Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Hikaye Türünün Genel Özellikleri
Hikâye (öykü); yaşanmış ya da yaşanabilir olay veya durumların kişi, yer ve zamana bağlı olarak zevk uyandıracak şekilde anlatıldığı kısa edebi türdür. XIV. Yüzyılda İtalyan edebiyatında Boccaccio’nun (Bokaçyo) yazdığı Decameron (Dekameron) adlı eser, hikâye türünün ilk örneği kabul edilir. Türk edebiyatında Tanzimat’tan önce hikâye türünün yerini halk hikâyeleri, destanlar, masallar, mesneviler ve Dede Korkut Hikâyeleri tutmaktaydı. Batılı anlamda hikâye, Türk edebiyatına Tanzimat’la girmiştir. Ahmet Mithat Efendi’nin Letaif-i Rivayat adlı eseri ilk hikâye örneklerindendir. Letaif-i Rivayat’ta yer yer geleneksel hikâyenin anlatım özelliklerine rastlanır. Teknik açıdan güçlü, Batılı örneklere benzeyen ilk hikâye ise Samipaşazade Sezai’nin Küçük Şeyler adlı eseridir. Hikâye türünün başarılı örnekleri Servetifünun Dönemi, Millı Edebiyat Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi’nde verilmiştir. Günümüzde hikâye, yeni anlatım biçimleri ve teknikleri denenerek edebî türler içinde gelişimini sürdürmektedir. Hikâyenin bölümleri serim, düğüm, çözüm şeklindedir ancak bazı hikâyelerde bu bölümler bulunmayabilir. Serim bölümü; yer ve zamanın belirtildiği, kişilerin tanıtıldığı, olayın anlatılmaya başlandığı bölümdür. Düğüm bölümü, olayın okuyucuda merak duygusu oluşturacak şekilde işlendiği bölümdür. Çözüm bölümü, olayların düğümlerinin çözüldüğü bölümdür. Okuyucuda merak uyandıran sorular bu bölümde cevaplanır. Hikâyenin yapı unsurları kişiler, olay örgüsü, mekân (yer), zamandır. Hikâyede anlatılan olayları veya durumları yaşayan kahramanlar hikâyenin kişi kadrosunu oluşturur. Bu kişiler kurmaca kişilerdir. Olay örgüsü; hikâye kişilerinin başından geçen olaylar dizisidir, hikayedeki ana olaya bağlı küçük olayların peş peşe sıralanmasıyla oluşur. Mekân, olayın geçtiği yer ya da yerlerdir. Yazar, olayın akışı içinde ayrıntıya girmeden mekânı tanıtır. Zaman, olayın başlangıcından bitişine kadar geçen süredir. Olay, baştan sona doğru verilebileceği gibi bu sıralamaya uyulmadan da verilebilir. Zaman açıkça belirtilebileceği gibi sezdirilebilir de. Anlatıcı, hikâyedeki olayı anlatan kişidir. Anlatıcı, yazarın kendisi değil kurmaca bir kişidir. Hikâyede olaylar birinci veya üçüncü kişi anlatıcının ağzından anlatılır. Bakış açısı; anlatıcının hikâyedeki kişi, olay, yer ve zamanı ele alış biçimi ve bunlara karşı takındığı tutumdur. Üçe ayrılır: 1. Hâkim (Tanrısal / İlahi) Bakış Açısı: Anlatıcı, olaylara ve kahramanlara hâkimdir. Olayların nasıl gelişeceğini bilir ve görür. Olayları anlatırken kahramanların aklından geçenleri ve psikolojilerini yansıtır. Bu bakış açısında anlatıcı üçüncü kişidir. 2. Kahraman (Ben) Bakış Açısı: Olaylar, hikâye kahramanlarından birinin ağzıyla anlatılır. Olayları yaşayan kahraman, olaylar karşısındaki izlenim ve tutumunu kendi bakış açısıyla yansıtır. Bu bakış açısında anlatıcı birinci kişidir. 3. Gözlemci (Müşahit / Kameraman) Bakış Açısı: Anlatıcı; gördüklerini, tanık olduklarını aktarır. Hikâye kahramanlarının aklından geçenleri bilmez. Anlatıcının anlatımı gördükleriyle sınırlıdır. Nesnel bir tutum sergilenir. Bu bakış açısında anlatıcı üçüncü kişidir. Bir metinde birden fazla anlatıcı ve bakış açısı bulunabilir, anlatıcının değişmesine göre bakış açısı da değişebilir. Teması, konusu ve çatışma unsurları ile hikâye yazıldığı dönemin siyasi, ekonomik, kültürel özelliklerini yansıtır. Tema, hikâyedeki temel duygu veya düşüncedir, soyut ve geneldir: sevgi, dostluk vb. Konu, hikâyedeki duygu veya düşüncenin somut bir duruma bağlı olarak ele alındığı olgudur, temayı sınırlandırır: Türkiye’de aile bağları vb. Karşılaşma, olay çevresinde gelişen edebî metinlerde çatışmaları, olay halkalarını veya yeni durumları oluşturacak şekilde kahramanların yüz yüze gelmeleridir. Çatışma, hikâyede karşıt duygu, düşünce ve isteklerin; kişilik özelliklerinin bir arada sergilenmesi ile ortaya çıkan durumdur. Olayların dayandığı asıl ögedir, merak duygusunu canlı tutar: hayal-gerçek çatışması vb. Hikâye Türleri Hikâyeler genel olarak olay hikâyesi ve durum hikâyesi olmak üzere ikiye ayrılır: Olay Hikâyesi: Bu tarz hikâyenin temeli bir olay anlatımına dayanır. Olay hikâyesinde kahramanların ve çevrenin tasvirine önem verilir, okuyucuda merak ve heyecan duygusu uyandırılır. Fransız yazar Guy de Maupassant (Giy dö Mopasan) tarafından geliştirilen bu hikâye türüne Maupassant tarzı hikâye de denir. Olay hikâyesinin Türk edebiyatındaki başlıca temsilcileri Ömer Seyfettin, Refik Halid Karay ve Reşat Nuri Güntekin’dir. Durum Hikâyesi: Olaylardan çok, günlük yaşamın bir kesitini ele alıp anlatan hikâye türüdür. Durum hikâyesinde ruhsal çözümlemelere ağırlık verilir, olay ikinci planda kalır. Bu tarz hikâyede serim, düğüm, çözüm bulunmaz; okuyucunun merak duygusuna seslenilmez. Rus yazar Anton Çehov tarafından geliştirilen bu hikâye türüne Çehov tarzı hikâye de denir. Durum hikâyesinin Türk edebiyatındaki başlıca temsilcileri Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik Abasıyanık’tır. Anlatım Biçimleri Öyküleyici metinlerde öyküleme ve betimleme anlatım biçimlerinden yararlanılır. Öyküleyici Anlatım (Öyküleme): Olay anlatımına dayanan anlatım biçimidir. Bu anlatım biçiminde okuyucuyu olay içinde yaşatmak amaçlanır. Öyküleyici anlatımda kişiler, olay örgüsü, mekân ve zaman ögeleri bulunur; fiil ve fiilimsilere çokça yer verilerek kişiler hareket halinde yansıtılır. Betimleyici Anlatım (Betimleme): Varlıkları, durumları zihinde canlandırmayı amaçlayan anlatım biçimidir. Betimleyici anlatımda sıfatlar kullanılarak varlık ve durumlar ayırt edici özellikleriyle verilir. Öznel olanlarına izlenimsel, nesnel olanlarına açıklayıcı betimleme denir. Öznel anlatımlı betimlemelerde okuyucuya izlenim kazandırmak, nesnel anlatımlı betimlemelerde bilgi vermek amaçlanır. Anlatım Teknikleri Öyküleyici metinlerde gösterme (diyalog, iç konuşma, bilinç akışı), tahkiye etme (kişi tanıtımı, olay anlatımı, geriye dönüş, iç çözümleme, özetleme), pastiş, parodi ve ironi gibi anlatım tekniklerinden yararlanılır. Gösterme (Sahneleme): Olaylar, kişiler, varlıklar okuyucuya doğrudan sunulur. Anlatıcı, okuyucu ile eser arasına girmez. Okuyucunun dikkati eser üzerinde yoğunlaşır. Bu teknikte kişilerin konuşmaları ve hareketleri yansıtılarak okuyucunun kendisini eserin kurmaca dünyasında hissetmesi sağlanır. Gösterme tekniği; diyalog, iç konuşma veya bilinç akışı şeklinde olabilir. Diyalog: Kahramanların karşılıklı konuşmalarına dayanan anlatım tekniğidir. Metne akıcılık kazandırır. Diyalog tekniğinde konuşmalar, kitabi değildir. Kahramanlar, sosyal statülerine uygun biçimde konuşturulur. İç Konuşma: Kahramanların içsel konuşmalarını aktarmaya dayanan anlatım tekniğidir. İç konuşma tekniğinde, kahramanın duygu ve düşünceleri sesli düşünme şeklinde yansıtılır. Bu anlatım tekniğinde kahraman, karşısında biri varmış gibi kendi kendine konuşur. Bilinç Akışı: Genellikle XX. Yüzyıl modern roman ve hikâyesinde kullanılmış bir anlatım tekniğidir. Bu teknikte de iç konuşmada olduğu gibi kişilerin iç dünyaları, zihinlerinden geçirdikleri doğrudan o kişilerin ağzından, kendi kendilerine konuşmaları şeklinde verilir. Kahraman anlatıcı ve bakış açısı söz konusudur ancak bilinç akışında iç konuşmadan farklı olarak cümleler arasında mantık ilişkisi zayıftır. Daha çok serbest çağrışım yoluyla bir düşünceden bir başka düşünceye atlanır. Bu teknikte dış dünyaya ait nesneler, motifler bilinçaltını harekete geçiren serbest çağrışım ögeleri olarak işlev görür. Bilinç akışı ile iç konuşma tekniği genellikle iç içe kullanılır. #DurumHikayesi #Hikaye #HikayeTürününGenelÖzellikleri #OlayHikayesi
- Türk Mitolojisinde Ay
“Ay’ı kurtlar yakalar, iyice bir yolarmış, “Ay, eve gidip yatar, yarası kan dolarmış!…” Türk – Altay Efsanesinden . Ay – Dede ile Öksüz kız efsanesi: İnsanoğlu parlak gecelerde aya bakmış ve aydaki lekeler üzerinde uzun uzun düşünmüştü. Bu lekeler üzerinde hayal kuran insanlar, ayrıca onlar için şiirler yazmış ve efsaneler de düzmüşlerdi. Bugün Avrupa’daki masallar bile, ayda bir sırığın ucuna iki tane kova takmış bir kızın, yürüyüp durduğunu anlatır dururlar. Ortaasya’daki efsaneler de, ay da sırıkla su taşıyan iki kovalı bir kızın yürüdüğünden söz açarlar. Bu inanışın Avrupa’dan mı, Ortaasya ve Sibirya ya; yoksa Sibirya’dan mı, Avrupa’ya gittiğini, şimdiden kestirmek çok güçtür. Yalnız bir gerçek varsa, o da Sibirya’nın buzlu ve karanlık Tundralarından, doğuda Bering boğazına ve hatta Amerika kıtasının kuzeyindeki Alaska yerlilerine kadar, bu inanışın yayılmış olduğudur. Ne olursa olsun, bu içli ve güzel masalın, Kuzey Sibirya’daki Yakut Türklerinde söylenen iki değişik anlatılışını, burada özetlemeden geçemeyeceğiz. Annesiz bir kız varmış, su taşırmış sırıkla, Geceleri ağlarmış, soğuktan hıçkırıkla: “Ey güzel ay, ey kutsal, ne olursun beni al! “Buraya gel suya dal, eş yap beni göğe Sal!” Dermiş kız haykırırmış, hep aya yalvarırmış, İmdada çağırırmış, sesi göğe varırmış. Çok soğuk bir geceymiş kız yine suya gitmiş, Ay da gece gökteymiş, kız için yere inmiş. Ay hemen kızı almış, ta evine götürmüş, Ay her dolun oldukça bu kız ay da görünmüş. Yakut Türklerinde anlatılan diğer değişik masalda, ayrıca bir de “Üvey anne” motifi ilâve edilmiştir. Birinci masalda güneş yokken; burada ayın rakibi olarak ortaya çıkmaktadır: Annesiz bir kız varmış, sırıkla su taşırmış, Üvey anne yüzünden, kız sabrını taşırmış. Kadın alayla dermiş, kız biraz geç kalınca: “Büyük adam olursun, ay gün seni alınca!” Kız gece suya gitmiş, dua etmiş gönlünce, Ay hemen yere inmiş, kızı yerde görünce. Kız saklanmış korkuyla, bir fundanın dibine, Almış kızı fundayla, Ay götürmüş evine. Ay – Dede ile Yedi başlı devin savaşı: Eski Türk inanışlarına göre ay ile güneş, insanlara daima iyilik getiren ve onları koruyan iki kutsal kudretti. Ay ile güneş insanoğlunu her zaman göz altında bulundurur ve onları kötü yola sapmadan korurlardı. Aşağıdaki, Altay Türklerinin anlattıkları masal da, bunun bir örneğidir: Çok çok eski çağlarmış büyükçe bir dev varmış, Nice çok canlar almış, insanoğlu az kalmış. İnsanlar toplanmışlar, ta Tanrıya varmışlar, Kurtar bizi diyerek, Tanrıya yalvarmışlar. Bu çok güç vazifeyi, Tanrı güneşe vermiş, “Yakarım ben dünyayı, ay yapsın işi dermiş”. Ay dünyaya inerken, hava da çok soğukmuş, Dev böğürtlen yer iken, ağaçla göğe uçmuş. Ay gökte dolun iken dev ayda görünürmüş, Böğürtlenini yerken, keçeye bürünürmüş. Bu efsanede de görülüyor ki, güneş sıcak, ay ise soğuktur. Ay her girdiği yeri soğutur ve hatta soğuğu ile, güneşin bile yenemediği yenemediği kötü ruhları yenebilirdi. Fakat ayın bu soğuğu insanlara zararlı değildi. İnsanlar ona karşı kendilerini koruyabilirlerdi. Bundan önceki efsaneler de ay, öksüz kızı götürürken ağacı da beraber almıştı. Burada da ağaç, devle beraber götürülmüştür. Soğuk bölge Türkleri tarafından anlatılan bu masallarda, aya ve soğuğa fazla önem verilmiştir. Hatta güneşin sıcaklığı bile küçüksenmiştir. Bu sebeple de güneş, aydan daha az güçlü olarak gösterilmiştir. Güneşin, ışıklarını ve sıcaklığını esirgediği bu bölge halklarının böyle düşünmelerinde, elbette ki hakları vardır. Ay-Dede’yi yiyen kurtlar: Ay bazan, tepsi gibi büyük ve parlak olur; bazan da küçülür ve donuklaşır. Elbette ki insanlar, bunun sebebi nedir diye, akıllarını yormuş ve düşünmüşlerdi. Ay niçin küçülür ve niçin büyürdü? Herhalde ay, her küçüldükçe onu bir şey yemekte ve bitirmekte idi. Bunu yiyebilecek şey de, kutsal kurtlardan başka bir şey olamazdı: Ay her dolunlaştıkça kurtlar ayılar yermiş, Ay azıcık kaldıkça, kurt ayılar gidermiş. Ay gider bir ay yatar, yarasını sararmış, İyileştikçe çıkar, yine gökte parlarmış. Ayı, kurtlar yakalar, iyice bir yolarmış, Ayı yine gidip yatar, yarası kan dolarmış. Bu inanış, Ortaasya ve Sibirya’da çok yayılmıştır. Fakat her kavim, bu ayın yeniş ve parçalanışını, kendi kutsal hayvanlarına yaptırıyordu. Meselâ Moğollarla, Kuzey-Doğu Sibirya’daki Gilyak’lar Gökteki ayı, kendi köpeklerine; kuzey kutbuna yakın oturan halklar ise, ayılara yedirtiyorlardı. Ama Türk halklarına göre köpek, kötü ve adî bir hayvandı. Kurtların yanında da çok güçsüz kalıyordu. Bu sebeple Yakut Türkleri, diğer komşularından ayrılarak ayı, kurtlara kovalatıp ve sonra da onlara yedirtiyorlardı. Altay Türklerinde de aynı efsaneyi görüyoruz. Yalnız burada, Kurtların yerine “Yedi başlı dev” yani “Yelbegen” geçmiştir. Bu Altay masalı, ana motifler bakımından, “Sırıkla iki kova su taşıyan ökzüs kız” efsanesine de benzer. Öksüz kız efsanesindeki ağaç veya funda da ayda görülmektedir. Ancak Altaylarda, kızın yerine, dev geçmiştir: Yedi başlı Yelbegen, adlı büyük dev varmış, Öç alır ay güneşten, onları yer yutarmış. Büyük Tanrı Bay-Ülgen, aya bakar sararmış, Ayı bitirip yiyen, bu deve ok atarmış. Dev bazan yıldızları, kovalar götürürmüş, Sonra da parçalarmış, ağzından tükürürmüş. Yıldızlar bu azgından, kaçarmış hep göklere, Dev onları ağzından, saçarmış hep göklere. Yine Altay Türklerine göre, “Ayın tutulması” olayı da, yine bu “Yedi başlı dev” yüzünden meydana gelirdi. Bunun için Altay Türkleri ay tutulduğu zaman şöyle derlerdi: “Yine Yelbegen, (Yani yedi başlı dev) ayı yedi”. Aydan Türeyen Türk Soyları: Uygurca Oğuz-nâme’de Oğuz-Han’ın babasının adının, “Ay-Han” olduğu söylenir. Maalesef, bu Oğuznâme’nin başkısmı kaybolmuştur. Bu sebeple, bu “Ay-Han”ın kim olduğunu anlayamıyoruz. Bilindiği üzere, Oğuz Han’ın ikinci oğlunun adı da, Ây-Han” idi. Burada “Ay-Han” yalnızca bir ünvandır. Yoksa bazılarının dedikleri gibi, Ay-Han, “Ay’ın Han”ı, Kün-Han da “Güneş’in Han’ı değillerdi. Elbetteki Ay-Han, Türk mitolojisinde ay’ı temsil eden sembolik bir ad idi. Türklere göre ay, erkek idi. “Ay-Ata” deyim ve adları, buradan geliyordu. Türk-Moğol efsanelerinde “Ay’ı, çocuk doğurtan bir baba olarak” da görüyoruz. Meselâ Çingiz-Han’ın atalarından Alan-Ko’a, ay ışığından gebe kalmıştı. Bazı kaynaklar da, Ay’ın bizzat çadırdan içeri girerek kadını gebe bıraktıklarını söylerler. “Türklerdeki Gök-Kurt (Kökböri) ise, gökteki Tanrı’nın, yerde şekillenmiş bir sembolü idi. bunun için de Göğün rengini almıştı”. Aydan gebe kalan kadınlara ay, sarışın bir adam şeklinde gelmiş ve köpek şeklinde gitmişti. Çin’de “Altın” ve “Sarı renk”, imparator’un bir sembolü idi. Bu sebeple Moğol efsanelerinde, Çin tesirleri aranırsa, ihtiyatsızlık olmayacağı kanaatındayız. #AyDede #türkmitolojisi #TürkMitolojisindeAy
- Oğuz Kağan Destanındaki Mitolojik Unsurlar
ÜLGEN: Altay ve Yenisey çevrelerinde kullanılmaktadır. Kayrakan (büyük han) veya Tengere Kayra Han olarak da anılmaktadır. Güney Altay şamanistleri Ülgen’e “kuday” derler. Bazı kamlara göre ise, “Kayrakan” en büyük tanrıdır ve ülgen, kızagan ve mergen bu tanrının oğullarıdır. A.Anohin’e göre ülgen iyilik eden bir varlıktır. Ay ve güneşin ötesinde, yıldızların üstünde yaşar. Onun huzuruna giden yolda yedi, bazı rivayetlere göre dokuz engel vardır. Ülgenin huzuruna giden bu yol ancak erkek şamanlara, ayin yaptıkları zaman açıktır. Bununla birlikte erkek şaman bile ancak beşinci engel olan demir kazık (altın kazık=kutup yıldızı) yıldızına kadar ulaşabilir ve oradan geri döner. Ülgenin sarayı ve altından tahtı vardır. Kendisi insan şeklindedir. Şaman dualarında ” ak ayaz”, “ayazkan”, “şimşekçi”, “yıldırımcı”, “yaratıcı” (yayuçı) olarak da vasıflandırılır . Ülgen yaradıcı (halik)dır. Bütün varlığı yaradan odur. UMAY: Altaylı kavimlere göre Umay çocukları ve hayvan yavrularını koruyan dişi tanrıdır (tanrıça). Umay ismini Tonyukuk yazıtında şu ifadelerle görüyoruz. “Geri dönelim. Ere nefsini saklamak yektir dedi. Ben (ise) böyle derim! Ben Bilge Tonyukuk Altun ormanını aşarak geldik, İrtiş Irmağı’nı, geçerek geldik. (buraya) gelenler (=düşmanlar) cesur dedi (=demişler); (bizim geldiğimizi ise) duymadılar. Tanrı, Umay kutsal yer, sular (bizim için onlara) gaflet verdi. Neye kaçarız.(Onlar) çok diye niye korkarız. Az[ız] diye niye basılalım. Taarruz edelim dedim. Taarruz ettik, perişan ettik. Ertesi günü çok geldiler… SUYLA: Suyla adı verilen ruh, insanları korur ve yerde bulunur. Gözleri otuz günlük mesafeden görür, at gözlerine benzer. Ay ve güneşin kırıntılarından yaratılmış “suyla”nın görevi insanların hayatında ortaya çıkabilecek değişiklikleri haber vermek ve insanları göz altında bulundurmaktır. Âyin esnasında şaman göklere yahut yer altına giderken “suyla” şamanın yolunu kesen kötü ruhlara müdahale ederek onları kovar, “Yayık” ile birlikte kurbanın canını göklere götürür. Âyin esnasında “suyla” şerefine saçı olarak “rakı” kullanırlar. Karlık adı verilen ruh “suyla”nın en yakın arkadaşıdır. KÖK-BÖRİ: Totem devri yaşayan Türklerin totemi bozkurt, destanlarda hayat ve savaş gücünü temsil eder. Bozkurt, destanlarda Tanrı kurt ,anne kurt, ordular önünde yürüyen kumandan olarak geçer. Türkler boz kurta önce Tanrı diye tapmışlar, sonra kendilerinin bozkurt soyundan geldiklerine, böylelikle birer bozkurt olduklarına inanmışlardır. IŞIK: Bu motif destanların kuruluşunda kutsiyetten kaynaklanan hayat verici bir özelliğe sahiptir. Destanların büyük kahramanları; bu kahramanlara kadınlık ve mukaddes Türk çocuklarına annelik yapan kadınlar ilahî bir ışıktan doğarlar. Şamanist inanca göre yerden on yedi kat göğe doğru gittikçe aydınlanan bir nur âlemi vardır ki bunun on yedinci katında bütün göz kamaştırıcı ışığıyla Türk Tanrısı oturur. Yeryüzünde iyilik yapan ruhlar da bir kuş şeklinde bu nur âlemine uçarlar. RÜYA: Destanın bütününü etkileyen ve destan kahramanlarının hareket alanını belirleyen bir motiftir. Bir mücadele üzerine kurulu destanlarda kazanılacak başarı veya yaşanacak bir felaket düş yoluyla önceden öğrenilir. Kadercilik anlayışı düş motifiyle destanlarda işlenir. AĞAÇ: Destanlarda ağaç motifi üç yönüyle yer alır: Sığınak (Oba), Ana ya da Ata, varlığı, devleti temsil eden sembol. İnsanlığın yaratılışı hakkındaki Türk düşüncesine göre Tanrı, yeryüzündeki dokuz insan cinsini, bu insanlardan önce yarattığı dokuz dallı ağacın gölgesinde barındırmıştır. KIRKLAR: Bu motif, kahramanlar etrafındaki gücü temsil eder. Kırk sayısı bazı eşya ve davranışları sınırlar. Oğuz Kağan’ın kırk günde yürümesi, konuşması gibi. Kırk sayısı görünmez aleminden gelen koruyucu, güç verici kutsiyete erişmiş şahısları da simgeler. AT: At destanlarda önemli bir konuma sahiptir. Bunun temelinde göçebe kültürün yarattığı zorlayıcı koşullar vardır. Ata bir tür dinsel totem özelliği kazandıran Şamanist inançtır. At, kahramanın başarıya ulaşmasında en etkin güçtür. Sahibini korur, ona yol gösterir, tehlikelere karşı uyarır. OK-YAY: Destanlarda maden isimlerinin sıkça geçmesi Türklerin savaşçı bir ulus oldukları kadar savaş aracı üretmede de usta olduklarını gösterir. Destanlardaki maden isimleri tamamıyla Türkçedir. Bu da Türklerin çok eskiden beri madencilikle uğraştıklarının delilidir. Ok-yay motifi destanlarda sadece savaş aracı olarak geçmemiş, Türk üstünlüğünü ifade etmiş, hukuki bir sembol haline gelmiştir. MAĞARA: Bu motif destanlarda sığınak ve ana karnını temsil eder. Bazen de ilahî buyruğun tebliğ edildiği yer olarak karşımıza çıkar. AK SAKALI İHTİYAR: Destanlarda hakanların akıl danışıp öğüt diledikleri gün görmüş yaşlılar vardır. Derin tecrübeli bu kimseler, geç hakanlara yol ve iz gösterirler. , Türklerin alimlere mukaddes insan gözüyle bakıp ilme değer verdiklerini gösterir. YADA TAŞI: Bu taş destanlarda millî birlik ve bütünlüğü, halkın mutluluğunu ve devletin idealini temsil eder. Bu taş ülkeden çıkarıldığında birlik ve bütünlük bozulur ve kıtlık baş gösterir. #Mitloji #OğuzKağanDestanı #türkmitolojisi
- Türk Mitolojisinde Dünyanın Şekli
Bumın Kağan, İstemi Kağan, “Dört bucak” taki milletleri, Hep tabi kılmış!…” Göktürk Yazıtları 1. DÜNYA, TÜRK OTAĞI, TÜRK DEVLETİ GİBİ Türk dünyamızın şekli ile ilgili düşüncelerini, yer, gök ve yıldızları incelerken de, belirtmeğe çalışmıştık. Fakat şunu unutmamalıyız ki, “Türkler, yeryüzünde en çok hareket halinde olan kavimlerden idiler”. Çağ çağ yeni devletler kurmuş ve yeni, yeni kültürlerin tesirleri altında kalmışlardı. Tabiî olarak, dünya görüşlerinde de derin değişiklikler olmuştu. Bütün bunlara rağmen, Türk toplumunun alt yapılarında, müşterek inanışlar kaybolmamış ve bu inanışlar, yüzyıllar boyunca devam edegelmişlerdi. Şunu da itiraf etmek lazımdır ki, belki binlerce seneden beri, İran ve Çin kültürlerinin arasında gelişen Türk düşüncesi, bu komşu kültürlerin tesirlerinden, pek kurtulmamıştı. Bütün bunlara rağmen, Orta Asya atlı kavimlerinin başında gelen Türklerin günlük hayat tarzları ve yaşadıkları ortam kendilerinin dünya görüşüne de tesir etmemiş ve yine kendilerine özel bir düşünce düzeni meydana getirmişti. On binlerce ata sahip olan Orta Asyalıların, hayat özellikleri üzerinde durmuştuk: “Atlı Orta Asyalıları, yer ile gökten başka bir şey ilgilendirmiyordu. Onlar, ne ziraatçı kavimler gibi bitkilere, ne yerde sürünenlere ve ne de Hindistan’ın orman halkı gibi, vahşi hayvanlara ve çöngellere önem veriyorlardı. Üstlerinde açılan sonsuz, mavi bir gök kubbesi; atlarında ise, ya sonsuz bozkırlar veyahut da vahşi, fakat güzel yaylalar ve karlı dağlardı”. Tabiî olarak atlı Türkleri, bu iki büyük tabiat varlığından ayıran ve yüksekte tutan üçüncü önemli bir şey daha vardı ki, o da “At” idi. Türklere göre, “En kutsal ve en güçlü tabiat varlığı, gök idi. Bu sebeple bütün ananeler ve inançlar gök üzerine kurulmuştu. Gök, aynı zamanda kendi çadırının da bir benzeri idi. Türk, kendi otağında oturduğu veya yattığı zaman da kendini yine gök altında uyuyormuş gibi zannederdi. Bu sebeple, yuvarlak gök kubbesinin altında saklanmış olan bu dünya da, elbette ki yuvarlak olacaktı”. Orta Asya’nın atlı Türklerinin dünya hakkındaki görüşlerini, başlıca iki ayrı düşünce düzeni içinde toplayabiliriz. 1. Gök bilgisi, bakımından dünyayı görüş ve tanıyış: Gök kubbesinin yuvarlaklığına ve yıldızların dönüşüne bakan Türkler, dünyanın da “Yuvarlak bir tepsi gibi” olduğuna inanmışlardı. Bu düşünüş, biraz da insan düşüncesinin tabiî bir sonucu gibi idi. İslamiyet’ten önceki Türklerin bu konudaki düşünceleri, islâmî devirlerdeki “Felek” ve “Felekiyat” anlayışına çok yakın idi. 2. Bir “İnsan topluluğu”, teşkilatlanmış veya teşkilatlanması gereken bir “Devlet” gibi kabul edilen bir dünya ise, bambaşka bir şekilde tasavvur ediliyordu. “Türk devletinin şekli, iki veya dört yönlü idi”. Bu sebeple dünya da, dört yönle yönleniyordu. Aynı durumda, Orta Asya ve Sibirya’da, halen Türkçe konuşan kavimlerle ilgili, halk bilgisi haberlerinde de görebiliyoruz. Meselâ Yakut Türklerine göre, “Dünya hem yuvarlak ve hem de dört köşe idi”. Milletlerin dünya görüşüne, şüphesiz ki Coğrafya ortamının da çok büyük tesirleri vardı. “Orta Asya kendi bağrında kurulan devletler için, dikdörtgen şeklinde bir yurt hazırlıyordu”. Bu sebeple Türklerin dünyayı anlayışları da, coğrafyanın sınır ve çizgilerine göre (Geogonical) olmalı idi. 2. DÜNYA, TÜRK DEVLETİ GİBİ DÖRT KÖŞELİ “Dünyanın dört köşeli olarak düşünülmesi”: Büyük Orta Asya imparatorlukları, devlet teşkilatı bakımından “İki yönlü” idiler: “Devlet, Doğu’dan Batı’ya doğru uzanırdı”. Daha doğrusu eski Türk devletleri, ufkî (Horizontal) devletler idiler. Elbette ki bu devletlerin, kuzey ve güney yönleri de vardı. Fakat bunlar, ikinci derecede kalıyorlardı. Herhalde bu düşünce düzeninin meydana gelişinde, Orta Asya’nın coğrafya durumunun da büyük tesiri vardı. Çünkü devlet, ancak doğu ve batı yönlerinden genişleyebilirdi. Çin’deki devlet felsefesi ise, yüzünü yalnızca güneye dönmüştü. Sibirya kavimlerine göre “Dünya güneyden kuzeye doğru uzanmakta idi”. Bu konuyu “Kutsal ırmaklar” ile ilgili bölümümüzde incelemiştik. Sibirya halkları ve özellikle Yakut Türkleri, “Güneyi, dünyanın yüksek yanı ve cennet tarafı; kuzeyi ise, aşağı kısmı olarak kabul ederlerdi”. Yakutların dünyayı böyle düşünmüş olmaları da, yine Sibirya’nın coğrafya durumuna dayanıyordu. Çünkü bütün büyük nehirler, güneyden kuzeye doğru akıyorlar ve halk da, bu nehirlerin etrafına toplanıyorlardı. Buna rağmen Yakut Türkleri, yönlere büyük bir önem veriyorlar ve rüzgârların “Dört köşeden” isteklerini söylüyorlardı. Göktürk yazıtları da, dünyadaki milletlerden söz açarken daima, “Tört bulungdaki”, yani, “Dört köşe ve yandaki” kavimleri sayarlardı. Göktürk yazıtlarının bu meşhur deyimi, bu yazıtlar hakkında az veya çok bir bilgisi olan herkes için, bilinen bir şeydir. Göktürk yazıtlarında “Bulung” sözünün “Köşe”mi; yoksa “Taraf” veya “Yön” mü anlamına geldiği pek anlaşılamıyor. Türk dilinin en ince taraflarını tanıyan Kaşgarlı Mahmud bile, “Bulung” sözünün, köşe mi, yoksa bucak mı anlamına geldiğini söylememiştir. Bununla beraber bu sözün Uygur çağında, “taraf” veya “yön” anlamına geldiği de bir gerçekti. Meselâ “Kündünki bulung” deyimi, “güney” anlamına gelirdi. Bugünkü Türkçemizde, “Dünyanın dört bucağı” derken, çok eski bir Türk düşünce anlayışını canlandırdığımıza inanabiliriz. Fakat “Dünyanın dört köşesi” derken, durum biraz daha değişir. Bu deyim daha ziyade Farsçadaki “Çehar kûşe” göz önünde tutularak sonradan meydana getirilmiştir. İslâm âleminde buna Hudûd-u erbaa” da denir de ki, işte bu deyim “Dört taraf” anlamına gelirdi. Büyük Hun devletinin teşkilâtında da, “Dört köşe” veya “Dört boynuz” adlı dört memuriyet vardı ki, bunlar imparatorluğun ve sarayın dört yönüne yayılmışlardı. Çin’de de, “Dört yön”, “Dört kapı”, “Dört kutup” gibi, idarî teşkilât deyimlerini görmüyor değiliz. “Dört köşe, Türk halk edebiyatında, doğrudan doğruya dünyayı ifade eden bir sözdü”. Aşağıda vereceğimiz bir halk ve bir Bektaşî şiiri, bu anlayışı açık olarak bize göstermektedirler: “Güleç yüze, tatlı söze doyulmaz, “Yedi İklim, dört köşeden geliyor! Karacaoğlan “Üç çırak yanar şişede, “Arslanlar gizli meşede, “Yedi İklim, dört köşede, “Ben Dedem Ali’yi gördüm!” Kul Himmet Dede Hem “Yedi iklim” ve hem de, “Dört köşe” anlayışları, eski Türkçede ve Türk düşüncesinde de vardır. Bu anlayışlar Türklere Önasaya’dan girmiş olsalar bile, bu tesirlerin Göktürklerden çok önceki çağlarda meydana geldiği bir gerçekti. Çünkü bu mefhumlar Göktürk çağında, yerli deyimler gibi kullanıyorlardı. Öyle anlaşılıyor ki Türkler “İslamiyet’e girdikten sonra, Arapların ‘Yedi İklim’ ve İranlıların da ‘Dörk Köşe’ tabirlerini alarak, kendi deyimleri ile bağdaştırmışlardı”. Çünkü İranlıların, dünyanın dört yönünü ifade etmek için kullandıkları dört köşeden başka, “Çehar erkân” vs. gibi, daha birçok deyimleri vardı. Yakut Türklerine göre, “Gök, yer ve yer altı olmak üzere, ‘üç dünya’ vardı. Ölümlü insanların yaşadığı ve bitkilerin bitip kuruduğu yeryüzüne (Yakutlar), ‘Orta-Doydu’ derlerdi”. Yakut lehçesinde “orto”, orta demekti. “Doydu” sözü ise, Çince “T’aitu”, yani büyük başkent sözünden alınmıştı. Şimdiye kadar bu konu üzerinde yazanlar, bu deyime büyük bir önem vermişlerdi. Hâlbuki bunun yanında, en eski Türk inanışlarını açıklayan çok daha önemli deyimler vardır: Yakutlar, “Üzerinde yaşadığımız yeryüzüne, daha ziyade İye Doydu, yani, Ana Dünya demişlerdi”. Çünkü Yakut Türkçesinde “İye” sözü, “Ana” anlamına geliyordu. Yine Yakut mitolojisine göre, “İye” adlı bu “Yeryüzünü Anası”nın şekli, “Sekiz köşeli” idi. yakut dininde “Sekiz Ana”, “Sekiz iyi kadın ruh” v.s. gibi tanrılara da rastlamıyor değiliz. Türk lehçelerinde sekiz köşeli şekillere, sekizlik denirdi. Öyle, anlaşılıyor ki, “Dünyanın Sekiz köyeli olması” ile ilgili inançlar, Yakutlara Moğollardan girmiş bir kültür tesiri idi. Çünkü 6 ve 8. Moğollarda önem kazanmış olan rakamlardı. Bu sayıların Moğollara girmesinde şüphesiz ki, Çin’in büyük tesirleri olmuştu. Yakut Türklerinin ayrıca “Dört köşeli bir dünyaya inandıklarını” da biliyoruz. Bu sebeple Yakutlar, sonraki Moğol tesirlerine rağmen, en eski Türk inançlarını saklayabilmişlerdi. Esasen Moğollar da dünyayı köşeli değil; yuvarlak olarak kabul ediyorlardı. Yakutlar yeryüzüne, “Durduğumuz yaşadığımız dünya” anlamına, “Turung Doydu” da derlerdi. Dünya için verilen bu adların yanında, bir de kendi vatanları ve Yakutlar ülkesi için söylenen deyimler vardı ki, bunlar arasında “Törüt Doydu” yani, “Türediğimiz yer, vatan” sözü, gerçekten üzerinde durulmağa değer bir deyimdir. 3. DÜNYA, TÜRK OTAĞI GİBİ YUVARLAK “Dünyanın yuvarlak olarak düşünülmesi”: Diğer insanlar gibi, Türklerin de, gök kubbesine bakınca, dünyayı yuvarlak veya daire şeklinde zannetmeleri ve böyle düşünmeleri, gayet tabiî bir şeydir. Yukarıda da söylediğimiz gibi, “Büyük devlet hayatı yaşamış, geniş bölgelerde ileri bir devlet teşkilatı kurmuş ve türlü yönler hakkında yeni ve sağlam bilgiler edinmiş Türkler, geri düşüncelerden kurtularak, yeni anlayışlar edinmişlerdi. Buna rağmen halk, yine eski görüşleri devam ettirmişlerdi”. Dünyanın yuvarlak olması ile ilgili inanç, özellikle büyük devletler kurmamış olan kuzey-batı Asya’daki Fin-Ugor mitolojisinde, çok geniş ve köklü olarak yayılmıştı. Meselâ Macar kavimlerinin çok yakın akrabaları olan Wogul mitolojisine göre dünya, “Başlangıçta yuvarlak bir tepsi şeklindeydi ve kendi etrafında mütemadiyen dönüyordu”. Dünyanın kuşağı ile ilgili bölümümüzde de söylediğimiz gibi, aynı Wogullar, “Dünyanın etrafının Ural dağları ile çevrildiğine inanırlardı. Onlara göre, başlangıçta dünya suların üzerinde yüzen yuvarlak bir toprak parçasından başka bir şey değildi. Bu sebeple dünya yaratılırken, toprakların bir kısmı dağılıyor ve bir kısmı da suların dibine iniyorlardı. Bunu gören Tanrı, taş bir kuşakla bu toprakları sarıp sıkıştırıyor ve sonra da hepsini, bağlayarak bırakıyor”. İşte onlara göre, Tanrının dünyayı bağladığı taş kuşak, “Ural” dağlarından başka bir şey değildi. 4. DÜNYA, YEDİ DOKUZ VE ONİKİ BÖLGE “Dünyanın yedi kısma bölünmesi ve Yedi İklim, fikrinin Türklerde görünmesi”: Birçok bölümlerimizde söylediğimiz gibi, Altay kavimleri ile Türklerin başlangıçtaki kutsal sayıları, “Dokuz” idi. Fakat zamanla “Yedi” sayısı da Türkler arasında görünmeğe başlamış ve özellikle Batı Türklerinde, gittikçe gelişen bir önem kazanmıştı. Bu olay, İran gibi bir komşuları olan ve büyük devletler kurmuş Batı Türkleri için, normal sayılabilirdi. Fakat bu değişme yalnız güneydeki Batı Türklerinde değil; Kuzey-Batı Asya’da ve Sibirya’daki Wogul, Ostiyak, Samoyed ve Macar gibi. Fin-Ugor kavimlerinde de meydana gelmişti. Meselâ Macar’ların menşe efsanelerinde de “7 oğul” ve “7 kardeş” ten sonra söz açılıyordu. Bunun sonucu olarak, “Macar tahtı ve Macar toprağı da, yediye bölünmüş oluyordu”. Meşhur Batı Göktürk Kağan’ın “İstemi-Kağan”, Bizans imparatoruna yazdığı mektupta, kendisinin “Yedi iklim hükümdarı” olduğundan söz açıyordu. Kanaatimize göre, buna da haddinden fazla önem vermek doğru olmasa gerektir. Çünkü İstemi-Kağan bu mektubu nihayet Bizans’a gönderdiği, Soğdlu Maniah’a veyahut da Soğdlu başka bir kâtibe yazdırmış olabilirdi. Böyle olmasa bile “Yedi iklim”, hıristiyanlıkta da çok iyi bilinen bir deyimdi. Bu sebeple bu söz, Bizanslı tarihçi tarafından da ilaâve edilmiş olabilirdi. Ayrıca, Türklerin başka bir şekilde yazdıkları bir unvanı, Bizans tarihçisi kendi dili ve bildiği Hristiyanlık deyimleri ile de, tercüme etmiş olması muhtemeldi. Bununla beraber “İstemi-Kağan”ın bu deyimi bizzat kendisi de kullanmış olduğu da düşünülebilirdi. Türgeş çağında, Çin kaynaklarının verdikleri habere göre, “Yedi Tuğlu” T’u-mi-tu adlı bir Karluk reisinden haberimiz vardır. Göktürk yazıtları, İl-Teriş Kağan’ın ikinci defa devleti kuruşundan söz açarlarken Türklerin onun etrafında nasıl toplandıklarını mitolojik bir dille anlatıyorlardı. “Kül-Tegin yazıtı”na göre, “İlteriş Kağan isyan bayrağını çekip de, Çin’e karşı çıktığı zaman, yanında yalnızca 17 kişi varmış. Bu onyedi kişi yetmiş yalnızca on yedi kişi varmış. Bu on yedi kişi yetmişmiş ve devleti kurmuş.” 17, 70, 700 sayılarının hepsi, 7 den türemiş rakamlardır. Tıpkı 9 sayısının Türklerde, 19, 90, 900, 9.000 ve hatta 99 şeklinde türeyişleri gibi. #türkmitolojisi #TürkMitolojisindeDünyanınŞekli
- Türk Mitolojisinde Ay
“Ay’ı kurtlar yakalar, iyice bir yolarmış, “Ay, eve gidip yatar, yarası kan dolarmış!…” Türk – Altay Efsanesinden . Ay – Dede ile Öksüz kız efsanesi: İnsanoğlu parlak gecelerde aya bakmış ve aydaki lekeler üzerinde uzun uzun düşünmüştü. Bu lekeler üzerinde hayal kuran insanlar, ayrıca onlar için şiirler yazmış ve efsaneler de düzmüşlerdi. Bugün Avrupa’daki masallar bile, ayda bir sırığın ucuna iki tane kova takmış bir kızın, yürüyüp durduğunu anlatır dururlar. Ortaasya’daki efsaneler de, ay da sırıkla su taşıyan iki kovalı bir kızın yürüdüğünden söz açarlar. Bu inanışın Avrupa’dan mı, Ortaasya ve Sibirya ya; yoksa Sibirya’dan mı, Avrupa’ya gittiğini, şimdiden kestirmek çok güçtür. Yalnız bir gerçek varsa, o da Sibirya’nın buzlu ve karanlık Tundralarından, doğuda Bering boğazına ve hatta Amerika kıtasının kuzeyindeki Alaska yerlilerine kadar, bu inanışın yayılmış olduğudur. Ne olursa olsun, bu içli ve güzel masalın, Kuzey Sibirya’daki Yakut Türklerinde söylenen iki değişik anlatılışını, burada özetlemeden geçemeyeceğiz. Annesiz bir kız varmış, su taşırmış sırıkla, Geceleri ağlarmış, soğuktan hıçkırıkla: “Ey güzel ay, ey kutsal, ne olursun beni al! “Buraya gel suya dal, eş yap beni göğe Sal!” Dermiş kız haykırırmış, hep aya yalvarırmış, İmdada çağırırmış, sesi göğe varırmış. Çok soğuk bir geceymiş kız yine suya gitmiş, Ay da gece gökteymiş, kız için yere inmiş. Ay hemen kızı almış, ta evine götürmüş, Ay her dolun oldukça bu kız ay da görünmüş. Yakut Türklerinde anlatılan diğer değişik masalda, ayrıca bir de “Üvey anne” motifi ilâve edilmiştir. Birinci masalda güneş yokken; burada ayın rakibi olarak ortaya çıkmaktadır: Annesiz bir kız varmış, sırıkla su taşırmış, Üvey anne yüzünden, kız sabrını taşırmış. Kadın alayla dermiş, kız biraz geç kalınca: “Büyük adam olursun, ay gün seni alınca!” Kız gece suya gitmiş, dua etmiş gönlünce, Ay hemen yere inmiş, kızı yerde görünce. Kız saklanmış korkuyla, bir fundanın dibine, Almış kızı fundayla, Ay götürmüş evine. Ay – Dede ile Yedi başlı devin savaşı: Eski Türk inanışlarına göre ay ile güneş, insanlara daima iyilik getiren ve onları koruyan iki kutsal kudretti. Ay ile güneş insanoğlunu her zaman göz altında bulundurur ve onları kötü yola sapmadan korurlardı. Aşağıdaki, Altay Türklerinin anlattıkları masal da, bunun bir örneğidir: Çok çok eski çağlarmış büyükçe bir dev varmış, Nice çok canlar almış, insanoğlu az kalmış. İnsanlar toplanmışlar, ta Tanrıya varmışlar, Kurtar bizi diyerek, Tanrıya yalvarmışlar. Bu çok güç vazifeyi, Tanrı güneşe vermiş, “Yakarım ben dünyayı, ay yapsın işi dermiş”. Ay dünyaya inerken, hava da çok soğukmuş, Dev böğürtlen yer iken, ağaçla göğe uçmuş. Ay gökte dolun iken dev ayda görünürmüş, Böğürtlenini yerken, keçeye bürünürmüş. Bu efsanede de görülüyor ki, güneş sıcak, ay ise soğuktur. Ay her girdiği yeri soğutur ve hatta soğuğu ile, güneşin bile yenemediği yenemediği kötü ruhları yenebilirdi. Fakat ayın bu soğuğu insanlara zararlı değildi. İnsanlar ona karşı kendilerini koruyabilirlerdi. Bundan önceki efsaneler de ay, öksüz kızı götürürken ağacı da beraber almıştı. Burada da ağaç, devle beraber götürülmüştür. Soğuk bölge Türkleri tarafından anlatılan bu masallarda, aya ve soğuğa fazla önem verilmiştir. Hatta güneşin sıcaklığı bile küçüksenmiştir. Bu sebeple de güneş, aydan daha az güçlü olarak gösterilmiştir. Güneşin, ışıklarını ve sıcaklığını esirgediği bu bölge halklarının böyle düşünmelerinde, elbette ki hakları vardır. Ay-Dede’yi yiyen kurtlar: Ay bazan, tepsi gibi büyük ve parlak olur; bazan da küçülür ve donuklaşır. Elbette ki insanlar, bunun sebebi nedir diye, akıllarını yormuş ve düşünmüşlerdi. Ay niçin küçülür ve niçin büyürdü? Herhalde ay, her küçüldükçe onu bir şey yemekte ve bitirmekte idi. Bunu yiyebilecek şey de, kutsal kurtlardan başka bir şey olamazdı: Ay her dolunlaştıkça kurtlar ayılar yermiş, Ay azıcık kaldıkça, kurt ayılar gidermiş. Ay gider bir ay yatar, yarasını sararmış, İyileştikçe çıkar, yine gökte parlarmış. Ayı, kurtlar yakalar, iyice bir yolarmış, Ayı yine gidip yatar, yarası kan dolarmış. Bu inanış, Ortaasya ve Sibirya’da çok yayılmıştır. Fakat her kavim, bu ayın yeniş ve parçalanışını, kendi kutsal hayvanlarına yaptırıyordu. Meselâ Moğollarla, Kuzey-Doğu Sibirya’daki Gilyak’lar Gökteki ayı, kendi köpeklerine; kuzey kutbuna yakın oturan halklar ise, ayılara yedirtiyorlardı. Ama Türk halklarına göre köpek, kötü ve adî bir hayvandı. Kurtların yanında da çok güçsüz kalıyordu. Bu sebeple Yakut Türkleri, diğer komşularından ayrılarak ayı, kurtlara kovalatıp ve sonra da onlara yedirtiyorlardı. Altay Türklerinde de aynı efsaneyi görüyoruz. Yalnız burada, Kurtların yerine “Yedi başlı dev” yani “Yelbegen” geçmiştir. Bu Altay masalı, ana motifler bakımından, “Sırıkla iki kova su taşıyan ökzüs kız” efsanesine de benzer. Öksüz kız efsanesindeki ağaç veya funda da ayda görülmektedir. Ancak Altaylarda, kızın yerine, dev geçmiştir: Yedi başlı Yelbegen, adlı büyük dev varmış, Öç alır ay güneşten, onları yer yutarmış. Büyük Tanrı Bay-Ülgen, aya bakar sararmış, Ayı bitirip yiyen, bu deve ok atarmış. Dev bazan yıldızları, kovalar götürürmüş, Sonra da parçalarmış, ağzından tükürürmüş. Yıldızlar bu azgından, kaçarmış hep göklere, Dev onları ağzından, saçarmış hep göklere. Yine Altay Türklerine göre, “Ayın tutulması” olayı da, yine bu “Yedi başlı dev” yüzünden meydana gelirdi. Bunun için Altay Türkleri ay tutulduğu zaman şöyle derlerdi: “Yine Yelbegen, (Yani yedi başlı dev) ayı yedi”. Aydan Türeyen Türk Soyları: Uygurca Oğuz-nâme’de Oğuz-Han’ın babasının adının, “Ay-Han” olduğu söylenir. Maalesef, bu Oğuznâme’nin başkısmı kaybolmuştur. Bu sebeple, bu “Ay-Han”ın kim olduğunu anlayamıyoruz. Bilindiği üzere, Oğuz Han’ın ikinci oğlunun adı da, Ây-Han” idi. Burada “Ay-Han” yalnızca bir ünvandır. Yoksa bazılarının dedikleri gibi, Ay-Han, “Ay’ın Han”ı, Kün-Han da “Güneş’in Han’ı değillerdi. Elbetteki Ay-Han, Türk mitolojisinde ay’ı temsil eden sembolik bir ad idi. Türklere göre ay, erkek idi. “Ay-Ata” deyim ve adları, buradan geliyordu. Türk-Moğol efsanelerinde “Ay’ı, çocuk doğurtan bir baba olarak” da görüyoruz. Meselâ Çingiz-Han’ın atalarından Alan-Ko’a, ay ışığından gebe kalmıştı. Bazı kaynaklar da, Ay’ın bizzat çadırdan içeri girerek kadını gebe bıraktıklarını söylerler. “Türklerdeki Gök-Kurt (Kökböri) ise, gökteki Tanrı’nın, yerde şekillenmiş bir sembolü idi. bunun için de Göğün rengini almıştı”. Aydan gebe kalan kadınlara ay, sarışın bir adam şeklinde gelmiş ve köpek şeklinde gitmişti. Çin’de “Altın” ve “Sarı renk”, imparator’un bir sembolü idi. Bu sebeple Moğol efsanelerinde, Çin tesirleri aranırsa, ihtiyatsızlık olmayacağı kanaatindeyiz. #türkmitolojisi #TürkMitolojisindeAy
- Türk Mitolojisinde Acun ve Dünya
“Soğuk geldi yaslandı, “Kutlu yazı kıskandı, “Karla Acun kaplandı…” 1. ACUN, İNSANLIK DÜNYASI “Acun”, esik Türkçede dünya anlamına gelirdi. Fakat bu dünya, maddî dünya olmaktan ziyade, “İnsanlık dünyası” idi. Toprak ve su yığınından ibaret olan dünya, eğer insansız kalsa idi, hiçbir manası olmayacaktı: “Bu dünya, insanlıkla birlikte düşünüldüğü için, insanların hayatı gibi fâni ve yine insanların talihi gibi dönek ve kahpe bir dünya idi”. Bunun için eski Türkler yeryüzünde yaşayan varlıkların tümüne, “Acunlar” demiş ve bu suretle Acun deyimi ile de, ne demek istediklerini daha açık olarak göstermişlerdi. Eski Türkler, yeryüzünde yaşayan insanlara “Acunluk” derlerdi. İnsanlar nihayet dünya için yaratılmış, dünyalık ve bu dünya içinde güçleri ile kuvvetleri yeter olan varlıklardı. Onların iyilik veya kötülükleri, Tanrının insanlara bahşettiği talihe, yani, “Kut”a bağlı idi. Tanrı onlara kut verirse, zaten herkes iyi olur; kurt kuzuya bile katılıp giderdi: “Acunluk belinge badı kurt kurı, “Kozı birle kadlıp yorıdı böri!” “İnsanlar bağladı kut kuşağını, “Kuzuya katılıp yürüdü börü (Kurt)” İnsanları idare eden ve bu işi meslek edinen hükümdara da “Acuncı” denir. Fakat, Acuncı unvanı, daha çok bütün insanlığın hükümdarına verilen bir ad idi. Eski Türklerde, “Cihanşümûl” (Üniversal) bir devlet fikri vardı. Onlara göre, “Türk Hakanı, Tanrı tarafından bütün insanlığı idare için gönderilmiş bir hükümdar idi”. Türk devlet felsefesi, bütün dünyayı ve insanlığı içine alan bir anlam, yani Universalismus ile dolu idi. Bunun için de Türk hükümdarının yine Tanrı tarafından bahşedilen faziletle dolu olması lâzım geliyordu: “Acunçıka erdem gerek ming tümen” “Acuncı’ya erdem gerek, on milyon!…” Unutmamalıyız ki, insanların iki dünyası vardı: “Biri bu dünya ve diğeri de, öbür dünya idi”. maddî dünya ise, bir tane idi. Bunun için Acun sözü, maddî dünyanın çok üstünde ve insanların gönlündeki diğer dünyayı da, ahireti de ifade ederdi. Bu sebeple eski Türkler, “Bu Acun” veya “Ol Acun” derken, bu iki dünyayı birbirlerinden ayırmağı da ihmal etmezlerdi. Fakat bu dünya fâni, öbür dünya ise ebedî bir dünya idi. bu sebeple de, öbür dünya ve ahiret için “Menggü Acun”, yani “Ebedî dünya” deyimini kullanırlardı. “Bu dünya, o dünya”, Anadolu’da da çok kullanılan bir deyimdir. Bektaşî edebiyatında ise, bunun yerine hemen hemen hiçbir arapça söz tercih edilmemişti. Şu güzel Bektaşî nefesinde, bunu açık olarak görüyoruz: “Bu dünyadan, o dünyaya giderken, “Tu yüzüne, lânet şanına Yezid! “Hak evini yıkıp harap edersin, “Tu yüzüne, lânet şanına Yezid!…” Teslim Sultan Abdal Türklerde bu deyimler X. yüzyıldan itibaren söylenmeğe başlanmıştı. Elbette ki bunların doğuşunda, İslâmiyet'in de büyük tesirleri vardı. Fakat bu deyimler, daha önceleri Müslüman olmayan ve Buda dinine inanan, Türkler tarafından da söylenmişti. Örnek olarak bunlardan bir tane verelim: “Togrup takı kalmadı menggü eren, “Ajun küni, yulduzı tutçı togar.” “Doğup da kalmamıştır, (dünyada) bir, tek insan, ebediyen yaşayan, “Acunun güneşiyle, yıldızlarıdır ancak, ebediyen ışıyan!…” Acun insanlar için ebedî değildir. Ebedî olan şey, her gün doğan ve dünyaya bağlı olan, güneş ve yıldızlardı. Burada “Dünyaya önem veren” (Geocentric) bir kâinat görüşü, kozmoloji vardır. Bu görüşü, İran edebiyatında görmüyor değiliz. Fakat Astronomi bakımından Ptoleme’nin sistemine bağlı olan bu inanış Çin’de de vardı. Asıl şaşılacak nokta şudur: Kutadgu Bilig’deki bu şiirlerde, eski Uygur anlayış ve deyimleri, en güzel bir şekilde ifade edilerek söylenmişti. “İran deyimleri” nin en ufak bir izi bile yoktur. Eğer bu şiirler, İran edebiyatının mana ve mefhumları kullanılarak yazılmış idiyse; nasıl oluyordu da, İran edebiyatının deyimleri ve terminolojisi, bu şiirlerde, en ufak bir “sızıntı ve görüntü bile gösteremiyordu”. Meselâ Ahmed Yesevî ile Yunus Emre’de, bu dil saflığını göremiyoruz. Çok eski de olsa, İran edebiyatının tesirlerini inkâr edemeyiz. Fakat bunun yanında, Kutadgu-Bilig’den önce de var olan, bir tür düşünce düzeni ile bir Türk şiir an’anesinin varlığını kabul etme zorunluluğa da vardır. 2. “ACUN”, DÖNMEK ZAMAN VE KAHPE FELEK “Süren, Erenler süreği, “Süre gelmiş, süre gider!…” Teslim Sultan Abdal “ Acun’un felek ve zaman anlamına kullanılması: Astronomi bakımından, “Felek” ile ilgili ayrı bir bölümümüz vardı. “Acun” deyimi dolayısı ile, burada bu konuya, yeniden döneceğiz. Türklerin Felek’e, astronomik görüşle, “Çığrı” dediklerini söylemiştik. Az önce de söylediğimiz gibi Türkler, dünyaya önem veren kâinat görüşleri (Geocentric) dolayısı ile, dönen feleği ve değişen gece ile gündüzü de, Acun sözünde toplamış ve Acun deyimi ile ifade ede gelmişlerdi. Değişen zaman, çağ ve talih de, artık, Acun sözü ile anlatılır olmuştu: “Ajun tüni kündüzi yedkin keçer “Kimni kalı satgasa küçin kever.” “Acunun gecesiyle, gündüzü gelip geçer, “Kimin üstüne varsa, gücünü ezip geçer!” Felekten kurtuluş yoktur. Kader pususunu kurarak fırsat bekler ve fırsatını bulunca da insanı can evinden yaralar. Ne yazık ki, insanoğlu bu yaranın, nereden ve kimin tarafından geldiğini bilemez. Yine de, çaresini ve yarasını sarmak için, gereken yakıyı İnsanoğlundan arar ve ister: “Urmuş Ajun pusuğın, kılmış anı balığ; “Em sem angar tilenip, sizde bulur yakığ.” “Kurmuş Acun pususın, kılmış anı yaralı, “İlâç, çare aranır, sizde bulur yakıyı!…” Çarkı felek ile dünya, kahpe ve dönektir. İnsanlar, rahat ve uzun yaşamasınlar diye zamanı bile çabuk geçiştir. “Acun, erlerin ve yiğitlerin değil; kötülerin dostudur”. Dünyayı iyi insanlardan ayırmak ve ayıklamak, sanki onların bir vazifesi gibidir. Kaşgarlı Mahmud’un verdiği şu çok eski Türk şiirini, bugünkü Türkçemize çevirmeğe çalışalım: “Zaman günleri çabuk, geçirip davrandırır, “İnsanoğlunun ise, gücünü yıprandırır; “Erleri seyrek yapar, Acun’dan hep kaldırır, “Kaçsa dahi yetişir, canlarını aldırır!…” Burada, Felek ve Acun yerine, “Zaman”, (Ödhlek) geçmiş ve onların vazifelerini, artık “Zaman” yapmağa başlamıştır. 3. ACUNCI, DÜNYANIN SAHİBİ “TÜRK HAKANI” “Acuncı, yani Dünyanın sahibi olan iyi bir Hakan, Feleğe karşı insanları korurdu: Az yukarıda da söylediğimiz gibi hükümdar, bütün dünyanın sahibi gibi görülüyor ve ona “Acuncı” adı veriliyordu. Bütün hükümdarlara, aynı ünvanın verilip, verilmediğini bilmiyoruz. Fakat bu deyim, eski Türk metinlerinde aynı anlam için birkaç defa kullanılmıştır. İranlıların “Efra siyab” ve Türklerin de “Alp Er Tonga” dedikleri büyük kahraman ve hükümdar için Acun Begi deniyordu. Bu deyimi, eski Türk metinlerinde sık sık rastlıyoruz. Alp Er Tonga ölünce, Acun sahipsiz kalmıştı: “Alp Er Tonga öldi mi? “Ödlek öçin aldı mı? “Issız Acun kaldımı? “Emdi yürek yırtılur!” “Alp Er Tonga öldü mü? “Felek öcün aldı mı? “Kötü Dünya kaldı mı? “Şimdi yürek yırtılır!…” Bu çok eski ve güzel Türk şiirinde, Acun’un arsız, utanmaz, kötü ve fena olduğu söylenmek isteniyor. Bunun için dünyaya, “Issız Acun” deniyor. Eski Türkçede “Isız” sözü, daha çok haylaz, yaramaz, terbiye ve söz almaz çocuklar için söylenen bir deyimdi. Eski Türkler, Dünyaya bu sıfatı vermekle, ona bir “Kişilik” de vermiş oluyorlardı. Tıpkı bizim “Kahpe dünya” diyerek, dünyayı kötü bir kadına benzettiğimiz gibi. Bu benzetmeler unutmayalım ki İran edebiyatında olduğu kadar Budizm'de de vardı. “Ödlek” deyimi burada da karşımıza çıkıyor. Esas itibari ile zaman için kullanılan bu söz, öyle anlaşılıyor ki, “Felek” karşılığı olarak da, dilden düşürülmüyordu. Diğer bir şiirde, yine Alp Er Tonga’nın ölümü için şöyle deniyordu: “Zaman artık inceldi, süzüldü, yufkalandı, “Cılız, zayıf erlerse, yavuz oldu davrandı! “Erdem artık kalmadı, atıldı savsaklandı, “Çünkü Acun’un Begi (Efrasiyab) yok oldu!” Şairi bilinmeyen bu çok eski Türk halk şiiri, faziletin ve faziletli kişilerin yok oluşunu, Hakan Efrasiyab, yani Alp Er Tonga’nın ölüşünü ve dünyanın sahipsiz kalışına bağlıyor. Şiirin esas metninde Efrasiyab’ın adı geçmiyor. Fakat şiirin söylenişinden, bö sözlerin Alp Er Tonga ile ilgili olduğu, açık olarak anlaşılıyor: “Acun, erleri ve yiğitleri ayıklayarak, dünyayı yiğitlerden temizlemeği, âdeta kendi için bir vazife bilirdi. Akıllı ve bilgi kişileri ise, istemezdi ve onlara yar değildi. Bilgili insanları yok edip, dünyadan kaldırmasa bile, onları kovalar, ısırır ve etlerini koparırdı. Bu sebeple bilge kişilerin de vücutlarında açılan yaralar, yavaş yavaş kopup çürümeğe başlarlardı”. Daha doğrusu şair demek istiyordu ki, bilgelerin kafalarında bilge bulunmasına rağmen, kokmuş vücutlarında artık fazilet barınamamağa başlamıştı. İşte, Acun’un bu marifetlerini anlatan şu çok eski Türk şiiri bize şöyle diyor: “Bilğe, akıllı kişi, artık hep yoksul kaldı, “Acun onları tutup, ısırdı, etin aldı, “Erdemli vücutlarsa, çürüdü, koku saldı. “(Tükendi artık gücü) yere değip sürtülür!” Yine çok eski ve çok manalı bir Türk halk şiirini Dede Korkut’un dilinden dinleyelim: “Kanı dedüğüm, Beg Erenler, “Ecel aldı, yer gizleri, “Dünya menüm diyenler. “Bu dünya kime kaldı!…” 4. “ACUN”, MADDİ DÜNYA ANLAMINA “Maddî Dünya anlamına kullanılan Acun sözü”: “Acun” sözü eski Türklerde, esas itibari ile, içinde doğduğumuz ve yaşadığımız Dünya anlamına gelirdi. Eski Türk şiirleri, her konuda dünyamıza bir kişilik verir ve dünyayı güzellikleri ile bezeyerek, öyle anlatırlardı. Meselâ şu çok eski Türk halk şiiri, tıpkı bir insan gibi, dünyanın nefesini ılındırmakta ve ondan sonra da baharı getirmektedir: “Kalkar kamug kölerdi, “Ajun tını yılırdı, “Taglar başı ilerdi, ” Tütü çeçek, çerkeşür!” “Kuru yerlerin hepsi, yağmur ile göllendi, “Dağların başı artık, göründü belirlendi, “Dünyanın soluğuysa ılındı, meltemlendi, “Türlü, türlü çiçekler, dizilip, demetlendi!…” Diğer eski bir Türk şiiri de, soğukların ve kışın gelişini, mevsimler arasındaki kıskançlık ve rekabete bağlıyor. Ona göre kış, yazın güzelliklerini kıskanmış ve bunun için de bütün şiddet ve kuvvetini toplayarak gelmiştir: “Tumlıg kelip kapsadı, “Karlap Ajun yapsadı, “Kutlug yayıg tepsedi, “Et, yin üşüp, emrişür!” “Soğuk geldi yaslandı, “Karla Acun kaplandı, “Kutlu yazı kıskandı, “Vücut üşür, titreşir!…” Mevsimlere “Kişilik” veren şair, yazı kıştan üstün tutarak, yaza “Kutlu yaz” diyor. Acun sözünü Uygurlar, “Acun” şeklinde yazıp söylerler iken; Kaşgarlı Mahmud bu sözü, “Ajun” şeklinde söylemeğe başlamıştı. #türkmitolojisi #TürkMitolojisindeAcunveDünya
- Mitoloji ve Özellikleri
Yunancada söz, öykü anlamına gelen mitos (mythos), ilkel insan topluluklarının evreni, yeryüzünü ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlama ve henüz sırrını çözemedikleri yaşamla ilgili her türlü oluşumu anlamlı bir biçimde açıklama gereksiniminden doğmuş öykülerdir. Eski çağ insanlarında doğa güçlerinin fizik ve etik etkilerini yansıtan mitoslar, dinlerin de başlangıcıdırlar. İlkel insanın fizik atılımlarına ek olarak metafizik ve psikolojik davranış ile yer yer tarihsel ve sosyolojik unsurları da içerirler. Örneğin; Homeros’un ünlü İlyada ve Odysseia adlı iki eserinin çıkış noktasını Akhalar ve Troyalılar arasındaki ünlü savaş oluşturur. İlyada’da savaşın son günleri, Odysseia’da ise savaşın sona ermesinden sonra evine dönmeye çalışan Odysseus adlı kahramanın hikayesi anlatılır. Mitoslar taşıdıkları sezgi gücü, insanın doğasında var olan zaaf ve tutkuları ortaya koymasıyla çağlar üstü bir kesinliğe, çok yönlü bir kullanışa imkan verir. Bunun sonucu olarak mitoslar, günümüze değin sanatın yararlandığı bir ilham ve kültür kaynağı olmuştur. Mitoloji, mitoslar bilimi ve mitosların sistemli bir şekilde toplamı demektir. Mitos çok tanrılı bir dinin tanrıları üzerine anlatılan efsane, mitoloji de bu efsanelerin bir araya geldiği kitap olduğuna göre mitoloji ilkçağın din kitabı olabilir mi? Olamaz, çünkü bu efsaneler tek tanrılı dinlerde söz konusu edilen inanç düzeyine hiçbir zaman ulaşmamıştır. İlkçağın mitosu laiktir ve din adamının değil sanatçının uğraşıdır. Sözlü ya da yazılı edebiyat ve sanat kollarının hepsinde konu edilen ve işlendikçe değişen mitoslar ne kadar ozan, yazar ya da sanatçı varsa o kadar biçim almış hiçbir zaman tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları gibi değişmez ve mutlak bir hale gelmemiştir. Öylesine bir çeşitlilik ve özgürlük vardır ki Tanrıça Artemis Batı Anadolu’da başka, Yunanistan’da başkadır. Bölge bölge tanrıların özellikleri değişir. Daha eski yerel bir inancın etkilerini, yeni inanca aktarılmış olarak bulmak mümkündür. Örneğin eski adı Kilikia olan Silifke-Adana arasındaki bölgede yoğun bir biçimde tapınılan Zeus Olbios bir fırtınalar tanrısıdır. Oysa başka hiçbir yerde Zeus’un bu özelliği bu denli vurgulanmamıştır. Mitosun gerçekle ilişkisi olup olmadığına gelince, mitosun gerçeği kendi içinde aranmalıdır. Çok sayıda kent devletine ayrılmış olan Yunanistan’ın her bölgesi kendi yerli mitosunu yaratmıştır. Helenistik dönemde çoğalan ve karmaşık bir hale gelen efsaneleri toplama ve derleme işine girişilmiştir. Bu dönem İskenderiye ve Bergama kitaplıklarının kurulup, çalışmaya açıldığı ve elyazmalarının çoğaldığı eleştirel bir dönemdir. Efsane oluşturma Roma döneminde de devam etmiştir. Roma, Yunan mitolojisinden etkilenerek kendi din ve mitolojisini kurmak ister. Yunan tanrılarını kendi tanrılarıyla bir tutarak isimlerini değiştirir, efsanelerinin kimini benimser, kimini atar ve kimini de yerli efsaneleriyle karıştırır. Mitoloji denince akla ilk gelen Yunan-Roma mitolojisidir. Bu hatalı bir anlayıştır. Aslında bir Akdeniz çevresi efsaneler topluluğu vardır. Onun Yunan ve Roma’ya mal edilmesi, bu efsanelerin Yunan ve Romalı yazarlar tarafından yazılmasından kaynaklanır. Bu efsanelerin çıkış yeri Anadolu, Girit, Mısır ve Mezopotamya’dır. Ayrıca Türk mitolojisi de üzerinde durulması gereken önemli unsurlar barındırmaktadır. Mitolojinin Özellikleri Efsaneler konu itibariyle tanrıları, kahramanları ve doğaüstü varlıkları konu alan anlatılardır. Uyumlu bir sistem içerisinde düzenlenmiş olup, çoğunlukla geleneksel sözlü aktarımlar yoluyla (ozanlar, baksılar, manasçılar, rahipler) yayılarak canlı kalırlar. Sıklıkla ilgili oldukları topluluğun dinî veya ruhânî yaşantıları ile bağıntılı olan mitler, topluluktaki bu ruhânî mevkilerini kaybettikleri zaman, yani topluluğun ruhânî yapısıyla aralarındaki bağ koptuğu zaman, mitolojik niteliklerini yitirir ve folklora ait söylenceler veya peri masalları haline dönüşürler. Folklor bilimcilere göre, -ki bu disiplin hem seküler hem de kutsal söylencelerin incelenmesini içerir- bir mit, gücünün bir kısmını topluluğun (en azından belirli bir kısmının) ona olan inancından ve doğru olarak kabul edilmesinden alır. Folklor incelemelerinde, tüm kutsal geleneklerin birikimi vardır ve terimin kullanımında, günlük kullanımındakine benzer, herhangi bir kötüleme, aşağılama bulunmamaktadır. Örneğin bir dinin hem kendi mitolojisinden hem de tekil olarak içerdiği mitlerden ayrı ayrı söz edilebilir. Bu durum tamamen bilimsel ve tarafsız bir yaklaşım olup, mitler açısından herhangi bir kötüleme ve aşağılama amacı da barındırmaz. Efsaneler sıklıkla gerek evrenin gerekse yerel bölgenin ortaya çıkışını açıklama amacı taşır. Örneğin sırasıyla yaratılış efsaneleri ve kuruluş efsaneleri gibi. Efsaneler ayrıca doğa olaylarının, başka şekilde açıklanamayan kültürel âdetlerin açıklanması amacını da taşır. Genel olarak efsanelerin doğal anlamda basit bir izah sunmayan herhangi bir şeyi açıklamak için kullanıldığı da söylenebilir. Mitoloji terimi Yunan mitolojisi veya Roma mitolojisi formunda olduğu gibi sıklıkla eski kültürlerin antik hikâyelerine atfen kullanılmaktadır. Bazı efsaneler orijinal olarak sözel bir geleneğin ürünüyken zamanla yazılı hâle gelmişlerdir. Çoğu efsanenin başlangıç noktası aynı iken değişik coğrafya ve kültürlerden etkilenerek farklılaşmış, birbirinden farklı anlatılar haline dönüşmüş, orijinal olanı ancak mitologların anlayabileceği kadar kompleks halde kalmışlardır.
- Mitlerin Oluşumu
Mitlerin geniş açıklayıcı özellikleri, oluşumlarını belirli bir oranda belirsizleştirmektedir. Mitlerin kültürel ihtiyaçları karşılamak amacıyla oluştuğuna (veya oluşturulduğuna) dair bir iddia da ortaya atılmıştır. Tüm kültürler kendi dinleri, kahramanları, tarihleri ve benzeri unsurlarına ilişkin anlatıları barındıran mitlerini zamanla geliştirmişlerdir. Bu mitlerin barındırdıkları sembolik anlamların gücü uzun süreler boyunca canlı kalabilmelerinin (bazen binlerce yıl boyunca) ana sebeplerindendir. Mitlerin bütününe “mitos”, mitosların bütününe ise “mitoi” denir. #MitlerinOluşumu #mitoloji #MitolojininOluşumu
- Din ve Mitoloji
Çoğu dinde mitolojinin çok önemli ve öncelikli bir yeri bulunur. Mit, günlük kullanımdakinin tersine, aslında bir hikâyenin nesnel anlamda yanlış veya doğru olduğunu tanımlamaz, daha çok, nesnel veya materyalist nosyonlardan ilgisiz bir şekilde, doğru veya gerçek kavramının ruhsal, psikolojik ve/veya sembolik yönlerine gönderme yapar. Her ne kadar bugünkü yaygın dinlere mensup çoğu kişi dinlerinin kökeni ve gelişiminde yer alan anlatıları tarihî olaylar olarak ele alsalar da, bunları inanç sistemlerinin figüratif temsilleri olarak gören kişiler de mevcuttur. Bir dinin veya inancın sahip olduğu kavramlar ve anlatılar, karakteristikleri sebebiyle bilimsel anlamda mitik olabilirler ve buradan hareketle birisi Hristiyan mitolojisi, Hindu mitolojisi veya İslam mitolojisinden bahsedebilir. Bu gibi terimlerden anlaşılması gereken bu dinlerin barındırdığı kavram veya anlatıların yanlış veya doğru olup olmadığı değil, o dindeki belirli kavramların, birer kültürel nesne olarak ruhâni, psikolojik ve/veya sembolik yönlerine yapılan atıflar olmalıdır. Tanımda da belirtildiği gibi, mit ve dolayısıyla mitoloji, materyalist veya objektif bir doğruluk nosyonu barındırmadığı gibi bu tip amacı da barındırmaz. Din ve mitoloji ilişkisindeki yaygın bir hata da, eski toplulukların inandığı dinlerin mitolojileri ile karıştırılmasıdır. Din ile mitoloji arasındaki yakın ilişki sebebiyle belirli bir nesne her iki kavramın da elemanı olabilir. Bununla birlikte genel anlamda din ile mitoloji tamamen farklı terim ve kavramlardır. Mitoloji salt mitolojik nesnelerle ilgilenirken, dinin çevrelediği alan ve nesneler daha farklıdır; liturjiden eskatolojiye kadar. Dinî kavramların mitolojik bir yönünün olabilirliği, dinî kavramın dinî oluşunu arka plana itmez. Bu sebeple bazı aynı elemanları barındırsalar ve birçok ilişkileri olsa dahi Türk mitolojisi ve Türk dini ile kastedilen ayrı şeylerdir.
- Yunan – Latin Edebiyatı
En eski zamanlardan Rönesans dönemine kadar Batı edebiyatı, Yunan ve Lâtin edebiyatlarıyla temsil edilmiştir. Batılı ulusların yazı dilleri ve millî edebiyatları ise aşağı yukarı Rönesans döneminde ortaya çıkmıştır. Onun için batı edebiyatının ilk örnekleri Yunan ve Lâtin edebî metinleridir. YUNAN EDEBİYATI Yunan edebiyatı birkaç dönemde incelenebilir: I. Dönem (M.Ö. IX. – VII. yy.) M.Ö. IX-VIII. yüzyıllarda Homeros ve Hesiodos gibi iki büyük şair yetiştirmiş olan Yunan edebiyatının en önemli türü şiirdir. Şiirler vezinli, ancak kafiyesizdir. Şiir türleri içinde de en çok görülen destan (epik şiir) dır. Homeros , M.Ö. IX. yüzyılda yaşamış, Hem Yunan edebiyatının hem de dünya edebiyatının en büyük destan şairlerinden biridir. İzmir’de doğmuş ve İonia bölgesinde yaşamıştır. İlyada ve Odysseia adlı iki destanı vardır. Bu destanlar, Yunanlıların temel kültürel kaynakları arasında yer alır. İlyada destanında, Yunanlıların Troia’lılarla 10 yıl savaşıp, sonunda onları yenmeleri anlatılır. Odysseia destanında ise İthaka adasının kralı olan Odysseus’un 10 yıl süren Troia Savaşı dönüşünde yolda karşılaştığı olaylar ve ülkesine döndüğünde kendisinin yokluğunda olan bitenler anlatılır. Bu destanlarda mitolojik tanrıların insanlarla olan değişik ilişki biçimlerine, insanların ve tanrıların duygu , düşünce, hayal, özlem, tutku, öfke, kin ve sevinçlerine, olağanüstü ve tarihsel birtakım olaylara yer verilir. Hesiodos , M.Ö.VIII. yüzyılda Askra kasabasında yaşamıştır. Didaktik (eğitici-öğretici) şiir türünün kurucularındandır. Şiirleriyle halka adaletli davranma, iyilik yapma, çok çalışma gibi olumlu değerleri aşılamaya, öğüt vermeye çalışmıştır. Hesiodos’un İşler ve Günahlar, Theogonia adlı iki eseri vardır. II. Dönem (M.Ö. VII. – VI. yy.) M.Ö. VI. yy. da yaşamış olan Sappho , bu dönemin ünlü ozanlarındandır. Midilli adasında doğmuş, genç kızların eğitimi için çalışmıştır; zengin bir ailenin kızıdır. 170 parçadan oluşan şiirlerinde en çok aşk temasını işlemiştir. Yunan edebiyatının önde gelen lirik şairlerindendir. M.Ö. VI. yy.da yaşamış olan Aisopos (Ezop) , Anadolu’da Phrigia’da doğmuş, Mısır, Asya, Yunanistan’a seyahatlar yapmış; tanrı Apollon’a karşı geldiği için uçuruma yuvarlanarak öldürülmüştür. Gezdiği Doğu ülkelerinden öğrendiklerinden, gözlemlerinden edindiği materyallerle düzyazı tarzında fabl (masal)ler yazmıştır. Tek eserinin adı Fabller olup fabl türünün kurucusudur. Bu dönemin diğer önemli şairleri arasında Alkalos (M.Ö. VII. yy.) ve Anakreon (M.Ö. VI. yy.) sayılabilir. III. Dönem (M.Ö. VII. – VI. yy.) Yunan edebiyatı en parlak ürünlerini M.Ö. V.-IV. yüzyıllarda vermiştir. Aiskhylos (M.Ö. 525-456), dönemin en büyük tragedya şairidir. İlk defa, tragedyanın aktör sayısını ikiye çıkararak, koro yerine diyaloğu ön plâna geçirmiştir. Maske, aktörün yüzünü saklayan bir alet olmaktan çıkıp, onun karakterini de yansıtır olmuştur. Eserlerinde tanrıların belirleyici gücüne önem vermiş; dünyayı ve insanları tanrıların, olması gerektiği gibi, iyi bir şekilde yönettiği, tanrılara isyan edenlerin cezalandırılması gerektiği tezini savunarak, yerleşik düzeni, gelenekleri ve toplum ahlâkını benimsemiştir. Ona göre insanlar tanrılar tarafından belirlenen alınyazılarını kabullenmek zorundadırlar. Ele geçen yedi tragedyası şunlardır: Yalvaran Kızlar Persler, Thebai’ye Karşı Yediler, Zincire Vurulmuş Prometheus, Oresteia trilogia, Agamemnon, Kheephoroi, Eeumenides. Sophokles (M.Ö. 495-406)de tragedyayı geliştirerek oyuncu sayısını 3’e, korodaki şarkıcıların sayısını da 12’den 15’e çıkarmış; trilogia denilen üçleme yazma biçimini kaldırmıştır. Aiskhylos’un tragedyalarında insanlar tanrılara boyun eğmek zorunda iken, Sophokles’in eserlerinde insanlar alınyazıları ve tanrılarla mücadele ederler. Ancak sonunda yenilen insanlar olur. Elde Kral Oidipus , Oidipus Kolonos’ta, Antigone, Aias, Elektra, Trakhisli Kadınlar ve Philoktetes adlı yedi eseri bulunmaktadır. Üçüncü büyük tragedya şairi olan Euripides (M.Ö. 480-406) , insan-tanrı mücadelesi yerine insanın kendi kendisiyle olan mücadelesine yer vermiştir. İnsan kendi ihtiraslarıyla mücadele hâlindedir , ancak yenik çıkar. Başlıca eserleri şunlardır : Medeia, Hippolytos, İphigeneia Aulis’te, Phigeneia Tauris’te, Orestes, Elektra, Hekabe, Andromakhe. İlk büyük komedya şairi Aristophanes (M.Ö. 445-385) ‘tir. Aristophanes , gelenekçi bir anlayışa sahip olup sanat , siyaset ve felsefe alanlarında yapılan yeniliklere ve yenilikçilere saldırmıştır. En önemli komedileri: Atlılar, Eşek Arıları, Kuşlar, Kurbağalar, Bulutlar, Barış, Lysistrate. IV. Dönem (M.Ö. III. – II. yy.) Büyük kütüphanelerin , meşhur sanatçı ve bilginlerin bulunduğu İskenderiye, “İskenderiye Çağı” da denen bu döneme damgasını vurmuştur. Pastoral nazım türünün kurucusu olan Theokritos (M.Ö. III. yy.) yazdığı kısa şiirlerinde doğa sevgisini işlemiştir. Şiirlerine Eidyllia (kısa şiirler) adı verilmiştir. Pek çok ülke gezmiş olan Herodotos (M.Ö. 482-425), tarih türünün kurucusu olup, Tarih adlı eserinde gezdiği ülkeler ve halkları hakkında bilgi vermiştir. Hitabet türünde Demosthenes (M.Ö. 385-322); felsefede ise Sokrates (M.Ö. 470-399), Eflatun (M.Ö.429-347) ve Aristoteles (M.Ö. 384-322) dönemin önde gelen isimlerindendir. V. Dönem (M.Ö. II.-M.S.II. yy.) “Yunan-Lâtin Çağı” adı verilen Roma egemenliğinin sürdüğü bu dönemde en önemli yazar, biyografi yazarı olan Plutarkhos (46-120)’tur. Paralel Hayatlar adlı eserinde eski Yunan kültürünü canlandırmaya , ahlâk ve insanlık dersi vermeye çalışmıştır. LATİN EDEBİYATI Romalılar Yunanistan’ı M.Ö. 250’li yıllarda siyasî anlamda egemenlikleri altına aldıktan sonra Lâtin edebiyatı , daha çok Roma’da Yunan kültür ve edebiyatının etkisiyle ve taklidiyle oluşmuştur. Eski Atina’da Yunan sanatçıları daha özgür ortamlarda ürün veriyorlardı. Onlar kendi dönemlerinde yaşayan kişileri , yöneticileri serbestçe hicvedip eleştirebiliyorlardı. Ancak Roma’da Lâtin komedya şairleri bu bakımdan özgür değillerdi. Lâtin edebiyatının ilk önemli sanatçıları arasında tragedya şairi Ennius (M.Ö. 240- 170), komedya şairi Plautus (M. Ö.184) ve Terentius (M.Ö. 159) yer alır. Bunlar Yunan sanatçılarını örnek almışlardır. Daha sonra Lucretius (M.Ö. 98-53) didaktik nazım, Catullus (M.Ö. 78-54) lirik nazım türünde ; Vergilius (M.Ö. 70-19) pastoral, epik ve didaktik nazım; Horatius (M.Ö. 64-8) lirik ve didaktik nazım; Ovidius (M.Ö. 43-M.S. 18) lirik nazım türlerinde ve mitolojide ; Cicero (M.Ö.106-43) hitabet türünde; Sallustius (M.Ö. 86-34) , Titus Livius (M.Ö. 59-M.S. 19) ve Tacitus (54-129) tarih yazıcılığında; Seneca (M.Ö. 4-M.S. 65) da felsefe ve tragedyada önde gelen isimlerdendir. #LatinEdebiyatı #YunanEdebiyatı
- Rus Edebiyatı
Klâsik Dönem Rus Edebiyatı Kantemir (1708-1744) ve Lomonosov (1711-1765) şiir türünde, Krilov (1768-1844) fabl türünde, Fonvizin (1744-1792) de komedya türünde bu akımı Rusya’da temsil etmişlerdir. Romantik Dönem Rus Edebiyatı Hemen hemen her edebî türde eser vermiş olan Puşkin (1799-1837), en önemli romantik Rus sanatçısıdır. Puşkin, romantizmi (coşumculuk) Rus halkının yaşamından yerel renkler alarak zenginleştirmiştir. Ayrıca canlandırdığı kişilikleri eleştirel bir tutumla vermesi; insanın bencilliğini, çıkarcılığını, insan ile toplum arasındaki ilişkiyi anlatması nedeniyle gerçekçiliğin hazırlayıcısı sayılmıştır. En ünlü eserleri Bahçesaray Çeşmesi, Çingeneler, Yüzbaşının Kızı, Maça Kızı’dır. Gerçekçi Dönem Rus Edebiyatı Realizm akımı Fransız edebiyatından sonra en önemli sanatçılarını Rus edebiyatından yetiştirmiştir. Nikoloi Gogol (1809-1852) özellikle yergi üslûbuyla toplumunun kokuşmuş, bozulmuş yöntemlerini eliştirmiştir. Müfettiş adlı oyunu ve Ölü Canlar adlı romanı ünlüdür. Fiodor Mihayloviç Dostoyevski (1822-1881) ise toplumdan çok, birey olarak insanın ruh dünyasını hem tabiî hem de sosyal çevresi içinde en ince ayrıntılarına kadar sergiler. Psikolojik tahlilleri oldukça başarılıdır. Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Ölü Bir Evden Anılar en ünlü romanlarıdır. Bir başka önemli realist yazar Lev Nikoleyeviç Tolstoy (1828-1910), özellikle köylülerin dünyasını yazmıştır. Başlıca romanları: Harp ve Sulh, Anna Karenina, Hacı Murat. Anton Çehov (1860-1904) daha çok hikâye ve tiyatro türlerinden ürün vermiştir. Hikâye türünde “Çehov tarzı hikâye” denilen bir çığır açmıştır. Bu tarz hikâyede giriş, gelişme, sonuç gibi kronolojik bir düzenlemeye itibar edilmez; bir anı, bir durumu, ortamı, hayatın bir kesitini, olayların en çarpıcı yanını etkili bir şekilde vermeyi amaçlar. Üslûpta şiirsellik ve deneme türünü andıran bir anlatımı vardır. “Olay” yerine “durum” ögesine ağırlık verilir. Hikâyelerinden seçmeler 4 cilt hâlinde MEB’da yayımlanmıştı. En önemli oyunlari ise Vişne Bahçesi, Vanya Dayı ve Martı’dır. Diğer önemli Rus realist yazarlar arasında İvan Turgenyev (1818-1883) ve Maksim Gorki (1868-1936) sayılabilir. 20. Yüzyıl Rus Edebiyatı Fütürüzmin Rus edebiyatındaki önemli temsilcisi Mayakovski (1893-1930) olmuştur. Şiirde Pasternak (1890-1960); hikâye ve romanda ise Zoşçenko (1895-1958), Şolohov (1905) ve Soljenitsin (1918) önde gelen sanatçılar arasında yer alırlar. #RusEdebiyatı
- İtalyan Edebiyatı
Rönesans Döneminde İtalyan Edebiyatı Rönesansın ilk önemli temsilcilerinden biri Dante (1265-1321)’dir. Yazı dilini halkın diliyle oluşturmuş olan Dante, İtalyan edebiyatının kurucusu sayılır. Rönesansın ilk temsilcilerinden biri de lirik şiirin en büyük ozanlarından olan Petrarca (1304-1374) dır. Dante gibi o da Laura adlı bir kadına âşık olmuş ve hemen hemen tüm şiirlerinden bu kadının aşkını terennüm etmiştir. Halkın konuşma diliyle Laura’nın aşkı için yazılmış şiirleri Canzoniere (Türküler) adı altında toplanmıştır. Bunların çoğu sone tarzındadır. Boccacio (1313-1375), küçük hikâye tarzının önde gelen bir yazarı olarak tanınmıştır. Hikâyelerinde dinî konular yerine insanın sorunlarına, insanların türlü durumlarına: tutku, öfke, sevinç, kötülük gibi değişik boyutlarına yer vermiştir. Başlıca eseri Decameron (On Gün) adını taşır. Bu kitabında veba hastalığından kaçıp sağındıkları evde on kişinin anlatmış olduğu yüz hikâye yer alır. Bunlardan başka destan türünde Ariosto (1474-1533) ve Tasso (1544-1595) iki önemli isimdir. Bunlar konularını Ortaçağdan almış olmalarına rağmen işleyiş, şekil ve teknik bakımından klâsik kurallara bağlı kalmış, Yunan ve Lâtin edebiyatlarını örnek almışlardır. Ariosto’nın Çılgın Orlondo, Tasso’nun Kutarılmış Kudüs adlı destanları ünlüdür. Ayrıca iktidarın korunması konusunu işlediği Prens adlı eseriyle Macchiavelli (1469-1527) adlı siyaset yazarını da anmak gerekir. Klâsik Dönemde İtalyan Edebiyatı XVII. yüzyılda girdiği gerileme döneminin ardından, İtalyan edebiyatında 18. yüzyılda klâsisizmin etkileri kendini gösterir. Klâsisizme bağlı ürün veren üç önemli sanatçı vardır: Goldoni (1707-1793) komedya, Alfieri (1749-1803) tragedya, Parini (1729-1799) ise yergi türünde yazmışlardır. Romantik Dönemde İtalyan Edebiyatı Güldürüde Carlo Goldoni (1707-1793) romanda Alessandro Manzoni (1785-1873), anı türünde Silvio Pellico (1788-1854) ve şiirde Giacoma Leopardi (1798-1837) başlıca romantik sanatçılardandır. Manzoni, şiir ve oyun türlerinde de ürün vermekle birlikte en önemli eseri bir romandır: Nişanlılar. Leopardi ise hüznü, acıyı, doğa sevgisini anlatan karamsar şiirleriyle tanınır. 20. Yüzyıl İtalyan Edebiyatı Fillippo Marinetti (1876) Avrupa ülkelerinde de etkisi görülen fütürizm akımının kurucusudur. Fütürizm akımına göre, modern zamanların makine ve onun hız sistemine bağlı kalarak çağın ve geleceğin hızlı ve dinamik yaşanması gerekir. Makine çağının hız ve dinamizmi fütürizmin itici gücü olmuştur. Şiirde mısraların düzenlenişi ve müzikal yapısı fabrika işleyişini, sistemini ve makine seslerini çağrıştırmalıdır. 20. yüzyıl İtalyan edebiyatının öncülerinden sayılan Alberto Morario, yapıtlarında genel olarak orta sınıfı işlediğini görürüz. Bu sınıfın içinde bulunduğu ahlâk çöküntüsünü, kişinin bencilliği yüzünden yalnız kalışını anlatır. #İtalyanEdebiyatı






