top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 856 sonuç bulundu

  • Halid Ziya Uşaklıgil

    Dil ve üslubuyla Türk romanına önemli bir yenilik getiren, Batılı anlamda ilk romanları kaleme alan yazar Halid Ziya Uşaklıgil... Uşaklı Helvacızadeler ailesine mensup halı tüccarı Halil Efendi ile Behiye Hanım'ın üçüncü çocuğu olarak 1866'da İstanbul Eyüpsultan'da dünyaya gelen Halid Ziya Uşaklıgil, mahalle mektebindeki ilk eğitiminin ardından Fatih Askeri Rüşdiyesi'ne devam etti. Uşaklıgil, 93 Harbi'nin başlamasının ardından babasının işleri bozulduğu için ailesiyle İzmir'e giderek eğitimini İzmir Rüşdiyesi'nde sürdürdü. İzmir'de Ermeni Katolik rahiplerin çocukları için kurulmuş yatılı bir okula devam etmesiyle Fransızca'ya ilgi duyan ve Fransız edebiyatını yakından tanımaya başlayan yazar, ilk yazılarını öğrencilik yıllarında okuyucuyla buluşturdu. Uşaklıgil, İzmir çevresinde tanınmaya başladıktan sonra "Hazine-i Evrak"ta çıkan "Deniz Danası" ve "Tercüman-ı Hakikat"te yayımlanan "Aşkımın Mezarı" yazılarıyla İstanbul'da da tanınmaya başladı. Roman ve hikaye türünün en önemli ismi oldu "Nevruz" dergisini Tevfik Nevzad ve Bıçakçızade Hakkı'yla beraber 1884'te çıkarmaya başlayan, aynı zamanda Fransızcadan tercümeler yapmaya devam eden Uşaklıgil, Tevfik Nevzad’la 1885'te de "Hizmet" ve "Ahenk" gaze­telerini çıkardı. Burada tefrikalar halinde "Nemide", "Bir Ölünün Defteri" ile "Ferdi ve Şürekası" adlı eserlerinin yanında dünya edebiyatı ve tiyatro tarihi hakkında yazı dizileri yayımlayan Uşaklıgil, sürekli olarak yer verdiği hikaye ve tiyatro ile ilgili makalelerini, "Hikaye" ve "Temaşa" adları altında topladı. Uşaklıgil, romantizmin temsilcisi Ahmet Mithat Efendi'yi eleştirdiği ve realizmi savunduğu yazılarını da bu gazetede kaleme alırken, Fransız edebiyatının ünlü isimleri Alfred de Musset ve Victor Hugo'nun nesir halinde şiirleriyle, Louis Figuier'nun popüler fenle ilgili yazılarını çevirdi. Hariciyeci olmak amacıyla İstanbul'a gelen fakat başvurusu kabul edilmeyen yazar, 1885'te Türkçede basılmış ilk Fransız edebiyatı tarihi eseri olan "Garbdan Şarka Seyyale-i Edebiye: Fransa Edebiyatının Numune ve Tarihi"ni kaleme aldı. Uşaklıgil, bir süre sonra döndüğü İzmir'de İzmir Rüşdiyesi ile Osmanlı Bankası'nda görev yaparken, İzmir İdadisi'nin açılmasının ardından, burada Türk edebiyatı ve Fransızca öğretmenliği yaptı. Usta yazar, "Servet-i Fünun" döneminde roman ve hikaye türünün en önemli ismi olarak öne çıkarken, edebiyat otoritelerince Türk edebiyatında Batılı anlamda ilk romanları kaleme alan yazar olarak gösterildi. Mabeyin Başkatipliği ve Meclis-i Ayan üyeliği yaptı Meclis-i Ayan Reisi Emin Ali Efendi'nin kızı Fatma Memnune Hanım'la 1889 yılında evlenen Uşaklıgil'in Vedide, Bihin, Sadun, Güzin, Vedat ve Bülent adlarında 6 çocuğu dünyaya geldi. Uşaklıgil, Edebiyat-ı Cedide topluluğuna Recaizade Mahmut Ekrem aracılığıyla 1896'da katılırken, "Mai ve Siyah" ile "Aşk-ı Memnu" romanları "Servet-i Fünun" dergisinde tefrika edildi. Dergi 1901'de kapatılınca "Kırık Hayatlar" romanının tefrikası yarım kalan yazar, 1908’e kadar yazmaya ara verdi. Halid Ziya, bu dönemde Darülfünun'da Batı edebiyatı tarihi ile estetik dersleri verdi ve sonrasında "Sabah" ve "Tanin" gazete­lerinde, "Resimli Kitap", "Mehasin", "Musavver Muhit" dergilerinde yazdı. Son romanı "Nesl-i Ahir", "Sabah" gazetesinde tefrika edilen yazar, Sultan Reşat'ın tahta çıkmasından sonra İttihat ve Terakki'nin önerisiyle 1909-1912'de mabeyin başkatibi olarak sarayda görevlendirildi ve görevi gereği padişahla gezilere çıktı. Yazarlık hayatı 3 döneme ayrılıyor Halid Ziya Uşaklıgil, başkatipliğin ardından Ayan Meclisi üyesi olurken, tedavi amacıyla 1914'te gittiği Avrupa seyahatinde kaleme aldığı gezi notları "Almanya Mektupları" başlığıyla "Tanin" gazetesinde yayımlandı. Darülbedayi'de edebi kurul üyeliğinde de bulunan yazar, İttihat ve Terakki'nin iktidardan düşmesinin ardından Osmanlı'da tütün ekimi, satışı ve ticaretiyle ilgili kararlar alan Reji İdaresi'nde yönetim kurulu başkanlığını üstlendi. "Aşk-ı Memnu" eserini 1925'te yayımladı Uşaklıgil, Cumhuriyet'in ilanından sonra Yeşilköy'deki köşküne çekilerek edebiyat çalışmalarına yoğunlaştı ve önemli Türk romanlarından biri olarak yerini alan "Aşk-ı Memnu" eserini 1925'te yayımladı. Yaklaşık 60 yıl süren yazı hayatında öykü, roman, düzyazı, şiir, tiyatro, anı, hitabet, makale ve edebiyat tarihi gibi değişik türlerde yapıtlar veren yazar, romanlarında yakından tanıyıp gözlemlediği, içinde yaşadığı dönemin aydın, varlıklı çevrelerini gerçekçi bir üslupla anlatırken, hikayelerinde ise daha çok halktan kişileri ele aldı. Halid Ziya, anı türündeki yazılarıyla 1930'lu yıllarda edebiyat dünyasında aktüel bir isim haline gelirken, Harf İnkılabı'ndan sonra bazı eserlerini sadeleştirerek yeniden yayımladı. Yazarlık hayatı araştırmacılarca üç dönemde incelenen yazar, 1893’e kadar süren hazırlık döneminde Mehmed Halid ve Halit imzalarını kullandı. "Servet-i Fünun" devresini de kapsayan dönemde romanlarında teknik olarak olgunluk dönemine ulaştı ve 1900’den sonraki dönemde sanat ve edebiyatla ilgili görüşleriyle anılarını kaleme aldı. Modern Türk edebiyatına romanları ve hikayeleriyle damga vurdu Halid Ziya Uşaklıgil, modern Türk edebiyatına romanları ve hikayeleriyle damga vururken, her türlü tedaviyi reddettiği uzun bir hastalık sürecinin ardından 27 Mart 1945'te hayatını kaybetti ve Bakırköy Mezarlığı'na defnedildi. "Bizde asıl romancılık Halid Ziya ile başlar" Ahmet Hamdi Tanpınar, dil ve üslubuyla Türk romanına önemli bir yenilik kazandıran Uşaklıgil'in Türk romanına kazandırdıklarını şu ifadelerle anlatıyor: "Bizde asıl romancılık Halid Ziya ile başlar. Halid Ziya Uşaklıgil'in eseri, bütün Edebiyat-ı Cedide romanı ve hikayesi gibi, gerçek manası Namık Kemal mektebinden ve üslubundan ayrılmak olan bu hareketin olgunluk merhalesini verir. Halid Ziya, yaradılıştan romancı idi. Vak'a icadı, şahsi yaratma gibi bu sanatın ilk plandaki vasıflarına sahipti. Onu anlamak için Türk romanını sıra ile okumalıdır. Kendinden önce derli toplu bir konuşmanın bile bulunmadığı denemelerden sonra, birdenbire onun sağlam yapılı romanlarına gelince, onun edebiyatımızda nasıl bir konak olduğu görülür." Necip Fazıl Kısakürek de "İstikbale ait bir eser" dediği "Mai ve Siyah"dan şöyle bahsediyor: "Tarih-i edebiyatımızda yeni inkişafa başlayan bir fasl-ı cedidin, bir fecr-i nevinin birinci şulesi addolunabilir. Gerçi Tevfik Fikret, Cenab Şahabeddin, A. Nadir beyefendiler de saha-i edebiyatımızda bu yeni zemini açmak, oraya gayet kıymetdar cevher taneleri saçmak hususunda Halid Ziya Bey kadar çalıştılar, büyük himmetler, muvaffakiyetler de gösterdiler. Fakat ufk-ı cedid-i edebiyatımızın zerrat-ı münevveresini teşkil eden fecr-i terakkiden doğan birinci eser Mai ve Siyah'tır." Eserleri Roman: "Sefile", "Nemide", "Bir Ölünün Defteri", "Ferdi ve Şürekası", "Mai ve Siyah", "Kırık Hayatlar", "Aşk-ı Memnu", "Nesl-i Ahir" Hikaye: "Bir İzdivacın Tarih-i Muaşakası", "Bir Muhtıranın Son Yaprakları", "Küçük Fıkralar", "Bir Yazın Tarihi", "Solgun Demet", "Sepette Bulunmuş", "Bir Hikaye-i Sevda", "Hepsinden Acı", "Onu Beklerken", "Aşka Dairdi", "İhtiyar Dost", "Kadın Pençesi" Oyun: "Firuzan", "Kabus", "Fare" Anı: "Kırk Yıl", "Bir Acı Hikaye", "Saray ve Ötesi" Mensur Şiir: "Mezardan Sesler", "Mensur Şiirler" Gezi Yazıları: "Almanya Mektupları", "Alman Hayatı" Deneme: "Fransız Edebiyatının Numune ve Tarihi", "Hikaye ve Temaşa", "Yunan Edebiyatı", "Latin Edebiyatı", "Alman Tarih-i Edebiyatı", "Fransız Tarih-i Edebiyatı", "Sanata Dair."

  • Sabahattin Ali

    "Kürk Mantolu Madonna" ve "Kuyucaklı Yusuf"un unutulmaz yazarı Sabahattin Ali... Emekli asker Cihangirli Ali Selahattin Bey ile Eğridereli Hüsniye Hanım'ın oğlu Ali, 25 Şubat 1907'de Bulgaristan'da, Gümülcine Sancağı'na bağlı Eğridere şimdiki adıyla Ardino ilçesinde dünyaya geldi. Annesinin psikolojik sıkıntıları, Ali'nin hayatında derin izler oluşturdu. Bu izler, Ali'nin, edebiyat dünyasının önemli yapıtları arasında sayılan eserlerinde etkisini hissettirdi. Sabahattin Ali, 1. Dünya Savaşı dolayısıyla 1914'te babasının yeniden askere alınmasının ardından ailesiyle Çanakkale'ye yerleşti. 1918'e kadar savaşın olduğu bölgede kalmak Ali'yi oldukça etkiledi. Öğretmen okulunda hikaye ve şiir denemelerine başladı Geçim sıkıntısı ve aile içerisindeki huzursuzluklarla çocukluk dönemini geçiren usta yazar, ilk eğitimini Üsküdar'daki Füyuzat-ı Osmaniye Mektebi'nde aldı. Yazar Ali, Çanakkale'ye yerleştikten kısa süre sonra Çanakkale İbtidai Mektebi'ne girdi. Okul, savaş nedeniyle öğretmensiz kalarak kapansa da babası ve diğer subayların yardımıyla tekrar açıldı. Türkçe derslerini Ali'nin babası Selahattin Bey verdi. İlköğrenimin ardından Edremit İdadi Mektebi'nden de mezun olan usta edebiyatçı, Balıkesir'deki Muallim Mektebi'ne kaydoldu. Öğretmen okulundayken babasının teşvikiyle hikaye ve şiir denemelerine başlayan Ali, ikinci sınıfta gazete ve dergilere yazılarını gönderdi, bir yandan da okul gazetesi çıkardı. Sabahattin Ali, eğitiminin 3. yılında İstanbul Muallim Mektebi'ne geçiş yaptı. 1927'de İstanbul Muallim Mektebi'nden mezun oldu İstanbul Muallim Mektebi'ndeki edebiyat öğretmeni Ali Canip Yöntem'in teşvikiyle dergilere hikaye ve şiirler gönderen, okul müsamerelerine katılan Ali, babasının kalp krizi nedeniyle vefat etmesi üzerine, "Babam İçin" adlı şiiri kaleme aldı. Bu şiir daha sonra Orhan Seyfi'nin yönettiği "Güneş" dergisinde yayınlandı. İlk büyük dostlukları İstanbul'da öğretmen okulunda öğrenciyken filizlenen Sabahattin Ali'nin, kadim dostu Pertev Naili Boratav ile uzun yıllar mektuplaştığı ve içini döktüğü Ayşe Sıtkı, okul arkadaşları arasındaydı. Sabahattin Ali, 1927'de Muallim Mektebi'ni tamamlayarak Yozgat Merkez Cumhuriyet İlkokulu'na öğretmen olarak atandı. Yozgat'ta İstanbul'daki sosyal çevresinin aksine yalnız kalan Ali, kendisini yazmaya ve okumaya verdi. Öğretmenlik görevinde 1 yılı tamamladıktan sonra Milli Eğitim Bakanlığının yabancı dil öğretmeni ihtiyacı nedeniyle açtığı, yurt dışında dil eğitimi sınavını kazanan Ali, Almanya'ya giderek, Potsdam ve Berlin'de eğitim gördü. Usta edebiyatçı, Alman edebiyatının yanı sıra Rus edebiyatına da yoğunlaşarak, özellikle Ivan Turgenyev, Maksim Gorki ve Knut Hamsun gibi isimlerin eserlerini okudu. Komünizm söylemlerinde bulunduğu gerekçesiyle tutuklandı Yaşadığı tatsız bir olay sebebiyle Almanya'dan Türkiye'ye dönen Ali, bir müddet İstanbul'da Yüksek Muallim Mektebi'nde, arkadaşlarının yanında, Nihal Atsız, Nihat Sami Banarlı ve Pertev Naili Boratav'la aynı yatakhanede kaldı. Ali, 1930'da Gazi Enstitüsünde açılan yabancı dil sınavlarına katıldı ve Aydın Ortaokulu'na Almanca öğretmeni olarak atandı. Burada komünizm söylemlerinde bulunduğu gerekçesiyle hakkında soruşturma açılan yazar, detaylı bir tahkikat yapılması amacıyla tutuklandı. Aydın Hapishanesi'nde 9 Eylül 1931'e kadar kalan Sabahattin Ali, başından geçenleri, Ayşe Sıtkı İlhan'a yazdığı mektuplarda anlattı. Bu süre içerisinde yazar kimliğini geride bırakmayan Ali, daha sonra yazacağı öyküler için de malzeme biriktirdi. Aydın'da öğretmenliğe başlamadan önce Nazım Hikmet'in çalıştığı "Resimli Ay" dergisine giden yazar, orada hem Zekeriya-Sabiha Sertel çiftiyle hem de Nazım Hikmet'le tanıştı. Yazar aynı zamanda ilk hikayesi olan "Bir Orman Hikayesi" eserini bu dergide yayınladı. Usta edebiyatçı, beraatından sonra Konya Ortaokulu'nda Almanca öğretmeni olarak göreve başladı. Konya'daki günlerini, "Bir Skandal" adlı eserinde anlatan yazar, yalnızlığını ve yaşadığı duygu karmaşasını okuruyla paylaştı. Sabahattin Ali, aşık olduğu Melahat Hanım'a şiirler yazdı ve bu duygularla katıldığı bir toplantıda okuduğu hicviyede, memleketin idaresinde olanlara ima ve tahkirde bulunduğu iddiasıyla yeniden tutuklandı. Bir yıllık mahkumiyeti, temyiz mahkemesinin aleyhinde karar vermesi üzerine 12 aydan 14 aya çıkarıldı. Cezasının dört ayını Konya Cezaevi'nde geçiren yazar, 6 ayını geçirdiği Sinop Cezaevi'nde, daha sonra bestelenerek unutulmayan şarkılar arasına giren "Aldırma Gönül" ve "Hapishane Şarkısı" adlı eserini kaleme aldı. Ali, erken tahliye olarak 29 Ekim 1933'te cezaevinden çıkınca Milli Eğitim Bakanlığına başvurarak öğretmenlik mesleğine geri dönmek istediğini belirtti. Öğretmenliğe Ankara 2. Ortaokulu'nda devam eden yazar, 1932'de İstanbul'da bir yakınlarının vasıtasıyla tanıştığı Aliye Hanım'la mektuplaşmaya başladı. Aliye Hanım ile Sabahattin Ali, posta yoluyla nişan taktı, 16 Mayıs 1935'te evlendi. Başarılı edebiyatçı, 1937'de yedek subay olarak askerlik görevini tamamladı, 30 Eylül 1937'de kızı Filiz dünyaya geldi. İdeal bir eş ve sevecen bir baba olan Ali, kızının doğumunun ardından, bugün hala en çok okunan ve birçok dile çevrilen "Kuyucaklı Yusuf" ile "Kürk Mantolu Madonna" romanlarını kaleme aldı. Politikayla da içli dışlı olan Ali, çeşitli söylemler dolayısıyla öğretmenlik görevinden tekrar alındı. "İçimizdeki Şeytan" romanı siyasi tartışmalara neden oldu Usta edebiyatçı, 1938'de "Çaydanlık" ve "Arap Hayri", 1939'da "Isıtmak İçin" ve "Uyku" hikayelerini, 1940'ta "Selam" ve "Bir Mesleğin Başlangıcı" hikayelerini yazdı. "İçimizdeki Şeytan" romanı 3 Nisan-29 Haziran 1939 arasında Ulus gazetesinde tefrika edildi. Roman yayınlandıktan sonra pek çok siyasi tartışmaya neden oldu. Ali, 1941-1943'te yazdığı "Bir Konferans", "Yeni Dünya", "İki Kadın", "Sulfata" ve "Hasan Boğuldu" adlı hikayelerini "Yeni Dünya" kitabında topladı. Milli Eğitim Bakanlığı Yayın Müdürlüğünde memur, Ankara Devlet Konservatuvarında ise çevirmen ve dramaturg olarak da çalışan usta edebiyatçı, Nihal Atsız'ın hakkında yazdığı bir yazıya karşı dava açtı. Davayı 1944'te kazanmasına rağmen tepkilerden kurtulamayan Ali, duruşmalar sonunda Milli Eğitim Bakanlığınca görevinden alındı. 1945'te gazetecilik yapmaya başladı İstanbul'da 1945'te gazetecilik yapmaya başlayan Ali, "Tan Gazetesi" olayları sırasında, fıkralar yazdığı "La Turquie" ve "Yeni Dünya" gazeteleri tahrip edilince işsiz kaldı. "Yurt ve Dünya", "Yeni Türk" ve "Tercüme" dergisi gibi yayın organlarında yazılar kaleme alan usta yazar, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz'la siyasal mizah dergisi "Marko Paşa"yı 1946'da çıkardı. Dergiyiü "Malum Paşa", "Merhum Paşa" ve "Öküz Paşa" gibi yine siyasal içerikli mizah dergileri takip etti. Yayınlardan birinde "Adalet Koridorlarında" adlı yazısıyla yeniden tutuklanan ve 3 ay hapis yatan Sabahattin Ali, bu dönem İstanbul'da hem maddi hem de manevi yönden sıkıntı yaşadı. Usta edebiyatçı yaşadığı süreci, "Ali Baba" dergisindeki yazılarında da dile getirdi. Ülkede siyasi baskılardan uzak kalamayacağı, hür iradesine dayalı yayın hayatını sürdüremeyeceği fikriyle yurt dışına çıkmak isteyen, ancak pasaport yasağından dolayı, insan kaçakçılarıyla anlaşarak sınır dışına çıkmayı planlayan yazar, tanıştığı Ali Ertekin'le 31 Mart 1948'de Kırklareli'ne yola çıktı. Bulgaristan sınırında 16 Haziran 1948'te bir çobanın bulduğu cesedin Sabahattin Ali'ye ait olduğu tespit edildi. Ali Ertekin, daha sonra cinayeti işlediğini itiraf etti. Cinayetin işlendiği tarihten dört ay sonra ormanda tanınmaz halde bulunan cesedin yazar Ali'ye ait olduğu ve 2 Nisan 1948'de vefat ettiği kayıtlara geçti. Eşi Aliye Ali, bu duruma ilişkin yaptığı bir açıklamada şunları kaydetmişti: "Sabahattin iyi yürekli, insanları çok seven biriydi. Senelerden beri daima dama taşı gibi oynanan sanata verdiği emek, polisçe devamlı tedirgin edilmesi sinirlerini yormuş olacaktı ki kaçma teklifi ona cazip gelmişti. Romanlarını rahat bir kafa ile yazabilme düşü, kafasını dinlemek istediği bir yer veya bir memleket aratıyordu ona herhalde." Sabahattin Ali'nin edebi kişiliği Şiirlerini hece vezniyle yazan Ali, edebiyat dünyasına şiirleriyle adım attı. Halk şiirinin etkisinin hissedildiği eserlerini kaleme alırken, öykü ve romanlarında olduğu gibi toplumsal gerçekçilik yaklaşımıyla hareket eden Ali, şiire yaklaşımını 1938'de bir söyleşide, "Bence şiirin eskisi yenisi yoktur. İyi şiir, muhakkak ki insana bir şey ilave eder. Bu şey bazen tez olur, bazen bizim manen daha genişlememizi temin eden bir heyecan olur." ifadeleriyle dile getirmişti. Eserleriyle ilgili bir değerlendirmesinde, öykü ve romanlarını şiirlerinden daha çok beğendiğini aktaran yazar, 2015'te Yapı Kredi Yayınları tarafından 23. baskısı yapılan "Değirmen" adlı eserin ön sözünde şunları kaydetmişti: "Şiir ve öykülerim arasında, yazmış olmaktan utanacağım kadar kötüleri olduğunu biliyorum. Bunların bir kısmının çocuk denecek bir yaşta yazılmış olmaları bence bir mazeret değildir. Çünkü bu çeşit bir yazıyı bugün herhangi bir imzanın üstünde görsem sahibini ıslah olmaz bir zevksizlik ve tam istidatsızlıkla suçlandırmakta tereddüt etmem. Bunların benim sanat hayatımın gelişmesini göstermesi bakımından, sadece kendim için bir ehemmiyeti vardır ki, bu da onları başkalarına okutmak için bir sebep olamaz." Şiirlerini yazarken sade bir üslup kullanarak, daha geniş bir okuyucu kitlesi hedefleyen usta edebiyatçı, öykü ve romanlarında toplumsal gerçekçiliği ön planda tutarak, bu doğrultuda konular belirledi ve hayatın içinden karakterleri seçti. "Benim kanaatimce sanat, insana insanı ve hayatı ve bunların manasını öğretmekle muvazzaftır." sözleriyle sanat anlayışını özetleyen yazar, Türk edebiyatına kazandırdığı eserlerle büyük beğeni topladı. Yazar Mustafa Kutlu, "Sabahattin Ali Yaşamı ve Eserleri" başlıklı Dergah Yayınları'ndan çıkan bir inceleme kitabı hazırladı. Kutlu, Sabahattin Ali'nin dünyasını gerçekçilik, romantizm, samimiyet, içlilik-coşkunluk, dengesizlik, çaresizlik, yalnızlık, dürüstlük, ayrıcalık başlıkları altında tahlil etti. Usta edebiyatçının şairliği üzerine Kutlu, "Gözleri sulh içinde yaşanılan, mazlumların seslerinin işitilmediği bir dünyaya açılsaydı; herhalde lirik, pastoral, coşkun şiirler yazardı." yorumunda bulundu. Temiz ve sade diliyle, gerçekçilik anlayışı ve samimi duygularıyla Türk edebiyatına önemli katkılarda bulunan usta yazarın birçok çevirisi de bulunuyor.

  • Ömer Seyfettin

    Türk edebiyatının öncü hikayecisi Ömer Seyfettin... Yüzbaşı Ömer Şevki Efendi ile Fatma Hanım'ın oğlu olan usta yazar, 11 Mart 1884'te Balıkesir'e bağlı Gönen'de dünyaya geldi. Yüzbaşı Ömer Şevki Efendi ile Fatma Hanım'ın oğlu olan usta yazar, 11 Mart 1884'te Balıkesir'e bağlı Gönen'de dünyaya geldi. Ömer Seyfettin, eserlerinde mesleğinden dolayı sık sık seyahat etmek zorunda kalan babası için övücü ifadeler kullanmazken, onu oğluna sert ve geleneksel bir eğitim vermeye kararlı, soğuk ve otoriter bir kişi, annesini ise sıcak bir insan olarak resmetti. "Fon Sadriştayn'ın Oğlu" adlı hikayesinde "Ben her şeyi annemden öğrendim." sözleriyle annesine olan minnetini ifade eden Seyfettin, her fırsatta annesinden büyük bir sevecenlikle bahsetti. Ömer Seyfettin, çocukluğunun ilk yedi yılını geçirdiği Gönen'de, 4 yaşından itibaren medrese usulü eğitim veren Mahalle Mektebi'ne gitti. Babasının Ayancık'a atanmasından sonra sübyan mektebine başladı. Fakat ailesi burada verilen eğitimden memnun kalmayınca 1892'de İstanbul'da Mekteb-i Osmaniye'ye yazdırıldı. İlk şiiri Mecmua-i Edebiye'de yayımlandı Babası, oğlunun da kendisi gibi asker olmasını istediği için bir süre sonra onu Eyüpsultan Askeri Baytar Rüştiyesi'ne yerleştirdi. Ömer Seyfettin, bundan sonraki eğitimine rüştiyede tanıştığı arkadaşı Aka Gündüz ile Edirne Askeri İdadisi'nde devam etti. Başarılı yazar, rüştiyede eğitim gördüğü sırada dönemin edebiyat modası olan tiyatroyla tanıştı, yazma merakı ise bu zamanlarda başladı. Her iki okul, usta yazarın askeri kimliğinin yanı sıra edebiyatçı kimliği kazanmasında önemli rol oynadı. İdadinin son sınıfındayken, yazdığı şiirleri çeşitli dergilere gönderen Seyfettin'in ilk şiiri Mecmua-i Edebiye'de yayımlandı. Jandarma örgütünün İzmir'deki kuruluş çalışmalarında yer aldı Ömer Seyfettin, 1900'de İstanbul Mekteb-i Harbiye-i Şahane'ye (Harp Okulu) girdi. 1903'teki mezuniyetinin ardından kura çeken Seyfettin, merkezi Selanik'te bulunan Üçüncü Ordu'nun redif tümenine bağlı Kuşadası redif taburuna atandı. Ancak aynı yıl Kuşadası'nda bulunan redif taburunda yaşanan karışıklıklar ve Bulgar isyanı sırasında Rumeli'de görevli olması sebebiyle Seyfettin, göreve Kuşadası'nda değil Rumeli'de başladı. Selanik'te ve Manastır'a bağlı Pirlepe'de de çeşitli görevlerde bulunan Seyfettin, buradaki başarılardan dolayı iki liyakat madalyasıyla ödüllendirildi ve isyanın bastırılmasının ardından 6 Eylül 1904'te bağlı bulunduğu taburla Kuşadası'na döndü. Seyfettin, 1907'de İzmir'de açılan Jandarma Okulu'nda öğretmenlik yaptı ve jandarma örgütünün İzmir'deki kuruluş çalışmalarında yer aldı. Daha önce bir iki deneme yaptığı hikayeye bir daha vazgeçmemek üzere geri döndü Usta edebiyatçı, Baha Tevfik, Şahabettin Süleyman ve Yakup Kadri gibi önemli yazar ve fikir adamlarını tanıdı ve idadiden arkadaşı Aka Gündüz'den sonra edebi çevresini genişletmeye başladı. Baha Tevfik'in teşvikiyle Fransızcasını ilerleten Seyfettin, yazdığı birkaç Fransızca şiiri "Perviz" imzasıyla "Mercure de Soleil" mecmuasında yayınladı. Aynı yıllarda, "Serbest İzmir", "Sedad" ve "Muktebes" adlı süreli yayın organlarında yazı ve şiirleri okuyucuya ulaştı. Ordudaki görevinden 1911'de ayrılarak Selanik'e giden Ömer Seyfettin, askeri rüştiyede başlayan şiir yazma merakı, artık merak olmaktan çıkarak hayatı boyunca devam ettirmek istediği bir uğraş haline geldi. Söz konusu yıllarda Selanik ve Manastır'da yayınlanan "Bahçe", "Kadın", "Hüsn ve Şiir", "Tenkid", "Piyano" isimli mecmualara şiirler gönderen yazar, Fransız edebiyatından, özellikle Catulles Mendes'ten çeviriler de yaptı. Seyfettin'in hayatını yakından etkileyen Ziya Gökalp ve onun siyasi kişiliğinden dolayı "İttihat ve Terakki", "Genç Kalemler" ve hikaye Selanik'te yaşamına girdi. O zamana kadar Edebiyat-ı Cedide tarzında şiirler ya da Fransız edebiyatından çevirilerle meşgul olan usta kalem, daha önce bir iki deneme yaptığı hikayeye bir daha vazgeçmemek üzere geri döndü. Balkan Savaşlarının başlaması üzerine tekrar orduya döndü Yazar Seyfettin, Balkan Savaşlarının başlaması üzerine, yaklaşık bir yıllık yoğun matbuat ve edebi faaliyetten sonra tekrar orduya döndü. Garp ordusunda önce Kosova'da Sırplara karşı, sonra Yanya'da Yunanlılara karşı yaklaşık beş ay savaşan Seyfettin, esir düşerek, Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında on ay kadar süren esaret hayatı yaşadı. Daha sonra 17 Aralık 1913'te İstanbul'a döndü. Ömer Seyfettin'in esaret yılları onun tefekkür dönemini oluşturdu. Bu yıllarda, bir taraftan hikayeler kaleme alırken, diğer taraftan yapmaya çalıştığı dil, kültür ve hayat üzerine düşüncelerini geliştirmeye çalıştı. Serbest kaldıktan sonraki kalem faaliyetleri, bunları gerçekleştirmeye yönelik oldu. "Edebiyatta ve lisanda bir ihtilal meydana getirme" arzusu "Yeni Lisan" makalelerinde vücut buldu Ziya Gökalp'le tanışıklığı onu memleket gerçeklerine yönlendirdi. İlk hikayesini Balkanlardaki görevi sırasında tuttuğu günlüklerden hareketle "İrtica Haberi" adıyla Genç Kalemler'de yayınladı. Bunu, çoğu günlüklerinde tuttuğu notlardan hareketle yazdığı başka hikayeleri takip etti. Ali Canip Bey'e yazdığı mektupta belirttiği "edebiyatta ve lisanda bir ihtilal meydana getirme" arzusu Genç Kalemler'de öncülük ettiği ve ilkini kaleme aldığı "Yeni Lisan" makalelerinde vücut buldu. Arkadaşlarıyla bu makalelerde esaslarını belirledikleri dilin örneklerini, yine aynı mecmuada kaleme aldığı hikayelerinde göstermeye çalıştı. "Yeni Lisan"ın sadece bir dil ve edebiyat meselesi değil, onun aynı zamanda bir hayat meselesi olduğunu bütün ömrünce kaleme aldığı çalışmalarında anlattı. Seyfettin, 23 Şubat 1914'te askerlikten bir kez daha ayrılarak İstanbul'a döndü. Kısa bir süre sonra annesini kaybeden yazar, "Türk Sözü" ile yeniden yazarlığa başladı ve bir süre de "Yeni Mecmua"nın yayın sorumluluğunu üstlendi. Hayatının sonuna kadar yazmaya devam eden usta hikayeci, Kabataş Sultanisi ve İstanbul Erkek Muallim Mektebi'nde öğretmenlik yaptı. Kısa bir süre Ali Canip'le birlikte Tetkikat-ı Lisaniye Encümeni üyeliğinde bulundu. Burada ders kitapları ve müfredat üzerine yapılan çalışmalara katılan Ömer Seyfettin, kaleme aldığı yazılarında yabancı okulların kapatılması ve bunların yerine milli okulların açılması yönünde görüşlerini açıkladı. Seyfettin, 1915'te Harbiye Nezareti'nin kültür ve sanat adamları için Çanakkale cephesine düzenlediği geziye katıldı. Aynı yılın sonunda İttihat ve Terakki Fırkası'nın ileri gelenlerinden Besim Ethem Bey'in kızı Calibe Hanım'la evlendi. Bu evlilikten Güner adını verdikleri bir kızları oldu. Seyfettin, çok uzun sürmeyen bu evliliğin ardından 1918'de yalnızlık ve bekarlık günlerine geri döndü. 6 Mart 1920'de vefat etti Ömer Seyfettin'in Yeni Mecmua'nın başında bulunduğu dönem, onun hikayeciliği yönünden en üretken yıllar oldu. "Eski Kahramanlar" serisindeki hikayelerini de yazdığı 1917-1918 döneminde toplam 32 hikaye yayınladı. Usta hikayeci ölümüne kadar geçen sürede bir taraftan sağlık problemleriyle uğraşırken, diğer yandan kalem faaliyetlerine ve öğretmenliğe devam etti. İşgal günlerinin acı ve endişesi içinde hastalığı ilerleyerek yatağa düştü. Hastalığının tedavisi mümkün olmayan Seyfettin, 6 Mart 1920'de vefat etti. Yapılan otopside hastalığının şeker olduğu anlaşıldı. Cenazesi ertesi gün Kadıköy Kuşdili Mahmut Baba Mezarlığı'nda defnedildi. Ancak bu mezarlık daha sonra tramvay garajı yapıldığı için kabri, 23 Ağustos 1939'da Zincirlikuyu Mezarlığı'na taşındı. 150'ye yakın hikaye kaleme aldı Ömer Seyfettin, ölümünden sonra el yazısı halinde bulunarak veya çeşitli tarihlerde arkadaşlarına gönderdiği mektuplarda yer alıp sonradan tespit edilerek yayımlananlar da dahil olmak üzere 100'e yakın şiiri ardında bıraktı. Roman denemeleri "Ashab-ı Kehfimiz", "Harem", "Yalnız Efe" ve "Efruz Bey" dışında, 150 civarında hikayesi bulunan yazarın, mensur şiir, fıkra, hatırat, mektup, makale ve çeşitli türlerdeki tercümelerden oluşan geniş bir külliyata imza attı. Modern Türk hikayeciliğinin kurulmasında öncü rol üstlenen Seyfettin, hikayelerinin konularını belirlerken sadece kişisel tecrübesiyle sınırlı kalmadı. Çocukluğundan başlayarak okuduğu okullar, çalıştığı, gezip gördüğü yerlerde edindiği izlenimler, duyduğu, dinlediği olaylar, okuduğu kitapların yanında, yaşadığı devirdeki sosyal ve siyasi olaylar, Türk tarihi, Türk kültür ve medeniyeti gibi konular da onun hikayelerinin çerçevesini oluşturdu. Hikayeleri onun yazarlığının yanında düşüncelerindeki gelişmeyi ve dünya görüşünü anlatması bakımından da önemli bir araç oldu.

  • Namık Kemal

    Türk milliyetçiliğine ilham kaynağı olan, Türk edebiyatının "vatan şairi" Namık Kemal... Asıl adı Mehmet Kemal olan, "Namık" adını ise Şair Eşref Paşa'dan alan Namık Kemal, 21 Aralık 1840'ta 2. Abdülhamid'in müneccimbaşısı ve yurtseverlik, hürriyet, millet kavramlarına bağlı Yenişehirli Mustafa Asım Bey ile Fatma Zehra Hanım'ın çocukları olarak Tekirdağ'da dünyaya geldi. Annesi Fatma Zehra Hanım'ı 1848 yılında kaybedince çocukluğunu Tekirdağ Valisi dedesi Abdüllatif Paşa'nın yanında, Rumeli ve Anadolu'da geçiren Namık Kemal, Afyon Müftüsü Buharalı Hacı Velid Efendi'den gördüğü eğitimin yanı sıra özel derslerle de Arapça ve Farsça dillerini öğrendi. Afyon Mevlevi Tekkesi neyzenbaşı Coşkun Dede'den tarikat usullerini öğrenen Kemal, Mart 1853'te Kars Kaymakamlığına tayin edilen dedesiyle bu kente gitti. Kemal, Kars'ta kaldığı 1,5 yılda Karslı şair ve müderris Vaizzade Seyid Mehmet Hamid Efendi'den tasavvuf ilmini, divan edebiyatını öğrendi, hocasının teşvik etmesiyle ilk şiir denemelerini kaleme aldı. Vahdet-i Vücut felsefesini ve Muhiddin Arabi'yi, Mevlana'yı inceleme fırsatı bulan şair, Kara Veli Ağa adındaki kır serdarından avcılık, atıcılık, cirit oyunu dersleri aldı. Babasının 1855'te Filibe kentine mal müdürü ve dedesinin Sofya Kaymakamlığına atanması ile Sofya'ya giden Namık Kemal, 16 yaşındayken Niş kadısı Mustafa Ragıp Efendi'nin kızı Nesibe Hanım ile evlendi. Feride, Ulviye ve Ali Ekrem adında üç çocuğu oldu. Sofya'da evlerine ziyarete gelen dedesinin arkadaşı şair Binbaşı Eşref Bey, şiirlerini okuduktan sonra bir mahlasname düzenleyerek asıl adı "Mehmet Kemal" olan usta edebiyatçıya "Namık" ismini verdi. Sofya'da Fransızca öğrenen ve 1857'de İstanbul'a dönen Namık Kemal, ilk görev yeri Bab-ı Ali Tercüme Odası'nda katip olarak çalıştığı dönemde önemli düşünür ve sanatçılarla tanışma imkanı bularak fikir dünyasını oluşturmaya başladı. Edebiyatta batılılaşmanın ilk adımlarını atan İbrahim Şinasi ile tanıştı ve "hak, millet, vatan, hürriyet, millet meclisi" gibi kelimeleri daha sık kullanmaya başladı. Şinasi'nin çıkardığı Tasvir-i Efkar gazetesinde fıkra ve tercüme yazıları kaleme aldı. Şinasi'nin 1865'te Fransa'ya gitmesi üzerine, kendisine bıraktığı gazeteyi tek başına çıkarmaya başlayan Namık Kemal, kuruluşu 1865'e dayanan ve daha sonra Yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan "İttifak-ı Hamiyet" adlı gizli derneğe katıldı. Kemal, bunun yanı sıra "Tasvir-i Efkar" gazetesinde hükumeti eleştiren yazılar yazdı. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin görüşleri doğrultusunda yaptığı yayın sonucu 1867'de kapatıldı. Namık Kemal, İstanbul'dan uzaklaştırılmak için Erzurum'a vali yardımcısı olarak atandı fakat bu göreve gitmeyi erteleyerek Mustafa Fazıl Paşa'nın çağrısı üzerine Ziya Paşa'yla birlikte Paris'e gitti. -"Muhbir" ve "Hürriyet" gazetelerini çıkarttı Fransız hükümetinin Genç Osmanlılara ülkeyi terk etmelerini söylemesi üzerine Londra'ya geçen Namık Kemal ve arkadaşları, 1868'te Mustafa Fazıl Paşa'nın maddi desteğiyle Ali Suavi ile "Muhbir" ve "Hürriyet" gazetelerini çıkardılar. Namık Kemal, çeşitli anlaşmazlıklar sonucu, Avrupa'da desteksiz kalınca, 1870'te Zaptiye Nazırı (Güvenlik Bakanı) Hüsnü Paşa'nın çağrısı üzerine İstanbul'a döndü. Sadrazam Ali Paşa'nın ölümünden sonra Ebüzziya Tevfik Bey'le birlikte 1872'de İbret gazetesini çıkaran Namık Kemal'in, muhalif yazılar yazdığı için gazetesi kapatıldı ve mutasarrıf olarak Gelibolu'ya atandı. Usta yazar burada "Vatan Yahut Silistre" oyunu ile "Evrak-ı Perişan" adlı eserini tamamladı. Namık Kemal, kaymakamlık görevinden azledilince 1873'te İstanbul'a döndü ve sonra tiyatroyla ilgilenmeye başladı. "Vatan Yahut Silistre" oyununu Gedikpaşa Tiyatrosu'nda 1 Nisan 1873 gecesi sahneleyen şair, oyunu izleyenlerin galeyana gelip olay çıkarması üzerine birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı ve Magosa'ya sürgün edildi. "Sanat, toplum içindir" anlayışını benimsedi Tanzimat döneminin en önemli düşünce, sanat ve siyaset adamlarından birisi olan Namık Kemal, "toplum için sanat" anlayışını benimseyerek, sanatı toplumun Batılılaşması için bir araç olarak kullandı. Şair, eserlerini halkın anlayabileceği sade bir dille yazmayı amaçlarken, Fransız edebiyatını örnek aldı ve romantizmin etkisinde kaldı. Namık Kemal, "eğlencelerin en faydalısı" olarak nitelediği tiyatroyu, halkın bilinçlendirilmesinde bir okul gibi gördü. Birinci Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a dönen Namık Kemal, Danıştay üyeliği yaptı ve Kanun-ı Esasi'yi hazırlayan kurulda görev aldı. Sırasıyla, 1879'da Midilli, 1884'te Rodos ve 1887'de Sakız Adası kaymakamlığı yapan şair, yakalandığı zatürre hastalığından kurtulamayarak, 2 Aralık 1888'de vefat etti. Vefatının ardından Sakız Adası'ndaki bir caminin haziresine defnedilen Namık Kemal'in cenazesi, vasiyetine uyularak Ebüzziya Tevfik'in padişaha müracaatı üzerine Gelibolu'ya nakledildi. Eserleri "Vatan yahut Silistre", "Gülnihal", "Akif Bey", "Zavallı Çocuk", "Kara Bela", "Celaleddin Harzemşah", "İntibah", "Cezmi", "Barika-i Zafer", "Devr-i İstila", "Evrak-ı Perişan", "Silistre Muhasarası", "Kanije", "Osmanlı Tarihi Medhali", "Bahar-ı Daniş", "Terceme-i Hal-i Nevruz Bey", "Mukaddeme-i Celal", "Tahrib-i Harabat", "Takip", "İrfan Paşa'ya Mektup", "Hürriyet Kasidesi", "Vaveyla", "Murabba", "Vatan Mersiyesi", "Renan Müdafaanamesi", "Barika-i Zafer", "Osmanlı Tarihi" ve "Büyük İslam Tarihi."

  • Fazıl Hüsnü Dağlarca

    Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin en önemli destan şairlerinden kabul edilen Fazıl Hüsnü Dağlarca, özellikle dil ve tarih bilinci açısından bakıldığında önemli temsilcilerinden biri olarak öne çıktı. Asıl adı Mehmet Fazıl olan şair, İstanbul Ortaköy'de Taş Mektep Sokağı'nda Erzurumlu bir aileden gelen Süvari Yarbay Hasan Hüsnü Bey ve Konyalı bir ailenin kızı olan Kadriye Hanım'ın oğlu olarak 1914'ün ağustos ayında dünyaya geldi. Babasının asker oluşu sebebiyle ilköğrenim yıllarında sürekli okul değiştirmek zorunda kalan Dağlarca, ilkokul 1. sınıfı Konya, 2. sınıfı Kayseri, 3, 4 ve 5. sınıfları Adana ve Kozan'da okudu. Dağlarca, Tarsus ve Adana'da ortaokulu bitirdikten sonra Kuleli Askeri Lisesi'ne gönderildi ve 1933 yılında buradan 1935'te de Harp Okulu'ndan mezun oldu. Aynı yıl babasını kaybetti. İlk şiiri "Yavaşlayan Ömür" 1932'de yayımladı 1936'da Atışokulu'nda çekilen kura sonucu Erzurum'a atanan Fazıl Hüsnü, Piyade Teğmen olarak Erzurum'da başladığı askerlik mesleğini, hemen sonra atandığı Iğdır ve Sivas illerinde, Orta Anadolu'da ve Trakya'nın birçok yerinde sürdürdü. 15 yıllık zorunlu hizmet süresini tamamladıktan sonra yüzbaşı rütbesinde iken 1950 yılında istifa ederek ordudan ayrıldı. Dağlarca'nın 1927 yılında kaleme aldığı hikaye, Yeni Adana gazetesinde yayımlanan ilk yazısı oldu. 13 yaşında yazdığı bu hikaye ile adı geçen gazetenin öğrenciler arasında açtığı yarışmada birincilik ödülü kazanan Dağlarca'nın "Yavaşlayan Ömür" adlı eseri ise 1932 yılında İstanbul dergisinde yayımlanan ilk şiiri oldu. Fazıl Hüsnü Dağlarca, "Aile", "Ataç", "Çağrı", "Devrim", "İnkılapçı Gençlik", "Kültür Haftası", "Türkçe", "Türk Dili", "Türk Yurdu", "Varlık", "Vatan", "Yeditepe", "Yücel", "Yenilik" ve "Yön" gibi dergi ve gazetelerde şiirlerini yayımladı. 23 destanıyla Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin en önemli destan şairi olarak kabul edilen Dağlarca, bu eserlerinde Malazgirt Savaşı'ndan İstanbul'un fethine, Çanakkale'den Milli Mücadele ve Bağımsızlık Savaşı'na kadar birçok zaferi anlattı. Uluslararası Şiir Forumu tarafından "Yaşayan En İyi Türk Şairi" ilan edildi Dağlarca, 1946'da Çakır'ın Destanı'nda 70. sayfada yer alan şiirle CHP şiir yarışmasında Cahit Sıtkı Tarancı ve Attila İlhan'ın ardından üçüncülük ödülünü alırken 1956'da Asu ile Yeditepe Şiir Ödülü'nü, 1957'de yayımlanan Delice Böcek'le Türk Dil Kurumu Ödülü'nü kazandı. 1968'de ABD Pittsburgh Üniversitesi International Poetry Forum (Uluslararası Şiir Forumu) tarafından "Yaşayan En İyi Türk Şairi" ilan edilen Dağlarca, aynı yıl Türkiye Milli Talebe Federasyonu Turhan Emeksiz Armağanı'nı kazandı. Dağlarca, 1973'te Arkın Çocuk Edebiyatı Yarışması'nda üç şiir ile "Üstün Onur", 1974'te Yugoslavya'da Struga 13. Şiir Festivali'nde Altın Çelenk ödüllerine layık görüldü. 1974'te Milliyet Sanat Dergisi'nce yılın sanatçısı seçilen Dağlarca'ya, 1977'de Sivas Belediyesi tarafından kendisine "Sivas Hemşehrilik Beratı" verildi. Aynı yıl Horoz adlı eseriyle Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü'nü kazanan usta şair 1987'de TÜYAP 6. İstanbul Kitap Fuarı'nın "Onur Sanatçısı" seçildi. Dağlarca'ya 1992'de Edebiyatçılar Derneği Onur Ödülü, 1995'te Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından, Kültür ve Sanat Büyük Ödülü verildi. İstanbul'da 1959'da Kitap Kitabevi'ni kurdu 1951 yılında Basın-Yayın ve Turizm Genel Müdürlüğünde çalışmaya başlayan Dağlarca, 1953 ile 1959 yılları arasında Çalışma Bakanlığında iş müfettişliği görevinde bulundu ve 1960'ta emekliye ayrıldı. Fazıl Hüsnü Dağlarca, 1959'da İstanbul Aksaray'da kurduğu Kitap Kitabevi bünyesinde 1969 yılında kadar yayın faaliyetlerini yönetti. Ayrıca Konur Ertop'un yazı işleri müdürlüğünde ilk sayısı Ocak 1960'ta çıkan ve Temmuz 1964 tarihine kadar toplam 43 sayı yayımlanan aylık Türkçe dergisini çıkardı. 1 Temmuz 1957’de toplanan 8. Dil Kurultayı'nda Türk Dil Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine seçilen Dağlarca, üç yılda bir toplanan sonraki kurultaylarda da aynı göreve tekrar seçildi ve 1980 yılına kadar bu görevini sürdürdü. Dağlarca, Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin özellikle dil ve tarih bilinci açısından bakıldığında önemli temsilcilerinden biri olarak öne çıktı. "Türk şiirinin büyük şairi" olarak tanımlanan Dağlarca, yaklaşık 20 gün zatürre tedavisi gördüğü Başkent Üniversitesi İstanbul Hastanesinde böbrek yetmezliği sonucu 15 Ekim 2008'de hayatını kaybetti. 94 yaşında vefat eden şair, 20 Ekim'de, Süreyya Operası'ndaki törenin ardından Karacaahmet Mezarlığı'nda toprağa verildi. Usta şairin yaşamı boyunca kaleme aldığı şiirlerden bazıları şöyle: "Havaya Çizilen Dünya", "Çocuk ve Allah", "Daha", "Çakırın Destanı", "Taşdevri", "Üç Şehitler Destanı", "Toprak Ana", "Aç Yazı", "İstiklal Savaşı-Samsun'dan Ankara'ya", "Sivaslı Karınca", "İstanbul- Fetih Destanı", "Anıtkabir", "Cezayir Türküsü", "Aylam", "Çanakkale Destanı", "Açıl Susam Açıl", "Kubilay Destanı" "Kınalı Kuzu Ağıdı", "Yeryüzü Çocukları."

  • Özdemir Asaf

    "Lavinia", "Çiçek Senfonisi", "Benden Sonra Mutluluk" ve "Yalnızlık Paylaşılmaz" adlı kitapların da aralarında olduğu çok sayıda esere imza atan şair, yazar Özdemir Asaf... Gerçek ismi "Halit Özdemir Arun" olan usta kalem, Ankara'da Mehmet Asaf Bey ile Hamdiye Hanım'ın ikiz çocuğundan biri olarak 11 Haziran 1923'te dünyaya geldi. Usta şair, 7 yaşındayken babasını kaybedince, ailesiyle İstanbul'a taşındı ve Galatasaray Lisesinin ilkokulunda eğitim hayatına adım attı. Acıbadem'deki köşkünde biçki dikiş kursu açarak, ailenin geçimini sağlayan Hamdiye Hanım, soyadı kanunun çıkmasının ardından saf, arı, temiz anlamına gelen "Arun" soyadını seçti. Özdemir Asaf, 1941'de 11. sınıftayken ek sınavla alındığı Kabataş Erkek Lisesinden 1942'de mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinin ardından 3. sınıfa kadar İktisat Fakültesine, 1 yıl da Gazetecilik Enstitüsüne devam eden usta edebiyatçı, okulda tanıştığı Sabahat Selma Tezakın ile 14 Eylül 1946'da evlendi. İki yıl sonra, çiftin kızı Seda Arun dünyaya geldi. Şair Asaf, 1942'den itibaren sigorta prodüktörlüğü yapmaya başladı, 1945 'te Pitigrilli'nin "Hiçbir Kadın Bana Hayır Demedi" isimli öykü kitabını Türkçe'ye çevirdi. Sanat Basımevini ve Yuvarlak Masa Yayınlarını kurdu Usta şair, 1948'de vatani görevini yapmak üzere askere gitti. "Zaman" ve "Tanin" gazetelerinde de çevirmen olarak çalışan Asaf'ın ilk şiiri, 1939'da "Servet-i Fünun-Uyanış" dergisinde yayımlandı. "Büyük Doğu", "Varlık", "Yenilik", "Amaç", "Kaynak", "Edebiyat Dünyası", "Şadırvan", "Yeditepe", "Seçilmiş Hikayeler", "Yenilik", "Vatan", "Dost", "Türkçe" ve "Türk Dili" adlı gazete ve dergilerde de şiirleri yayımlanan Asaf, çeviri şiirlere de imza attı. Özdemir Asaf, 1951'de Cağaloğlu Molla Fenari Sokak'ta Sanat Basımevini kurdu. Yuvarlak Masa Yayınlarını 1955'te kuran şair, aynı yıl ilk şiir kitabı "Dünya Kaçtı Gözüme"yi okuyucuyla buluşturdu. Asaf, kaleme aldığı eserleriyle Türk edebiyatının unutulmaz isimlerinden biri oldu. Taşlama ve ironi unsurlarını da kullandığı eserlerini genellikle dörtlük ve ikilik şeklinde kaleme alan başarılı şair, sonraki yıllarda dize sayılarını azaltarak kelime oyunlarına yer verdiği şiirler yazmaya başladı. Eserlerinde daha çok insan ve toplum ilişkilerine yönelik konuları işleyen Asaf, şiirlerinde ise alay ve taşlama ögelerine yer verdi. Hayata şiirin gözlüğüyle baktı Özdemir Asaf, şiirin ve yazarın işlevi konusundaki görüşlerini, 1961'de "Yuvarlağın Köşeleri" adlı kitabında okuyucunun istifadesine sundu. TRT'de 1979'da yayımlanan bir röportajında, yazdığı şiirlere ilişkin değerlendirmede bulunan Asaf, ne zaman bir şiir yazmak istese, "acaba daha kısası olabilir mi?" diye düşündüğünü belirterek, şu anısını paylaşmıştı: "Bir gazeteye, edebiyat sayfasına arkadaşlarımızla beraber yazıyorduk. 5-10 günde bir de gidip, şiirlerimizin küçük paralarını alıyorduk. Tatlı oluyordu. Bir gün muhasebeye gittiğim zaman, 'Müdürü göreceksin.' dediler. Müdüre gittim. 3-4 tane şiirim çıkmış. Biri bir satır, biri iki, biri üç satır falan. 'Efendim, beni istemişsiniz.' dedim. 'Bak oğlum, arkadaşların koca koca şiirler yazıyor. Sen de en iyi, en yüksek parayı alanlardan birisin. Sen de biraz çok yaz da, aldığın parayı hak et.' dedi. Gençtim, biraz alındım. 'Öyleyse, bu şiirlerin bedeli gazeteye armağan olsun.' dedim. Kapıdan çıkıyordum, 'Evladım üzülme.' dedi. Bu sefer adam üzülmüştü. Parayı aldım, verdiler ama ondan sonra o gazeteye şiir yazmadım." Türkiye'nin ilk kadın fotoğraf sanatçısı Yıldız Moran ile 1962'de ikinci evliliğini yapan Asaf'ın Gün, Olgun ve Etkin adını verdiği çocukları dünyaya geldi. Asaf, 1962'de "Yumuşaklıklar Değil" isimli kitabını yayımladı. Moran tarafından İngilizceye çevrilen şiirleri, "To Go To" ismiyle 1963'te okurun beğenisine sunuldu. Türk Edebiyatçılar Birliği temsilcisi olarak 1959'da Belçika Milletlerarası Şiir Bienali'ne konuk olan Asaf, Makedonya Yazarlar Birliği'nin davetlisi olarak da 1966'da Yugoslavya'da gerçekleşen Şiir Kongresi'ne katıldı. Özdemir Asaf, Yuvarlak Masa Yayınlarını ve matbaasını 1970'te kapattı. Hastalığı nedeniyle 1979'da Vakıf Gureba Hastanesi'nde tedavi görmeye başlayan Asaf'a, Aralık 1980'de akciğer kanseri teşhisi konuldu. Usta edebiyatçı, İstanbul'da 28 Ocak 1981'de 58 yaşındayken hayatını kaybetti ve Aşiyan Mezarlığı'na defnedildi. "Seni bir yaşam boyu bitirmek değil de/Sana hep, hep yeniden başlamak isterim", "Sana gitme demeyeceğim/Ama gitme, Lavinia", "Yaşamak değil/Beni bu telaş öldürecek" ve "Yalnızlık paylaşılmaz/Paylaşılsa yalnızlık olmaz" gibi unutulmaz dizeler kaleme alan ve çevresinde nazik ve duygusal biri olarak tanınan usta şairin, bazı eserleri vefatından sonra yayınlandı. "Sanat sanat içindir" anlayışını tercih eden Asaf, şiirlerinde gerek içerik gerekse biçim açısından ideoloji, teoloji ve felsefeden uzak kaldı. Şiiri hiçbir zümrenin veya hiç kimsenin etkisinde kalamayacak kadar özgür gören Asaf, bu bağlamda hiçbir akımın etkisinde kalmayarak, kendine has bir üslup oluşturdu. Eserleri Şiirler: "Dünya Kaçtı Gözüme" (1955), "Sen Sen Sen" (1956), "Bir Kapı Önünde" (1957), "Yumuşaklıklar Değil" (1962), "Nasılsın" (1970), "Çiçekleri Yemeyin" (1975), "Ben Değildim" (1978), "Bugün ve Bugün" (1984), "Benden Sonra Mutluluk", "Çiçek Senfonisi" (2008), "Sen Bana Bakma, Ben Senin Baktığın Yönde Olurum" (2012), "Yalnızlığa Övgü" Özdeyişler: "Yuvarlağın Köşeleri" (1961), "Yuvarlağın Köşeleri-2" (1988) , Öykü: "Dün Yağmur Yağacak" (1987), Deneme: "Özdemir Asafça" (1988)

  • Mehmet Akif Ersoy

    Türk milletinin özgürlük mücadelesinde milli ve manevi cephenin güçlenmesine omuz veren İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy... Fatih'in Sarıgüzel semtinde 20 Aralık 1873'te dünyaya gelen Ersoy'un babası Fatih Medresesi müderrislerinden Osmanlı'nın Arnavutluk bölgesinin İpek kazasından gelip İstanbul'a yerleşen İpekli Mehmet Tahir Efendi, annesi ise aslen Buharalı olan Emine Şerife Hanım'dı. Ersoy, ilk tahsilini babası Tahir Efendi'den alırken, resmi olarak dört yaşında Fatih'te bulunan Emir Buhari Mektebi'nde eğitimine başladı. Yaklaşık 2 yıl bu okula devam eden Ersoy, 1879'da "Fatih İbtidasi"ne geçiş yaptı. Ersoy, 3 yıllık ilkokul tahsili sonrası 1882'de Fatih Merkez Rüştiyesi'ne devam ederken, babasından da Arapça dersleri almayı sürdürdü. Rüştiye yıllarında şiire merak duymaya başlayan ve şiir kitaplarına yönelen Ersoy'un okuduğu ilk manzum eser ise Fuzuli'nin "Leyla ve Mecnun"u oldu. Mehmet Akif Ersoy, üç yıllık rüştiye mektebini bitirdikten sonra, mülkiye mektebine girerken, sonrasında burada hazırlık okulu olarak açılan mülkiye idadisine devam etti. 1888'de babasının vefatı ve evlerinin yok olduğu yangın Ersoy'un hayatının en zor dönemlerinden biri oldu. Ersoy, hayatındaki bu gelişmeler neticesinde ailesinin de geçimini sağlamak için mülkiye mektebinden ayrılarak, iş garantisi sebebiyle Veteriner Yüksekokulu'na girdi. Bu okulda görüşlerinin şekillenmesine sebep olan kişilerle tanışan Ersoy, okul yıllarında yüzme ve güreş gibi sporlarla da yakından ilgilendi. Ersoy, Halkalı Baytar ve Ziraat Mektebi'ni birincilikle bitirirken, Orman ve Ma'adin ve Zira'at Nezareti fen heyetinin, baytarlık işlerine bakan beşinci şubesine müfettiş muavini olarak atandı. Tophane-i Amire veznedarı Mehmet Emin Bey'in kızı İsmet Hanım ile 1894'te evlenen Ersoy'un Cemile, Feride, Suad, İbrahim Naim, Emin ve Tahir isimlerinde 6 çocuğu oldu. İlk matbu eseri 1893'te Müfettişlik görevi süresince Osmanlı coğrafyasının farklı bölgelerini gezen Ersoy, burada halkı yakından tanıma fırsatı buldu. Ersoy, henüz 19 yaşında bilinen ilk şiirlerinden Destur'u kaleme alırken, Hazine-i Fünun Dergisi'nde 1893 ve 1894'te gazelleri, 1895'te de Mektep Mecmuası'nda Kur'an ve Hitab adlı şiiri yayınlandı. Sa'di mahlasını kullanan Ersoy, 1900'lü yılların başına kadar çeşitli dergi ve gazetelere şiirler gönderdi. Ersoy, 2. Meşrutiyet'in ilanından sonra İslamcı aydınların oluşturduğu Sırat-ı Müstakim dergisinin başyazarı olurken, burada imzasız eserleri de yayınlandı. Dergide tercümeleri ve makaleleri de yayınlanan Ersoy, 24 Kasım 1908'de aralarında Ahmed Midhat Efendi, Namık Kemalzade Ali Ekrem ve Tevfik Fikret gibi döneminin öne çıkan isimlerinin de yer aldığı Darü'l-Fünun Edebiyat Şubesi birinci sene "Edebiyat-ı Osmaniye" muallimliğine tayin edildi. 1911'de yılının nisan ayında dergide yayımlanan şiirlerinin de yer aldığı Birinci Safahat basılırken, Ersoy dönemin Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa'yı yerdiği gerekçesiyle dergi örfi idarece kapatıldı. Bütün şiirlerini Safahat'ta topladı Şiirlerini 7 kitaptan oluşan "Safahat" adlı eserinde toplayan Ersoy, 1911'de yazdığı ilk bölümde Osmanlı toplumunun meşrutiyet dönemini, 1912'de yazdığı "Süleymaniye Kürsüsünde" adlı ikinci kitapta da Osmanlı aydınlarını anlattı. "Halkın Sesleri" adlı üçüncü bölümü 1913'te kaleme alan Ersoy, "Fatih Kürsüsünde" isimli eserini ise 1914'te yazdı. Ersoy, 1917 tarihli "Hatıralar" ile I. Dünya Savaşı hakkında görüşlerinin yer aldığı 1924 tarihli "Asım"ın ardından 7. bölüm olan "Gölgeler"i 1933'te tamamladı. Yoğun ısrarlar sonucu Kur'an-ı Kerim'i Türkçe'ye tercüme etmeyi kabul eden Ersoy, 6-7 sene üzerinde çalışmasına rağmen sonuçtan memnun kalmayarak imzaladığı anlaşmayı feshetti. Mehmet Akif Ersoy, "İstiklal Marşı"nı Türk milletine armağan ettiği için "Safahat" isimli eserine koymadı. Vefatının ardından "Safahat" eserini Ömer Ziya Doğrul ve M. Ertuğrul Düzdağ yeniden bastı. Ersoy'un, "Kur'an'dan Ayet ve Hadisler" ile "Mehmet Akif Ersoy'un Makaleleri" adlı çalışmaları da hayatını kaybettikten sonra okuyucuyla buluştu. Birinci Meclis'e Burdur milletvekili olarak girdi Ersoy, dergisinin yayımlanmadığı 1917'de görevli olarak Arabistan'a giderken, 1918'de İstanbul'da kurulan Darul-Hikmet-i İslamiye Cemiyeti'nde başkatip olarak çalışmaya başladı. Eylül 1919'da "Asım'ın neşrine başlayan Ersoy, 1924'e kadar şiirin yazımına devam etti. Ersoy, Ocak 1920'de Eşref Edip ile gittiği Balıkesir'de Zağnos Paşa Camisi'nde cuma namazı sonrası halka hitap etti. Milli mücadeleye daha fazla emek vermek için Anadolu'ya geçen Ersoy, Ankara'ya izinsiz gittiği için Darul-Hikmet-i İslamiye Cemiyeti'ndeki görevinden azledildi. Ersoy, Ankara'ya gelerek Mustafa Kemal Atatürk'ün isteğiyle 5 Haziran 1920'de Burdur milletvekili seçildi. Ankara'ya dönüşünde Tacettin Dergahı'na yerleşen Ersoy, İstiklal Marşı'nı da burada kaleme aldı. İstiklal Marşı yarışmasına 500 lira ödül verileceği için katılmayan şair, Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey'in ricası ve arkadaşı Hasan Basri Bey'in teşvikiyle kalemi eline aldı ve yazmaya başladı. Mehmet Akif Ersoy'un İstiklal Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hakimiyet-i Milliye'de yayımlandı. Hamdullah Suphi Bey'in Meclis'te okuduğu ayakta alkışlanan İstiklal Marşı, 12 Mart 1921'de "Milli Marş" olarak kabul edildi. Ersoy, ödül olarak verilen 500 lirayı hayır kurumuna bağışladı. Mısır dönemi ve vefatı Mehmet Akif Ersoy, 1923'te Abbas Halim Paşa'nın daveti üzerine gittiği Mısır'da uzunca bir dönem kaldı. 1925'te kısa bir süre İstanbul'a gelen ve Sebilü'r-Reşad Dergisi'nin tamamen kapatıldığını öğrenen Ersoy, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Kur'an'ın tercümesi için yaptığı teklifi reddetti. Ersoy, 1926'dan vefatına kadar geçen zamanda Mısır'da kalırken, Kahire Üniversitesi'nde Türk Edebiyatı dersleri verdi. Abbas Halim Paşa'nın vefatından sonra kendisi de rahatsızlanan Ersoy, 1935'te Lübnan'a gitti. Ersoy, burada sıtmaya yakalanınca 1936'da Antakya'ya geldi. Aynı yıl yeniden Mısır'a geçen ve sonrasında İstanbul'a dönen Ersoy, Abbas Halim Paşa'ya ait Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'nın dördüncü katındaki daireye yerleşti. Nişantaşı'nda bir klinikte tedavi görmeye başlayan Ersoy, 27 Aralık 1936'da Beyoğlu'ndaki Mısır Apartmanı'ndaki dairede hayata gözlerini yumdu. İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy'un her yıl binlerce kişinin ziyaret ettiği kabri, Edirnekapı Şehitliği'nde bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri kapsamında "2018 Yılı Vefa Ödülü"ne layık görülen Akif, "vatan şairi" ve "milli şair" olarak da Türk insanının kalbindeki yerini koruyor.

  • Ahmed Arif

    "Hasretinden Prangalar Eskittim", "Ay Karanlık", "Sevdan Beni", "Suskun" ve "Akşam Erken İner Mapushaneye" adlı şiirlere imza atan Ahmed Arif... "Terketmedi sevdan beni/ Aç kaldım, susuz kaldım/ Hayın, karanlıktı gece/ Can garip, can suskun/ Can paramparça.../ Ve ellerim, kelepçede/ Tütünsüz uykusuz kaldım/ Terketmedi sevdan beni..." gibi unutulmaz dizelere imza atan şair, 21 Nisan 1927'de Diyarbakır'da dünyaya geldi. Asıl adı Ahmet Önal olan Ahmed Arif, Henüz 2 yaşındayken annesi Sare Hanım'ı kaybetti. Ahmed Arif, Kerküklü babası Arif Hikmet'in memuriyeti dolayısıyla ilkokulu Siverek'te bitirdi. Diyarbakır'da başladığı ortaokulu Urfa'da tamamlayan Arif, yatılı okuduğu Afyon Lisesini ise 1945'te bitirdi. Şiir yazmaya ortaokul yıllarında başlayan Arif'in edebiyata ilgisi Afyon Lisesi'ndeyken iyice arttı. Usta şair, bir açıklamasında şiire ilgisini şu sözlerle aktarmıştı: "Yıl 1943 olmalı. Taş çatlasa 16–17 yaşındayım. Durmadan şiir yazıyorum. Bir dergi, Seçme Şiirler Demeti adıyla kuşe kağıda basılıyor. Bir sayfanın sol başında Neyzen Tevfik, sağ başında Ahmed Arif. Ben, Neyzen Tevfik’in torunu yaşındayım tabii o zaman, hatta daha da küçük. Bir de 10 lira geliyor bana dergiden, telif hakkı. Düşünün, babam bana ayda 5 lira gönderebiliyor. O yüzden 10 lira büyük paraydı o zaman için." Arif'in ilk şiirleri 1942'de Afyon Halkevi yayın organı Taşpınar dergisi ile Millet dergisinde yayımlandı. Liseden sonra askerlik görevini tamamlayan Arif, 1947'de Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümüne kaydoldu. Ahmed Arif, 1948'de Merkez Bankası'nda memuriyete başlayarak hem çalışıp hem okudu. "Hasretinden Prangalar Eskittim" 1968'de basıldı Ahmed Arif, tarzını yansıtan şiirleri 1948'de yayımlatmaya başladı. Attila İlhan'ın düzenlediği "Rüstemo" başlıklı şiiri, Varlık dergisinin yayımladığı "Şiirler-1948" antolojisinde yer aldı. Aynı yıl, "Bir Akşamüstü" adlı şiiri, tek sayı çıkan Meydan dergisinde yayımlanan Arif, sonraki yıllarda İnkılapçı Gençlik, Yeryüzü, Seçilmiş Hikayeler, Soyut, Yeni Ufuklar, Türk Solu, Kaynak, Militan ve Papirüs adlı dergilerde yazdı. Başarılı şair, siyasi görüş ve eylemleri sebebiyle 1951'de tutuklandı. Üniversite öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalan Arif, memuriyet hakkını da yitirdi. Arif, 7 Ekim 1954'te serbest kaldıktan sonra, kamu gözetiminde geçirmesi gereken süreyi Diyarbakır'da tamamlayarak yeniden Ankara'ya döndü. Fikret Otyam'ın röportajlarına şiirlerinden parçalar almasıyla, 1950'li yılların sonlarında ünü iyice yaygınlaşan şair Arif, Öncü ve Halkçı gazetelerinde düzeltmenlik, teknik sekreterlik ve gazetecilik yaptı. Ahmed Arif, 1967'de Aynur Hanım'la dünya evine girdi. Başarılı şairin, "Hasretinden Prangalar Eskittim" adlı kitabı 1968'de basıldı. Bir röportajında kendisi hayattayken yayınlanan kitabın adına değinen Arif, şu bilgileri vermişti: "Bunu anlatmak doğru mu bilmiyorum. Çok kişisel, duygusal bir şey, artık anı olmuş. Kitabımın adını 'Dört Yanım Puşt Zulası' koymuştum ama kardeşim buna engel oldu. Bana, 'Kitabına böyle bir ad koymaya hakkın yok. Seni 15 yaşındaki çocuklar, kızlar taparcasına seviyor. Sen bununla ola ki burjuvazinin tuzaklarını söylüyorsun. Ama şu da var, o çocuklara saygı duymalısın. Hatta bu adı, bir şiirine bile verme. Mısra olarak kalsın.' dedi. Düşündüm, kardeşime hak verdim. Madem öyle, kitabımın adı 'Hasretinden Prangalar Eskittim' olsun, dedim." Günümüze kadar defalarca baskı yapan kitap, Türkiye'de en çok basılan ve okunan eserler arasında yer aldı. Şiirlerinin pek çoğu bestelenerek ünlü isimler tarafından seslendirildi Ahmed Arif bir röportajında "nasıl yazıyorsunuz" sorusunu ise şu sözlerle yanıtlamıştı: "Yazıyorum denmez buna. Ben şiiri kafamda, yüreğimde bitiriyorum. Sonra bir gün oturup kabataslak kaleme alıyorum. Üç ya da beş yerinde düzeltme yapıyorum. Göze çarpan bir aksaklık varsa ya da yeni bir çağrışım varsa onu değiştiriyorum, o kadar... Bu bakımdan bana halk ozanı derlerse, onur duyarım. Küçümsemem. Hani ne diyorlar, irticalen..." Oğlu Filinta'nın doğumuyla 1972'de baba olan usta şair, 1977'de gazetecilikten emekli oldu. Ahmed Arif, 2 Haziran 1991'de kalp yetmezliği sonucu Ankara'da hayatını kaybetti. Cenazesi ertesi gün Maltepe Camisi'nden kaldırılarak Cebeci Mezarlığı'nda toprağa verildi. Toplumsal gerçekçi 1940 kuşağının son şairlerinden Ahmed Arif'in ölümünden sonra şiirleri oğlu tarafından derlenerek "Yurdum Benim Şahdamarım" adıyla 2003'te basıldı. Arif'in şiirlerinin pek çoğu bestelendi ve Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli, Fikret Kızılok, Edip Akbayram, Cem Karaca, Moğollar tarafından yorumlandı. Cemal Süreya'ya yazdığı mektuplar "Cemal Süreya'ya Mektuplar", Leyla Erbil'e yazdığı mektuplar ise "Leylim Leylim" adıyla Arif'in vefatından sonra basılarak okuyucuyla buluştu. "Şiirindeki anlatım biçimini ve söyleyişi etkileyen, halk dili ve halk şiiridir" Yakın arkadaşı Cemal Süreya, Ahmed Arif'i şu sözlerle anlatmıştı: "Doğu Anadolu insanının müthiş malzemesini korkusuz bir lirizm içinde önümüze yığıyor. Sonra bütün Anadolu insanına doğru yayıyor onu. Pir Sultan Abdal'ı, Urfa'lı Nazif'i, Köroğlu'na, Bedrettin'e bağlıyor... İmge onda sınırlı bir öge değil, bir bakıma şiirin kendisi, bütünü. Öyle ki bütünüyle vardır onun şiiri. Kelimeler ilişkin oldukları kavramları aşan ve daha geniş durumları kavrayan bir nitelik gösteriyor. Şiirin bütünü içinde kullanılmış bazı düz sözler, inanılmaz bir çarpıcılık, bir imge yeteneği kazanmaktadır Ahmed Arif'te. Öte yandan, şiirin içinde birer ikişer kelimelik mısralar halinde akan bu sözler, biçim yönünden de önem kazanmaktadır. Öyle ki, kendiliğinden doğan ve yalnız Ahmed Arif'e özgü gizli bir aruz gibi bu sözlerden bütün şiire bir müzik yayılmakta ya da bütün şiir çekidüzenini onlarda bulmaktadır." Şair ve yazar Gülten Akın, usta şairden şöyle bahsetmişti: "Ahmed Arif'in şiirine, umudun, inceliğin, korkusuzluğun şiiri demişler. Ekleyeceğim; Onun şiiri, onurun ve alçak gönüllülüğün, derinliğin ve yalınlığın bile şiiridir. Bu özellikler sonradan edinilmiş değil, doğulunun geleneksel özellikleridir. Akıl ve yürek bir olmuştur. Hayat, en acı, en umutlu deneylerini sermiştir. O şiirler yazılmıştır. Ahmed Arif’in şiiri baştan sona somut gerçeklere dayanan bir şiir. Zor bir şiir. Ama, tek bir kez kekelemeden, tek bir kez biçim, dil, anlatım sıkıntısı çekmeden, benzetmelerin, imgelerin en özgürünü bula kullana yazmış. Benzersiz bir ozan." Şair ve yazar Nihat Behram ise Ahmed Arif'in şiiri için "Şiirindeki anlatım biçimini ve söyleyişi etkileyen, halk dili ve halk şiiridir. Onu bir bakıma sözlü halk şiirinin yazıya geçen ve ufuklarını genişleten bir sıçrama noktası sayabiliriz. Şiirinin yapısında aşiret töreleriyle yetişişinin ve duyarlılığını halk duyarlığından asla soyutlamayışının derin izleri görülür. Şiiriyle günlük yaşantısının aynılığını doğuran da budur. Ahmed Arif’te yaşantıyla şiir bir ince telde korkusuzluk ve umutla birleşir." ifadelerini kullanmıştı.

  • Orhan Kemal

    "Ekmek Kavgası", "Hanımın Çiftliği", "Murtaza", "72. Koğuş" ve "Gurbet Kuşları"nın da aralarında olduğu çok sayıda unutulmaz esere imza atan, roman, şiir ve oyun yazarı Orhan Kemal... ( Ahmet Burak Özkan - Anadolu Ajansı ) Gerçek adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, 15 Eylül 1914'te Adana'nın Ceyhan ilçesinde, avukat Abdülkadir Kemali Bey ile ilkokul öğretmeni Adanalı Azime Hanım'ın çocuğu olarak dünyaya geldi. Çocukluğunun ilk yılları Adana'da geçen Kemal, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Adana'nın Fransız işgaline uğraması üzerine ailesiyle önce Niğde, sonra Konya, babası Abdülkadir Kemali Bey'in Kastamonu milletvekili olarak 1. Meclis'e girmesinin ardından ise Ankara'da yaşamaya başladı. Babasının 1930'da Ahali Cumhuriyet Fırkası'nı kurmasının ardından gelişen olaylar sonucu ailesi Suriye'ye zorunlu göç eden Kemal, ortaokul son sınıfta öğrenimini bıraktı. Orhan Kemal, daha sonra Adana'ya geri dönerek, tarım fabrikalarında işçilik, dokumacılık, ambar memurluğu ve katiplik gibi işlerde çalıştı. İlk şiirlerini 1939'da askerdeyken yazdı Milli Mensucat Fabrikası'nda işçi olan Nuriye Hanım ile 5 Mayıs 1937'de evlenen yazarın bir kızı ve 3 oğlu dünyaya geldi. Yazar Kemal, 1939'da ilk şiirlerini de kaleme aldığı askerlik görevi esnasında, ceza kanununun 94'üncü maddesine aykırı davranıştan 5 yıl hapse mahkum olarak Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yattı. Bursa Cezaevi'nde tutukluyken, aynı cezaevinde yatan Nazım Hikmet'le arkadaş olan Kemal, ünlü şairin roman denemelerini beğenmesi üzerine şiiri bırakarak roman yazmaya başladı. Orhan Kemal'in ilk şiirleri Raşit Kemali imzasıyla "Yedigün" ve "Yeni Mecmua"da yayımlanırken ilk düzyazısı, "Baba Evi" romanının bir bölümü olan "Balık" ise 1940'ta Yeni Edebiyat gazetesinde okuyucuyla buluştu. Hayatın içinden basit konuları, samimi bir dille anlatan ve Panait Istrati ve Maksim Gorki öykülerinden etkilenen yazar, ilk kez 1943'te yazdığı "Asma Çubuğu" öyküsünde Orhan Kemal adını kullandı. Öyküleri 1942 ve 1943'te "Yürüyüş" ve "İkdam" gazeteleriyle "Yurt ve Dünya" dergisinde yayımlanan Kemal, 1951'de İstanbul'a gelerek, roman ve tefrika öyküler kaleme almaya başladı. "72. Koğuş" ile "En İyi Oyun Yazarı" ödülünü aldı "Kardeş Payı" öyküsüyle 1958'de "Sait Faik Hikaye Armağanı"nı kazanan yazar, "Önce Ekmek" ile de 1969'da Sait Faik Hikaye Armağanı ve Türk Dil Kurumu tarafından verilen "Öykü Ödülü"ne layık görüldü. Konusunu ve kişilerini 1958'de yayımlanan "Devlet Kuşu" romanından aldığı 3 perdelik "İspinozlar" oyununu 1964'te yazan Kemal, yapıtında yoksul ama namuslu bir ailenin yakışıklı oğluyla varlıklı ama görgüsüz bir alenin şımarık kızı arasındaki evliliğin çarpık sonuçlarını ele aldı. Yazarın sahneye konulan ilk oyunu olan İspinozlar, 1964 - 1965 tiyatro sezonunda İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından sahnelendi. Kemal, farklı yıllarda kaleme aldığı "72. Koğuş", "Murtaza", "Eskici Dükkanı", "Kardeş Payı" adlı eserlerini oyunlaştırırken, "72. Koğuş" eseriyle 1967'de Ankara Sanat Severler Derneği'nce "En İyi Oyun Yazarı" seçildi. Babaannesinin soyunun bulunduğu yerleri gezip not almak ve "93'ten Bu Yana" adıyla ailesinin hikayesini yazmak amacıyla 1970'te Bulgar Yazarlar Birliği'nin çağrısı üzerine Sofya'ya giden yazar, kalp krizi sonucu tedavi gördüğü hastanede 2 Haziran 1970'te hayatını kaybetti. Cenazesi Türkiye'ye getirilen yazar, 5 Haziran 1970'te Zincirlikuyu Mezarlığı'na defnedildi. İlki 1972'de verilen "Orhan Kemal Roman Armağanı" Orhan Kemal Müzesi tarafından her yıl yazarın ölüm yıl dönümünde veriliyor. Orhan Kemal'in edebi kimliği Sosyal hayata bakarken ve öğelerini seçerken sosyal gerçekçi, bunları yansıtırken gözlemci ve eleştirel gerçekçi bir yazar olarak değerlendirilen Orhan Kemal, eserleriyle, toplumsal hayatın değişim dönemlerini birey-toplum ilişkileri çerçevesinde gerçekçi bir biçimde dile getirdi. Tarla ırgatlarından fabrika işçilerine uzanan, çalışanları, işsiz insanları ve ekmek kavgası veren yoksulların yaşamını anlatan yazar, şiir, roman, öykü, oyun ve senaryo olmak üzere beş farklı alanda eser verdi. Orhan Kemal’in 27 romanı, 12 öykü kitabı, 5 oyunu, çeşitli dergilerde basılmış şiirlerinin yanı sıra, 9’u filme alınmış 10 senaryosu ve 3 film öyküsü bulunuyor. Yönetmen, senarist Atıf Yılmaz, Kemal'in kaleme aldığı "Suçlu" romanını 1960'ta, Memduh Ün ise 1961'de "Avare Mustafa" ,1980'de "Devlet Kuşu" eserlerini sinemaya uyarladı. "Orhan Kemal'in yazar olarak ayağı hep topraktaydı" Orhan Kemal'in vefatının ardından bir yazı kaleme alan Kemal Tahir, usta isme ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştı: "Bir toplumun aydınları, kendi güçleriyle yaşama umutlarını yitirdikleri çizgide, kendi gerçeklerini artık merak etmez olurlar. Kendi gerçeklerinin yerine yabancı gerçekleri, çoğu uydurma kalıpları ortaya koymaya çabalarlar. Mucizelere - hem de inanmadıkları halde - umut bağlarlar. Yüz kez denenmiş yok edici bataklardan çıkış yolları umarlar. İşte, Orhan Kemallerimizin ardından yaktığımız ağıtların, geçim yoksulluğu iniltilerinin kaynağı budur." Yazar Yaşar Kemal de Orhan Kemal'in ayağının hep toprakta olduğu tespitini yaparak, "Orhan Kemal'e kadar hiç kimse, çalışan insanı iş başında vermedi. O, bunun büyük özelliği. Bir çizgiyle bir insanın karakterini bir anda çizmenin en büyük ustasıydı. Romanlarındaki, hikayelerindeki kahramanları konuşturması, hiçbir yazara nasip olmayacak kadar güzeldi. Orhan Kemal'in yazar olarak ayağı hep topraktaydı." şeklinde görüşlerini aktarmıştı. Orhan Kemal'in toplumcu gerçekçi bir yazar olduğunu vurgulayan yazar Adnan Özyalçıner ise "kara mizah" anlayışına da vurgu yaparak, "Tüm yaşantısı boyunca, toplumun yoksul, ezilmiş horlanmış insanlarıyla, onlardan biri olarak geçirdiği günler, ona küçük insanın en katı gerçeklere bile bakışındaki kara mizah anlayışının o hüzünlü, iç burkucu havasını katmıştır. O yüzden de Orhan Kemal, en katı gerçekler karşısında bile geleceğe olan güven duygusunu yitirmemiş, sonuçta aydınlığa açık kapıları belirlemeden geçememiştir." ifadelerine yer vermişti. Bazı eserleri Öyküleri: "Duygu", "Menevşe", "Ekmek Kavgası", "Pezevenkler", "Sarhoşlar", "Çamaşırcının Kızı", "72. Koğuş", "Grev", "Arka Sokak", "Kardeş Payı", "Babil Kulesi", "Dünya'da Harp Vardı", "Mahalle Kavgası", "İşsiz", "Önce Ekmek", "Küçükler ve Büyükler" Romanları: "Baba Evi", "Avare Yıllar", "Murtaza", "Cemile", "Bereketli Topraklar Üzerinde", "Suçlu", "Devlet Kuşu", "Vukuat Var", "Dünya Evi", "Gavurun Kızı", "Küçücük", "El Kızı", "Hanımın Çiftliği", "Üçkağıtçı" Oyun: "İspinozlar", "72. Koğuş", "Murtaza", "Eskici Dükkanı", "Kardeş Payı"

  • Cengiz Aytmatov

    Eserleriyle adını tüm dünyaya duyuran Kırgız yazar ve devlet adamı Cengiz Aytmatov... Kırgız edebiyatının yanı sıra Rus ve Türk edebiyatında da önde gelen isimlerden biri olan Aytmatov, devlet adamı Törekul Aytmatov ile Tatar asıllı tiyatro sanatçısı ve öğretmen Nagima Aytmatov'un çocuğu olarak 12 Aralık 1928'de dünyaya geldi. Kırgızistan'ın Talas bölgesinin Şeker köyünde doğan usta yazar, okul hayatına 1935'te Rusçayı da öğrendiği Moskova'daki bir Sovyet okulunda başladı. Aytmatov, babasının 1937'de tutuklanması ve bir yıl sonra kurşuna dizilmesiyle, bilge bir kadın olan babaannesi Ayıkman Hanım tarafından Manas Destanı'ndan hikayeler anlatılarak büyütüldü. Eğitimine, 1938'de taşındıkları Kirovskoye'deki Rus yatılı bölge okulunda devam eden yazar, ailesinin geçim sıkıntısı nedeniyle küçük yaşta çalışmaya başladı. 14 yaşında Rusça öğretmenliği yaptı Cengiz Aytmatov, henüz 14 yaşındayken vergi tahsildarlığı, tarım makinelerinin sayımı, Rusça öğretmenliği gibi işlerde çalıştı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra 1946'da ailesiyle Cambul'a taşınan ve burada Veteriner Teknik Okuluna giren Aytmatov, bu okuldan birincilikle, 1948'de girdiği Frunze Tarım Enstitüsünden 1953'te onur derecesiyle mezun oldu. Usta edebiyatçı, yazarlık kariyerine Moskova'da başlarken, 1952'de kaleme aldığı "Gazeteci Cyuda" adlı öyküde, savaş sonrası açlık ve sefalet çeken Japon çocuklarının yaşamlarını ele aldı. Enstitü yıllarında şehir gazetelerinde muhabir olarak görev yapmaya ve köşe yazıları yazmaya başlayan Aytmatov, 1953-1956'da Kırgızistan Hayvancılık Araştırma Enstitüsü'nde de kıdemli hayvancılık uzmanı olarak çalıştı. Kırgızistan'ın folklorik hikayelerini modern edebiyatla harmanlayan usta yazar, eserleriyle 1957’de Sovyet Yazarlar Birliği'ne kabul edildi. Aytmatov, 1956-1958'de Moskova'daki Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsünde eğitimine devam etti ve özellikle 1958'de kaleme aldığı "Cemile" adlı eserinin Fransız şair Louis Aragon tarafından Fransızcaya çevrilmesiyle daha çok tanınmaya başladı. 2008'de Almanya'da vefat etti Çalışmalarıyla 1963'te Lenin Ödülü'ne layık görülen Aytmatov, edebi çalışmalarına ek olarak, Sovyetler Birliği Parlamentosunda milletvekili olarak görev yaptı. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin eski Devlet Başkanı ve son lideri Mihail Gorbaçov'un danışmanlığını yapan beş kişiden biri olan Aytmatov, 1996'da Kırgızistan Cumhurbaşkanı Askar Akayev tarafından "kültür elçisi" sıfatıyla Kırgızistan'ın UNESCO temsilciliğine tayin edildi. Aytmatov, Kırgızistan'ın bağımsızlığına kavuşmasından sonra edebi çalışmalarını sürdürmesinin yanı sıra ülkesini Lüksemburg, Belçika ve Hollanda'da büyükelçi olarak temsil etti. Eserleri 176 dile tercüme edilen ünlü edebiyatçı, 1985'te Hindistan Javaharlal Nehru Ödülü, 1988'de Japonya Doğu Felsefesi Enstitüsü Akademi Ödülü, 1994'te Avusturya Avrupa Edebiyatı Devlet Ödülü, 1998'de Friedrich Rueckert Ödülü ile 2004'te Alexender Men ve Leo Kopelev Ödülü'nün de aralarında bulunduğu çok sayıda ödül aldı. Doğduğu topraklardan hiçbir zaman vazgeçmeyen, bozkırları ve yaşam biçimlerini uzun uzun anlatan yazar, eserlerinde savaş dönemine, aşk acılarına, kahramanlık hikayelerine, gelenek ve göreneklere, ninnilere, türkülere, masallara ve efsanelere yer verdi. Yazar, 2008'de Rus televizyon kanalının belgesel çekimleri için gittiği Tataristan'ın başkenti Kazan'da ani böbrek rahatsızlığı geçirirken, tedavi için götürüldüğü Almanya'da 10 Haziran 2008'de 79 yaşındayken hayatını kaybetti. İlk kez 1975'te Türkiye'ye geldi Aytmatov, 1970'te kaleme aldığı "Selvi Boylum Al Yazmalım" adlı romanıyla Türkiye'de tanındı. Kitaptan uyarlanan ve başrollerinde Kadir İnanır ile Türkan Şoray'ın rol aldığı 1977 yapımı aynı adlı film, Türk sinemasının klasikleri arasında yer aldı. Türkiye'de eserleri en çok okunan yabancı edebiyatçılardan biri olan Aytmatov, ilk kez 1975'te Turan Ülkesi Edebiyatına Hizmet Ödülü'nü almak üzere Türkiye'ye geldi. Cengiz Aytmatov, 1992'de İstanbul Sinema Günleri'ne katılmak ve 2007'de ise Türk Dünyası Ödülü ile fahri doktora unvanını almak üzere iki kez daha İstanbul'u ziyaret etti. Aytmatov adına 1998'de Ankara'da uluslararası bir bilgi şöleni düzenlendi, 2013'te ise Eskişehir Türk Dünyası Kültür Başkenti etkinlikleri çerçevesinde Cengiz Aytmatov Bilgi Evi açıldı. Türk dünyasının ortak değeri oldu Yaşamı boyunca çok sayıda esere imza atan Kırgızların gurur kaynağı Aytmatov, Türk dünyasına ve dünya edebiyatına Kırgız halkının kazandırdığı en büyük armağanı oldu. Doğumunun 90'ıncı yılı nedeniyle 2018 yılı, Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY) tarafından Türk dünyasında Aytmatov için "Anma Yılı" olarak ilan edildi ve bu kapsamda, başta Kırgızistan olmak üzere Türk dünyasında çok sayıda etkinlik düzenlendi. Anadolu Mektebi Yürütme Kurulu Başkanı Prof. Dr. Sami Güçlü'nün başkanlığında Türkiye'de 600'ü aşkın lise ve üniversite öğrencisi, Aytmatov'un doğumunun 90'ıncı yılına ithafen Aytmatov'un tüm eserlerini okudu. Dünya literatürüne "mankurt" kavramını kazandırdı Aytmatov, "mankurt" kavramını 1980'de kaleme aldığı "Gün Olur Asra Bedel" romanında tarihine küsen, geçmişini unutan, ailesine, mensup olduğu milletine, öz değerlerine yabancılaşan ve gayesi olmayan insanların mensup oldukları milletleri uyarmak için kullandı. Toplumuna yabancılaşma olarak da kullanılan "mankurt" kavramı, Aytmatov'un kendisi kadar dünya tarafından tutulup benimsendi. Eserleri Cengiz Aytmatov, "Dişi Kurdun Rüyaları" ve "Elveda Gülsarı" romanlarında insanların yanı sıra hayvanların da psikolojisini anlatmış, romanlarında insani özellikler atfettiği kurt ve at gibi hayvanlara yer vererek bu konuda başarılı olmuş dünyadaki sayılı yazarlardan biri olarak tanınıyor. Son romanı "Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Nişanlı"yı vefatından bir yıl önce okuyucuyla buluşturan Aytmatov'un "Zorlu Geçit", "Cemile", "İlk Öğretmenim", "Elveda Gülsarı", "Toprak Ana", "Dağlar ve Steplerden Masallar", "Kızıl Elma", "Selvi Boylum Al Yazmalım", "Fuji-Yama", "Beyaz Gemi", "Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek", "Gün Olur Asra Bedel", "Dişi Kurdun Rüyaları", "Cengiz Han'a Küsen Bulut" ve "Kassandra Damgası" adlı kitapları yayımlandı.

  • Aşık Veysel

    Aşık geleneğinin en büyük temsilcilerinden halk ozanı Aşık Veysel Şatıroğlu... "Uzun ince bir yoldayım/Gidiyorum gündüz gece/Bilmiyorum ne haldeyim/Gidiyorum gündüz gece" dizeleriyle hafızalara kazınan halk ozanı, 25 Ekim 1894'te Sivas'ın bugün Şarkışla ilçesine bağlı olan Sivrialan köyünde dünyaya geldi. Annesi Gülizar, babası Ahmet adında bir çiftçiydi. Asıl adı Veysel Şatıroğlu olan Aşık Veysel, çocukluğunu ve gençlik yıllarını köyünde geçirdi. Bölgede yaygınlaşan çiçek hastalığına yakalanmasıyla 7 yaşında iki gözünü de kaybeden Aşık Veysel, babasının teşvikiyle 10 yaşındayken saz çalıp şiir söylemeye başladı. Büyük ozan, o dönemde saz ustaları Çamşıhlı Ali ve Molla Hüseyin'den ders aldı. İlk evliliğini 1919'da Esma Hanım ile yapan, annesini ve babasını bundan bir yıl sonra kaybeden Veysel Şatıroğlu, eşinin kendisini terk etmesi üzerine 1928'de ikinci evliliğini Gülizar Hanım ile yaptı. Veysel'in bu evlilikten Zöhre, Ahmet, Hüseyin, Menekşe, Bahri, Zekine ve Hayriye adlarında 7 çocuğu dünyaya geldi ancak çocuklarından Hüseyin birkaç aylıkken hayatını kaybetti. Sivas'ta 1930'lu yıllarda öğretmenlik ve milli eğitim müdürlüğü görevlerinde bulunan şair ve oyun yazarı Ahmet Kutsi Tecer'in, tanınmasına büyük katkı sağladığı ozanın adı, ilk defa 5 Ocak 1931'de Tecer tarafından düzenlenen "Sivas Aşıklar Bayramı"nda duyuldu. Sazıyla bütün Anadolu'yu dolaştı Tecer'in davetiyle köy enstitüsünde saz hocalığı da yapan ve Cumhuriyet'in 10'uncu yıl dönümünde Ankara'ya getirilen ozan, daha sonra halkevlerinde, kahvehanelerde ve radyoda şiirlerini saz eşliğinde okudu. Eski gezginci aşıklar gibi elinde sazıyla hemen hemen bütün yurdu defalarca dolaşan Aşık Veysel'in, ilk şiir kitabı "Deyişler" 1944'te yayımlandı. Ömrü yoksulluk ve zorluklarla geçen Aşık Veysel, Cumhuriyet'in 10'uncu yılı için yazdığı destanın yayınlanmasıyla da dikkati çekerken, Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler köy enstitülerinde halk türküsü öğretmeni olarak 5 yıl görev yaptı. Yurt çapında tanınması 1950'lerde gerçekleşen Aşık Veysel, aynı yıl senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun yazdığı, Metin Erksan'ın yönetmenliğini üstlendiği "Karanlık Dünya" adlı bir filmde, yaşadığı Sivrialan köyü çevresiyle birlikte konu edildi. Şiirleri konu bakımından zengin çeşitlilik gösteren Veysel, Yunus Emre'nin etkisindeki şiirlerinde halk kültürünün mayasına karışan yönleriyle tasavvuftan izler sunarken, Türk edebiyatının ve saz şiiri geleneğinin büyük ustalarından biri olarak, kendisinden sonra gelenleri etkiledi. Aşık geleneğinin büyük temsilcilerinden biri oldu Duru ve arı bir dille yazdığı şiirleriyle halkla aydınlar arasında köprü kuran Aşık Veysel'e TBMM tarafından, "Anadilimize ve milli birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü" 1965'te özel bir kanunla 500 lira aylık bağlandı. Yaşama sevinciyle hüznün, iyimserlikle umutsuzluğun iç içe olduğu şiirleriyle, aşık geleneğinin son büyük temsilcileri arasında yer alan ünlü halk ozanı, 1971'de Nevşehir'in Hacıbektaş ilçesinde son konserini verdi. Ozan, ölümünden birkaç saat öncesinde bile, ''Birbirinizle, konu komşuyla iyi geçinin, dirliğiniz, düzeniniz bozulmasın'' diyerek, ''Kürt'ü Türk'ü ne Çerkezi/Hep Adem'in oğlu, kızı/Beraberce şehit, gazi/Yanlış var mı ve neresi'' dizelerini söyledi. Aşık Veysel, 21 Mart 1973 günü sabaha karşı 03.30'da doğduğu köy olan Sivrialan’da, şimdi adına müze olarak düzenlenen evde hayata gözlerini yumdu. Hafızalara kazınan çok sayıda eser bıraktı Çocukken iki gözünü de kaybetmesine rağmen şiirlerine yansıttığı vatanseverlik, hoşgörü, yaşama sevinci ve sevgi mesajlarıyla hem kendi dünyasını aydınlatan hem de bugünlere ışık tutan halk ozanı, hafızalara kazınan çok sayıda eser bıraktı. "Dostlar Beni Hatırlasın", "Güzelliğin On Para Etmez", "Kahpe Felek", "Kara Toprak", "Uzun İnce Bir Yoldayım", "Atatürk'e Ağıt", "Beni Hor Görme", "Beş Günlük Dünya", "Derdimi Dökersem Derin Dereye" gibi eserleri hafızalara kazınan ve Türkçeyi en yalın ve güçlü şekilde kullanan Aşık Veysel, şiirlerinde verdiği mesajlarla Türk milletine her zaman birlik ve beraberliği öğütledi. Aşık Veysel'in vatan, tabiat, birlik, çalışma, yardımlaşma konularını işlediği şiirlerinde, vatana bağlılık ve idealistlik dikkati çeken en önemli nokta oldu. Şiirlerinde "Veysel", "Sefil Veysel" ve "Veysel Şatır" gibi mahlaslar kullanan Aşık Veysel, bir şiiri hariç, bütün şiirlerini dörtlüklerle aktardı ve "Sazımdan Sesler" ile "Dostlar Beni Hatırlasın" adlı şiir kitapları bulunan ozanın ölümünden sonra, 1984'te "Bütün Şiirleri" adlı eseri tekrar yayımlandı. Aşık Veysel'in eserleri pek çok sanatçı tarafından tekrar yorumlanırken, birçok yabancı sanatçının da dikkatini çekti. Son olarak, ABD'li elektro gitar virtüözü Joe Satriani, 2008'de çıkardığı albümde "Aşık Veysel" isimli, kendi bestelediği enstrümantal bir esere yer verdi.

  • Yahya Kemal Beyatlı

    Hayatı boyunca sadece dergi ve gazetelerde yazı hayatını sürdüren ve kitapları vefatından sonra yayınlanan ünlü şair, yazar ve mütefekkir Yahya Kemal Beyatlı... "Şu kopan fırtına Türk ordusudur ya Rabbi, / Senin uğrunda ölen ordu budur ya Rabbi, / Ta ki, yükselsin ezanlarla müeyyed namın / Galib et, çünkü bu son ordusudur İslamın /" gibi unutulmaz mısralara imzasını atan, Vefatından sonra yayımlanan şiirleriyle tanınan Yahya Kemal Beyatlı, Makedonya'nın Başkenti Üsküp'te, 2 Aralık 1884'te hayata gözlerini açtı. Asıl ismi Ahmed Agah'tır. Çocukluk yıllarını Üsküp'teki şiirlerine de yansıyan Rakofça çiftliğinde geçiren Beyatlı, ilköğrenimini özel Mekteb-i Edep'te tamamladı. Beyatlı, 1892'de Üsküp İdadisi'ne girdi. Bir yandan da İshak Bey Camii Medresesi'nde Arapça ve Farsça dersleri aldı. Ailesi 1897'de Selanik'e taşınan usta şair, annesinin vefatı ve babasının tekrar evlenmesi sonrasında aile içinde çıkan sorunlar nedeniyle Üsküp'e döndü. Tekrar Selanik'e gönderildi. 1902'de İstanbul'a geldiğinde Vefa lisesine devam etti. Jön Türk olma hevesiyle 1903'te Paris'e giden Beyatlı, bir yıl kadar Fransa'daki Meaux okuluna devam edip Fransızca bilgisini geliştirdi. Siyasal bilgiler yüksek okuluna başladığı 1904 yılında Jön Türklerle bağlantı kuran Beyatlı, Ahmet Rıza, Abdullah Cevdet ve Samipaşazade Sezai gibi dönemin ünlü isimleriyle tanıştı. 1912'de İstanbul'a dönüp 1913'te Darüşşafaka'da edebiyat ve tarih öğretmenliği yapan Yahya Kemal Medresetü'l-Vaizin'de uygarlık tarihi dersi verdi. Selanik yıllarında "Esrar" takma adıyla şiir yazmaya başlayan Beyatlı, İstanbul'da Tevfik Fikret ve Cenap Şahabettin'in şiirleriyle tanıştı, İrtika ve Malumat dergilerinde "Agah Kemal" takma adıyla Servet-i Fünun'u destekleyen şiirler yazdı. Paris'te Fransız simgecilerinin şiirlerini okuyan şairin Fransız şiiriyle kurduğu yakınlık, Türk şiirine faklı bir açıyla bakmasını sağladı. Şiirle ilgili görüşleriyle de ilgi gördü Türk şiiri ve Türkçe söz sanatlarını inceleyen ve "Mısra haysiyetimdir" sözüyle şiirde dizenin bir iç uyumla, musiki cümlesi halinde kusursuzlaştırılması gerektiğini anlatan şair, şiirleriyle olduğu kadar şiirle ilgili görüşleriyle de ilgi gördü. Şaire göre divan şiiri "yığma" bir şiirdi ve parçacılık ve belirsizlik üzerine kuruluydu, tanzimat şairleri ise bu şiiri birleştirme çabalarında yetersiz kalmıştı. Kendi ulusunun dilini bulmaya çalışan sanatçı, batıdan edindiği yüksek beğeniyle, batı şiirine öykünmeyen yerli bir şiire yöneldi, biçime ağırlık tanıdı ve esinlenmenin yerine dil işçiliğini getirdi. Dize çalışmasındaki titizliği "az ve güç yazıyor" izlenimi uyandıran şairin yaşadığı sürede hiç kitap yayınlamaması bu izlenimi pekiştirdi. Karşıtlarının "esersiz şair" olarak adlandırdığı Beyatlı, çeşitli kesimlerden eleştiriler de aldı. "Ati", "İleri", "Tevhid-i Efkar", "Hakimiyet-i Milliye" dergilerinde yazılar yazan şair, daha sonra arkadaşlarıyla "Dergah" dergisini kurdu. Yazılarıyla Milli Mücadeleyi destekleyen Beyatlı, ayrıca 1922'de barış anlaşması için Lozan'a giden kurulda danışman olarak yer aldı. 1923'te Urfa milletvekili olan Beyatlı, Cumhuriyet'in kurulmasından sonra Varşova ve Madrid'te orta elçisi olarak görevlendirildi, Yozgat, Tekirdağ ve 1943-1946 yılları arasında İstanbul milletvekilliği yaptı. Halkevleri Sanat Danışmanlığı da yapan Beyatlı, 1949'da Pakistan Büyükelçisiyken emekli oldu. Yaşamının son yıllarını İstanbul'da Park Otel'de geçiren şair, bağırsak kanaması hastalığının tedavisi için 1957'de Paris'e gitti. Yahya Kemal, bir yıl sonra 1 Kasım 1958'de Cerrahpaşa Hastanesi'nde aynı hastalık nedeniyle hayata gözlerini yumdu. Yahya Kemal'in vefatından sonra çıkarılan eserleri Yahya Kemal Beyatlı'nın vefatından sonra 1961'de "Kendi Gök Kubbemiz", 1962'de "Eski Şiirin Rüzgarıyla", 1963'de "Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş" ve 1976'da "Bitmemiş Şiirler" isimli şiir kitapları yayımlandı. Saf şiir anlayışının Türk edebiyatındaki iki önemli kurucu isminden biri olarak gösterilen usta yazar, "Eğil Dağlar: İstiklal Harbi" 1966'da ve 1968'de yayımlanan "Siyasi Hikayeler" isimli kitaplarında, Türk edebiyatında büyük merhale teşkil eden şiirlerinden başka, makale, deneme, hatıra, tarih ve tefekkür yazıları ile edebi ve siyasi portrelerini de ustaca ortaya koydu. Şair, 1971'de çıkarılan "Edebiyata Dair" isimli eserinde tarihi olayları hikaye tekniğiyle anlatırken, 1964'de basılan "Aziz İstanbul" isimli kitabında ise İstanbul'un semtlerini, tarihini, kültürünü edebi bir üslupla ele aldı. Eserlerin yayınlanmasında Nihad Sami Banarlı'nın ve İstanbul Fetih Cemiyeti'nin katkısı bulunan Beyatlı, 1975'de çıkartılan "Tarih Musahabeleri", 1973'de "Çocukluğum, Gençliğim, Siyasî ve Edebî Hatıralarım" ile yakın tarihe ışık tuttu. Usta yazarın siyaset, felsefe ve sosyal hayata kadar her mevzuda kaleme aldığı yazıları ise 1977'de "Mektuplar ve Makaleler" isimli kitabında toplanarak okuyucularına ulaştırıldı. "Akıncılar", "Süleymaniye'de Bayram Sabahı", "Mohaç Türküsü", "Sessiz Gemi" ve "Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!" mısrasıyla başlayan "Aziz İstanbul", Beyatlı'nın en çok bilinen, ezberlenen ve bestelenen şiirleri arasında yer alıyor.

bottom of page