Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Döne Sultan Can
Döne Sultan Can [Kaya] [1924 – (?)]: Eskişehir, Seyitgazi / Büyükdere Köyü’nde doğmuştur. Âşık Haydar Kaya’nın kızı olan Döne Sultan, Yeşilyurt’un muhtarı Yusuf Can ile 1948 yılında evlenir. Eğitim görmemiş, çiftçi bir kadın olan Döne Sultan Can, şiir söylemeye evlenmeden 2 yıl önce başlar. irticâlen şiir söylemede ustadır, sazını ise orta derecede çaldığı söylenmektedir. iki çocuk annesidir. Ev işlerinin yanı sıra tarlada çalışır. Keşfedilmesi, Karslı Âşık Dursun Cevlânî tarafından olmuş, sonrasında da karşıberi ve atışmaları kitap haline getirilmiştir. #DöneSultanCan #KadınAşıklar
- Durşen Mert (Nurşah Bacı)
Adı Soyadı: Durşen Mert Mahlası: Nurşah [Nur Şah] Bacı Doğum Yeri – Yılı: Eskişehir / Mihalıçcık / Çardak Köyü – 1954 Etkilendiği Kişi / Kişiler: “Yaşam felsefesini örnek aldığım” dediği Yunus Emre’nin yanı sıra Mevlana ve Hacı Bektaş-ı Veli isimlerini sıralamaktadır. Görüştüğü âşıklar arasında ise Seyitgazili ismet Sefilî, Erzurumlu Âşık Reyhanî [Yaşar Yılmaz], Karslı Âşıklardan Murat Çobanoğlu ve Şeref Taşlıova’nın çalışmalarından etkilendiğini belirtmektedir. Şiirlerindeki Konular: Toplum yaşamında birçok konuya değindiğini belirten Âşığın şiirlerinde öne çıkan tasavvufi konulardır. Eser Sayısı: Halen üzerinde çalıştığı eserleriyle birlikte ~3500 şiir; ~300 müzikli eser. Eskişehir ili, Mihalıçcık ilçesi, Çardak Köyü’nde dünyaya gelen, Ze[y]netiye ve Osman Aydın’ın kızı olan Durşen Hanım, ilköğrenimini köyünde ve orta öğrenimini Mihalıçcık’ta tamamlamıştır. 1966 yılında Mehmet Mert ile evlendikten sonra Eskişehir merkeze taşınmış ve halen burada yaşamını sürdürmektedir. Çocuk yaşlarından beri şiire ilgisi ve yeteneği olan Nurşah Bacı, yörelerinde düzenlenen Yunus Emre şenliklerine izleyici olarak katıldığı yıl [1978], çevresinde yazdığı şiirleriyle bilindiğinden, şiir okuması için sahneye davet edilmiş ve bu davetin ardından daha geniş bir çevre sağlayarak, radyo programlarına, çeşitli etkinliklere katılmaya başlamıştır. 1980 yılının başında gördüğü bir rüya ile de âşıklığa adım attığını belirten Nurşah Bacı, bu rüyada Seyitgazi Sülalesi’nden saz aldığını ve bâdeli olduğunu açıklamıştır. Gördüğü rüyanın etkisiyle sazı kendi kendine çalarak öğrenen Âşık, mahlasını ise, katıldığı bir şenlikte yer alan efeler tarafından, “Yunus’tan şiir açmışsın, Seyitgazi’den de mahlasını al” ifadeleriyle verildiğini belirtmiştir. Eskişehir Halk Eğitimi’nde müzik dersi veren Erkan Ertuğ’dan sazına dair birçok şey öğrenen Nurşah Bacı, ustası olmadığından gelenek adına öğrenmek istediklerini görüştüğü meslektaşlarından Âşık Reyhanî, Âşık Murat Çobanoğlu, Âşık Şeref Taşlıova, Âşık Sefilî’den edinmiştir. Ayrıca, halkevi kütüphanelerinde âşık şiirleri, kitapları okuyarak, araştırarak da geleneği tanımaya başlayan Âşık, zamanla âşıklar bayramı ve festivallere katılmaya başlayarak, bu şekilde de gelenek adına bilgi sağlamıştır. Üç çocuk annesi olan Âşık Nurşah, bu sorumluluğunun yanı sıra edinmiş olduğu çevrede başka kadın âşık olmamasının zorluklarını yaşasa da sanatını ailesine, akrabalarına kabul ettirmeyi başarmıştır. Âşığın, dile getirdiği konular, insan, tabiat, din ve tasavvuf olarak dört başlıkta toplanabilir. Aşk, sevda konulu şiirlerinde, “Leyla, Şirin, Aslı” gibi halk hikâyelerindeki isimleri kendisiyle özdeşleştirmekte, bu vb. ifadelerle de anlatımını güçlendirmektedir. Bâdeli âşık olmanın ayrıcalığını yaşadığını belirten Âşık, etkinliklere yöresel kıyafetleriyle katılmakta yöresini ve kültürünü bu şekilde temsil etmek istediğini aynı zamanda bunu bir görev bildiğini belirtmektedir. Çıraklık edeceği bir ustası olmayan Âşık Nurşah, çırak olamasa da bir çırak yetiştirmeyi çok istemiş; fakat, çevresine yapmış olduğu tekliflerden bir sonuç alamamıştır. Âşık meclislerinde erkek âşıklarla atışma yapabilen, nadir kadın âşıklardan olan Nurşah Bacı, gelenek içinde oldukça aktiftir. Yurtiçinde düzenlenen âşıklar bayramı, festivallerin yanı sıra yurtdışında da çeşitli etkinliklere katılan, sayısız ödüllere ve aynı zamanda dört kaset çalışmasına sahip olan kadın âşık, 2004 yılında gitmiş olduğu Hac’dan dönüşünde saz çalıp-söylemeyi bırakmıştır; fakat, şiirlerini yazıp-okumaya, irticâlî şiir söylemeye devam etmektedir37 . Sanat yaşamındaki bu değişikliği yine görmüş olduğu bir rüya ile açıklayan Âşık, bu rüyadan sonra çalıp söylemesi için vaktinin dolduğunu anladığını; fakat, geleneği bu vasıfları olmadan da yaşatabileceğini belirtmiştir. Yaşamını anlattığı ve eserlerinin yer aldığı bir kitap hazırlığı içerisinde olan Durşen Hanım, halen çeşitli etkinliklere katılmakta, şiirlerini yazmaya devam etmektedir. Âşık Nurşah, âşıklık geleneği içerisinde var olmaya başladığı ilk yıllar kadın âşık olarak tek kalmanın zorluklarını yaşadığını, ilk zamanlar çevresinden, eşinden tepkiler görmesine rağmen yılmadığını, kendisini mesleğinde ispatlayınca eşinin yardımcı olduğunu ve hatta çevresinden saygı görmeye başladığını belirtmiştir. Yaklaşık 35 yıldır sazını icrâ eden Âşık Nurşah, 2004 yılının başlarında Hacca gitmiş ve bu ziyaret sonrasında sazını çalıp-söylemeyi bırakmıştır ve artık, sadece kalemini elinden düşürmediğini söylemektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bâdeli âşıklardan olan Nurşah Hanım, bu durumu: “Hak’tan aldım, bu benim fazla açıklama yapamayacağım bir durum, Arafat’ta bir söz verdim ancak sonra ne olur?” açıklamalarının yanı sıra: “Beni susturdular, elbet bir gün adalet yerini bulur” sözleriyle çelişkisini dile getirmiştir. (Mert, 2005, 2008; Kişisel Görüşme) Yapılan görüşmeler-araştırmalardan sonra, mesleğinin en verimli diyebileceğimiz döneminde, Âşık Nurşah’ın yaşam koşulları ve yaşadığı toplumun geçmişten gelen yanlış bilgileri, önyargıları düşünüldüğünde; mesleğinde neden değişiklikler yaptığını tahmin etmekteyiz. Bu durum sonucunda ortaya çıkan soruları, ilgili makamlara giderek görüştük ve bu çelişkileri yaşayan kadın âşık özelinden bir cevap aradık. Son olarak Diyanet işleri Başkanlığı’na gönderdiğimiz dilekçemize aldığımız cevap genel bir açıklama olsa da sorumuza karşılık olarak yollanması bizi aydınlatmıştır. Belirtmeliyiz ki, birçok etkinlikte yer alması beklenen Nurşah Bacı’nın, sazını tekrar çalması doğrultusunda gelen istekler, kendisini de harekete geçirmiştir. Yaptığımız bu yazışmalar sonucunda, Diyanet işleri Başkanlığı’ndan aldığı cevaplar, kendisine ve özellikle çevresine yeterli gelirse, bu doğrultuda icrâsına devam edeceğini açıklamıştır. #DurşenMert #KadınAşıklar #NurşahBacı
- Dudu Karabıyık
Dudu Karabıyık [1895 – (?)]: Âşık Seyrâni’nin torunu idris’le evli olan Dudu Hanım, üç çocuk annesidir. Kayseri, Develi’li olan Dudu Hanım, Âşık Ali Çatak’ın kendisiyle yaptığı bir görüşmede [1978]; âşıklığın kendisine nereden geldiği sorusuna: “Seyrânî’nin yanı sıra Seyrânî’nin kızlarının da âşık olduğunu, onların da birçok deyişi olduğunu, o soydan gelen herkesin âşık olduğunu” söylemiştir. #DuduKarabıyık #KadınAşıklar
- Cevheriye Banu Hanım
Cevheriye Bânu Hanım [1863 – 1916] : Çankırı’nın Çerkeş ilçesine bağlı Atkaracalar köyünde doğan Bânu Hanım, köyün hatırı sayılır ailelerinden birinde yetişmiştir. Ailesi çiftçilikle uğraşan Bânu Hanım’ın babası Gazi Mustafa Bey, annesi Fatma Hanım’dır. Çocukluğunda ve daha sonraki yıllarda da köyünün dışına neredeyse hiç çıkmamış olan Bânu Hanım köy mektebinde okumuştur. Evlerine başka köy ve kasabalardan birçok misafirin geldiği-kaldığı, sazlısözlü sohbetlerin edildiği buağırlamalardan oldukça hoşnut olan babası, aydın bir insandı ve Bânu Hanımı’da bu sohbetlerden alıkoymazdı. Bânu Hanım’da bu irfan ehli kişilerin hizmetinde bulunur, onların sohbetlerinden yararlanırdı. Çeşitli illerden gelen saz şairlerinin -en sık gelen ziyaretçileri ise Geredeli Saz Şairi Âşık Figâni idisohbetlerini büyük bir ilgiyle dinleyen Bânu Hanım, ilk şiir derslerini bu ortamlardan aldı ve bu misafir odası bir bakıma Bânu Hanım’ın yetiştiği okul oldu. Daima neşeli, sohbetlerin de oldukça girişken olan Bânu Hanım, 20 yaşındayken babası vefat etmiştir. Yaşamı boyunca hiç evlenmemiş, babasının sağlığında olduğu gibi onun ölümünden sonra da bu sazlı-sözlü sohbetleri devam ettirerek misafir odasını bir irfan ve edebiyat kulübü gibi yönetmiştir. Şiire merakı saz şairlerini dinlemekle başlayan Bânu Hanım, sonraları bağlı olduğu tarikatta da Ilgaz’ın Yerkuyu Köyü’nden [Kadiri] şeyh oğlu Mehmet Nuri Efendi’yi örnek almıştır. Mehmet Nuri Efendi’ye bağlılığını gösteren şiirlerinin yanı sıra Mehmet Nuri Efendi’nin de bu yazılanlara karşılık veren şiirleri mevcuttur. Çankırılı Bânu olarak da tanınan Cevheriye Bânu Hanım, mahlas olarak yalnızca Bânu adını kullanmıştır. 1916 yılında vefat etmiş, bir divan teşkil edecek derecede çok olan şiirlerini her nedense vefatından iki sene önce yakmıştır ve bugün elde pek az şiiri vardır. #cevriyebanuhanım #KadınAşıklar
- Cemile Bayraktar
Cemile Bayraktar [1862 (!?) – 1945]: Âşık Zikri’nin kızı olan Cemile Hanım, Kasap eşrafından Hüseyin Ağa ile Kastamonu-Mergüze’de evlenmiştir. 1924’de kocasını kaybeden Cemile Hanım, dönemin büyük bir yeteneğe sahip ve âşık tarzının her yönüne vakıf olan Âşık Yorgansız’ın [Hakkı Bayraktar] annesidir. Saz çalmayı bilen Cemile Hanım’ın güzel şiir söylediği ve torununun [Âşık Yorgansız’ın oğlu] ifadesine göre de lirik bir üslûba sahip olduğu bilinmektedir. #CemileBayraktar #KadınAşıklar
- Ayşe Çağlayan
Ayşe Çağlayan [1930 /1939 – 2007]: Şiirlerinde “Çağlayan”, “Ayşe” veya “Ayşe “Çağlayan mahlaslarını kullanan âşık, Adana’nın Kadirli ilçesi’ne bağlı Harkaçtı [Dikirli] Köyü’nde dünyaya gelmiştir. Evli ve üç çocuk annesi olan Çağlayan, şiir söylemeye küçük yaşlarda başlamıştır. Âşığın, annesi Şerife Güngören ağıtlar, babası Ömer Hacı [Ekşi Ömer] çeşitli konularda şiirler söylemiştir. Evlendikten sonra eşine duyduğu aşkla da daha güzel şiirler yazdığını belirten Çağlayan, eşinin de [Muzaffer Çağlayan] karşılıklı şiir söyleme yeteneği sayesinde şiirlerini geliştirmiş ve çeşitli il / ilçelerde düzenlenen âşık sanatı etkinliklerine eşiyle birlikte katılmıştır. Kendisini yetiştiren kimsenin olmadığını yalnız Hazım Demirci’den atışma konusunda bilgi aldığını belirtmektedir. Âşıklığa yönelen 23–24 yaşlarında Fatih Kahraman adında bir çırağı vardır. Saz çalamamanın eksikliğini duyan Çağlayan Halk Eğitimin açmış olduğu kurslara giderek dersler almışsa da âşık meclislerinde saz çalmamaktadır. Birçok toplantı ve sempozyumlara katılma isteğine rağmen davet edilmeyen Çağlayan 1985 yılında Kadirli’de Âşıklar gecesi düzenlemiştir. 1981 yılına kadar olan 91 şiirini “Çağlayan Âşıklar” kitabında yayınlamıştır. #AyşeÇağlayan #KadınAşıklar
- Ayten Çınar (Gülçınar)
Ayten Çınar [Gülçınar] Adı Soyadı: Ayten Çınar Mahlası: Gülçınar [Gül Çınar] Doğum Yeri – Yılı: Sivas / Şarkışla / Akçakışla / Çanakçı Köyü – 1960 Etkilendiği Kişi/ Kişiler: Âşık Veysel’in kendisine adeta kılavuz olduğunu belirtmektedir. Şiirlerindeki Konular: Aşk konusunu oldukça sık işleyen Âşık, toplumsal sorunları da eserlerine taşımıştır. Eser Sayısı: ~450 şiir; ~50 müzikli eser. Sivas Şarkışla’da dünyaya gelen Nuriye ve Musa Çınar’ın kızı olan Ayten Çınar [Bkz. Şekil 4.7], bir yaşında iken babasının işi gereği Niğde’ye taşınmışlardır. 1973 yılında, ailece köylerine [Şarkışla] gezmeye gittiklerinde, Seyit Ahmet Gencer, Ayten Çınar ile evlenmek istemiş ve Ayten Hanım çocuk denilecek yaştayken [13], anne-babasının isteğiyle, kendisinden 25 yaş büyük olan köylüsü ile evlendirilmiştir. Köyüne gelin olarak gelen Ayten Hanım’ın evliliği 7 yıl sürmüş ve bu süre içerisinde iki çocuğu olmuş, ancak çocuklarından biri dört yaşında ölmüştür. 20 yaşında eşinden ayrılan Ayten Hanım, Niğde’ye dönerek bir işe girmiş; fakat, ayrıldığıeşi bu süre içerisinde pek rahat vermemiştir. Bu durumdan rahatsız olan Ayten Hanım, ailesinin de büyük rahatsızlık duymasıyla birlikte yine kendi köylüsü olan Hüseyin Bektürk ile ikinci evliliğini gerçekleştirmiştir. Bu evliliği de yedi yıl sürmüş ve bir çocuğu olmuştur. Babası Musa Çınar’ın yazdığı ve güzel sesiyle okuduğu şiirlerden oldukça etkilendiğini belirten Âşık, saz çalmayı çocuk yaşlarından beri istemesine rağmen ancak 20’li yaşlarda kursa giderek gerçekleştirmiştir; fakat, çalıştığı için yeterince zaman ayıramamıştır. O yıllarda bağlama ile amatör derecede ilgilenen komşusu, Osman Arslan’ın bağlama bilgileri, Ayten Hanım’a oldukça faydalı olmuş ve bu sayede 15 yaşlarında yazmaya başladığı şiirlerini besteler olmuştur. Sazı yakın çevresine zor da olsa kabul ettirdiğini belirten Ayten Hanım’a, Gülçınar mahlası bir meslektaşı ya da herhangi biri tarafından verilmemiş, bu ismi kullanmaya kendisi karar vermiştir. 1977 yılından beri mahlas kullanan Âşık, genel olarak, erkeklerin isimlerinin başına “Kul” sıfatını aldığını belirterek, kendisi de bir kadın olarak isminin başında “Gül” sıfatını kullanmak istediğini ifade etmiştir. 1984 yılında Ankara’ya yerleşen Gülçınar Hanım, saz dinleme hevesiyle gittiğiÂşıklar Kahvesi’nde, kitaplardan okuduğu, kasetlerden dinlediğiÂşıklık kültürünü yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Beş yıl boyunca gittiği bu kültür evlerinde epey çevre edinen Âşık Gülçınar, uzun bir aradan sonra kendi ürettiklerini paylaşma cesareti bularak gelenek içerisinde varolmaya başlamıştır. Zamanla ailesine de kendini ispatlayan Âşık, aldığı destekle bir kaset [Kan Kusturdun – Vicdansız] çıkarma fırsatı bulmuştur. Daha sonra yayınlamış olduğu şiir kitabıyla da daha fazla kişiye ulaşabilen Âşık, bu çalışmalarıyla faaliyet alanlarını genişletmiş ve birçok dernek tarafından etkinliklere davet edilir olmuştur. Gülçınar Hanım’ın eserlerinde, cesur olarak nitelendirebileceğimiz ifadeleri bulunmakta, söz konusu ifadeler özellikle taşlamalarında karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu eserlerin birçoğunda “oy, ay…” gibi nidalar yer alırken, Âşığın konuşur üslûbu, birçok eserinde dikkatimizi çekmektedir. Âşık Gülçınar, Ustası olmasa da “usta malı” tabir ettiği eserleri, kasetlerini dinlediği, Âşık Veysel, Mahzunî Şerif, Muhlis Akarsu’dan okumaktadır. İki çocuk annesi olan Âşık Gülçınar’ın, çocuk yaşta ve kendisinden 25 yaş büyük biriyle evlendirilmesinin yaşamını nasıl etkilediğini, nasıl zorluklar yaşayabileceğini tahmin edebiliriz. Bir de meslekî açıdan bakacak olursak, genç yaşta saz çalması yasaklanan evli bir çocuğun, pes etmeyerek bu gelenek içinde varolmaya çalışması yadsınamaz bir örnektir. Âşık iki evlilik yaşamıştır. Her iki evliliği de aile ve toplum baskısı ile gerçekleşmiştir. ilk evliliğini bitirdikten sonra evlenmeyi düşünmeyen Ayten Hanım’a ailesi ve çevresi dul bir kadın olduğunu vurgulayarak bu durumdan rahatsız olduklarını dile getirmişler ve Ayten Hanım’ın ikinci evliliğini gerçekleştirmesine neden oluşturmuşlardır. ilerleyen zamanlarda ikinci eşinden de maddi-manevi destek alamayışı ve geçmişten gelen başka sebeplerin de eklenmesiyle, bu evliliğine de son vermek durumunda kalmıştır. işçilik yaparak, çocuklarını tek başına büyüten Ayten Hanım, çocukları da kendi ayakları üzerinde durduktan sonra, çalmayı çok istediği bağlamaya, nihayet zaman ayırmış, çocukluk yıllarında köyünde gördüğüâşıklar gibi yazdığı şiirleri için ezgiler üretmeye başlamıştır. Âşıklık geleneğini tanımak-öğrenmek adına ilk zamanlar âşıkların bulunduğu birçok derneğe, etkinliklere izleyici olarak katılan Gülçınar Hanım, zamanla gördüklerini, duyduklarını sazına aktarmaya başlamış ve yazdığı şiirlerine eşlik eder olmuştur. Erkek meclislerinde çalıp-söylediği ilk zamanlar, birçok meslektaşı tarafından yadırganan Âşık Gülçınar; atışmalardaki başarılı icrâlarından sonra gelenek içinde özgüvenini kazandığını ve böylelikle de erkek meslektaşlarının birçoğuna kendisini kabul ettirdiğini belirtmiştir. Daha sonraki yıllarda, katıldığı yarışmalardan aldığı dereceler Ayten Hanım’ı daha da yüreklendirmiştir. Âşık Gülçınar, artık bütün bu yükümlülükleri aşmış sadece maddi olanaksızlıklarını aşmaya çalışan, büyük bir hırsa sahip kadın âşıklardandır. #AytenÇınar #Gülçınar #KadınAşıklar
- Arzu Yiğit (Arzu Bacı)
Adı Soyadı: Arzu Yiğit Mahlası: Arzu Bacı Doğum Yeri – Yılı: Adana / Feke / incirci – 1964 Etkilendiği Kişi / Kişiler: Hacı Karakılçık, Âşık imamî [Ahmet Bozdemir], Gül Ahmet [Ahmet Yiğit] Şiirlerindeki Konular: Güzelleme Eser Sayısı: ~750 şiir; ~150 müzikli eser. Adana’nın Feke ilçesine bağlı incirci Köyü’nde dünyaya gelen Hayriye ve Adülkadir Sarıboğa’nın kızı olan Arzu Yiğit [Bkz. Şekil 4.8], çocuk yaşta [12], Ali Yiğit ile evlendirilmiş ve iki çocuk sahibi olmuştur. Sarıboğa soyuna mensup olan Arzu Bacı, Karacaoğlan’ın torunlarından olduğunu ve aslının Varsak Türkleri’nden geldiğini belirtmektedir. İlkokula kadar okutulan Arzu Hanım, çok nüfuslu bir ailenin çocuğu olarak maddi imkânsızlıklar nedeniyle okuyamasa da evlendikten sonra, ortaokulu dışarıdan bitirmiştir. Çocuk yaşlarda şiir yazmaya başlayan, saz çalmak isteyen Arzu Hanım, bu ilgisinin yetiştiği çevreyle bağlantılı olduğunu belirtmiştir. Anneannesi, babaannesi ve annesi köylerinde sesleri güzel olan, ağıtlar yakan insanlar olarak tanınırlarmış. Böyle bir dönemde ve çevrede yetişmesinin eserlerine çok büyük katkısı olduğunu düşünmektedir. Arzu Bacı’nın saza olan hasretliği evlendikten sonra son bulmuştur. Eşi Ali Bey de saz çalma hevesiyle zamanında bir saz almış ama sonra ilgilenemediğinden bir yakınına emanet etmiş ve nihayetinde bir aile ziyaretinde bu saz Arzu Hanım’ın olmuştur [1985]. Saz çalmayı öğrenmek için kimseden yardım almamış ve çabalarının sonucunda eserlerini müziklendirip çalıp-söylemeye başlamıştır. Bir zaman sonra eserlerini kasetlere kaydetmeye başlayan Âşık, yakın çevresine de bu kasetleri hediye etmiş ve kasetlerden bir tanesi yakın köylüsü Âşık Hacı Karakılçık’a ulaşmıştır. Arzu Bacı’yı yetenekli bulan Karakılçık, birlikte etkinliklere katılmayı teklif etmiştir. Bu şekilde aktif bir sanat yaşamı başlayan Âşık, kendine yeni bir çevre edinme fırsatı bulmuştur. Bu süreçte eşinden büyük destek aldığını belirten Arzu Bacı, zamanla edinmiş olduğu çevre ve dostlarının –özellikle Âşık imamî– desteğiyle 1991 yılında ilk kasetini çıkarmıştır. Görüştüğümüz âşıklar arasında en çok kasete sahip olan Arzu Bacı’nın solo ve atışmalı olarak 19 kaseti bulunmaktadır. 1989 yılında Hacı Karakılçık tarafından “Arzu Bacı” mahlasını alan Âşık, şiirlerinde “Arzum” mahlasını da kullanmaktadır. Koşma, semai, dini müzik [ilahi] türünde eserler sunan Arzu Hanım’ın söz konusu eserlerinde ayrılık, tabiat, aşk konularını işlediği görülmektedir. Atışmalı örneklerde sunan Âşık, özellikle bu tür eserlerinde akıcı bir üslûp özelliği göstermektedir. Sözünü sakınmayan, cesur bir tavır sergilerken dilindeki sadelik samimi bir hava hissettirmektedir. Arzu Bacı çalmayı çok istediği sazını evlendikten sonra edinebilmiştir. Edindiği bu saz bir zamanlar eşine ait olan bağlamadır. Âşık artık kendi tabiriyle bağlamasına kavuşmuştur; ancak, zamanla, çalabileceği icrâ ortamı sıkıntısı yaşamaya başlamıştır. Çünkü ürettiklerini paylaşmak, duyurmak istemektedir; fakat çevresinin bir kadın icrâcıyı kabullenmesi kolay değildir, önce çocuklarını büyütmesi gerektiği sürekli vurgulanmaktadır. İlerleyen zamanlarda, bazı tanıdıklarının isteğiyle bir kayıt cihazında icrâsını kaydetmiştir. Daha sonraları kaydettiği kasetler, bu sanatla ilgili kişiler tarafından da dinlenilmiş ve beğenilmiştir. Arzu Bacı için bundan sonrası daha zor olmuştur. Kendisini kabul ettirebilmesi adına birçok çalışma yapması, etkinliklere katılması gerekmiştir. Bu dönemlerde hemcinslerinin ve karşı cinslerinin birçok yorumuna maruz kalsa da sanatını kabul ettirdikten sonra insanların kendisine olan algılarının değiştiğini belirtmiştir. Âşık, uzun süredir ara verdiği yoğun kaset çalışmalarına devam etme çabası içerisindedir. #ArzuBacı #ArzuYiğit #KadınAşıklar
- Satirik Şiirin Özellikleri
Edebiyatta şiirle bir kimseyi, bir düşünceyi, bir durumu açık ya da kapalı biçimde, iğneli bir dille yerme sanatına yergi denir. Her yergide bir uyarı olduğu için öğretici özellik de bulunur. Yergi şiirine Halk edebiyatında taşlama, Divan edebiyatında hiciv denir. Tarihin her döneminde her zaman yergi şiiri söylenmiştir ya da yazılmıştır. Eski Yunan’da Diogenes’in yergileri vardır. 18. yüzyılda Batı’da Voltaire iyi bir yergici idi. Türk edebiyatında, yergi denilince akla Nef’î gelir. Geçenlerde bir derin vadide Jean Frenon’u bir yılan ısırdı Ne oldu dersiniz sonra? Can veren yılan oldu. Voltaire Bana Tahir Efendi kelp demiş İltifat, bu sözde zâhirdir Mâliki mezhebim benim zirâ İtikatımca kelp tâhirdir Nef’î Han-ı Yağma’dan Yiyin, efendiler, yiyin, bu can katan masa sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Verir zavallı memleket, verir ne varsaimalını, Vücudunu, hayatını, ümidini, hayâlini; Bütün gönül sevincini, olanca rahat hâlini; Hemen yutun, düşünmeyin haramını helâlini,.. Yiyin efendiler, yiyin, bu yerde bu İştihâ sizin; . Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin! Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın gider ayak! Yarın bakarsınız söner bugün çatırdayan ocak. Bugün ki mideler diri, bugün ki çorbalar sıcak. Atıştırın, tıkıştırın kapış kapış, çanak çanak… Tevfik Fikret Satirik Şiirin Özellikleri #SatirikŞiir #SatirikŞiirinÖzellikleri
- Pastoral Şiirin Özellikleri
Kırları; çobanların yaşamını, aşklarını, üzüntülerini, sevinçlerini anlatan şiirlerepastoral şiir denir. İlk pastoral şiirler pek gerçekçi değildi, olağanüstülükler vardı; fakat anlatımı yalın idi, söz oyunları ile süslenmezdi. Pastoral şiir; monolog biçiminde ise idil, diyalog biçiminde ise eglog adını alır. İdillerde çobanın aşkı yine onun ağzından anlatılır, monolog olduğu için, doğal olarak eglogdan daha kısadır. Eglogda çobanlar karşılıklı konuşarak kır yaşamının güçlüklerini anlatırlar. Ayrıca bir çoban öldüğünde arkasından arkadaşlarının söylediği ağıtlar vardır; bunlara eleji denir. Bu kurallara uygun şiirler Yunan edebiyatında Theokritos, Lâtin edebiyatında Vergilus tarafından yazılmıştır. Günümüzde köy, kır, çoban yaşamını anlatan her şiiri pastoral sayıyoruz. BİNGÖL ÇOBANLARI Daha deniz görmemiş bir çoban çocuğuyum. Bu dağların en eski âşinasıdır soyum, Bekçileri gibiyiz ebenced buraların. Bu tenha derelerin, bu vahşi kayaların Görmediği gün yoktur sürü peşinde bizi, Her gün aynı pınardan doldurur destimizi Kırlara açılırız çıngıraklarımızla… Okuma yok, yazma yok, bilmeyiz eski, yeni; Kuzular bize söyler yılların geçtiğini. Arzu, başlarımızdan yıldızlar gibi yüksek; Önümüzde bir sürü, yanımızda bir köpek, Dolaştırıp dururuz aynı daüssılayı; Her adım uyandırır ayrı bir hatırayı: Anam bir yaz gecesi doğurmuş beni burda, Bu çamlıkta söylemiş son sözlerini babam; Şu karşıki bayırda verdim kuzuyu kurda, “Suna”mın başka köye gelin gittiği akşam. Gün biter, sürü yatar ve sararan bir ayla, Çoban hicranlarını basar bağrına yayla. -Kuru bir yaprak gibi kalbini eline al, Diye hıçkırır kaval: Bir çoban parçasısın olmasan bile koyun, Daima eğeceksin, başkalarına boyun; Hülyana karışmasın ne şehir, ne de çarşı, Yamaçlarda her akşam batan güneşe karşı Uçan kuşları düşün, geçen kervanları an! Mademki kara bahtın adını koydu: Çoban! Nasıl yaşadığından, ne içip yediğinden, Çıngırak seslerinin dağlara dediğinden Anlattı uzun uzun. Şehrin uğultusundan usanmış ruhumuzun Nadir duyabildiği taze bir heyecanla… Karıştım o gün bugün bu zavallı çobanla Bingöl yaylarının mavi dumanlarına, Gönlümü yayla yaptım Bingöl çobanlarına! #PastoralŞiirinÖzellikleri #PatoralŞiir
- Lirik Şiirin Özellikleri
Hayal gücü, ahenk ve duygulardan oluşan şiire lirik şiir denir. Şair özenle seçtiği sözcük, sözcüğün mecaz anlamları, sözcükler arası anlam bağları ve ritmle okuyanı ya da dinleyeni kendi duygu dünyasına çekmeyi başarır. Şiir bir etkiye karşı tepkinin ürünüdür; öyleyse şair kendi duymadığı bir duyguyu anlatamaz. Ne ki şair bizi yoklayıp geçen ya da yoğunlukla yaşadığımız duyguları yazarak kalıcı yapan kişidir. Lirik şiirlerde işte bu duygu daha belirgindir. Şiir Türkçe Sözlük’te “1. Zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan anlatım biçimi; 4. Düş gücüne, gönle seslenen; duygu ile coşku uyandıran, etkileyen yön” diye tanımlanır. Bu tanımlara göre her şiir biraz liriktir. Duygu insanın doğasında var olduğuna göre, insanda duygunun tarihi düşünceden öncedir. Belki de insanlığın ilk şiirleri liriktir. Eldeki verilere göre ilk şiirlerde duygu o kadar önde idi ki, şiirdeki duygu müzik ile de desteklendi. Eski Yunan’da şiirin lyr denilen dört telli saz eşliğinde söylendiğini, lirik şiir teriminin de bundan türediğini biliyoruz. Batı’da toplumuna göre şiir; gitar, lavta, fülüt eşliğinde söylenmekteydi. Eski Yunan’da şiir koroları da vardı. Şiir, şarkı gibi besteli olarak solo ya da koro söylenirdi. Eski Yunan’da şiirin bu dönemine eolien dönemi, müziğin yanı sıra şiire toplu dansın da katıldığı ikinci dönemine dorilen dönemi, lirik şiirin yalnızca okunduğu dönemine ise İskenderiye dönemi denilmektedir. Orta Çağda Batı şiiri yine musiki ile birleşir. Eski Türklerde ait olduğu boya göre kam, ozan, baksı gibi adlar alan şairler, şiirlerini kopuz denilen saz eşliğinde söylüyorlardı. Dinleyenlerdeki duyguyu daha coşturmak için dans da ederlerdi. Günümüzde şarkı, türkü, opera, bale, müzikli oyun gibi türlerde şiir ile müziği bir arada duyuyoruz. Şiir söylemek ya da okumaktaki ses tonlaması, konuşmaktan ya da okumaktan ayrı olmakla birlikte müziksizdir. Lirik Şiirin Özellikleri Eskiler lirik şiiri biçimine göre, eleştirici dediğimiz yeniler özüne göre tanımlamaktadırlar. Lirik şiir duyguya dayanır, ölümsüzlüğünü de buna borçludur; çünkü hemen hemen lirizme dayanmayan şiir yoktur. Bir şiir hem epik, hem lirik, hem pastoral olabilir. Duygudaki canlılık, sıcaklık okuyanı ya da dinleyeni de saracak kadar coşkulu olmalıdır. Şair bunu, kurduğu şiir cümlelerinde seçtiği sözcüklerle, hatta seslerle sağlar. Şiirdeki duygu kişiseldir; yani bir olay, bir durum karşısında şair ne duyuyorsa o. Bu nedenle şiir dili ne kadar resmî olursa olsun içtenliğini yitirmez: Bir Bahar Akşamı Bir bahar akşamı rastladım size, İçimde uyanan eski bir arzu, Sevinçli bir telâş içindeydiniz. Dedi ki yıllardır aradığım bu. Derinden bakınca gözlerinize, Şimdi soruyorum büküp boynumu, Neden başınızı öne eğdiniz? Daha önceleri neredeydiniz? Lirik şiirin konusu eskiden aşk, ölüm, kahramanlık, din gibi konularla sınırlı iken, günümüzde konu alanı çok genişlemiştir. İnsanla, evrenle ilgili her konuda lirik şiir yazılabilir: Hiç uyarmadan Kızaran nara benzersin dalın tepesinde Kasırga nasıl sökerse En yüksek dalında unutulmuş, bir ağacın. Meşeleri kökünden Hayır, unutulmuş değil, yetişilememiş. Öyle sarsıyor yüreğimi aşk.” Sappho (Çeviren: Azra Erhat, Orhan Veli) Eski Türk şiirinden bir örnek Üdig mini komıttı (Aşk beni coşturdu heyecanlandırdı;) Sakınç manga yumıttı (Dert bende toplandı.) Könglüm angar emitti (Gönlüm ona meyletti;) Yüzüm mening sargarur (Yüzüm benim sararıyor.) . . . . . . . . . . Bardı közüm yarukı (Gözümün nuru sevgilim gitti.) Aldı özüm konukı (Özümün konuğunu aldı.) Kanda erinç kanı-kı (Nerede ki nerde?) Emdi udın odgarur (Şimdi uykularım kaçıyor.) #LirikŞiir #LirikŞiirinÖzellikleri
- Epik Şiirin Özellikleri
Bir ulusun başından geçen tarih olaylarını, toplum ile ilgili sorunları, doğal afetleri ve bu olaylarda kahramanlık gösterenleri anlatan tarihsel olmakla birlikte olağanüstülüklerle efsaneleşmiş, masallaşmış bir şiir türüdür. Eski Yunan’da bu tür şiire epos, Batı’da epope, Türk Edebiyatında destan denir. Epik şiirin üç yönü vardır: konusunun kahramanlığa dayanması, olağanüstülük, kompozisyon. Epik şiirde konu kahramanlıktır. Epik şiirin konusu tarihten alınır. Fakat tarihe dayalı olaylar halkın hayal gücü ile beslene beslene dilden dile dolaşırken gelişir, genişler, yücelir; gerçekle ilgisi azalıp olağanüstülük kazanır. Ana olay destanın çekirdeği, diğer olaylar destanın kolları olur. Eski Yunan’da bunlara epizot denir. Bütün olaylı anlatımlarda olduğu gibi epik şiirdeki olay da çok canlı ve hareketlidir. Bir ana olay ile bu ana olayı engellemeye çalışan ya da ana olaya yardımcı olan pek çok yan olay akışı vardır. Batı’da epizot denen bu yanlara olay Türk destanlarında kol denir. Epik şiirin uzunluğu bu epizotların çokluğuna bağlıdır. Yaşanmış olayın üzerinden uzun yıllar geçmeden destan oluşamaz; bu nedenle destan kahramanı çok eski zamanlarda yaşamış bir kişidir. Kahramanın, bu koca zaman diliminde, anlatıla anlatıla kötü nitelikleri varsa da kalmaz, ideal insan tipi hatta yarı Tanrı tipi ortaya çıkar. Kahramanda karakter değil tipleme vardır. Epik şiirde ulusal özellikler, gelenekler vardır; kahramanı da ulusaldır. Epik şiirlerde anlatıldığı dönemlerin uygarlığından izler bulunur. Söz gelimi, Oğuzların demiri işlediklerini Ergenekon destanından öğreniyoruz. Epik şiirin bir kahramanla gelişmesi, yaşaması olanaksızdır. Bu yüzden ikinci, üçüncü dereceden kahramanlar; hatta hayvan kahramanlar başkahramana yardımcı olurlar. Olağanüstülük, epik şiirin en belirgin özelliğidir. Epik şiirde olaylar olağanüstüdür; duygular, düşünceler olağanüstüdür. Oğuz Kağan bir ışık olarak yeryüzüne inen, sonradan güzel bir kız olan peri kızı ile evlenir, Dede Korkut Hikâyeleri’nde insan ile hayvan arası Tepegöz adında bir dev vardır, Köroğlu’nun atı uçar, Yunan epiğindeki Tanrılar ölümsüzdür, Prometheus’un ciğerini bir kuş her gün yer bitirir, ciğer ertesi güne kadar tamamlanır, Prometheus ölmez… Epik şiirlerde işte bu olağanüstü yaratıklarla birlikte yaşayan ya da olağanüstü devlere karşı savaşan ve çoğu kez onları aklıyla yenen yine olağanüstü kahramanlar vardır. Epik şiirin anlatımı öykülemedir. Doğa, eşya ve kişi betimlemeleri kısaca, olay anı ise daha ayrıntılı verilir. Karşılıklı konuşma ya da söylev türü konuşmalar vardır. Kimi epik şiirlerin, dilden dile dolaşırken yazıya geçirilinceye kadar, şiir biçimi bozularak, düz anlatıma dönüşmüştür. Epik şiirler, oluşum tarihine göre doğal epik ve yapay epik olmak üzere ikiye ayrılır. Doğal epikler o kadar eski tarihte oluşmuştur ki ilk söyleyeni unutulmuş, her anlatandan bir şeyler eklenerek genişlemiştir. Kırgızların Manas Destanı uzunluk bakımından belki de en uzun olanıdır. Yazıya geçirilmişi 16.000 beyit kadardır; hâlâ da gelişmesini sürdürmektedir. Daha yeni olaylar için de epik şiirler yazılır. Bunlardaki olay da yazan da bellidir. Oluşma aşamasında yazıya geçtiği için, artık yapıları değişmeden yıllarca kalabileceklerdir. Böyle epik şiirlere yapay epik denilmektedir. Doğal epik türü için Türk Destanları, Yunan Destanları, Fin, Alman Destanları gösterilebilir. Örnek-1 Durduk , süngü takmış kafir ayakta Bizde süngü yok Bir hayret kızıllığı akardı üstümüzden Dehşetten daha çok Durduk , süngüsü düşmanın pırıl pırıl , Önümüze çıktı bir gündüz,bir gece Korku değil haşa Bir büyük düşünce . ( F.Hüsnü DAĞLARCA) Örnek-2 Kalktı göç eyledi Avşar elleri, Ağır ağır giden eller bizimdir. Arap atlar yakın eder ırağı, Yüce dağdan aşan yollar bizimdir. Belimizde kılıcımız Kirmani, Taşı deler mızrağımın temreni. Hakkımızda devlet etmiş fermanı, Ferman padişahın,dağlar bizimdir. Dadaloğlu’m birgün kavga kurulur, Öter tüfek davlumbazlar vurulur. Nice koçyiğitler yere serilir, Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir. (DADALOĞLU) #EpikŞiir #EpikşiirinÖzellikleri








