir Armağanı'nı, "Yaz Dönemi" kitabıyla da TDK 1964 Şiir Ödülü'nü aldı. Necatigil'in vefatından sonra bütün şiirleri, oyunları, yazıları ve konuşmaları Hilmi Yavuz ve Ali Tanyeri tarafından "Bütün Eserleri" adıyla 1981'de yayına hazırlandı. Kitap "Bütün Yapıtları" başlığıyla 1995'te Yapı Kredi Yayınları'nca yeniden yayınlanmaya başlandı. Çeşitli edebiyat konferansları da veren Necatigil, Türkiye'de radyo oyun yazarlığının da öncüsü oldu, Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden bazı bölümleri ve şair Ali Ruhi Bey'in hayatının radyo oyunu olarak yazılmasını sağladı. Kendi şiir anlayışını "toplumcu realist" diye tanımlayan Necatigil, hiçbir edebi gruba da katılmadı. Hayatı boyunca şiirin ideolojiden uzak tutulması gerektiğini savunan şair, orta halli ve yoksul insanların sosyal ve ekonomik problemleriyle kendini özdeşleştirdi. Necatigil, bütün şairlerin şiirinde üç temel dönem yaşadıklarını söyleyerek, bu dönemleri de şöyle sıraladı: "Sırasıyla 'gurbet burcu, hasret burcu, hikmet burcu'. İlkinde şair ne yazdığının ve nasıl yazdığının farkında değildir, taklitler yapar, daha çok aşktan söz eder, karşısına iyi veya kötü örnekler çıkabilir. Bu dönem rastgele ve acemice yürüyüş dönemidir. İkinci dönem özentiden, taklitten ve bocalamadan çıkış dönemidir. Şair hasret burcunda kendi kendisi olduğu bir döneme geçmektedir. Hikmet burcunda ise hakikatlerle yüzleşmiş, neyin gerçekleşip neyin gerçekleşemediğini yaşayarak görmüştür. Eserlerinde nutuk, ideoloji ve hamaset geride kalmıştır." 63 yıllık ömrünü edebiyata ve özellikle de şiire adayan usta edebiyatçının eserlerinden bazıları şunlardır: "Çevre (1951), Evler (1953), Eski Toprak (1956), Arada (1958), Dar Çağ (1960), Yaz Dönemi (1963), Divançe (1965), İki Başına Yürümek (1968), En/Cam (1970), Zebra (1973), Kareler Aklar (1975), Sevgilerde (bütün şiirlerinden seçmeler, 1976), Beyler (1978), Gece Aşevi (1967), Üç Turunçlar (1970), Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (1960), Edebiyatımızda Eserler Sözlüğü (1971)."

  • Edip Cansever

    Cemal Süreya, İlhan Berk, Ece Ayhan ve Turgut Uyar'ın isimlerin de yer aldığı "İkinci Yeni" akımının önemli şairlerinden Edip Cansever... İstanbul'da 8 Ağustos 1928'de dünyaya gelen Cansever, edebiyata henüz çocukken ilgi duydu. Şiir yazmaya 13 yaşında başlayan Cansever'in ilk şiiri 1944'te İstanbul Dergisi'nde yayımlandı. Ardından birçok edebiyat dergisinde şiirlerine yer verilen Cansever, yaptığı bir açıklamada,"Yeditepe" dergisindeki yayını ise "şiirinin başlangıcı" olarak değerlendirmişti. İlk şiirlerini Ahmet Hamdi Tanpınar'a gösteren Cansever, İstanbul Erkek Lisesi'nden 1946'da mezun oldu, Yüksek Ticaret Okulunu yarıda bırakarak Kapalıçarşı'da babasından kalan dükkânda halı ve antika eşya ticareti yapmaya başladı. Edip Cansever, Yücel, Fikirler, Edebiyat Dünyası, Kaynak dergilerinde çıkan ilk gençlik şiirlerini topladığı "İkindi Üstü" kitabını 1947'de, 19 yaşındayken okuyucuyla buluşturdu. 1951'de arkadaşlarıyla "Nokta" dergisini çıkarmaya başlayan Cansever, genç şair ve yazarlarla tanışmasını sağlayan dergiyi sekiz sayı çıkardı. İkinci kitabı Dirlik Düzenlik (1954), “Garip Şiiri”nin etkilerini taşısa da, şairin daha sonra İkinci Yeni’ye ulanacak şiir yaklaşımının ilk ipuçları ortaya çıkar. Bu kitaptaki “Masa da Masaymış Ha”, Türk şiirinin en çok bilinen örnekleri arasında yer alacaktır. Cansever şiirinin temellerini atan "Yerçekimli Karanfil" adlı kitabı 1957'de yayımlanan şair, bu kitabında söz dizimini ve çağrışım düzenini bozarak, özgün bir şair olmaya yönelir. Şair, kendine özgü bir şiir dünyası kurduğu kitabıyla 1958'de Yeditepe Şiir Armağanı'nı aldı. "Anlatıcı bir şairim" Usta şair, TRT'de yayımlanan Edebiyat Dünyası programında, kendisinin "anlatıcı bir şair" olduğunu belirterek, "Her şairi bir öteki şairden ayıran birtakım özellikler vardır. Bu özelliklerden biri ya da birkaçı ağır basar. Bu ağır basan özellikler de genel olarak kişiliği belirler. Benim anlatıcı tavrım, şiirin sınırlarını geçmeden ortaya konmuş bir anlatıcı biçimidir." ifadelerini kullanmıştı. Şiirlerinde kullandığı farklı temalara ilişkin ise Cansever, "Şiirde gözlemin çok büyük rolü var. Deniz, tarih, Anadolu'nun birtakım görülecek yerleri, şaşırtıcı birtakım güzellikler, beni doğa, tarih ve insan ilişkilerine götürdü." değerlendirmesinde bulunmuştu. Şair Cansever, 1958'de "Yerçekimli Karanfil" ile Yeditepe Şiir Armağanını, 1977'de "Ben Ruhi Bey Nasılım" ile Türk Dil Kurumu Şiir Ödülünü, 1981 yılında ise "Yeniden" ile Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü aldı. İkinci Yeni akımının özgün örneklerini veren Cansever, 1976'dan sonra sadece şiirle uğraştı. Şiiri toplumla ilgi kurmak olarak tanımladı Öncüleri arasında yer aldığı İkinci Yeni'nin temel yönelimlerini kabul etmeyen Cansever, şiirin bireycilikten ve topluma sırtını dönmekten çok daha fazla önemi olduğunu savundu. Edip Cansever, şiiri toplumla ilgi kurmak olarak tanımladı ve şiirde sürekliliğe dikkat çekti. Şiirde tiyatrodan esinlenen diyaloglar da kullanan Cansever, dönemin sanat yayınlarında şiirsel canlılığı besleyen şairler arasında yer aldı. Usta şair, kapalı, anlaşılması güç ama yine de anlamdan ayrılmayan bir şiir anlayışını benimsedi, yapıtlarına tutarlı bir bütünlük kazandırdı. Şiirinde düzyazı olanaklarını kullanmaktan da çekinmeyen Cansever, yalnız şiirleriyle değil tepkileri ve yaşama biçimiyle de kendisinden söz ettirdi. Sürekli yazan, yayınlayan bir şair olarak ilgiyi hep üstünde tuttu. "Fazla şiirden öldü Edip Cansever" Toplam 17 şiir kitabına imza atan şair, kısa şiirlerinde çoğunlukla lirik bir dili tercih ederken, uzun şiirlerinde ise belli varoluşsal sorunsallar üzerinde durdu. Bodrum'da tatildeyken beyin kanaması geçiren Cansever, 28 Mayıs 1986'da tedavi için getirildiği İstanbul'da 58 yaşında hayatını kaybetti. Cemal Süreya onun için şöyle der: 'Yeşil ipek gömleğinin yakası/ büyük zamana düşer/ her şeyin fazlası zararlıdır ya/ fazla şiirden öldü Edip Cansever’ Hayatının büyük bir kısmını yalnızca şiir yazarak sürdüren Cansever'in son şiirleri, düzyazıları, söyleşiler ve hakkında yazılanlar, ölümünden sonra "Gül Dönüyor Avucumda" kitabında bir araya getirildi. Eserleri İkindi Üstü (1947),Dirlik Düzenlik (1954), Yerçekimli Karanfil (1957), Umutsuzlar Parkı (1958), Petrol (1959), Nerde Antigone (1961), Tragedyalar (1964), Çağrılmayan Yakup (1966), Kirli Ağustos (1970), Sonrası Kalır (1974), Ben Ruhi Bey Nasılım (1976), Sevda ile Sevgi (1977), Şairin Seyir Defteri (1980), Yeniden (1981), Bezik Oynayan Kadınlar (1982), İlkyaz Şikayetçileri (1984), Oteller Kenti (1985), Gül Dönüyor Avucumda (Vefatından sonra, 1987), Sonrası Kalır I, Bütün Şiirleri (2005), Sonrası Kalır II, Bütün Şiirleri (2005)

  • Mevlana Celaleddin-i Rumi

    İlahi aşka adadığı 66 yıllık ömrü süresince insana ve hayata dair kapsayıcı eserler bırakan Hazreti Mevlana, tasavvufi öğretinin işlendiği önemli eserleriyle yüzyıllardır insanlığın yolunu aydınlatmaya devam ediyor. ( Mahmut Resul Karaca - Anadolu Ajansı ) Batı dünyasında "Anadolulu" anlamına gelen "Rumi" olarak anılan Mevlana, 30 Eylül 1207'de günümüzde Afganistan'ın kuzeyindeki Belh şehrinde dünyaya geldi. Asıl ismi Celaleddin Muhammed olan büyük düşünürün annesi Mümine Hatun, babası "Sultanü'l-ulema" yani "Alimler Sultanı" diye tanınan Bahaeddin Veled, kız kardeşi Fatıma Hatun, ağabeyi de Alaaddin Muhammed'dir. Hazreti Mevlana, Horasan'ın büyük alimlerinden olan Bahaeddin Veled ve ailesiyle, dönemin siyasi olayları ve yaklaşan Moğol istilası nedeniyle Belh'ten ayrıldı ve Konya'da son bulacak yolculuğuna başladı. "Dünyadaki aşıkların gönüllerine ateş salacak" Yolculuk sırasında Nişabur şehrinde görüştükleri büyük sufi Feridüddin-i Attar, Mevlana'dan etkilendi ve ona bir kitabını hediye etti. Attar, Mevlana'nın babası Bahaeddin Veled'e "Bu çocuğu aziz tut. Çok geçmeyecek, dünyadaki aşıkların gönüllerine ateş salacak." dedi. Mevlana, Konya'dan önce Mekke, Medine, Şam, Erzincan, Anadolu'nun muhtelif şehirleri ve son olarak da Karaman'da bir süre yaşadı. 9 yıllık eğitimin ardından "halkı irşat" dönemi Mevlana, ailesiyle 7 yıl Karaman'da yaşadıktan sonra 1229 yılında, Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat'ın daveti üzerine Konya'ya göç etti. Mevlana'nın babası "Alimler sultanı", Konya'ya geldikten 2 yıl sonra vefat edince, halifelerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkık-ı Tirmizi, Mevlana'nın manevi eğitimini üstlenmek için Konya'ya geldi. Belh'ten Konya'ya uzanan yolculuk boyunca konakladıkları yerlerde çeşitli alimlerden dersler alan Mevlana, Seyyid Burhaneddin'in isteği üzerine Halep ve Şam'da eğitim gördü. Seyyid Burhaneddin, 9 yıllık eğitim sürecinin ardından Mevlana'ya halkı irşat ve öğretimle meşgul olması gerektiğini belirtti. Şems dönemi Mevlana, 1240 yılından itibaren Konya'da halkı irşat etmeye, dini ilimleri öğretmeye başlayınca, ünü de Konya dışına yayılmaya başlamıştı. 1244 yılında Şems-i Tebrizi adında bir derviş Konya'ya gelip kendisiyle görüşünce, Mevlana'nın üzerinde şiddetli bir etki bıraktı. Manevi alanda ilerlemeyi arzulayan ve bunun için mana adamlarının peşinde olan Mevlana, aradığını Şems'te buldu. Şems'le tasavvuf hırkasını giyen, cezbe, vect, aşk ve coşkuyla şiirler okuyan Mevlana, semaya başladı. Mevlana, hayatının bundan sonraki bölümünü şiire, musikiye ve semaya ayırdı. "Mesnevi, arayanlara doğru yolu gösterecek" Mevlana, ömrünün son 10-15 yıllık devresinde, kendisine büyük sevgiyle bağlı sırdaşı Çelebi Hüsamettin'in tavsiyesi üzerine Mesnevi'yi ortaya çıkardı. Dini bilgilerden siyasete, sağlıktan insan ilişkilerine ve hayata dair birçok konuya yer verdiği, 26 bin beyte yaklaşan 6 ciltlik bu önemli eseri için Mevlana, "Bizden sonra Mesnevi şeyhlik edecek, arayanlara doğru yolu gösterecek, onları yönetecek ve önderlik yapacaktır." ifadesini kullandı. Mevlana'nın vefatı: Düğün Gecesi Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlana, 17 Aralık 1273'te bir pazar günü "sevgilisi"ne kavuştu. Onun için ölüm, aşka ve sevgiliye kavuşmaktı. Bu nedenle öldüğü gün yüzyıllardır "düğün gecesi" anlamına gelen "Şeb-i Arus" adıyla anılıyor. "Canım tenimde oldukça Kur'an'ın kölesiyim. Ben Hakk'ın seçkin peygamberi Muhammed'in yolunun toprağıyım. Her kim bundan başka benden bir söz naklederse ona çok üzülür ve o sözden de çok üzüntü duyarım." diyen Mevlana, bütün eserlerinde Allah'a ve Hazreti Muhammed'e sevgisini ilan etti. "Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir." sözleriyle gönüllerde kalıcı bir yer bulmak istediği anlaşılan Mevlana, insanlığa Mesnevi'nin yanı sıra şu eserleri bıraktı: Divan-ı Kebir: "Büyük divan" anlamına gelen kitap, gazel, terkib-i bend ve rubailerden oluşan 40 bin beyitlik bir eserdir. Fihi Ma Fih: "İçindeki içindedir, yahut içinde ne varsa o'dur" anlamına gelir. Mevlana'nın sohbetlerini içeren bir eserdir. Mecalis-i Seba: "Yedi meclis" demektir. Mevlana'nın camilerdeki vaazlarını içeriyor. Mektubat: Mevlana'nın devlet büyüklerine yazdığı mektuplardan oluşuyor.

  • Emin Bülent Serdaroğlu

    Emin Bülent Serdaroğlu (d. 1886 - ö. 28 Kasım 1942), Dedesi Serdar-ı Ekrem Ömer Paşa,babası Ömer Muzaffer beydir. Annesi ise Müşir Cemil Paşa’nın kızıdır. Çocuk yaşta annesini kaybett. Mekteb-i Sultani’de (Galatasaray Lisesi) okudu ve futbola orada başladı. 1905 yılında Galatasaray Lisesi’ni bitirdi. Galatasaray Futbol Takımının ilk Türk kaptanıdır. Galatasaray Spor Kulübü’nün 2 numaralı kurucu üyesidir. Fenerbahçe’yle 17 Ocak 1909′da yapılan ilk maçta iki golü de o attı. Aynı zamanda şairdir. Şair olarak Fecr-i Ati Topluluğu kurucularından biriydi. Toplumsal ve ulusal konularda şiirler yazar. Victor Hugo’nun ‘Mavi Gözlü Yunan Çocuğu’ adlı eserine karşı yazdığı ‘Kin’ adlı şiiri ile o dönemde çok geniş yankılar uyandırmıştır. Kin ve Hisarlara Karşı eserleriyle Milli Edebiyat’ın habercisi olmuştur. Ahmet Haşim onun şiiri için “Türk şiirinin üstünden bir kuyruklu yıldız gibi geçti ondan ağzımızda tamamlanmamış bir lezzet kaldı” demiştir. Kin adlı şiirini Gazi Mustafa Kemal Atatürk çok severdi. Hatta Çanakkale’de düşmana karşı savaşırken en zor zamanlarda o şiirin “Garbın cebin-i zalimi (Batı’nın çirkin zalimi) affetmedim seni” dizesini bağıra bağıra ezberinden okurdu. Emin Bülent Serdaroğlu 1932 yılında Kin adlı şiirini Atatürk’ün huzurunda kendi ağzından seslendirdi. Balkan Savaşı’na kendi atıyla katılan, Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesinde çarpışan Emin Bülent Serdaroğlu’nun ölümünden önceki son sözleri, “Lüleburgaz, Lüleburgaz. Harp ediyoruz” olmuştu. ESERLERi: Kin, Hatay’a Selam, Dev şarkısı KİN Göster sema-yı mağribe yüksel de alnını, Dök kalb-i saf-ı millete feyz-i beyanını! Al bayrağınla çık, yürü sağken zafer nüma, Bir gün şehit olunca sen, olsun kefen sana! Ey makber-i muazzam-ı ecdadı titreten, Düşman sadası, sus, yine yükselme gölgeden! Kafir! Hilal-i rayet-i İslam'a hürmet et, Toplar boğar hitabını dağlarda akıbet! Dağlar lisana gelse de anlatsa hepsini, Binlerce can dirilse de nakletse geçmişini! Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni, Türk'üm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi!.. Ben şurezar-ı kalbimi kinimle süslerim, Kalbimde bir silah ile ferdayı beklerim. Kabrinde müsterih uyu ey namdar atam! Evladının bugünkü adı sade intikam!

  • Ayrı Yazılan Birleşik Kelimeler

    1. Etmek, edilmek, eylemek, olmak, olunmak yar­dımcı fiilleriyle kurulan birleşik fiiller, ilk kelimesinde herhangi bir ses düşmesi veya türemesine uğramazsa ayrı yazılır: alt etmek, arz etmek, azat etmek, dans etmek, el etmek, göç etmek, ilan etmek, kabul etmek, kul etmek, kul olmak, not etmek, oyun etmek, söz etmek, terk etmek, var ol­mak, yok etmek, yok olmak vb. 2. Birleşme sırasında kelimelerinden hiçbiri veya ikinci kelimesi anlam değişikliğine uğ­ramayan birleşik kelimeler ayrı yazılır. a. Hayvan türlerinden birinin adıyla kurulanlar: ada balığı, ateş balığı, dil balığı, fulya balığı, kedi balığı, kılıç balığı, köpek balığı, ton balığı, yılan balığı; acı balık, bıyıklı balık, dikenli balık vb. ardıç kuşu, arı kuşu, çalı kuşu, deve kuşu, muhabbet kuşu, saka kuşu, tarla kuşu, yağmur kuşu; alıcı kuş, boğmaklı kuş, makaralı kuş vb. ağustos böceği, ateş böceği, cırcır böceği, hamam böceği, ipek böceği, uçuç böceği, uğur böceği; ağılı bö­cek, çalgıcı böcek, sümüklü böcek vb. at sineği, et sineği, meyve sineği, sığır sineği, su sineği, uyuz sineği vb. deniz yılanı, ok yılanı, su yılanı; Ankara keçisi, dağ keçisi, yaban keçisi; fındık faresi, tarla faresi; dağ sıçanı, tarla sıçanı; Beç tavuğu, dağ tavuğu; ada tavşanı, yaban tav­şanı; kaya örümceği, şeytan örümceği; bal arısı, yaprak arısı; Pekin ördeği, deniz ördeği; Ankara kedisi, bozkır kedisi; Afrika domuzu, yer domuzu vb. b. Bitki türlerinden birinin adıyla kurulanlar: ayrık otu, beşparmak otu, çörek otu, eğrelti otu, güzelavrat otu, kelebek otu, ökse otu, pisipisi otu, taşkıran otu, yüksük otu; acı ot, sütlü ot vb. ateş çiçeği, çuha çiçeği, güzelhatun çiçeği, ipek çiçeği, küpe çiçeği, lavanta çiçeği, mum çiçeği, yayla çiçeği, yıldız çiçeği; ölmez çiçek vb. a vize ağacı, ban ağacı, dantel ağacı, kâğıt ağacı, mantar ağacı, öd ağacı, pelesenk ağacı, tespih ağacı vb. altın kökü, eğir kökü, helvacı kökü, meyan kökü; ek kök, saçak kök, yumru kök vb. dağ elması, yer elması; çalı dikeni, deve dikeni; köpek üzümü, kuş üzümü; çakal armudu, dağ armudu; at kestanesi, kuzu kestanesi; can eriği, gövem eriği; kuzu mantarı, yer mantarı; su ka­mışı, şeker kamışı; dağ nanesi, taş nanesi; ayı gülü, Japon gülü; Antep fıstığı, çam fıstığı; sırık fasulyesi, soya fasulyesi; Amerikan bademi, taş bademi; Afrika menek­şesi, deniz menekşesi; Japon sarma­şığı, kuzu sarmaşığı; Hint inciri, kavak inciri; armut kurusu, kayısı ku­rusu; kaya sarımsağı, köpek sarımsağı; şeker pancarı, yaban pancarı vb. kuru fasulye, kuru incir, kuru soğan, kuru üzüm vb. UYARI: Çiçek dışında anlamlar taşıyan baklaçiçeği (renk), narçi­çeği (renk), suçiçeği (hastalık); ot dışında anlamlar taşıyan ağızotu (barut), sıçanotu (arsenik); ses düşmesine uğramış olan çöreotu ve yazımı gelenekleşmiş olan semizotu, dereotu bitişik yazılır. c. Nesne, eşya ve alet adlarından biriyle kurulan birleşik kelimeler: alçı taşı, bileği taşı, çakmak taşı, Hacıbektaş taşı, ki­reç taşı, lüle taşı, Oltu taşı, sünger taşı, yılan taşı; buzul taş, damla taş, dikili taş, kayağan taş, yaprak taş vb. arap sabunu, el sabunu; kahve değirmeni, yel değirmeni; kahve dolabı, su dolabı; müzik odası, oturma odası; duvar saati, kol saati; duvar takvimi, masa takvimi; kriz masası, yemek masası; itfaiye aracı, kurtarma aracı; masa ör­tüsü, yatak örtüsü; el kitabı, okuma kitabı; Frenk gömleği, İngiliz anahtarı, İngiliz si­cimi; alt geçit, tüp geçit, üst geçit; çekme demir, çekme kat, dolma kalem, dönme dolap, kesme kaya, toplu iğne, vurmalı çalgılar, vurmalı sazlar, yapma çiçek vb. afyon ruhu, katran ruhu, lokman ruhu, nane ruhu, tuz ruhu vb. ç. Yol ve ulaşımla ilgili birleşik kelimeler: Arnavut kaldırımı; çevre yolu, deniz yolu, hava yolu, kara yolu, keçi yolu; köprü yol vb. d. Durum, olgu ve olay bildiren sözlerden biriyle kurulan birleşik ke­limeler: açık oturum, açık öğretim, ana dili, Ay tutulması, baş ağrısı (hastalık), baş belası, baş dönmesi, çıkış yolu, çözüm yolu, dil birliği, din birliği, güç birliği, iş birliği, iş bölümü, madde başı, ses uyumu, yer çekimi vb. e. Bilim ve bilgi sözleriyle kurulan birleşik kelimeler: anlam bilimi, dil bilimi, edebiyat bilimi, gök bilimi, halk bilimi, ruh bilimi, toplum bilimi, toprak bilimi, yer bilimi; dil bilgisi, halk bilgisi, ses bil­gisi, şekil bilgisi vb. f. Yuvar ve küre sözleriyle kurulan birleşik kelimeler: göz yuvarı, hava yuvarı, ısı yuvarı, ışık yuvarı, renk yuvarı, yer yuvarı; hava küre, ışık küre, su küre, taş küre, yarı küre, yarım küre vb. g. Yiyecek, içecek adlarından biriyle kurulan birleşik kelimeler: bohça böreği, talaş böreği; ba­dem yağı, kuyruk yağı; arpa suyu, maden suyu; tulum peyniri, beyaz peynir; Adana kebabı, tas kebabı; İnegöl köftesi, İzmir köftesi; ezogelin çorbası, yoğurt çorbası; irmik helvası, koz helva; acı badem kurabiyesi; Kemalpaşa tatlısı, yoğurt tatlısı; ba­dem şekeri, kestane şekeri; balık yumurtası, lop yumurta vb. burgu makarna, yüksük makarna; kakaolu kek, üzümlü kek; çiğ köfte, içli köfte; dolma biber, sivri biber; esmer şeker, kesme şeker; süzme yoğurt; yarma şeftali; kuru yemiş vb. ğ. Gök cisimleri: Çoban Yıldızı, Kervan Yıldızı, Kutup Yıldızı, kuy­ruklu yıldız; gök taşı, hava taşı, meteor taşı vb. h. Organ veya organ yerine geçen sözlerden biriyle kurulan birleşik kelimeler: patlak göz, süzgün göz; aşık kemiği, elmacık kemiği; serçe parmak, şehadet par­mağı, yüzük parmağı; azı dişi, köpek dişi, süt dişi; kuyruk sokumu, safra kesesi; çatma kaş, takma diş, takma kirpik, takma kol; ekşi surat, kepçe surat; gaga burun (kimse), karga burun, kepçe kulak vb. ı. Benzetme yoluyla insanın bir niteliğini anlatmak üzere bitki, hay­van ve nesne adlarıyla kurulan birleşik kelimeler: çetin ceviz, çöpsüz üzüm; eski kurt, sarı çıyan, sağmal inek; eski toprak, eski tüfek, kara maşa, sapsız balta, ça­kır pençe, demir yumruk, kuru kemik vb. i. Zamanla ilgili birleşik kelimeler: bağ bozumu, gece yarısı, gün or­tası, hafta başı, hafta sonu vb. 3.-r / -ar / -er, -maz / -mez ve -an / -en sıfat-fiil ekleriyle kurulan sıfat tam­laması yapısındaki birleşik kelimeler ayrı yazılır: bakar kör, çalar saat, çıkar yol, döner sermaye, güler yüz, koşar adım, yazar kasa, yeter sayı; çıkmaz sokak, geçmez akçe, görünmez kaza, ölmez çiçek, tükenmez kalem; akan yıldız, doyuran buhar, uçan daire vb. 4. Renk sözü veya renklerden birinin adıyla kurulmuş isim tamla­ması yapısındaki renk adları ayrı yazılır: bal rengi, duman rengi, gümüş rengi, portakal rengi, saman rengi; ateş kırmızısı, boncuk mavisi, çivit mavisi, gece mavisi, limon sa­rısı, safra yeşili, süt kırı vb. 5. Rengin tonunu belirtmek üzere renkten önce kullanılan sıfatlar ayrı yazılır: açık mavi, açık yeşil, kara sarı, kirli sarı, koyu mavi, koyu yeşil vb. 6. Yer adlarında kullanılan batı, doğu, güney, kuzey, güneybatı, güneydoğu, kuzeybatı, kuzeydoğu, aşağı, yukarı, orta, iç, yakın, uzak kelimeleri ayrı yazılır: Batı Trakya, Doğu Anadolu, Güney Kutbu, Kuzey Amerika, Güneydoğu Anadolu, Aşağı Ayrancı, Yukarı Ayrancı, Orta Anadolu, Orta Asya, Orta Doğu, İç Asya, İç Anadolu, Yakın Doğu, Uzak Doğu vb. 7. Kişi adlarından oluşmuş mahalle, bulvar, cadde, sokak, ilçe, köy vb. yer ve kuruluş adlarında, sondaki unvanlar hariç şahıs adları ayrı yazılır: Yunus Emre Mahallesi; Gazi Mustafa Kemal Bulvarı, Ziya Gökalp Bulvarı; Nene Hatun Caddesi; Fevzi Çakmak Sokağı, Cemal Nadir Sokağı; Koca Mustafapaşa; Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi, Sütçü İmam Üniversitesi vb. 8. Dış, iç, sıra sözleriyle oluşturulan bir­leşik kelime ve terimler ayrı yazılır: ahlak dışı, çağ dışı, din dışı, kanun dışı, olağan dışı, yasa dışı; ceviz içi, hafta içi, yurt içi; aklı sıra, ardı sıra, peşi sıra, yanı sıra vb. 9. Somut olarak yer belirten alt ve üst sözleriyle oluşturulan birleşik kelime ve terimler ayrı yazılır: deri altı, su altı, toprak altı, yer altı (yüzey); böbrek üstü bezi, tepe üstü (en yüksek nokta) vb. 10. Alt, üst, ana, ön, art, arka, yan, karşı, iç, dış, orta, büyük, küçük, sağ, sol, peşin, bir, iki, tek, çok, çift sözlerinin başa getirilmesiyle oluştu­rulan birleşik kelime ve terimler ayrı yazılır: alt kurul, alt yazı; üst kat, üst küme; ana bilim dalı, ana dili; ön söz, ön yargı; art damak, art niyet; arka plan, arka teker; yan cümle, yan etki; karşı görüş, karşı oy; iç sa­vaş, iç tüzük; dış borç, dış hat; orta kulak, orta oyunu; büyük dalga, büyük defter; küçük harf, küçük parmak; sağ açık, sağ bek; sol açık, sol bek; peşin fikir, peşin hüküm; bir gözeli, bir hücreli; iki anlamlı, iki eşeyli; tek eşli, tek hücreli; çok düzlemli, çok hücreli; çift ayaklılar, çift kanatlılar vb.

bottom of page