Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Ahmet Yesevî
İlk Türk mutasavvıfı Hoca Ahmed Yesevî’nin şiirlerinin toplandığı yazmalara “ Dîvân-ı Hikmet ” denir. Bunun sebebi Ahmed Yesevî’nin şiirlerinin “hikmet” terimiyle anılmasıdır. Ahmed Yesevî, 12. yüzyılda Batı Türkistan’da Karahanlı devletinin hüküm sürdüğü topraklarda yaşamış mutasavvıf bir şairdir. Sayram (İsfîcab) şehrinde doğmuş, 7 yaşında Yesi şehrine göçmüştür. “Yesevî” mahlâsı, “Yesi şehrine ait” anlamına gelmektedir. 11. yüzyılın sonlarında doğduğu tahmin edilen Ahmed Yesevî’nin babası Şeyh İbrahim, annesi Ayşe Hatundur. 7 yaşında yetim kalan Ahmed Yesevî, Yesi şehrine yerleşir ve burada Arslan Baba’ya intisap eder. Fakat Arslan Baba’nın bir yıl içinde ölümü üzerine Buhara’ya gider ve Şeyh Yûsuf-ı Hemedânî’ye intisap eder. Ahmed Buhara’daki çeşitli bilim ve tasavvuf çevrelerinde bulunur bu sürede kendisini ilmî ve edebî yönden yetiştirir. Hemedânî 1140’ta ölmüş, ilk iki halifeden sonra 3. olarak Ahmed Yesevî tarikat şeyhi olmuştur. Ancak 1160’ta Hemedânî’nin postuna oturan Yesevî, kısa bir müddet sonra bundan vazgeçmiş ve Yesi’ye dönmüştür. Peygamberin 63 yaşında ölmüş olması dolayısıyla Yesevî’nin de 63 yaşına gelince Yesi’de tekkesinin altında bir çilehane yaptırıp içine girdiği ve kalan ömrünü orada geçirdiği rivayet edilir. Ahmed Yesevî 1166 yılında Yesi’de vefat etmiştir. Ahmed Yesevî’nin, kendisi hayatta iken vefat eden İbrahim adında bir oğlu, Gevher Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adlarında iki kızı vardır. Onun soyu Gevher Şehnaz ile devam etmiştir. Türk dünyasının her köşesine ismi ve müridleri yayılan Yesevi, geçimini tahta kaşık yontup satarak kazanmıştır. Ahmed Yesevî’nin en önemli tarafı, kurduğu Yesevîlik tarikatı, yaptığı irşatlar ve yazdığı şiirler yoluyla Müslümanlığı sade bir şekilde göçebe Türk halkına anlatmasıdır. 12. yüzyılda vefat etmiş bulunan Yesevî’nin etkisi 14. yüzyıl sonlarındaki Temür devrinde çok güçlü bir şekilde devam etmektedir. Dîvân-ı Hikmet yazmaları çok sonra (16. yüzyıldan sonra) istinsah edildikleri için dil bakımından genellikle Karahanlı Türkçesinin değil Çağatay Türkçesinin özelliklerini yansıtırlar. Ancak Yesevî, Karahanlılar döneminde yaşadığı için onun hikmetleri Karahanlı dönemi edebiyatı içinde değerlendirilmektedir. Hikmetlerin çoğu koşma tarzında kafiyelenmiş dörtlükler hâlindedir ve hece vezniyle yazılmıştır. Mesnevi tarzındaki münâcat ve nât ile gazelleri aruz vezniyle kaleme alınmıştır. Heceyle yazılmış gazel kafiyeli şiirleri de vardır. Arapça, Farsça kelimelerde tam kafiyeyi, Türkçe kelimelerde yarım kafiyeyi, hatta bazen sadece redifi tercih eden Yesevî’nin şiirlerinde çok güçlü bir zikir ritmi vardır. Hikmetlerin birçoğu zikir sırasında okunmak için yazılmıştır. Yesevî’nin hikmetlerinde işlenen konular çok derin değildir. Dinin esasları, tasavvuf adabı, cennet-cehennem, kıyamet ahvali, peygamber sevgisi, dünyadan şikâyet, dervişlere ait menkıbeler hikmetlerin başlıca konularıdır. Ahmed Yesevî kendi hayatına ait bazı olayları da şiirlerinde anlatır. Yaşname (yaş şiiri) tarzındaki uzun şiirde onun hayat safhalarını görmek mümkündür: Ahmed Yesevî, Batı Karahanlıların hüküm sürdüğü Batı Türkistan’da, Karahanlıların son dönemlerinde yaşamış ve eser vermiş mutasavvıf bir şairdir. Ancak onun müritleri de aynı tarzda hikmetler yazmışlardır. Bunlardan bilhassa Hakim Süleyman Ata meşhurdur. Müritlerinin şiirleri de bazen Yesevî’ye mal edilmiştir. Dolayısıyla Dîvân-ı Hikmetlerdeki bütün şiirlerin Yesevî’ye ait olduğunu söylemek zordur.
- Edip Ahmet Yüknekî
Yüknekli Edip Ahmed’in hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. XI. yüzyılın sonlarına doğru Yüknek’te doğmuştur; babasının adı Mahmud Yüknekî’ dir. Anadan doğma kör olan Edip Ahmed devrinde “edipler edibi, fazıllar başı” diye meşhur olmuştur. Atabetü’l Hakayık adlı eserinden, iyi bir tahsil gördüğü, özellikle dinî ilimleri öğrendiği anlaşılmaktadır. İslâmî devir Türk edebiyatının ilk şairleriden olan Edip Ahmed Türkçe’yi bütün incelikleriyle kullanmakla birlikte, şairliğinden daha çok bir âlim olarak tanınmıştır. Şiirlerinde de his ve duygudan ziyade öğretici yönü ağır basmaktadır.Bazı söyleyişleri bir ata sözü gibi dilden dile dolaşan Yüknekî’nin Türk halkı üzerinde uzun yıllar süren bir etkisi olmuş ve hakkında söylenen menkıbeler onun şöhretini, ölümünden sonra da asırlarca devam ettirmiştir.
- Kaşgarlı Mahmut
Kaşgarlı Mahmud’un hayatı hakkındaki bilgilerimiz Divan-ı Lügati’t-Türk ‘ün önsözünde belirttiklerinden öteye geçemiyor. Babası ve dedesi Barsganlı olmasına rağmen Mahmud Kaşgar’da doğmuştur. Babasının buraya daha sonraları göç ettiği anlaşılıyor. Onun ne zaman doğup, ne zaman öldüğü ise kesin olarak belli değildir. Bununla beraber bazı varsayımlar yaparak; mesela eserin yazılış ve halifeye sunuluş tarihini esas alarak (464-466/1072-1074) onun 11. yüzyılın birinci yarısında dünyaya gelip, ikinci yarısında vefat ettiğini söyleyebiliriz. Ama bu bir varsayım olmaktan öteye geçemez. Eserinin önsözünde belirttiğine göre adının Mahmud, babasının adının Hüseyin, dedesinin adının ise Mehmed olduğunu anlıyoruz. Yine eserinde belirttiğine göre soylu bir aileden gelmekte, iyi silah kullanmakta ve dilin gramerini iyi bilmektedir. Sözlerinden öyle anlaşılıyor ki, eserini yazmak için iyi bir hazırlık devresi geçirmiş ondan sonra eserini yazmaya başlamıştır. “Ben onların en uz dillisi, en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğum halde onların şarlarını, çöllerini baştan başa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini, kafiyelerini belleyerek faydalandım; öyle ki, bende onlardan her boyun dili, en iyi yolda yerleşmiştir. Ben onları en iyi surette sıralamış, en iyi bir düzenle düzenlemişimdir.” Onun böyle bir eser yazdığına bakılırsa; iyi bir eğitim aldığı, Arapça’yı ve Türkçe’yi en ince detaylarına kadar -bir sözlük yazabilecek kadar- bildiği söylenebilir. Kaşgarlı Mahmud’un ne zaman ve nerede öldüğü kesin olarak bilinmemektedir. #DivanıLügati039tTürk #KaşgarlıMahmut
- Yusuf Has Hacib
Karahanlılar dönemi hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız gibi; bu devletin vatandaşı olan Yusuf hakkındaki bilgilerimiz de yok denecek kadar azdır. Onun hakkında bütün bildiklerimiz, Kutadgu Bilig adlı eserini okuyuculara takdim etmek amacıyla, sonradan ve başkalarınca eserin başına eklenen mukaddimelerin verdiği bilgilere ve eserin kendisinden çıkarılabilecek ipuçlarına dayanmaktadır. Bu ipuçlarına dayanılarak, hayatının bazı yönlerini tespit ve tahmin etmek mümkün ise de; tam bir biyografisini oluşturmak imkânsızdır. Kitap boyunca adını bile sadece bir kez, “Kitap sahibi Yusuf, büyük has hacib, kendi kendine nasîhat eder” başlıklı, son bölümünde anmıştır. Bu başlıktan baş teşrifatçı olduğu da anlaşılmaktadır. Esere eklenen mukkadimenin bildirdiğine göre, Yusuf Balasagun’ludur. Kitabın yazıldığı çağlarda Balasagun şehri ‘Kuz-Ordu’ adını taşıyor ve Kaşgar ile birlikte, XI. yüzyıl Orta Asya Türk kültürünün ve dilinin merkezi sayılıyordu. Balasagun’un asîl ailelerinden birine mensup olan Yusuf, eserinin esasını burada yazmış ve düzenlemiş, ancak son şeklini doğduğu yerden ayrıldıktan sonra gittiği Kaşgar’da vermiştir. Kitabını huzurunda okuyarak, Tavgaç Kara Buğra Han’a sunmuş; O da çok beğenerek Yusuf’a Has Hâcib ünvanı vermiş ve onu kendi yakınları arasına almıştır. Herkese yarayan fakat hükümdârlara daha çok yarayan6 kitaba ‘Kutadgu Bilig’ adını vermesini, “kitaba Kutadgu Bilig adını koydum ki, okuyanı kutlandırsın” diyerek açıklar. Yusuf, üzerinde 18 ay uğraştığı eserini 1069/1070’de tamamladığına ve yazmaya başladığı zaman 50 yaşlarında bulunduğuna bakılırsa 1018/1019 yıllarında doğmuş olmalıdır. Ölüm tarihi hakkında bilgimiz olmamakla birlikte, eserin sonradan eklenen kısımda iyice ihtiyarladığını söylemesinden uzun yaşadığı düşünülebilir. Karahanlı Devleti döneminde Türkler ileri bir uygarlığa sahiptiler. Arap, Fars, Çin, Hint ve Batı uygarlıkları ile temas halindeydiler ve buralardaki gelişmeleri izleyebiliyorlardı. Türkler İslâmiyet’i kabul ettikleri zaman yazıya, kitaba, eğitime yabancı barbar bir millet değildiler10. Karahanlılar, İslâm kültür dairesine girmiş olmakla birlikte, köken olarak doğularındaki yüksek Uygur kültürüne de bağlıydılar ve bu kültür, Çin tarihçilerine göre, daha V. asırda oldukça parlak ve geniş bir edebiyata sahipti; yazılı eserleri olduğu gibi, hanların sarayında vakânüvisler de bulunurdu. Meşhur Çin elçisi Wang Yen-Te onuncu asırda, Uygur ülkesinde gördüğü kitaplıklardan bahseder. İşte, Yusuf böyle bir kültür ortamında yetişmiş bir Türk entelektüelidir. O, Kutadgu Bilig’i yazdığı sıralarda, Kaşgar yakınlarında, Sıngı-Seli-Tutung Budist sutrası Suvarnaprabhasa’yı Altun-Yaruk adı altında Türkçe’ye çevirmekte Kaşgarlı Mahmud ise, meşhur lûgatını kaleme almaktaydı. Yusuf, çevresinde bulunan büyük kültürlere ve bunların dillerine âşina idi ve eserinden anladığımız kadarıyla edebiyata, ilâhiyata, folklora, siyasete, felsefeye ve devrinin tüm pozitif bilimlerine ilişkin ansiklopedik bilgiye de sahipti. Hatta, devrinin bilginlerine Öklid geometrisi bilmeleri gerektiğini tavsiye ediyordu. Yusuf, devlet adamı olma sıfatı ile Budist ve Manihaistlerle de sık sık görüşmüş, bu inanç sistemlerini de yakından tanımıştı. Bütün bunlarla birlikte, Yusuf, Türklüğünün bilincinde olmuş; geçmişine ve diline bağlı kalmıştır. Bu tavrı ile o, Bilge Kağan’lardan beri aktarılan zihniyeti taşıyan hattın bir unsuru olmuştur. Yusuf, İslâmiyet’in etkisiyle değişmekte olan Türk-Uygur toplumunun geleneksel ahlâki ve hukukî telâkkilerini tespit etmiş; yaşadığı çevrenin sosyal ahlâkını, devlet yönetimi hakkındaki esaslarını, hukuk anlayışlarını ve askerlik esaslarını unutulmaktan kurtarmış ve gelecek kuşaklara aktararak, elde edilmiş kültür hazinesinin yaşamasını sağlamıştır. Yusuf’un eseri sadece bu yönüyle değil, İslâmiyet’i kabul etmekle yepyeni bir medeniyet çevresine giren bir toplumun, şiddetle sarsılan eski ve geleneksel değerlerini yeni bir senteze vardırmak endişe ve çabasını yansıtması bakımından da çok önemlidir. Yusuf, bu süreçte kendini gösteren münzevî zahid tipine karşı, şiddetle, insanın toplum içindeki yaşayışını savunuyordu. Yusuf’a ilişkin son bir bilgi olarak; Arsal’ın -ihtiyat kapısını açık bırakmak şartı ile- Kutadgu Bilig’de kut’u temsil eden Ay-Toldı ile Aklı temsil eden Ögdülmiş’in şahıslarında, şâirin kendisini tasvir etmiş olduğunu sandığını söyleyebiliriz. #KutadguBilig #YusufHasHacib
- Divan-ı Hikmet
Ahmet Yesevî ‘nin şiirlerine “hikmet”, şiirlerinin toplandığı kitaba da Dîvân-ı Hikmet adı verilir. Ahmed Yesevî’nin şiirlerini Karahanlı Türkçesiyle yazdığı muhakkaktır. Fakat Yesevî’nin hikmetlerini toplayan yazmaların hepsi de çok sonraki asırlarda istinsah edildiği için dil bakımından Karahanlı devri Türkçesine tam olarak uymazlar. Bu şiirlerde değişik saha ve devirlere ait dil hususiyetleri hep birlikte görülür. Ayrıca Dîvân-ı Hikmet’te şiirlerin hepsi de Ahmed Yesevî’ye ait değildir. Halifeleri tarafmdan yazılmış pek çok şiir ona mal edilmiştir. Ruh, edâ ve şekil bakımından bu şiirlerin hepsi birbirine benzediğinden hangilerinin Ahmed Yesevî’ye ait olduğunu ayırabilmek de çok güçtür. Bütün bu sonraki tesir ve karışmalara rağmen hikmetleri dil bakımından değilse bile edebî bakımdan Karahanlı devrine ve 12. yüzyıla ait kabul etmek gerekir. Hikmetler, dînî-tasavvufî şiirlerdir. Çoğu dörtlükler halindedir, koşma tarzında kafiyelenmiş ve hece vezniyle yazılmıştır. Hikmetlerin bir kısmı ise gazel tarzındadır ve aruz vezniyle kaleme alınmıştır. Heceyle yazılmış hikmetlerin vezni 4+4+4=12’dir. Aruzla yazılan hikmetlerde “fâilâtün fâilâtün fâilün, mefâîlün mefâîlün feûlün, 4 mefâîlün ve mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün” vezinleri kullanılmıştır. Gazel tarzında kafiyelenmiş bazı hikmetlerde ise 7+7 veya 8+8’lik hece vezni kullanılmıştır. Mesnevî tarzında yazılan münâcât ve nâtm vezni “mefâîlün mefâîlün feûlün” dür. Dörtlüklerle yazılmış hikmetlerde kıt’a sayısı 5 ilâ 28 arasında değişmekte, çoğunlukla 10-12 kıt’alık hikmetler tercih edilmektedir. Gazellerdeki beyit sayısı 5-15 arasındadır. 7 beyitlik gazeller çoğunluktadır. Kafiye olarak Arapça, Farsça kelimeler kullanıldığı zaman çoğunlukla tam kafiyeye başvurulur. Fakat kafiyelerin çoğu Türkçe asıllı kelimerle yapılmıştır ve bunlarda da yarım kafiye kullanılmıştır. Hatta bazan yarım kafiyenin bile kullanılmadığı, yakm seslerin benzerliği ile veya sâdece redifle yetinildiği olur. Esasen redif, hikmetlerde mühim bir ahenk unsuru olarak yer alır. Beyitlerle yazılmış hikmetlerin birçoğu musammat gazel tarzındadır. Bu tarz hikmetlerde görülen iç kafiye şiire fevkalâde bir ahenk vermektedir. Canım cüda bolganda tenim munda kalganda Tahta üzre alganda ne kılgay min Hudâya Canım ayrı olanda, tenim burda kalanda, Tahta üzre alanda ne yaparım Allah’ım? Öyle anlaşılıyor ki millî nazım şekli olan koşmadan gazel tarzma geçişte musammat şekiller fevkalâde elverişli olmuştur. Edebiyatımızın gazel tarzındaki bu ilk şiirlerinde koşma ahengi hemen kulağa çarpar. Beyitler ortadan ikiye bölünüp dört mısra haline getirildiği zaman 4+3’lük bir koşma ile karşılaşırız. Halk şiirinin ahengi ile kulakları dolmuş bulunan ilk Türk şâirleri, koşmanın dört mısraını beyit haline sokarak gazel tarzma geçivermişlerdir. Ahmed Yesevî’nin hikmetlerinde işlenen mevzular tamamıyla dînî ve tasavvufîdir. İslâmiyet’in esasları, şeriatın hükümleri ve tasavvuf âdabı, şiirlerin ana konusu teşkil eder. Kıyamet ahvâli, cennet ve cehennem tasvirleri, dünya ahvâlinden şikâyet, peygamber sevgisi, dervişlerle ilgili menkıbeler ve Ahmed Yesevî’rün kendi hayatına ait parçalar sâde bir dille anlatılır. Ahmed Yesevî’rün canlı ve hareketli bir üslûbu vardı. Şiirlerinin pek çoğunda bir zikir ritmi bulmak mümkündür. Hikmetlerin zikir esnasında ve belli bir makamla söylendiği düşünülürse böyle hareketli bir ritmin varlığı tabiî, hattâ zarurîdir. İşte Ahmed Yesevî bu ritmi ve hareketi 4+4+4’lük duraklarla çok iyi yakalamış görünüyor. Altmış üç yaşında yer altına girdiğini anlatan şu dörtlüklerde bu ritim çok açık bir şekilde farkedilmektedir. Ol kadirimi kudret birlen nazar kıldı Hurrem bolup yir astığa kirdim muna Garib bendeng bu dünyâdm güzer kıldı Mahrem bolup yir astığa mirdim muna Kadir Rabb’im kudret ile nazar kıldı; Mutlu olup yer altına girdim işte. Garip kulun bu dünyadan göçüp gitti; Mahrem olup yer altına girdim işte. Zâkir bolup şâkir bolup haknı taptım Dünyâ ukbâ haram kılıp yançıp tiftim Şeyda bolup rüsvâ bolup candın öttün Bî-gam bolup yir astığa kirdim muna Zâkir olup, şâkir Hakk’ı buldum; Dünya, ahret haram kılıp ezip teptim; Divâne olup, rüsvâ olup candan geçtim; Gamsız olup yer altına girdim işte. Başım tofrak, özüm tofrak cismin tofrak Hak vashga yiter nün dip ruhum müştak Köydüm yandım bolalmadım hergiz afak Şebnem bolup yir astığa kirdim muna. Başım toprak, kendim toprak, cismim toprak; “Hakk’a kavuşur muyum?” diye, ruhum müştak; Kavrulup yandım, olamadım asla ap-ak; Şebnem olup yer altına girdim işte. Bu hareketli ritim onun şiirlerine coşkun, taşkın, ve akıcı bir edâ verir. Dînî düşünceleri, basit ve sâde bir dille, fakat bu coşkun ve akıcı edâ ile anlatır. Tevbe kılgan âşıklarga nûri irür Tüni küni sâyim bolsa köngli yarur Kaçan ölüp gûrge kirşe gûn kingür Ugan izim rahîm rahman rahmeti bar Tevbe kılan âşıklara nuru erer; Gece gündüz oruçlu olsa, gönlü parlar; Öldüğünde kabre girse, kabri genişler; Kadir Rabbim, rahîm, rahman, rahmeti var. Tevbesizler bu dünyâdm kiçmes bilür Ölüp barsa gür azabın körmes bilür Kıyamet kün tang arasât atmas bilür Heyhat heyhat nevha fedyâd künleri bar Tevbesizler bu dünyadan göçülmez bilir; Ölüp varsa, kabir azabı görmez bilir; Kıyamet günü Arasat tanı atmaz bilir; Heyhat heyhat, nevha, feryat günleri var. Hak yâdıdan zerre gafil bolmağanlar Yatsa kopsa hak zikrini koymaganlar Vallah billah dünyâ haram almaganlar Gür içinde ol kul hergiz ölmez bolur Hak yâdındın zerre gaafil olmayanlar, Yatsa kalksa, Hak zikrini koymayanlar, Vallah, billah, dünya haram, almayanlar, Kabr içinde o kul asla ölmez olur. Ahmed Yesevî’de şairane tasvirler ve ince sanat oyunları bulunmaz; fakat Kemâl Eraslan’m dediği gibi, onun “hikmetlerinin tamamen basit, kuru ve edebî bir değerden mahrum olduğunu söylemek de doğru değildir. Bazı hikmetlerinin samimi ve coşkun bir ifâdeye sahip olduğu ve dînî-tasavvufî halk edebiyatının en güzel örneklerini teşkil ettiği unutulmamalıdır.” #AhmetYesevi #DivanıHikmet
- Atabetü’l-Hakayık
12. yüzyıl şairlerinden Edip Ahmet Yüüknekî ‘in yazdığı 256 beyitlik bu kitap Karahanlı Türkçesi döneminin temel eserlerindendir. ‘Hakikatler Eşiği’ anlamına gelmektedir. Erdemli olmanın yollarını ve ilkelerini açıklamaktadır. Kaşgarlı Mahmut’un ünlü sözlüğünde kullandığı dille ve Kutadgu Bilig’de olduğu gibi faûlün – faûlün faûl aruz ölçüsüyle yazılmıştır. Türk kültürünün, edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Örnek: Doğru söz bal, yalan söz soğan gibidir; soğan yeyip, ağzı acılandırma, bal ye. Yalan söz hastalık, doğru söz şifa gibidir; bu söz eskiden söylenmiş bir masaldır. Doğru ol, doğruluk yap ve adın doğruya çıksın; insanlar seni doğru olarak bilsinler; Eğriliği bırakıp, doğruluk giysini giy; elbiselerin en iyisi, doğruluk giysisidir. Atebetü’l-hakayık “Hakikatlerin eşiği” anlamına gelmektedir. Eser XII. yüzyılın başlarında Edip Ahmed b. Mahmud Yüknekî tarafından Yüknek’te yazılıp, Emir Muhammed Dâd Sipehsâlâr’a sunulmuştur. Aruzun feûlün/feûlün/feûlün/feûl kalıbıyla yazılan eser 14 bölüm halinde düzenlenmiştir. Baştaki münacaat, methiye ve kitabın yazılışının açıklandığı kısımlar kaside şeklinde, dokuz bölüm tutan asıl metin ise Türklerin millî nazım şekli olan dörtlüklerle yazılmıştır. Bu dörtlükler ise aaba şeklinde kafiyelenen mani tarzındadır. Birtakım ahlâkî öğütler vermek amacıyla yazılan Atebetü’l-hakayık”’ta bilginin faydası, bilgisizliğin zararı, dili tutmanın yararlan, cömertliğin iyiliği, cimriliğin kötülüğü, alçak gönüllü olmanın güzelliği, kibir ve ihtirasın çirkinliği gibi konular işlenmiştir. Eser Hibetü ‘l-hakayık, Aybetü ‘l-hakayık adları ile de tanınmıştır. Kutadgu Bilig’den sonra yazılmış olan Atebetü’l-hakayık yabancı dil unsurlarıyla fazlaca yüklü bir eserdir. Eser, Kutadgu Bilig’den çok daha İslâmidir; önce Allaha, Peygambere ve dört halifeye övgü ile başlaması, onun İslâm geleneğine daha çok girdiğini gösterir. “Gerçeklerin Eşiği” anlamındaki bu eser gene tarihi kişiliği fazla bilinmeyen Muhammed Dad İspehsalar Bey’e takdim edilmiştir. Fazla orijinalitesi olmayan, o devirdeki inanç ve kültür ortamına uygun bilgileri manzum olarak söyleyen, bunları âyet ve hadislerle destekleyen bir kitaptır. Ancak eserin daha sonra çeşitli yerlerde ve çeşitli zamanlarda çoğaltılması ve düzenlenmesi, eğitim alanında önemli bir ihtiyacı karşıladığını göstermektedir. Atabetü’l-Hakayık, halka verilen öğütlerdir. Ancak buna rağmen içindeki Arapca ve Farsça kelimelerin bir hayli arttığı görülmektedir. Cömertliği, tevazuyu, keremi övmesi; kibir ve harisliği yermesi o zamanki kültür ortamında bir gelenek olmuştu. Bu eser, eğitim tarihimiz bakımından şu noktalarda ilginçtir. Emir övülürken; “O akıl, anlayış, şu’ur ve zekâ mekanı, bilgi ocağı ve fazilet kaynağıdır” denmesi, o zaman beğenilen, takdir edilen ideal bir şahsiyet tipinden neler anlaşılması gerektiğini çok iyi göstermektedir. Aynı Kutadgu Bilig’de olduğu gibi, burada da bilgi ve dil konuları üzerinde en başta ve hassasiyetle durulmaktadır. Edip Ahmed’e göre de bilginin faydası veya bilgisizliğin zararı açıkça görülmektedir. Bilgi, mutluluk yoludur. Kemik için ilik ne ise, insan için de bilgi odur. Bilgisiz insan hiç bir şeydir, bir ölüdür. Bilgisize doğru söz ve öğüt tatsız, faydasız gelir. Yaradan Tanrı ancak bilgili olmakla bilinir; insanın kendisi de bilgi ile yükselir. Bilginin temeli olan akıl, insanın gerçek ziynetidir. Atabetü’l-Hakayık’ta üzerinde durulan bir başka konu da, insanın diline sahip olmasıdır. Edeblerin başı, dili gözetmektir. Düşünerek konuşmalıdır, yoksa dil ve söz insanın başına bela olur. İnsana ne gelirse dili yüzünden gelir. Zaten Hz. Muhammed de “İnsanı ateşe atan dilidir” diyordu. Edip Ahmed de ok yarasının bir gün kapanabileceğini ama dil yarasının kapanamayacağına işaret ediyordu. O halde yalan söylememek, gevezelik etmemek ve doğru söylemek gerekir; çünkü doğru söz şifadır. İnsanın diline hakim olması, doğru ve güzel söz söyleyebilmesi için de, sadece maddî hayatı sürdürebilmek için gerekli bazı bilgilerin değil, son derece soyut bilgilerin de yaygın eğitim vasıtasıyla verilmesi gerekiyordu. Ancak manevî kültür ilgilerinin bu kadar çoğalması yaygın eğitimin gücünü zorluyor; örgün eğitimi zorunlu kılıyordu. #Atabetü039lHakayık #EdipAhmetYükneki
- Divan-ı Lügati’t-Türk
Kaşgarlı Mahmut ‘un günümüze kadar ulaşan eserinin adı Divânü Lügâti’t-Türk’tür. O, bir eseri daha olduğunu divanında söylemekle beraber bu eser henüz bulunamamıştır. Bulunamayan bu eserin adı Kitâbı Cevâhir el-Nahvi fî Lügâti’t-Türk’tür. Kaşgarlı Divânü Lügâti’t-Türk’ü yazış amacını eserinin önsözünde şöyle belirtiyor: “Türk dili ile Arap dilinin at başı beraber yürüdükleri bilinsin diye…” yani o eserini yabancılara, özellikle de Araplar’a Türkçe’nin üstün bir dil olduğunu ve diğer dillerle yarışabilecek seviyede olduğunu belirtmek için yazmıştır. Eserini yazmak için Türklerin bir çok şehrini gezmiş, dolaşmış ve birçok not aldıktan sonra eserini yazmaya koyulmuştur. İyi bir hazırlanma ve çalışma neticesinde ortaya çıkan bu eser bize XI. yüzyıldaki Türklerin tarihi, coğrafyası, kültürü, folkloru, yaşayışı, edebiyatı, belli başlı yerleri, belli başlı kişileri, günlük hayatta sık sık kullanılan kelimeleri vb. birçok özelliğini yansıtmaktadır. Bu yönüyle eser, Türk tarihinde bir “hazine” sayılmaktadır. Yazar, yukarıda saydığımız özellikleri lügatine seçmiş olduğu kelimeleri örneklerken kullanmıştır ve bunda da çok başarılı olmuştur. Normalde eser bir sözlük olmasına rağmen seçtiği örneklere baktığımızda gerek savlar (atasözleri), sagular (ağıt), beyitler, çeşitli şiir parçaları, deyimler ve gerekse de çeşitli yer adlarına ve kişi adlarına rastlamaktayız. Bizim konumuz divanda geçen savlar, halk edebiyatı unsurları, beyitler ve çeşitli şiirlerdir. Kaşgarlı lügatine almış olduğu sözcükleri açıkladıktan sonra onları daha anlaşılır kılabilmek için sözcükleri cümle içerisinde örnekleme yoluna gitmiştir. Bu yola başvurduğunda ise örnek olarak da sıradan cümleler değil, o zaman halk arasında kullanılmakta olan savlar (atasözü), sagular (ağıt), destanlar, beyitler, dörtlükler, koşuklar, deyimler veya çeşitli edebî cümleleri almıştır. Bu yolla sözcüklerin daha kolay anlaşılmasını ve aynı zamanda akılda daha çok kalmasını sağlamıştır. Kaşgarlının eserinde, yukarıdaki örneklerin kullanımıyla ilgili Banarlı şu açıklamayı yapmaktadır: “Divânü Lügâti’t-Türk’teki Türkçe örnekler Göktürk Kitabelerinden bu yana bize kadar yaşayan en eski Türk edebiyatı hatıralarıdır. Bunlar arasında türlü koşuklar, sagular ve destan parçaları vardır. Böyle şiirler, umûmiyetle ve herhangi bir kelimeleri dolayısıyla, birer dörtlük halinde eserin muhtelif sahifelerinde dağınıktır. Bu muhtelif sahifelerdeki dörtlükler, mevzuları ve kafiyeleri ile seçilerek, birbiri arkasına konulunca bundan bir manzumenin bütünü veya büyük bir parçası meydana çıkmaktadır.” Yukarıda belirttiğimiz türleri örneklendirerek konumuzu sonlandırmak istiyoruz. Eserde geçen sav, sagu, koşuk, destan parçalarından ve deyimlerden bazıları şunlardır. DESTAN (Uygurlara Karşı Bir Savaş destanından) Kemi içre olturup Ila suvın keçtimiz Uygur tapa başlanup Mınglak ilin açtımız Gemi içerisinde oturarak Ila suyunu geçtik Uygurlara karşı durmakla Mınglak ilini fethettik Ağdı kızıl bayrak Toğdı kara toprak Yetişü kelip oğrak Tokışıp anın geçtimiz Kızıl bayrak yükseldi Kara toprak canlandı Oğrak binicileri de yetişip Savaşa tutuşarak geciktik KOŞUK Keldü esin esneyü Kadka tükel osnayu Kirdi bodun kasnayu Kar bulut kükreşür Kara buz kamu erüşdi Taglar suvı akışdı Kökşin bulıt örüşdi Kayguk bolıp ögrişür Tümen çiçek tizildi Bükünden ol yazıldı Üküş atıp özeldi Yirde kopa adrışur Günümüz Türkçesiyle: Rüzgar eserek geldi Kar tipisine benziyordu Halk titreyerek (evlere)girdi Kara bulutlar gürlüyor Karlar ve buzlar hep eridi Dağların suyu (seller halinde) aktı Mavimtırak bulutlar belirdi (Bunlar, deniz üstündeki) kayıklar gibi (Havada sallanıp duruyor) On binlerce çiçek sıra sıra dizildi Tomurcuklarından çözüldü Uzun süre yatmaktan sıkılmışlardı Yerden biterek birbirlerinden ayrılıyorlar SAVLAR 1. Aç ne yimes, tok ne times. 2. Alın arslan tutar, küçin sıçgan tutmas. 3. Bir karga birle kış kelmes. 4. Böri koşnısın yimes. 5. Ermegüke bulıt yük bolır. 6. Efdeki buzagı öküz bolmas. 7. İt ısırmaz, at tepmes time. 8. Tag taga kavuşmas, kiş kişike kavuşur. 9. Yılan kendi egrisin bilmes, tefi boynın eğri tir. 10. Kanıg kan bile yumas. Günümüz Türkçesiyle: 1. Aç ne yemez, tok ne demez. 2. Al (Hile) ile aslan tutulur, güç ile sıçan tutulmaz. 3. Bir karga ile kış gelmez. 4. Kurt komşusunu yemez. 5. Tembele bulut yük olur. 6. Evdeki buzağı öküz olmaz. 7. İt ısırmaz, at tepmez deme. 8. Dağ dağa kavuşmaz, kişi kişiye kavuşur. 9. Yılan kendi eğrisini bilmez, deve boynun eğri der. 10. Kanı kanla yıkamazlar. BİRKAÇ BEYİT “Algıl ögüt mendin oğul erdem tile. Boyda uluğ bilge bolup bilging ula. (Oğul! Benden öğüt al, edep ve terbiyeye çalış, tâ ki ulusun büyüğü olasın; onlar arasında edep ve hikmetin yayıla.) Kışka etin kelse kalı kutluğ yay Tün kün keçe alkınur ödhlek bile ay (Kutlu yaz geldiğinde kış için hazırlan; gece gündüz geçerek ay ile zaman tükenir.)” SONUÇ Elimizdeki bu eser yabancılara özellikle de Araplar’a Türkçeyi öğretmek için yazılmıştır. Kimi dilcilerimize göre de bu eser şuurlu bir milliyetçi olan ve Türk dilinin zenginliğini bilen Kaşgarlı’nın onun bu özelliğini başkalarına da anlatmak istemesidir. Her ne amaçla yazılmış olursa olsun bu eser Türk dil ve kültür tarihimizin bir “hazinesi” konumundadır. Görünüşte bir gramer kitabı olan Divânü Lügâti’t-Türk içerik olarak çok zengindir. Divanda o zamanki Türk dünyasının dili, kültürü, folkloru, tarihi, coğrafyası, vb. özelliklerin verilmiş olması onu daha da önemli kılmaktadır. Eseri asıl önemli kılan da budur zaten. Bu eser aynı zamanda Türk dilinin ilk Türkçe sözlüğü olmasıyla da önemlidir. Eserin tanıtımı daha iyi yapılmalı ilköğretimde, ortaöğretimde ve yükseköğretimde öğrencilerin kapasitelerine göre yavaş yavaş verilmeli, bu kültür hazinemiz herkese öğretilmelidir. #DivanıLügati039tTürk #İlkTürkçeSözlük #KaşgarlıMahmut
- Kutadgu Bilig
1069 yılında Balasagunlu Yusuf Has Hacib tarafından yazılmış, Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Han’a sunulmuştur. Eseri çok beğenen Tabgaç Buğra Han, eserin yazarı Yusuf’a “has haciplik” görevini vermiştir. Yazar bu nedenle daha çok Yusuf Has Hacib ismiyle anılmaktadır. Kut, Türkçe’de saadet ve devlet manalarına gelir. Kutadgu Bilig, kutluluk bilgisi , saadet bilgisi, devlet olma bilgisi, devlet idaresi bilgisi manalarında bir isimdir. Kutadgu Bilig gerek fert olarak gerek cemiyet halinde yaşayan insanların, iyi bir siyasetle idare edilip, dünyada ve ahrette mesut olmaları için tutmaları gereken yolları göstermektedir. Eser, mesnevi şekliyle yazılmış olup 6645 beyitlik bir esedir. Fakat Yusuf Has Hacip, Türk kültürünün öğelerinden olan manileri, eserinin çeşitli yerlerine yerleştirerek eserini Türk-İslam sentezi eseri haline büründürmüştür. “Könül kimni sevse körür közde ol Közin kanca baksa uçar yüzde ol Könülde negü erse arzu tilek Ağız açsa barça tilin sözde ol” Gönül kimi sevse gözünün önünde hep onu görür Göz ne yana baksa onun hayali uçar Gönülde arzu, dilek her ne ise İnsan ağzını açınca hep ondan söz açar Bu manilerin İslamiyet öncesi manilerden farkı vezin hususundadır. Yusuf Has Hacip, eserinde kafiyeye de önem vermiştir. “Bu dünya işi kör oyun ol oyun Oyunka katılma nerek bu oyun İdi’n varlığa kıl özin kullukı Kalı kılmasa sen anuk tut boyun” Bu dünya işi oyundur oyun Oyuna katılma neyine gerek bu oyun Allah’ın varlığına uy, kendi kulluğunu bil Böyle yapmazsan boynunun gitmesine hazır ol “Küvencim avıncımcım sevincim kamuğ Sevinci içinde turur ey Uluğ” Güvenim, avuntum, sevincim Hepsi senin rızan içindir ey ulu Tanrım Kutadgu Bilig, İslâm-Türk klâsik edebiyatının, şimdilik ilk Türk eseridir. Edebî bakımdan ilk sayıldığı gibi, dil bakımından da Orta Türkçe veya daha dar bir sahada düşünürsek, Hakaniye Türkçesi’nin ilk örneğidir. Kitabın yazıldığı lehçe, Karahanlı Devleti’ndeki bütün boyların konuşma dili değil, anlaşma dili, yani devlet ve yazı dili idi. Kaşgarlı Mahmud’un bu lehçeyi ‘Hakaniye’ adıyla anması da bunu göstermektedir. Kutadgu Bilig’de dil henüz saflığını korumaktadır. Eserde güçlü bir İslâm-İran etkisi olmakla birlikte Arapça ve Farsça sözler yüz tane kadardır. İlginç olan, bunların içinde İslâmiyet’e ait ‘helâl, haram, ecel, şükür, dua, şeriat, tarikat, fazl, nimet’ gibi sözcükler bulunmasına rağmen ve Yusuf da muttaki bir Müslüman olduğu halde, ‘Allah’ kelimesinin bir kez bile kullanılmamış olmasıdır. Genellikle Türkçe ‘Tanrı’, ‘İdi’, ‘Bayat’, ‘Ugan’ ve seyrek olarak da Arapça ‘Rab’ kelimeleri kullanılmıştır. ‘Peygamber’ ve ‘Resul’ kelimeleri de kullanılmamış, onların Türkçe karşılığı olan ‘Yalavaç’ ve ‘Savcı’ tercih edilmiştir. En dikkat çekici olanı ise ‘Tengri Taâla’ ifadesidir ve bir sentezin sembolü gibidir. Eserin adı ‘kutadgu’ ve ‘bilig’ gibi iki Türkçe kelimeden meydana gelmiş bir tamlamadır. Tamlanan ‘bilig’ kelimesi, ‘bil-‘ fiil kökünden ‘-g’ fiilden isim yapma eki ile yapılmış bir isim olup, ‘bilgi’ demektir. Tamlayan ‘Kutadgu’ kelimesi ise, ‘kut’ isim kökünden ‘-ad-‘ isimden fiil yapma eki ile yapılmış ‘kutad-‘ fiilinden ‘-gu’ eki ile yapılmış bir isimdir. Kutadgu Bilig, ‘kutlandıran bilgi’ veya ‘kutlu olma bilgisi’ demektir. Bu çeviri üzerinde anlaşılmakla birlikte, kök unsur olan ‘kut’ kelimesinin anlamı üzerinde bir türlü fikir birliğine varılamamıştır. Vámbéry, Radloff ve Thomsen bu sözün ‘saadet’ anlamında kullanıldığını düşünmüşlerdir; Barthold’a göre ‘majeste’ (Haşmetmeab) karşılığı olarak kullanılmıştır. Arsal ve Kafes oğlu, kelimenin ‘siyasî iktidar’ kavramını ifade ettiğini, ‘tâlih’, ‘saadet’, ‘bahtiyarlık’ gibi karşılıkların ikinci plânda kalan ve ancak sonraları ortaya çıkan tâli anlamlar olduğu kanaatindedirler. Karamanlı oğlu, ‘kut’ kavramının tamamen ‘devlet’ sözünün bugün de ifade ettiği anlamlar karşılığı olduğunu kabul ediyor; yani, hem hükümranlık hem saadet. Bu yorum, doğruya en yakın olanı gibi görünmektedir. Bütün bu tartışmalar boyunca, Yusuf’un bilerek bir ‘dil oyunu’ yapmış olabileceği kimsenin aklına gelmemiştir. Belki de, bu dil oyunu sayesindedir ki, Kutadgu Bilig felsefî yoruma daha uygun bir hale gelmiştir: Hükümdâr olabilecek kişi, hükümdâr olmakla, ancak kendini gerçekleştirebilir. Bu gâyeye eriştiğinde tamamlanmış olur ve aynı anda mutluluğa da kavuşur. Zirâ, mutluluğun önündeki en büyük engel ‘eksiklik’tir. Kutadgu Bilig’in bu güne değin üç nüshası bulunmuştur. Bunların hepsi de eserin yazıldığı dönemden çok sonra, eserin aslından değil de, kopyalarından alınmış ikinci kat kopyalardır. Bu nüshalar, bulundukları yerlerin adları ile Viyana, Mısır ve Fergana nüshaları olarak anılırlar. Uygur harfleri ile yazılı olan Viyana nüshası 1439’da Herat’ta kopya edilmiştir. Aynı yüzyıl içinde Tokat’a, oradan da 1474’de İstanbul’a getirilmiştir. Ünlü tarihçi Hammer, bunu XIX. yüzyıl başlarında İstanbul’da satın alarak Viyana Saray Kitaplığı’na vermiştir. Bilim dünyasında ilk tanınan nüsha budur. Arap harfleri ile yazılı olan ve Kahire’deki Kral Kitaplığı’nda bulunan Mısır nüshasının ne zaman yazıldığı belli değildir. Bu nüsha 1896’da tespit edilmiştir. 1914’de bulunan ve yine Arap harfleri ile yazılmış olana Fergana nüshası ise, eldeki nüshaların en eskisidir ve XIII. yüzyıla ait olduğu sanılmaktadır. Her üç nüshanın tıpkıbasımları Türk Dil Kurumu’nca yayımlanmıştır. Bu üç nüshanın karşılaştırılması ile meydana getirilen metin ve eserin günümüz Türkçesi’ne çevirisi, Reşit Rahmeti Arat tarafından hazırlanmıştır. Arat’ın hazırladığı karşılaştırmalı nüsha 88 bölümden oluşmaktadır. Baştaki 11 bölüm giriş, 74 bölüm asıl konu, son 3 bölüm de bitiriş bölümleridir. Eser, genellikle mesnevî biçimiyle, sondaki bitiriş bölümleri de kaside biçimiyle yazılmıştır; bunlar 6299 beyit tutmaktadır. İçinde 173 tane de dörtlük vardır ki, hepsi birden 13.290 dize etmektedir. Bu dörtlükler biçimdeki millî unsuru teşkil etmektedirler. Kitabın başında sonradan başkalarınca eklenmiş olan, nesir ve nazım olmak üzere iki önsöz vardır; bunlar eserin yazarı, konusu ve şöhreti hakkında bilgi vermektedirler. Sözü edilen üç nüshanın da Türklerin hâkim olduğu coğrafyalarda bulunmuş olması, Kutadgu Bilig’in, vaktiyle bütün Türk dünyasına yayılmış olduğunu gösterir. Yayık nehrinin ağzına yakın, Saraycık denilen yerde, üzerinde Kutadgu Bilig’den alınmış dizelerin olduğu bir çömleğin bulunması, bugüne kadar bulunan nüshaları az olmasına rağmen, zamanında epeyce meşhur olduğunu düşündürtür. Kutadgu Bilig alegorik bir münâzara karakterindedir. Eserin temeli dört kavram üzerine kurulmuş; bunlar kişileştirilerek eserin dört kahramanı ortaya çıkartılmıştır. Bunlar dört kişi olmakla beraber, kitap ikili konuşmalardan oluşur. Dört temel kavram ve bunları temsil eden kişiler şunlardır: Kün-Togdı (hükümdâr): ‘köni törü’ (Adâlet) Ay-Toldı (vezir) : ‘kut’ Ögdülmiş (vezirin oğlu) : ‘ukuş’ (Akıl) Odgurmış (vezirin kardeşi) : âkıbet (hayatın sonu) Bu dört kişi arasında geçen konuşmalarda; birey, toplum ve devlet hayatının düzenlenebilmesi için gerekli olan görgü, bilgi ve erdemlerin neler olduğu ve bunların nasıl elde edilip kullanılacağı anlatılır. Böylelikle, ideal olan devlet ve toplum yapısı belirlenmek istenir. Sadece dört kavramın birbirleriyle olan ilişkileri veya temsilci kişilerin konuşmalarının içerikleri açılarından sonuçlar çıkarmak mümkün olduğu gibi, her iki durum gözetilerek de değerlendirme yapılabilir. Bugüne kadar, eser ile ilgili yapılan çalışmalarda, üzerindeki Hint-İran, Çin, Yunan ve İslâm etkileri vurgulanmıştır. Bunların hepsi mümkün olabilir. Türkler İslâmiyet’i doğrudan doğruya Araplar’dan değil, İranlılar vasıtasıyla almışlar ve özellikle Maveraünnehir’deki İran kültürüyle ilişkide olmuşlardır. Çin’i iki bin yıldır tanımaktadırlar ve kültür alışverişinde bulunmuşlardır. İslâm felsefesi ise, Yunan felsefesinin en büyük mirasçısı olmuş; özellikle Aristoteles felsefesi, bu topraklarda, başta Fârâbî ve İbn-i Sinâ olmak üzere temsil edilmiştir. Ancak bu durumların hiçbirisi Kutadgu Bilig’in özgün olmadığını göstermez. Çünkü, Kutadgu Bilig’in önemi hikâyesinde ve şeklinde değil, kitaptaki tartışmaların konu içeriğindedir. Sosyal hayat, ahlâk, bilgi ve özellikle devlet anlayışı hakkındaki fikirler, tamamen eski Türk geleneğinin sonucudur. Kutadgu Bilig’de iyiliği telkin eden sözlerin dayanağı ise, bütün dinlerde ve ahlâkçı felsefe sistemlerinde rastlanabilen evrensel ilkelerdir ve kimsenin malı değildir. Eser üzerindeki çalışmalarıyla tanınan İtalyan Türkolog A.Bombaci, “tamamen orijinal bir eser olduğu hükmüne varıyoruz” demektedir. Bu tartışmaların dışında, çok yeni olarak, eser üzerinde bir Sümer etkisinden söz ediliyorsa da, bunu temellendirmek oldukça güçtür; yine de hükmü zamana bırakmak gerektir. Çoğu zaman, tartışmaların odağında, esere sonradan eklenen mukaddimelerde bulunan sözler vardır. Bunlara göre esere, Çinliler, Edebü’l-mülûk; Maçinliler, Âyînü’l-memleke, Doğulular, Zînetü’l-ümerâ; İranlılar, Şahnâme ve Turanlılar da Kutadgu Bilig derler49. Bu sözlerin eser üzerindeki etkileri gösterdiği iddia edildiği gibi, tam tersine, eserin etkilerini gösterdiğini savunanlar da vardır. Kutadgu Bilig’in, dönemini tasvir ettiği; yaşamasını istediği değerleri tespit ettiği; mâziyi canlandırmak istediği ve ideal bir toplum ve devlet modeli tasarladığı söylenmiştir. Bunların hepsi de iç içe geçmiş şeylerdir ve doğrudur. Eserin ne tür nedenlerden dolayı kaleme alındığı bilinmemekle beraber, dışarıdan gelen bir emir veya istek üzerine yazıldığını gösteren bir işaret yoktur. Yusuf’un, yaşadığı dönemin iç karışıklıkları yüzünden sarsılmış olan toplum ve devlet düzenini, bir ideal devlet tasarlamak suretiyle eleştirdiği anlaşılmaktadır. Kitabın sonlarında yer alan “Zamânenin bozukluğunu ve dostların cefâsını söyler” başlıklı bölümde bunu açıkça görmek mümkündür. Kutadgu Bilig, geçmişe referansla geleceği kurma çabasıdır. Yüzyıllar boyunca imparatorluklar kurmuş bozkır atlı kültürünün pratik zekâ ve zihniyetini ‘teorileştirme’ denemesidir. Türk kültürü bakımından tartışılmaz bir öneme sahip Kutadgu Bilig, Roux’ya göre, bunun yanı sıra başka bir işlevi daha gerçekleştirmiştir. Bu da, kavmî ve dilbilimsel köklerine hâlâ bağlı kalmayı sürdüren bir dinin gerçekten evrensel nitelikte bir dine dönüşmesine yardımcı olmaktır. #KutadguBilig #YusufHasHacib
- Yahya Kemal’in Şiirinin Kaynakları
Yahya Kemal, Redife Hanım adlı bir geç kıza duyduğu ilgi neticesinde şiire başlar. Üsküp yıllarında dönemin önemli şahsiyetlerinden Muallim Naci’nin eserlerini okumuş, Zemzeme adlı eserleriyle Recaizâde Mahmut Ekrem Bey’i tanıma fırsatı bulmuştur. Muallim Naci’nin tesiriyle şiirler yazmaya başlamış olan Yahya Kemâl, Selanik’te bulunduğu yıllarda Tevfik Fikret ve Cenab Şahabettin’i eserleriyle tanımıştır. Yahya Kemâl, bu dönemde Abdülhak Hamid, Muallim Naci, Tevfik Fikret ve diğer şairlerimizin ortaya koydukları eserler kendi dönemlerini temsil etmeleri açısından oldukça önemli görmekte; fakat Türk şiirinin geleceğini oluşturma süreci içerisinde yeterli görmemektedir. Yahya Kemâl, Fransa’ya bu şiir zevki ve anlayışıyla gitmiştir. Fransa’da kaldığı dönemde özellikle hocalarından Albert Sorel’in fikir dünyasından ve olayları değerlendirişinden çok etkilenir. “İstanbul’dan bize ait her şeye nefret hisleriyle dolu olarak kaçan, tarih ortasında ve coğrafyada Türklüğü aramak üzere, genç bir adam olarak döner.”1 Bu etkilenme neticesinde Türklüğü aramak ve tarih sahnesine çıkarmak fikri, şairin yaşamında en önemli gayesi olur. Yahya Kemâl, Fransa’da kaldığı yıllarda Fransız şiirini yakından tanıma fırsatı bulduğunu belirtir. “Bir gün Camile Julian’ın bir cümlesini okudum. Bu cümle benim, milliyetimizin ve vatanımızın teşekkülüne dair dağınık düşüncelerimi birdenbire yeni bir istikamete sevk etti. Camile Julian’ın cümlesi şuydu: ‘Fransız milletini, bin yılda Fransa’nın toprağı yarattı. Bu cümle kafama birdenbire yeni bir ufuk açmıştı. Artık milliyetimize dair fikirlerim bu cümlenin ilham ettiği noktada birleşiyordu.” Fransız şiirini tanıdıkça düşünce dünyası zenginleşir ve şiirde arayışlara girer. Şair, bu arayış sürecinde Fransız şiirinde keşfettiği unsurları bizim şiirimize yansıtarak yeni bir şiir dili yaratmak amacındadır. O, batılı bir dikkatle bizi biz yapan değerler peşindedir. Türk şiir tarihi içerisinde Türk şiirinin sesini ve ölçüsünü aramaktadır. Bunu sağlamak için Yahya Kemâl, batının milliyet anlayışını ve şiirde ki ilerleyişini idrak etmesi gerekiyordu. Yahya Kemâl’in Paris’te geçirdiği on iki yıllık süre bu idrak sürecinin oluşmasını sağlamıştır. Yahya Kemâl, şiirde yapılması gereken en önemli yenilik olarak şiiri kollektivitenin lisanında yapmak gerektiğini belirtir. “Yahya Kemâl Türkçesi ne bir tesadüf, ne de moda hareketlerle müşterek bir dil cereyanının eseridir. Şair, Türkçenin Türkiye topraklarındaki güzelleşmesi tarihini adım adım takip ederek, milletimizin asırlar boyunca bu lisana verdiği güzellikteki sırları araştırmış, bulmuş ve onu terennüm etmiştir. Batı şiir lisanlarının kendi milli dehaları içinde asırlarca nasıl işlendiğini görüp, aynı ses ve söyleyiş üstünlüğünü Türkçeye de vermek için gereken yolları araştırmaktan doğan bu netice, şairin kendi dil ve sanat sevgisiyle kendi gayretiyle ve kendi lisan felsefesiyle elde edilmiştir. ”Günlük yaşam içerisinde herkesin kullandığı kelimelerle şiir söylenmelidir. Divan şairlerinin ve divan şiirinin en önemli sıkıntılarından biri işte bu noktadır. Halkın kullandığı bu dilden kopuk bir şiiri, halkın takip etmesi ve anlamasının güçlüğünü dile getirmiştir. “Yahya Kemâl, yıllardan beri aydınlarımızın konuşmaya ve dinlemeye bile değmez gördüğü irfan sahibi insanlarla dostluk kurmuş ve tarihî kimliğimizi onlarda bulmuştur. Sesindeki berraklık ve temizlik de bundan gelir. O, yıllardan beri dikkate alın mayan sokaktaki adamla diyalog kuran ve ondaki değerleri tarihi kimliğimizle bütünleştiren ilk çağdaş Türk aydınıdır.” Yahya Kemâl’in şiiri Doğu ile Batı’nın çok başarılı bir bileşkesidir. Yeni şiir anlayışıyla bütün dikkatleri üzerine çeken şair Türk şiirinin kurulup yerleşmesine öncülük etmiştir. Milletimizin duygularına, düşüncelerine, hayal dünyasına önem veren bu yeni Türk şiiri, gerçek rayına Yahya Kemâl’le oturmuştur. “Gerçek bir sanatçı kişiliği içinde taklitçilikten uzak, kozmopolitçiliğe karşı, milli bir edebiyatı, yenilikçi bir anlayışla ve milli ölçüler dâhilinde savunmuş ve bunun en başarılı örneklerini vermiştir. Batı dünyasına, batı sanatına kendi değer ölçülerimizle tam bir bağlılık içinde yaklaşmıştır.” Türk şiirini millileştirmeyi genç yaşta ulaşılacak hedef olarak tespit eden Yahya Kemâl, Paul Verlaine’nin “Aşıkâne Ziyafetler” adlı eserinden aldığı ilhamla Eski Şiirin Rüzgârıyla adlı kitapta yer alan şiirlerini kaleme almıştır. Bu şiirlerde dil ve konuyu birleştirmiştir. Yavuz Sultan Selim Destanı olarak yazdığı şiirlerinde o dönemin dil özelliklerine has bir söyleyiş göze çarpmaktadır. XVIII. yy. başlarında yer alan Lâle Devri ile ilgili şiirleri Nedim’in Türkçesiyle yazmıştır. Bu güzel eserler tarih ortasında Türklüğün şiir zevkini arama gayretidir. Yahya Kemâl’in, şiirde oluşturmak istediği en önemli unsur öz şiiridir. Bu doğrultuda Verlaine, Baudelaire, Mallerme gibiöz şiir taraftarlarının tesirinde kalmıştır. Şairin amacı, öz şiirden hareketle, şiirimizdeki şiire ait olmayan unsurları temizleyerek; şiiri asıl unsuru olan ritme kavuşturmaktır. Şaire göre şiir nesirden çok farklı bir yapıya sahiptir. Bu yapı içerisinde şiirin kendine has bir ritmi olduğunu belirten şair; şiiri insanımızın iç ahenginin yansıması olarak vermeye çalışır. Yahya Kemal, Ok şiiri hariç bütün şiirlerini arûz vezniyle yazmıştır. Hece ve arûz vezninin birbirlerine karşı ne fazlalıklarının ne de eksikliklerinin olduğunu belirtir. Şair, vezinleri ahenk için bir alet olarak görür ve önemli olan bu aletleri iyi kullanmak ve onlardan iyi ses çıkarmak olduğunu vurgular. “Yahya Kemâl’i, başka bir milletten bir şaire benzetmek lazımsa Puskin’e benzetebiliriz. Onun gibi gelecek nesillerin hesabına kapılar açmış, bize dilimizle milletimizin şuurunu getirmiştir.” “Yahya Kemâl eski şiirimizdeki üstün kudreti anlamış ve ondan aldığı bazı motiflerle Terkib-i Bend, Gazel, Şarkı, Kıta, Musammat ve Serbest Müstezâd gibi nazım şekillerini kullanarak âhenkli şiirler meydana getirmiştir.”7 XX. Yüzyıl Türk şiirinin en gür ve en manalı sesi olan Yahya Kemâl’de Türkçe, kendi şiiriyetini ifâde imkânı bulmuştur. Şairin değindiğimiz fikir dünyası ve şiir hakkındaki görüşleri şiirlerinin kaynağını teşkil etmektedir. Yahya Kemâl’in, şiirlerine genel olarak; İstanbul semtleri ve bu semtlerde yaşayan insanlar, İstanbul ve Boğaziçi’nin doğa güzellikleri, Türk toplumunun yarattığı uygarlık ve bu uygarlığa duyduğu hayranlık şiirinin kaynaklarını oluşturur. Osmanlı tarihindeki zaferler ve yenilgilerin verdiği duygular, doğanın eşsiz güzelliği, din ve sonsuzluk duygusu, yaşlılık ve ölüm şiirinin kaynaklarını teşkil eder. Vatan Yahya Kemâl’in şiirlerine kaynaklık eden en önemli unsurların başında vatan gelir. Yahya Kemâl’de vatan, insanın toprak ile özleşmesi neticesinde oluşan, kendine has dokusuyla bir bütündür. “Şairde, İstanbul fetihten itibaren geçen bütün zaman kadrosu içinde, tarihi, tabii, sosyal… bütün hususiyetleriyle, bölünmez bir ‘bütün’, milli varlığımızın bir sembolü olarak yaşar.” Yahya Kemâl’e göre vatan bir nazariye değil, bir topraktır. ‘‘Bu toprak, cetlerin mezarlarının bulunduğu, camilerin kurulduğu yerdir. Sanayi-i nefise namına ne yapılmışsa onun sergisidir.” Yahya Kemâl’in, İstanbul’u konu alan şiirlerinde, bu şehri vatanın sembolü olarak ele aldığı bilinmektedir. Çünkü coğrafi mekânı vatan yapan kollektif ruhtur. Kollektif ruh, en iyi ve en güzel şekilde İstanbul’da tezahür etmiştir. Yahya Kemâl’in vatan anlayışında, 1071 yılında yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi sonucu açılan topraklar vatanı teşkil eder. Toprak parçasının vatan olarak kabul edilmesinde dil çok önemlidir. Yahya Kemâl bu konudaki görüşlerini şöyle dile getirir: “Türkçenin çekilmediği yerler vatandır. Ancak çekildiği yerler vatanlıktan çıkar. Vatanın kendi gövde ve ruhu Türkçedir.” Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu mısrası Anadolu da Türk tarihinin başlangıç noktasını ifade eder. 1071 yılında yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi neticesinde açılan Anadolu vatanı teşkil eder. Vatan, maddi ve manevi unsurlarla üzerinde yaşanılan kutsal mekândır. Vatan, bizim kendi Gök Kubbemiz’dir. Türk milletinin milli ve dini değerlerini çok iyi bilen şairimiz; kendi benliğinin farkında olmayan insanlara karşı düşüncelerini mısralarında büyük bir heyecanla dile getirmektedir. Yahya Kemal, “Acabâ, bizim vatanımız gibi, geniş bir memleketi olup da onu asla görmeyen, edebiyatta, gözleri ecnebî bir âleme dalmış ve yalnız o âlemden bahseden başka bir millet var mıdır?” diyerek kendi milletinin büyüklüğünden, vatanının güzelliklerinden haberdar olmayanlara sitem eder. “Yol Düşüncesi” adını taşıyan şiirde: “Cihan vatandan ibarettir, itikadımca” diyen. Yahya Kemâl vatanın önemini ve büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Yahya Kemâl ölümden ve ölümün getireceği bilinmezlik ve ölüm sonrası bizi bekleyen gizemden pek korkmaz. Ancak “Eylül Sonu” şiirindeki söyleyişiyle, Kanlıca gibi tek bir semtini bile sevmek için ömrümüzü kısa bulduğunu belirtir. İnsana zor gelen ölüm vaktinin gelmesi değil, İstanbul’dan, vatandan ayrılma vaktinin gelmesidir. Dünya gözü ile bir daha vatanı görmek zevkinden mahrum kalışının ıstırabı zor gelir. Ölümü sevimsiz kılan da vatandan ayrılış geçeğidir. Bu yüzden o, Ölmek kaderde var, bize ürküntü vermiyor; Lakin vatandan ayrılışın ıstırabı zor. diye haykırır ve öldükten sonra hayalinde eski haliyle vatanın kalması ister: Ölüm yabancı bir âlemde geceyse bile, Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle. “1918” adlı şiiri Milli Mücadele yıllarında vatan topraklarının birer birer elden çıkması sonucu Yahya Kemâl’in içine düştüğü durum anlatılmaktadır. “1918” adlı şiir bu acılı günlerin bir feryadıdır: Ölenler öldü, kalanlar muztarip kaldık. Vatanda hor görülen bir cemaâtiz artık “16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’un işgal edilmesi her Türk insanını üzdüğü gibi Yahya Kemal’i de derinden etkilemiştir. Büyük bir imparatorluğun merkezde, düşman askerlerinin varlığı mukaddes bir mekânın kirletilmesi gibidir. Vatan topraklarının işgal edildiği günlere ait duygularını şair, 16 Mart 1920 adlı şiirinde şöyle dile getirir: “Dil var mı kahr-ı dehr ile viran edilmedik Beytü’l-hazen mi kaldı perîşân edilmedik Dûr olmasıyla rahmeti Hakk’ın bu ülkeden Yoktur sirişk katresi rîzân edilmedik Gurbet yolunda bir eve uğrar mı bir garib Gam sofrasında şâm-ı garîbân edilmedik. Vatan, Yahya Kemâl için her şey demektir. Cennete gitmek vatan toprağında yaşamaya eş değerdir. Vatan toprağında ölmek ve o topraklara gömülmek yok olmak değil; insanın ilk yolculuğa çıktığı gerçek vatana ulaşması demektir. Millet Yahya Kemâl’in Türk tarihine eğilmesi sonucu tarihimizi 1071 Malazgirt Savaşı ile başlatmayı uygun bulur. Bunun en önemli sebebi ise milleti vatan toprağıyla bir bütün olarak görmesidir. Malazgirt Meydan Muharebesi, Türk milletenine yeni bir vatan ve vatan topraklarında bir milletin şekillenmesine fırsat veren bir özellik taşıdığı için tarihimizi 1071 yılından başlatmayı uygun görür. “Yahya Kemâl’in Türk milletine bakışı, o zamana kadar alışılmış bakış tarzlarından hiç birine benzemiyordu. Zaten o, mücerret olarak İslâm üzerinde hemen hiç durmamış, İslâm’ın bilhassa Osmanlı toplumundaki görünüşünü almıştır. Hakikaten Osmanlı kültüründe İslâm idrâki hiçbir zaman şeriat prensiplerinden bütünüyle uzaklaşmamakla beraber, tamamen kendine has bir mahiyet taşıyordu. Osmanlı Müslümanlığı ehli-sünnet doktrininin, her renkten tasavvufî anlayışı da bünyesinde barındıran estetik bir yorumu gibidir.” “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nda daha değişik bir tarihi perspektif içinde takdim edilişi ile karşılaşırız. Bu abide şiirde yer alan: Tâ Malazgirt ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? sözleri, dokuz asır boyunca, vatan toprağı, milli tarih ve İslâm imanı ile yoğrula yoğrula gelen bir milleti; asırların sabırlı, kararlı ve sihirli ellerinin şekillendirdiği bir terkîbi sembolize etmektedir. “Bu nefer” bütün bir millettir. O, bizim dün, bugün ve hatta yarınlarımızın bir aynasıdır. Yine “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirde cami kelimesinin manasına uygun olarak milli birlik ve beraberlik şuurunun topladığı yer olarak görülmektedir. Kollektif ruhun temsil edildiği mekân Süleymaniye’dir. Süleymaniye tarihtir ve birlikte yaşama saadetine erişilen yerdir. Kollektif ruh bu mekân etrafında oluşmaktadır. Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık, Yürüyor, durmandan, insan ve hayâlet karışık; Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, Giriyor, birbiri ardınca, ilahî yapıya. Tanrının mâbedi her bir taraftan doluyor, Bu saatlerde Süleymâniye târih oluyor. mısralarından da anlaşıldığı üzere yaşayanlar ile geçmişte yaşamış olan insanlar da aynı şuurla topluluğa katılmaktadır. Milletimizin tarihinde vatan ve millet uğrunda yaşamış olan ve şuan yaşamakta olan insanları aynı çatı altında bir araya getirerek vatanın bütünlüğüne ve milletin devamlılığına verdiği önemi göstermeye çalışmıştır. “İstanbul Fethini Gören Üsküdar” adlı şiirde yer alan: Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak Görmüş, İstanbul’a yüz bir meleğin uçtuğunu mısralarda aynı şekilde geçmiş ile içinde bulunulan anı birleştirerek kolektif ruhu vermiştir. “Yahya Kemâl’in tarihimizde en çok özlediği devirler, dikkat edilirse, “hayat hamlesi”nin en güçlü olduğu devirlerdir. Çok önemli dönüm noktaları olan Malazgirt zaferi ve İstanbul fethi onun düşüncesinde ve şiirinde önemli bir yer tutar.” Yahya Kemâl, Akıncılar ve Mohaç Türküsü adlı şiirlerde milleti için savaşan neferlerin safları arasına girerek bu neferlerin ruhlarıyla konuşur. “Akıncılar” adlı şiirde yer alan: Bir gün yine doludizgin atlarımızla Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla Cennette bu gün gülleri açmış görürüz de Hala o kızıl hatıra gitmez gözümüzde mısralarıyla vatanın ve milletin geleceği için savaşan Türk askerinin şehit oluşu ve yedi kat arşa çıkışı vurgulanır. Cennetin o eşsiz güzellikleri içerisinde, savaş esnasındaki kızıllığın unutulmadığını dile getirirken neferin ruhunu konuşturmuştur. “Mohaç Türküsü” adlı şiirde şair milleti uğruna şehir olmuş neferi konuşturmakla birlikte; şehit olan neferi cennette cedleri ile birleştirerek kollektif ruhu mükemmel bir şekilde vermiştir. Dünyaya veda ettik, atıldık dolu dizgin; En son koşumuzdur bu! Asırlarca bilinsin! Bir bir açılırken göğe, son def’a yarıştık; Allah’a giden yolda meleklerle karıştık. Geçtik hepimiz dörtnala, cennet kapısından; Gördük ebedî cedleri, bir anda yakından! Millet olmak için süreklilik esastır. Milletler tarihleri ve tarihi süreçleri içerisinde oluşturacakları medeniyetle varlıklarını devam ettirirler. Bu bakımdan millet, tarih medeniyet bir bütünlük ve süreklilik arz etmelidir. Şairin “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirinde, milletin manevi yönünü dile getiren bu sürekliliği güzel bir şekilde dile getirmiştir. Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi, Senelerden beri ru’yada görüp özlediğim Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim. Dili bir, gönlü bir, imanı bir insan yığını Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Şiirin devamında şair, bir neferin şahsında tarihimizi hatırlayarak yurdu kuran ve koruyan askerimizin bir simgesi olarak bu neferi sembolleştirmiştir. Tâ Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu, Yüzü dünyâda yiğit yüzlerinin en güzeli Çok büyük bir işi görmekle yorulmuş belli; Hem büyük yurdu kuran hem koruyan kudretimiz Her zaman varlığımız, hem kanımız hem etimiz. Yahya Kemal hayatının her alanında milletimizi ayrıcalıklarının farkına varılmasına, üzerinde yaşadığımız toprakların ne kadar önemli olduğuna, topraklar üzerinde yaşamış olan atalarımızın bırakmış oldukları kültür ve medeniyete, milleti millet yapan değerlere dikkat çekmek istemiştir. “Yahya Kemâl, tarih içinde Türk milliyetini meydana getiren büyük mimariye ve mimariyi yaratanın sanatına hayran olmuş; onun bu mimaride kullandığı bütün malzemeyi yakından incelemiştir. Kahramanlık, asalet, fedakârlık, tevazu, şevk ve iman unsurlarıyla birleşen, şiir gibi, musiki gibi, mimari gibi güzel sanatların böyle bir milliyeti nasıl ifade ettiklerini araştırmış, bulmuş, şiirlerini bu zengin malzeme içinden seçtiği güzelliklerle söylemiştir.”16 Millet olarak milli hayatımızın devamını sağlamak için milli mazimizi iyi bilmeli; örf, adet, kültür eserlerimizi iyi tanıyıp korumalıyız. Bu bakış açısı şairin birçok şiirinin kaynağını oluşturur. İstanbul Sevgisi Yahya Kemâl’de, İstanbul ve İstanbul’a olan sevgi birçok şiirinin kaynağını oluşturmaktadır. Yahya Kemal şiirlerinde, İstanbul semtlerinden ve oralarda yaşayan halktan, insanlara karşı duyduğu sevgiden, İstanbul ve Boğaziçi’nin doğa güzelliklerinden, Türk toplumunun yarattığı uygarlıktan bahseder. Yahya Kemâl’de, İstanbul, “fetihten itibaren geçen bütün zaman kadrosu içinde, tarihi, tabii, sosyal… bütün hususiyetleriyle, bölünmez bir ‘bütün’, milli varlığımızın bir sembolü olarak yaşar. İstanbul, milli tarihimizin bu büyük serveti, renk renk hatıraları, tabii ihtişamının bitip tükenmez pitoreski ve her biri kendi yaşayışımızın sadık ve sihirli birer aynası olan semtleri, insanları ve bütün canlılığı ile onun şiirlerindedir. ” Yahya Kemal’de İstanbul sevgisi oldukça önemlidir. İstanbul, bütün Türk tarihinin, coğrafyasının bir sembolüdür. Bu sembol şehri sevmek ve ona hayran olmak Türk milletini ve vatanı sevmek demektir. “Hakikî vatan ve insanı mesut edecek tek yer, bütün vatanın ruhunu teşkil eden bu şehirdir.” Şairin bu şehre olan sevgisi birçok şiirde kendini göstermektedir. Yazarın, ‘Kendi Gök Kubbemiz’ isimli kitabında Yakacık, Fenerbahçe, Moda, Göztepe, Maltepe, Erenköy ve Çamlıca… gibi birçok semtine şiirler yazmıştır. Şairin İstanbul’a olan sevgisini şu mısralarla anlayabiliriz: Gelmek’çün ikinci bir hayata Bir gün dönüş olsa ahretten Her ruh açılıp ta kâinata, Keyfince semada tutsa mesken; Talih bana dönse, nazikâne Bir yıldızı verse malikâne; Bigâne kalır o iltifata İstanbul’a dönmek isterim ben Güzelliği, göz alıcı mevsimleri özellikle Boğaziçi’siyle İstanbul, Yahya Kemâl için bütün bir tabiat demektir. Bu mekân daima en güzel duygulara kaynak olmuştur. Şiirlerinde İstanbul ve Boğazı hiçbir yerle mukayese etmez, sadece “Siste Söyleyiş” adlı şiirinde İsviçre göllerinin bu derece güzel olabileceğini belirtir. Benzetmek olmasın sana dünyada bir yerî; Eylül sonunda böyledir İsviçre gölleri İstanbul, her yönüyle Yahya Kemâl’de orijinal hayaller uyandırmaktadır. Bu hayaller şaire en güzel duyguların kapısını açmaktadır. Yahya Kemâl bu hayal ve duyguları en güzel şekilde şiirlerinde istemiştir. “Onun İstanbul için yaptığı: Bir objeden hareketle, onun ardındaki zaman ve mekâna uzanmaktır. İstanbul manzarasında bütün imparatorluğu görür. Bu bakışı, tarihi ve coğrafî unsurları kullanarak gerçekleştirir. Binbir tepe yükselen Boğaz’dan, Baktıkça vatan görünsün engin. mısralarına baktığı yer Boğaziçi’dir. Ancak gördüğü, engin bir vatan ufkudur.” Yahya Kemal’in şiirinde Çamlıca ve Üsküdar ayrı bir ehemmiyete sahiptir. Çamlıca, gurbetten dönüş esnasında şairi karşılayan ve birçok kutsal değerin simgesi olan İstanbul’a kavuşulduğunun müjdecisidir. Üsküdar, şairin Anadolu yakasına baktığında Anadolu’da yaşayan insanımızı anlatan ve o insanları görmemizi sağlayan bir vasıta konumundadır. Ben yolcuyum bugün, yolun ufkunda Çamlıca Hala görünmüyor; Hala görünmüyor diyerek sabırsızım. Yıllarca sevdiğim Adalar, sevdiğim deniz Artık görünsünler. Yahya Kemâl, şiirlerinde İstanbul ve semtlerini oldukça sık kullanmıştır. İstanbul’un hemen hemen her semti için şiir kaleme almıştır. İstanbul, şairin şiirlerinde sadece görünüm arz etmez. İstanbul onun şiirlerinin en önemli kaynağını oluşturur. Çünkü o vatanına, insanına ve maneviyatına İstanbul’u sembol olarak seçmiş ve bu değerlere İstanbul üzerinden seslenmiştir. Yahya Kemâl bir İstanbul şairidir. İstanbul onun için bünyesinde maddi ve manevi birçok özelliği barındıran bizi biz yapan Türk-İslam kültürünün temsilcisidir. “Yahya Kemâl, İstanbul’a bakınca yalnız o günkü halini görmez. O, her hangi bir semti gezerken, şiirlerinde tasvir ederken, o yerin, İstanbul’un Fethinden beri bütün tarihini ve hayatını yaşar. Din Anlayışı İslamiyet’in en son ve en mükemmel bir din olduğuna inanan Yahya Kemâl, X. yy.’dan itibaren Türk Milletinin, İslam terbiyesi ile birlikte büyük ve önemli işler başardığımızı söyler. Yahya Kemâl’in dine duyduğu ilginin temelinde çocukluğunda aldığı dini ve milli terbiyenin önemli bir tesiri bulunmaktadır. Şair, çocukluk hatıralarında şöyle bahsetmektedir: “O yaşlarımda ben, Üsküp minarelerinden yükselen ezan seslerini duyarak, içim bu seslerle dolarak yetişiyordum. Minârelerde ezan başladığı zaman evimizde rûhani bir sessizlik olurdu. Gâliba Üsküp’ün sokaklarında da böyle bir rüzgâr dolaşır, bütün şehri bir mabed sükunu kaplardı. Yalnız ezan sesleri duyulurdu. Annemin dudakları İsm-i Celâl’le kımıldardı. Bin üç yüz sene evvel, Hazret-i Muhammed’in Bilâl-i Habeşî’den dinlediği ezan asırlarca sonra, bizim semamızda hem dini, hem milli bir musiki olmuştur.” Yahya Kemâl’in şiirlerine kaynaklık eden en önemli unsurların başında din duygusu gelir. Şairde din duygusu, hayat tarzının öne çıkardığı bir şiir kaynağıdır. Şair bu duygu etrafında yaşarken camiyi bu yaşamın merkezine yerleştirir. Şair, camileri bir sembol olarak ele alır. Camiler toplumun yaşam sürecinde merkezde yer alan ve milli birlik ve beraberliğimizin en önemli temsilcisidir. Çünkü camiler bütünleştirici bir özellik sergilemektedir. Şair caminin bütünleştirici bu özelliğini “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” adlı şiirde şu şekilde dile getirir: Dili bir, gönlü bir, imânı bir insan yığını Görüyor varlığının bir yere toplandığını; Büyük Allahı anarken bir ağızdan herkes Nice bin dalgalı tekbîr oluyor tek bir ses. Yahya Kemâl, “O Taraf” adlı şiirinde, rüyasında gördüğü ahiret âlemini ve Cennet hayatını tasvir eder. Onun burada söyledikleri, Kur’an ve hadislerden öğrendiğimiz ahiret âlemi hakkındaki bilgilerimize aykırı olmadığı gibi, üstelik çok munis ve câziptir.” Hâkimdi yerde ufka kadar uhrevi vakar; Bir çeşme vardı her taraftan ziyâ akar; Geçtikçe bembeyaz gezinenler üçer beşer Bildim ki âhiret denilen yerdedir beşer. İslam dini içerisinde din ve vatan uğruna ölenlere şehit denir, bu şehitler cennetle müjdelenmiştir. Yahya Kemâl’in, “Akıncı” ve “Mohaç Türküsü” gibi şiirlerine, bu duyuş ve düşünce yapısı kaynaklık etmiştir. Şair birçok şiirinde insanların ruhlarla beraber yaşadığını ve bizimde ölen atalarımızla birlikte yaşadığımızı “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”nda şöyle yer alır: Çok şükür Tanrıya, gördüm, bu saatlerde yine Yaşıyanlarla berâber bulunan ervâhı Yahya Kemâl, ölen atalarımızın ruhları ile birlikte yaşamaktan büyük bir zevk duyar. Şair, atalarımızın bu toprakların alınmasında ve dinin yaşam sürecine katkısında ataların önemli rol oynadıklarını ve bu nedenle onların ruhlarıyla yaşamanın büyük bir saadet olduğunu dile getirir. “Koca Mustapaşa” adlı şiirinde bu duygular şu şekilde yer alır. Ne saâdet! Bu taraflarda, her ülfetten uzak, Vatanın fâtihi cedlerle, beraber yaşamak Yahya Kemâl, ölen atalarımızın ruhlarının aramızdan yaşamakta olduğuna inandığı gibi bu ruhların zor anlarımızda insanımıza yardım ettiğini “İstanbul Fethini Gören Üsküdar” adlı şiirinde şöyle dile getirmektedir: Görmüş İstanbul’a yüzbin meleğin uçtuğunu; Saklamış durmuş, asırlarca hayâlinde bunu. Bu ifadesinde, yüz bin melek, İstanbul’un Fethi sırasında Fatih Sultan Mehmet’in ordusuna yardımcı olmuş ve birlikte savaşmıştır. Şairin ünlü “Veda Gazeli”nin son bölümünde insanların öldükten sonra öteki alemde tekrar diriltileceği işlenmiştir. Tekrâr mülaki oluruz bezm-i ezelde Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler “Yahya Kemâl, verdiği birçok eserde dini-milli bir bütünlük oluşturmaya çalışmıştır. Türk milleti ile İslamiyet bir bütün olarak ele almış ve bu bileşkenin hiçbir zaman yok olmayacağına inanmıştır. “Yahya Kemâl, din konusunda inkâra düşmemiştir. Şair din konusunda toplumumuzun geçmişinden gelen birikimiyle bir bütünlük oluşturduğunu görerek, yapıcı bir fonksiyonla ele almış ve şiirinin büyük kaynaklarından birini oluşturmuştur. Yaşlılık ve Ölüm Yahya Kemâl’in şiirlerine kaynaklık eden diğer unsurlar yaşlılık ve ölümdür. İnsanın yaşının ilerlemesi, hissedilen yorgunluk ve kendini gösteren yalnızlık hayatın solgun yüzünü ortaya çıkarır. İnsan, bu solgun dönemini yaşadığı bu süreçte; bu sürecin doğal sonucu olarak ölüm endişesini yaşamaya başlar. Hayatı seven ve her yönüyle yaşamaya çalışan Yahya Kemâl, yaşı ilerledikçe duyduğu acı ve ıstırabı şiirlerinde yaşatmıştır. Bu duygu “Deniz Türküsü” adlı şiirde önemli bir yer tutmaktadır. İnsan âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar Yahya Kemâl için ölmek hayatın en kötü anı değildir. “Düşünce” şiirinde dile getirdiği gibi hayatın en feci işi yaşlanmak; yani ölmeden evvel ölmektir. Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi, Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi. Yahya Kemâl, yaşlılıktan pek hoşlanmaz. Yahya Kemâl’e göre yaşlılık “beyhude sonbahar”dır. Bunun için bir an önce bitmesi gerekir. “Bitsin, hayırlısıyla, bu beyhûde sonbahar!” Düşünce “Yahya Kemâl, gittikçe yaşlanmakta olduğunu anlamanın verdiği büyük bir tedirginlik içinde görünür. Çevresindeki her şeyin, alıştığı eşyanın ve insanların değişikliğe uğraması, şairi korkutur. Bir sona doğru yaklaşmakta olduğunu hisseden şâir, gönlünce şöyle seslenir”: Ne yazık! Geçmek üzeredir bu gece; Ey gönül fecre az zaman kalıyor! Maltepe Yahya Kemâl, insanın ölmesini tabiî bir olay olarak görünür. “Uyanılmaz bir uyku” olarak nitelendirilir. Ölüm ile yaşam arasında çok yakın bir ilişki olduğunu bu iki kavramın bir birine çok uzak olmadığını dile getirir. Ahiret öyle yakın seyredilen manzarada, O kadar komşu ki dünyâya dıvar yok arada. Yahya Kemâl, “Sessiz Gemi”, “Sonbahar”, “Eylül Sonu”, “Yol Düşüncesi” gibi şiirlerde, ölüm düşüncesine kendini hazırladığını görmekteyiz. “Rindlerin Ölümü” adlı şiirde ise şair, ölümü güzelleştirir ve hasretle beklenen bir durum haline getirir. Ölüm âsûde bahar ülkesidir bir rinde; Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter. Ve serin serviler altında kalan kabrinde Her seher bir gül açar, her gece birbir bülbül öter. Yahya Kemâl, şiirlerinde dile getireceği duygular için en uygun kelime ve sembolleri arayan usta bir şairdir. “Sessiz Gemi” adlı şiirinde insan hayatının en acı gerçeği olan ölümü en mükemmel ve en manalı bir şekilde işlemiştir. Bu süreçte cezalandırılan insanın macerası anlatılmaktadır. Dünyada ki ömrünü tamamlayan ruh “meçhule doğru” gitmektedir. O bilinmezlik yola çıkan geminin (insanın) limana varmasıyla öğrenilecektir. Fakat varılan noktada olanları hayatta kalanlara anlatma imkânı olmayacaktır. Şiirin başlığındaki sessiz ibaresi bu olanları anlatamayış sessizliğidir. Yahya Kemâl, bir bakıma “Sessiz Gemi” adlı şiirinde dile getirdikleri ile ölümün felsefesini yapmaktadır. Gurbet ve Hasret Duygusu Yahya Kemâl, Paris’te kaldığı yıllar, büyükelçilik görevleri ve diğer seyahatler şairi vatandan ve vatanın sembolü olarak gördüğü, çok sevdiği İstanbul’dan uzak kalmasına neden olmuştur. Bu uzak kalış beraberinde gurbet ve hasret duygusunu getirmiştir. Bu duygular şairin yaşamında yer aldığı gibi şiirine de kaynaklık etmiştir. Yahya Kemâl’in vatandan ayrı olması nedeniyle duyduğu gurbet ve hasret duygusunu; geçmişimizdeki bazı olayları düşününce yine aynı duyguları yaşadığını görmekteyiz. Şairin ünlü “Açık Deniz” adlı şiirinde, yeni kaybedilen toprakların verdiği acı, eskinin şan ve şeref dolu zaferlerini, o günlere duyulan hasret duygusunun ateşini yakar ve bu ateş şairin şiirlerine şöyle yansır: Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum; Her lâhza bir alev gibi hasretti duyduğum. “Kaybolan Şehir” adlı şiirde doğduğu Balkan topraklarının elimizden çıkması şairin duygu dünyasında büyük üzüntülere neden olur. Bu Üsküp’e olan dinmeyen hasretini üzüntüsüdür. Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için. Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Şair memleketinden uzun süre ayrı kalması nedeniyle; sürekli bir hüzün içerisinde yaşamış ve kendini vatanından uzak yaşamış olan İngiliz şâiri Byron’a benzetmiştir. Kalbimde vardı Byron’u bedbaht eden melâl Gezdim o yaşta dağları, hulyâm içinde lâl, Aldım Rakofça kırlarının hür havasını, Duydum akıncı cedlerimin ihtirâsını, Yahya Kemâl, “Akıncı”, “Mohaç Türküsü” ve “O Rüzgar” adlı şiirlerinde de, Türk akıncılarının vatan sevgilerine karşı duyduğu hayranlık ve hasret duyguları işler. Bu şiirlerde akın ve akıncılardan yoksun olmanın burukluğunu sezmek mümkündür. Yahya Kemâl, “Hüzün ve Hâtıra” adlı şiirde, İstanbul’dan uzakta olduğu günleri anlatır. “İstanbul Ufuktaydı” adlı şiirde ise gurbetin artık çekilmez olduğunu dile getirerek; İstanbul’a dönmek ve bir daha ayrılmamak arzusu kendini gösterir. Yıllarca uzaklarda yaşarken İstanbul’u hicranla tahayyül, beni yordu. Yer kalmadı beynimde hayâle. İstanbul’a artık bu dönüş son dönüş olsun. Yahya Kemâl, geçmişte yaşanan güzel hatıralara duyduğu özlemi şu şekilde dile getirir: Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde, Sen nerdesin, ey sevgili, yaz günleri nerde! Dağlar ağarırken konuşurduk tepelerde, Sen nerde, o fecrin ağaran dağları nerde! Özleyen Tabiat ve Sonsuzluk Yahya Kemâl’in şiirlerinde eski Türk edebiyatına ve medeniyetine hâkim olan iki insan tipi hâkimdir: Akıncı ve rind. Bu ikisi birbirinden farklı olmakla beraber, bir noktada birleşir: “Dünyâyı aşma……. Akıncıya da, rinde de ufukları aşma ve sonsuzluk duygusu hâkimdir. Yahya Kemâl’de, tıpkı ataları gibi, ufukları aşma ve sonsuzluk duygusu ile dolu ve coşkundur. Yahya Kemâl’in “Türk şiirinde tecrübe etmek istediği bir şiir tarzı da, kendisinin “engin şiir” dediği sonsuzluk duygusunu ifâde eden şiir tazıdır. Bu şiir tarzı bizde fazla tecrübe edilmemiştir. Fuzûli’nin bazı mısralarında, Tekke şairlerinde ve bilhassa Melâmiler’de sonsuzluk duygusu yok değildir, elbet vardır.” Fakat eski edebiyatımızda bu tarz şiir, “daima tasavvuf vadisinde kalmıştır. Hâlbuki o, “tâbiatta ve ferdin ruhunda bulunan sonsuzluğu yeni bir çığırda Türkçede tecrübe etmek istemektedir.” Bundan dolayı şiirlerinde masal unsurlarından faydalanarak tabiat ve sonsuzluk duygusunu eşsiz bir güzellikte işlemiştir. Yahya Kemâl’e göre hayal insanın ayrılmaz bir parçasıdır. Hayal insanların yaşam sürecinde önemli bir noktadır. Çünkü ona göre, “İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar.” “Yahya Kemâl, insandan, ruhtan hareket etmek suretiyle, tabiatta beşeri bir plana sokuyor. Onun birçok şiirleri adeta bir duygunun hikâyesidir. Tabiat asla tek başına bir değer ve mana ifade etmez. Tabiat temaşa eden ve duyan insandır. Doğru yol, tabiattan insana değil, insandan tabiata gitmektir. İnsan tabiatı, kendi duygusu ve hayali ile kavrıyor. Bu kavrayışla tabiat canlanıyor ve beşeri bir değer kazanıyor.” Yahya Kemâl’in şiirlerinde en çok göze çarpan noktalardan biri de, şairin sık sık denizden bahsetmesi, deniz hayalini mısralarında canlandırmasıdır. “Açık Deniz”, “Deniz Türküsü”, “Sessiz Gemi” gibi bazı şiirlerinde deniz ve denizle alâkalı pek çok mısraya rastlanır. Yahya Kemâl denizi “bin başlı ejder”e benzetir. Masal unsuru olan ejder; ortama zarar ve korku vermesiyle tanınır. Şair dalgalarıyla ürküntü veren denizi, ejderhaya benzetmesiyle gerçekleri masal unsurlarıyla birleştirip büyülü bir ortam oluşturarak şiirine kaynak oluşturur. Özcan BAYRAK
- Dede Korkut Kitabı Nüshaların Karşılaştırılması
D resden nüshası: Aslı, Dresden Kral Kütüphanesinde bulunan bu nüshanın bugün elimizde fotokopisi bulunmaktadır. Nüshayı ilk defa bulan H.O. Fleischer, kataloğunda şu bilgileri vermektedir: “152 yapraklık Türkçe mecmua, eski Doğu Türkçesi veya Oğuz şivesi ile yazılmış Kitab-i Dede Korkut’tur. İç Oğuz ve Taş Oğuz kabilelerinin Muhammed devrindeki maceralarının hikâyeleridir. Kitabın adı bütün hikâyelerde Korkut adında birinin büyük rolü olmasından ileri gelmektedir. Korkut’un dindar, akıllı ve Oğuz kabileleri arasında büyük itibar sahibi olduğu rivayet edilir”. Nüsha bir giriş ile 12 hikâyeyi içine almaktadır. V atikan nüshası: Vatikan nüshası, Vatikan Kütüphanesi Türkçe kısmında 102 numarada kayıtlıdır. Bu nüsha başka bir risale ile beraber aynı ciltte bulunmaktadır. Bu cildin 2-58. yaprakları arasında bulunan ilk risalesi “Hikâyet-i lâtife-i ucube ve mahcûbe-i zarife” adlı eserdir. Dede Korkut nüshası ise bundan sonra başlamakta ve 58 b ile 106. yaprak arasında bulunmaktadır. Vatikan nüshası hikâyelerin sayısı bakımından eksik bir nüsha olup giriş ile birlikte altı hikâyeyi içine almaktadır. Vatikan nüshası Dresden nüshasına nazaran çok kötü bir nüshadır. Özel adlar birkaç şekilde yazılmış ve harekelenmiştir. Nüshanın bu vasfı esas ve çok iyi bir nüsha olan Dresden nüshasına onun yapacağı yardımı çok azaltmaktadır. Doğru ve iyi bir nüsha olan Dresden nüshasının XVI. asrın ilk yarısında, yanlışları çok ve dili daha yeni olan Vatikan nüshasının ise daha sonra, belki XVI. asrın ikinci yarısında kopyalanmış oldukları tahmin edilmektedir.
- Tarihi Kaynaklarda Dede Korkut
Dede Korkut’tan veya Dede Korkut Kitabındaki hikâyeler ve şahıslardan bahseden eski eserler şunlardır: 1- Dede Korkut isminin geçtiği en eski tarihî kaynak İlhanlı veziri Reşidüddin’in Câmiü’t-tevârih’idir. Tabip Reşidüddin’in 1305 yılında bir heyetle yazdığı bu ünlü cihan tarihinin Târih-i Oğuz u Türkân u hikâyet-i cihangîr-i u adını taşıyan bölümünde dört Oğuz hükümdarının çağdaşı olarak Korkut’tan bahsedilmektedir. Bu Farsça Oğuznamede Korkut, Oğuz sülalesinin onuncu hükümdarı olan Kayı İnal Han zamanında sahneye çıkar ve ona müşavirlik eder. Korkut, asıl, onun babası olan dokuzuncu hükümdar İnal Sır Yavkuy zamanında ortaya çıkmış olup Kayı İnal Han’dan sonra daha üç hükümdar devrini yaşamış ve onuncudan on dördüncüye kadar dört hükümdara müşavirlik yapmıştır. Kendisi Bayat boyundan olup Kara Hoca’nın oğludur. Bu rivayetleri Reşidüddin’e anlatan zat, Korkut’un 295 yıl yaşadığını söylemiştir. Reşidüddin, Korkut’un güzel sözler ve kerametler söylemiş olduğunu kaydederek, onun hikâyelerinin çok olduğunu ve aşağıda nakledileceğini bildiriyorsa da, yazık ki eserine bunları eklememiştir. Görülüyor ki Korkut, Farsça Oğuznamede hanların akıl hocası ve çok sözü geçer bir devlet müşaviridir. Onun akıl hocalığı, keramet sahibi olması, Peygamber zamanında yaşamış bulunması, Bayat boyundan olması, çocuklara ad takması, güzel sözler söylemesi, Dede Korkut Kitabındaki özelliklerinin baştanbaşa aynıdır. 2- Mısırlı müellif Ebû Bekr b. Abdullah b. Aybek ed-Devâdârî’nin Dürerü’t-tîcan adlı umumî tarihinde, Dede Korkut hikâyeleriyle ilgili çok önemli bir kayıt vardır. Aslen Selçuk hanedanın dan olan bu Mısırlı Türk, Melik Nasır Muhammed b.Kalavun adına yazdığı ve 1310 yılına kadar olan olayları içine alan Arapça tarihinde, 1229 yılı olaylarından bahsederken Cengiz Han’a ait mukaddimede Oğuzname hakkında bilgi vermiş ve Depegöz hikâyesine dokunmuştur. Ebû Bekr Aybek, Dede Korkut hikâyelerini içine alan Oğuznameyi görmüştür. Buradaki Tepegöz, Dede Korkut Kitabındaki Tepegöz’ün aynıdır. 3- Yazıcıoğlu Selçukname’sinin Topkapı Sarayı Revan Köşkü Kütüphanesinde. 1390 numarada kayıtlı eski bir nüshasının başında fihrist için boş bırakılan sayfalardan üçüne sonradan eklenmiş 65 satırlık bir Oğuzname vardır. İçinde geçen Emir Süleyman adından XV. asrın başında Yıldırım Bayezid’in oğlu Emir Süleyman zamanında yazıldığı anlaşılan bu Oğuzname parçası, Dede Korkut Kitabında adları geçen Oğuz beyleriyle hikâyelerdeki bazı vakalardan bahsetmektedir. Bu Oğuznamede dikkati çeken şey Dede Korkut Kitabı kahramanlarından başka adların da geçmesi ve Dede Korkut kahramanlarının sıfatları sayılırken daha geniş olayların bildirilmesidir. Bundan anlaşılıyor ki bu Oğuznameyi tespit eden zat Dede Korkut hikâyelerinin daha geniş şekillerini taşıyan bir Oğuznameden veya Oğuz rivayetlerinden haberliydi. 4- Berlin Devlet Kütüphanesinde bulunan ve hazihi er-risâleti min kelimâti Oğuzname el-meşhur bi-Atalar Sözi başlığını taşıyan yazma bir atasözü kitabında da Dede Korkut’la ilgili adlar geçmektedir. Eserin Prof. Ahmet Caferoğlu tarafından istinsah edilen bir kopyası elimizdedir. Baş tarafında “Kan olan Emir Süleyman Sultan”dan bahsedildiğine göre, yine Emir Süleyman zamanında yazıldığı anlaşılan bu eserin giriş bölümünde Dede Korkut’un kendi ağzından anlatılan atasözleri ve kehanetler vardır. Bu sözlerin bir kısmı Dede Korkut Kitabının girişinde geçen bazı atasözlerinin aynıdır. 5- Yazıcıoğlu Ali’nin XV. yüzyılın ilk yansında II. Murad adına yazmış olduğu Târih-i âl-i Selçuk adlı eserinde Korkut Ata ile ilgili kayıt vardır. Bu kayıt, Dede Korkut Kitabının girişindeki Korkut Ata’yı tanıtan kaydın aşağı yukarı aynıdır. 6- Tebrizli Hasan b. Mahmud Bayatî’nin hacca giderken tanıştığı Cem Sultan’ın ricası üzerine, yanında bulunduğu bir Oğuzname nüshasına dayanarak yazmış olduğu Câm-i Cem-âyin adlı Osmanlı silsilenamesinde de Dede Korkut’un adı geçmektedir. 7- Ali Şir Nevayî’nin 1495 yılında, Câmî’inin Nefahatü’l-üns-’ünden çevirme ve tamamlama yoluyla yazdığı Nesâimü’l-mahabbe adlı, sûfîlerden ve mutasavvıflardan bahseden eserinde Dede Korkut için kayıt vardır. Görülüyor ki Nevayî de Korkut Ata’yı, Türkler arasında şöhrete ihtiyacı olmayacak kadar şöhret sahibi ve kendisinden önce olup bitenleri bilmek, kendisinden sonra olacak olayları haber vermekle meşhur, veciz ve değerli sözleri olan bir kimse olarak tanıtmaktadır. 8- Bayburtlu Osman’ın III. Murad devrinde (1574-1595) yazdığı Tevârih-i cedîd-i mir’at-i cihan adlı eserinin “Bayundur Han” bölümünde, Dede Korkut Kitabıyla yakından ilgili ve şahıs adları harekeli olan bir kısım vardır. Bayburtlu Osman’ın, Bahrü’l-ensâb adlı bir kitaptan aldığı ve eski bir Dede Korkut Oğuznamesine dayandığı anlaşılan bilgiler esas olarak, geniş bir Dede Korkut nüshasına veya rivayetine dayanmaktadır. 9- Bitlis Kürt beylerinden olan Şeref Han’ın 1597’de bitirdiği Şerefnâme adlı Farsça tarihinin mukaddimesinde, Dede Korkut hikâyelerinde adı geçen Bügdüz Emen ile ilgili bir kayıt vardır. Bu kaydında Şeref Han, Kürtlerin dağınık kalmalarına ve devlet kuramamalarına neden olarak nakledilen bir rivayetten bahseder. Bu rivayete göre Peygamber ortaya çıkınca, cihan hükümdarları kendisine itaatlerini bildirmek için elçiler göndermişler. Türkistan’ın büyük hükümdarlarından Oğuz Han da bu arada, Kürt büyüklerinden Buğduz adlı birini göndermiştir. Hazret-i Peygamber bu korkunç yapılı elçinin dehşetli ve iğrenç hâline şaşarak nefretle hangi kabileden olduğunu sorar. Elçi Kürt taifesinden olduğunu söyleyince, Peygamber bu kavme devlet kurmak nasip olmasın, çünkü dünyanın başına bela olurlar diye beddua eder. Onun için Kürtlere büyük devlet kurmak ve saltanat sürmek nasip olmamıştır. Şerefnâme’nin bu rivayetindeki elçinin adı Buğduz olarak geçmekte ve Kürt olduğu kaydedilmektedir. Fakat gerek Dede Korkut Kitabında bulunan Bügdüz Emen’in gidip Peygamberi gördüğü ve gelip Oğuzda sahabesi olduğu şeklindeki tanıtımdan, gerek Bayburtlu Osman’ın Oğuz elçilerini gördüğü zaman Peygamberin ürperdiği şeklindeki kaydından bu rivayetin Kürtlere Oğuzlardan geçtiği anlaşılmakta ve Kürt büyüklerinden gösterilen Buğduz’un Dede Korkut’taki Bügdüz Oğuzlarının beyi Bügdüz Emen olduğu görülmektedir. Esasen Buğduz’u Oğuz Han’ın göndermesi de bu rivayetin aslında Oğuzlara ait olduğunu göstermektedir. 10- Dede Korkut’un Kayılar hakkındaki kerametinden Osmanlı tarihçisi Edirneli Rûhî de bahsetmiştir. Eserini XVI. yüzyılın başında yazan Rûhî’nin bu kaydını sonradan Müneccimbaşı da almıştır. Köprülü bu kayda dayanarak Rûhî’nin Dede Korkut Kitabını ilk defa gören Osmanlı tarihçisi olduğunu ve bu rivayetin oradan alındığını söyler. Fakat bu rivayette bir “Oğuz Hanın vasiyeti” meselesi vardır ki bu Dede Korkut Kitabında da, Selçukname’de de yer almamıştır. 11- Ebulgazi Bahadır Han’ın 1659-1660 yıllarında yazdığı Şecere-i Terakime adlı eserde Dede Korkut’la ilgili geniş bilgiler vardır. Oğuznamenin Türkmen rivayetini teşkil eden bu eserde Korkut Ata, çok sayılan bir devlet müşaviridir. 12- Edirneli Rûhî’nin Dede Korkut ile ilgili kaydını sonradan Müneccimbaşı’nın da tekrarladığını yukarıda söylemiştik.! 13- Târih-i Dost Sultan isimli eserde de Korkut’tan bahsedilmektedir. 14- Evliya Çelebi de Dede Korkut’tan bahseden müellifler arasındadır. Fakat Evliya Çelebi’nin bu hususta verdiği bilgiler sadece Dede Korkut mezarlarıyla ilgilidir. 15- Buharalı Hafız Derviş Ali Çengî adlı bir müellifin XVII. yüzyılda yazdığı Tuhfetü’s-sürûr adlı, ozan çalgısı kopuzdan bahseden Farsça bir kitapta, Dede Korkut kitabındaki bazı kahramanlarla ilgili bir rivayet vardır. 16- Kul Ata adlı ne zaman yaşadığı belli olmayan bir Azeri şairinin Leylâ – Mecnun mesnevisinde de Dede Korkut’un adı ve öğütleri geçmektedir. 17- XVII. yüzyıla ait bir Batı kaynağında da Dede Korkut ile ilgili bazı kayıtlar vardır. Alman hükûmetinin Rusya’ya ve İran’a gönderdiği elçiler heyetine dâhil bulunan Leipzig Üniversitesi Profesörlerinden Adam Olearius 1638 ‘de Demirkapı- Derbend şehrinden geçerken o civardaki mezarları incelemiş ve bu eski mezarlar hakkındaki yerli söylenti ve inanışları dinlemiştir. Yerliler bu mezarların Muhammed Peygamberden sonraki bir zamanda Okus milletine mensup Kassan isimli padişahın Lezgilerle yaptığı ve onlardan binlercesini öldürdüğü bir savaştan kaldığını anlatmışlardır. Burada ayrıca bir “kırklar” mezarının da bulunduğunu kaydeden Olearius’a yerliler, kendi eceliyle ölen Kassan’ın mezarının Tebriz yakınında Acı Çay’ın kıyısında, Kassan’ın karısı Burlae’nın mezarının da Urmi ( Urmiye ) kalesinde olduğunu söylemişlerdir. Olearius ayrıca Derbend yakınında bir tepenin üzerinde İmam Kurchud’un mezarını da görmüştür. Bu İslam velisi, anlattıklarına göre, Peygamberin yakınlarından olup onun ölümünden sonra da üç yüz yıl yaşamıştır. Bu Kurchud, Kassan’a çok bağlıymış ve önünde kopuz çalıp şiirler söyleyerek onu Müslüman olmayan Lezgiler aleyhinde savaşa teşvik edermiş. Sonunda İslam propagandası yapmak üzere aralarına girdiği putperest Lezgiler tarafından öldürülmüş. Görülüyor ki anlatılan rivayetler, tarihî olaylarla Dede Korkut hikâyelerinin birbirine karışmasından meydana gelmiştir. Yerlilerin Kazan, Burla ve Korkut isimleri ile Kazan-Korkut münasebeti ve Korkut hakkında verdikleri bilgilerin baştan aşağı Dede Korkut rivayetlerinin kalıntısı olduğu şüphesizdir. Sonradan Barthold, Olearius’un bahsettiği Dede Korkut mezarını aramaya gitmiş, fakat bildirilen yerde böyle bir şeyle karşılaşmamıştır. Evliya Çelebi’nin de gördüğü bu mezarın zamanla kaybolduğu anlaşılmaktadır.
- Dede Korkut Hikâyelerinin Sayısı
Bugün elde bulunan Dede Korkut hikâyelerinin sayısı on ikidir. Eserin asıl ve büyük nüshası olan Dresden nüshası on iki hikâyeyi içine almaktadır. Vatikan nüshasında bunların altı tanesi bulunmaktadır. Azerbaycanlı milliyetçilerin Berlin’de çıkardıkları Açık Söz dergisi İlkteşrin 1936 tarihli 3. sayısında, Bakü’de çıkan Bakinskiy Raboçiy gazetesinin 4 Ağustos 1936 tarihli sayısından naklen, Profesör Bekir Çobanzade’nin Leningrad Şarkiyat Enstitüsü yazmaları arasında Dede Korkut’un on üçüncü hikâyesini bulduğunu haber vermiştir. Sonradan, bu hikâyenin Azerbaycan’da yayımlandığına dair sözlü haberler de gelmiştir. Fakat Dede Korkut Kitabı, milliyetçiliği ve Türk birliği duygusunu aşılıyor diye 1950’de Rusya’da yasaklanmış ve bu konudaki bütün yayınlar toplattırılmış olduğu için on üçüncü hikâye hakkında başka bir bilgi elde edilememiş ve bu mesele bugüne kadar aydınlanamamış ayrıca bu yoldaki haberlerin doğru olup olmadığı anlaşılamamıştır.



