Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Hikaye Türünün Özellikleri
9. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Dersi: Hikaye Türünün Özellikleri Hikâye (öykü); yaşanmış ya da yaşanabilir olay veya durumların kişi, yer ve zamana bağlı olarak okuyucuda heyecan ve zevk uyandıracak şekilde anlatıldığı kısa edebî türdür. XIV. yüzyılda İtalyan edebiyatında Boccaccio´nun (Bokaçyo) yazdığı Decameron (Dekameron) adlı eser, hikâye türünün ilk örneği kabul edilir. Türk edebiyatında Tanzimat´tan önce hikâye türünün yerini halk hikâyeleri, destanlar, masallar, mesneviler ve Dede Korkut Hikâyeleri tutmaktaydı. Batılı anlamda hikâye, Türk edebiyatına Tanzimat´la girmiştir. Ahmet Mithat Efendi´nin Letâif-i Rivâyât adlı eseri ilk hikâye örneklerindendir. Letâif-i Rivâyât´ta yer yer geleneksel hikâyeninanlatım özelliklerine rastlanır. Teknik açıdan güçlü, Batılı örneklere benzeyen ilk hikâye ise Samipaşazade Sezai´nin Küçük Şeyler adlı eseridir. Hikâye türünün başarılı örnekleri Servetifünun Dönemi,Millî Edebiyat Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi´nde verilmiştir. Günümüzde hikâye, yeni anlatım biçimleri ve teknikleri denenerek edebî türler içinde gelişimini sürdürmektedir. Hikâyenin bölümleri serim, düğüm, çözüm şeklindedir ancak bazı hikâyelerde bu bölümler bulunmayabilir. Serim bölümü; yer ve zamanın belirtildiği, kişilerin tanıtıldığı, olayın anlatılmaya başlandığı bölümdür. Düğüm bölümü, olayın okuyucuda merak duygusu oluşturacak şekilde işlendiği bölümdür. Çözüm bölümü, olayların düğümlerinin çözüldüğü bölümdür. Okuyucuda merak uyandıran sorular bu bölümde cevaplanır. Hikâyenin yapı unsurları kişiler, olay örgüsü, mekân (yer), zamandır. Hikâyede anlatılan olayları veya durumları yaş kahramanlar hikâyenin kişi kadrosunu oluşturur. Bu kişiler kurmaca kişilerdir. Olay örgüsü; hikâye kişilerinin başından geçen olaylar dizisidir, hikâyedeki ana olaya bağlı küçük olayların peş peşe sıralanmasıyla oluşur. Mekân, olayın geçtiği yer ya da yerlerdir. Yazar, olayın akışı içinde ayrıntıya girmeden mekânı tanıtır. Zaman, olayın başlangıcından bitişine kadar geçen süredir. Olay, baştan sona doğru verilebileceği gibi bu sıralamaya uyulmadan da verilebilir. Zaman açıkça belirtilebileceği gibi sezdirilebilir de. Anlatıcı, hikâyedeki olayı anlatan kişidir. Anlatıcı, yazarın kendisi değil kurmaca bir kişidir. Hikâyede olaylar birinci veya üçüncü kişi anlatıcının ağzından anlatılır. Bakış açısı; anlatıcının hikâyedeki kişi, olay, yer ve zamanı ele alış biçimi ve bunlara karşı takındığı tutumdur. Üçe ayrılır: Hâkim (Tanrısal/ ilahi) Bakış Açısı: Anlatıcı, olaylara ve kahramanlara hâkimdir. Olayların nasıl gelişeceğini bilir ve görür. Olayları anlatırken kahramanların aklından geçenleri ve psikolojilerini yansıtır. Bu bakış açısında anlatıcı üçüncü kişidir. Kahraman (Ben) Bakış Açısı: Olaylar, hikâye kahramanlarından birinin ağzıyla anlatılır. Olayları yaşayan kahraman, olaylar karşısındaki izlenim ve tutumunu kendi bakış açısıyla yansıtır. Bu bakış açısında anlatıcı birinci kişidir. Gözlemci (Müşahit / Kameraman) Bakış Açısı: Anlatıcı; gördüklerini, tanık olduklarını aktarır. Hikâye kahramanlarının aklından geçenleri bilmez. Anlatıcının anlatımı gördükleriyle sınırlıdır. Nesnel bir tutum sergilenir. Bu bakış açısında anlatıcı üçüncü kişidir. Bir metinde birden fazla anlatıcı ve bakış açısı bulunabilir, anlatıcının değişmesine göre bakış açısı da değişebilir. Teması, konusu ve çatışma unsurları ile hikâye; yazıldığı dönemin siyasi, ekonomik, kültürel özelliklerini yansıtır. Tema, hikâyedeki temel duygu veya düşüncedir, soyut ve geneldir: sevgi, dostluk vb. Konu, hikâyede duygu veya düşüncenin somut bir duruma bağlı olarak ele alındığı olgudur, temayı sınırlandırır: Türkiye´de aile bağları vb. Karşılaşma, olay çevresinde gelişen edebî metinlerde çatışmaları, olay halkalarını veya yeni durumları oluşturacak şekilde kahramanların yüz yüze gelmeleridir. Çatışma, hikâyede karşıt duygu, düşünce ve isteklerin; kişilik özelliklerinin bir arada sergilenmesi ile ortaya çıkan durumdur. Olayların dayandığı asıl ögedir, merak duygusunu canlı tutar: hayal-gerçek çatışması vb. Hikâyeler genel olarak olay hikâyesi ve durum hikâyesi olmak üzere ikiye ayrılır: Olay Hikâyesi: Bu tarz hikâyenin temeli bir olay anlatımına dayanır. Olay hikâyesinde kahramanların ve çevrenin tasvirine önem verilir, okuyucuda merak ve heyecan duygusu uyandırılır. Fransız yazar Guy de Maupassant (Giy dö Mopasan) tarafından geliştirilen bu hikâye türüne Maupassant tarzı hikâye de denir. Olay hikâyesinin Türk edebiyatındaki başlıca temsilcileri Ömer Seyfettin, Refik Halid Karay ve Reşat Nuri Güntekin´dir. Durum Hikâyesi: Olaylardan çok, günlük yaşamın bir kesitini ele alıp anlatan hikâye türüdür. Durum hikâyesinde ruhsal çözümlemelere ağırlık verilir, olay ikinci planda kalır. Bu tarz hikâyede serim, düğüm, çözüm bulunmaz; okuyucunun merak duygusuna seslenilmez. Rus yazar Anton Çehov tarafından geliştirilen bu hikâye türüne Çehov tarzı hikâye de denir. Durum hikâyesinin Türk edebiyatındaki başlıca temsilcileri Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik Abasıyanık´tır. Anlatım Biçimleri Öyküleyici metinlerde öyküleme ve betimleme anlatım biçimlerinden yararlanılır. Öyküleyici Anlatım (Öyküleme): Olay anlatımına dayanan anlatım biçimidir. Bu anlatım biçiminde okuyucuyu olay içinde yaşatmak amaçlanır. Öyküleyici anlatımda kişiler, olay örgüsü, mekân ve zaman ögeleri bulunur; fiil ve fiilimsilere çokça yer verilerek kişiler hareket hâlinde yansıtılır. Betimleyici Anlatım (Betimleme): Varlıkları, durumları zihinde canlandırmayı amaçlaya anlatım biçimidir. Betimleyici anlatımda sıfatlar kullanılarak ve durumlar ayırt edici özellikleriyle verilir. Öznel olanlarına izlenimsel, nesnel olanlarına açıklayıcı betimleme denir. Öznel anlatımlı betimlemelerde okuyucuya izlenim kazandırmak, nesnel anlatımlı betimlemelerde bilgi vermek amaçlanır. Anlatım Teknikleri Öyküleyici metinlerde gösterme(diyalog, iç konuşma, bilinç akışı), tahkiye etme (kişi tanıtımı, olay anlatımı, geriye dönüş, iç çözümleme, özetleme), pastiş, parodi ve ironi gibi anlatım tekniklerinden yararlanılır. Gösterme (Sahneleme): Olaylar, kişiler, varlıklar okuyucuya doğrudan sunulur. Anlatıcı, okuyucu ile eser arasına girmez. Okuyucunun dikkati eser üzerinde yoğunlaşır. Bu teknikte kişilerin konuşmaları ve hareketleri yansıtılarak okuyucunun kendisini eserin kurmaca dünyasında hissetmesi sağlanır. Gösterme tekniği; diyalog, iç konuşma veya bilinç akışı şeklinde olabilir. Diyalog: Kahramanların karşılıklı konuşmalarına dayanan anlatım tekniğidir. Metne akıcılık kazandırır. Diyalog tekniğinde konuşmalar, kitabi değildir. Kahramanlar, sosyal statülerine uygun biçimde konuşturulur. İç Konuşma: Kahramanların içsel konuşmalarını aktarmaya dayanan anlatım tekniğidir. İç konuşma tekniğinde, kahramanın duygu ve düşünceleri sesli düşünme şeklinde yansıtılır. Bu anlatım tekniğinde kahraman, karşısında biri varmış gibi kendi kendine konuşur. Bilinç Akışı: Genellikle XX. yüzyıl modern roman ve hikâyesinde kullanılmış bir anlatım tekniğidir. Bu teknikte de iç konuşmada olduğu gibi kişilerin iç dünyaları, zihinlerinden geçirdikleri doğrudan o kişilerin ağzından, kendi kendilerine konuşmaları şeklinde verilir. Kahraman anlatıcı ve bakış açısı söz konusudur ancak bilinç akışında iç konuşmadan farklı olarak cümleler arasında mantık ilişkisi zayıftır. Daha çok serbest çağrışım yoluyla bir düşünceden bir başka düşünceye atlanır. Bu teknikte dış dünyaya ait nesneler, motifler bilinçaltını harekete geçiren serbest çağrışım ögeleri olarak işlev görür. Bilinç akışı ile iç konuşma tekniği genellikle iç içe kullanılır.
- Dil ve İletişim
9. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Dersi: Dil ve İletişim İletişim duygu, düşünce ve bilgilerin türlü yollarla başkalarına aktarılmasıdır. İletişim insanların temel ihtiyaçlarındandır. İnsanların duygularını, düşüncelerini ve hayallerini başkalarıyla paylaşma ihtiyacı iletişimi ortaya çıkarmıştır. İnsanlık tarihi kadar eski olan iletişim, tarihî süreç içinde gelişmiş ve biçimlenmiştir. Sosyal ortamda en etkili ve gelişmiş iletişim aracı olarak dil kullanılmıştır. İletişimin Ögeleri İletişim, sosyal yaşamda gerçekleşen bir süreçtir. Bu süreç iletişim ögeleriyle biçimlenir. Bu ögeler; gönderici, alıcı, ileti, kanal, geri bildirim, kod ve bağlamdır. Gönderici (Kaynak): İletişimi başlatan ögedir. Amacına uygun bir bilgiyi, isteği, düşünceyi alıcıya gönderir. Alıcı: Kodlanmış iletiyi alan, ona anlam verip kodu çözen iletişim ögesidir. İletişimin tam olarak gerçekleşebilmesi için alıcının göndericiye geri bildirimde bulunması gerekir. İleti (Mesaj): Göndericinin düşüncelerinin, isteklerinin, duygularının görsel veya işitsel hâle dönüşmüş şeklidir. İleti konuşma, yazı, hareket, resim vb. şekilde gönderilebilir. Kanal: İletinin alıcıya ulaşmasında kullanılan yol ve araçtır. Işık, hava, ses vb. iletiyi alıcıya taşıyan kanaldır. İnsan duyu organlarıyla iletiyi alır ve anlamlandırır. Geri Bildirim (Dönüt): Göndericinin iletisine alıcının verdiği karşılıktır. Gönderici, iletinin anlaşılıp anlaşılmadığını geri bildirim sayesinde öğrenir. Kod (Şifre): İletinin özel bir tarzda düzenlenmiş hâlidir. İletişimin gerçekleşebilmesi için göndericinin ve alıcının aynı kodu bilmesi gerekir. Türkçe konuşan bir kişinin iletisinin alıcı tarafından anlaşılabilmesi için alıcının da Türkçe bilmesi gerekir. Dil, iletiyi ulaştırmak için kullanılan en yaygın koddur. Kodlar bireyin yaşadığı kültürel çevreye bağlı olarak anlam kazanır. Bağlam: İletişime katılan ögelerin birlikte oluşturduğu ortamdır. Bağlamsız bir iletişim düşünülemez. Dilin İşlevleri • Sanatsal işlev • Heyecan bildirme işlevi • Dil ötesi işlev • Alıcıyı harekete geçirme işlevi • Kanalı kontrol işlevi • Göndergesel işlev Anlatımın Özellikleri Açıklık: Anlatımın belirsizlik taşımaması, net olmasıdır. Metinde yoruma göre değişmeyen ifadelere yer verilir. Noktalama işaretleri yerli yerinde kullanılır. Tartışmaya yol açmayacak bir anlatım söz konusudur. Metinden herkes aynı anlamı çıkarır. Akıcılık: Anlatımın ses akışına uygun olmasıdır. Metinde okunması kolay ifadelere yer verilir. Akıcılığı engelleyen ses ve ahenk kusurlarından kaçınılır. Yalınlık: Anlatımda gereksiz ayrıntılardan, süslü ve sanatlı söyleyişlerden kaçınmaktır. Uzun cümleler, imgeler, sanatlı ve süslü anlatım yalınlığı bozar. Anlatımda kolay anlaşılır bir dil tercih edilir. Duruluk: Anlatımda gereksiz sözlere yer vermemektir. Bir söz cümleden çıkarıldığında cümlenin anlamında daralma veya bozulma olmuyorsa o söz gereksizdir. Düşünceyi Geliştirme Yolları Bir konuda ileri sürülen düşünceyi geliştirmek, desteklemek, inandırıcı kılmak ve düşüncenin etkisini artırmak amacıyla birtakım yollara başvurulur. Başlıca düşünceyi geliştirme yolları şunlardır: Tanımlama: Varlık ya da kavramların belirgin özellikleriyle tanıtılmasıdır. Sözü edilen varlık ya da kavramla ilgili “nedir, kimdir” sorularının karşılığıdır. Örnekleme: Düşünceyi somut kılmak için örneklerden yararlanmaktır. Amaç, anlatılanların daha iyi anlaşılmasını sağlamaktır. Tanık Gösterme: Düşünceyi desteklemek amacıyla konuyla ilgili söz sahibi, güvenilir bir kişinin sözünden yararlanmaktır. Karşılaştırma: Aralarında benzerlik ya da karşıtlık bulunan varlık veya kavramların bu özelliklerinin ortaya konmasıdır. Anlatılanlar, kavramlar arasındaki benzer ve farklı özellikler yardımıyla daha anlaşılır hâle gelir. Sayısal Verilerden Yararlanma: Düşünceyi güçlü kılmak için sayısal verilerin kullanılmasıdır. Okuyucu, sayısal verilerin etkisiyle düşünceyi daha inandırıcı bulur. Somutlama: Soyut kavramların somut bir varlıkmış gibi anlatılmasıdır. Somutlama; istiare, kişileştirme, benzetme gibi sanatlar yardımıyla sağlanır. Benzetilen varlığın kimi özellikleri yardımıyla soyut kavram, zihinde canlanır ve anlam kazanır. Benzetme: Aralarında çeşitli ilgiler bulunan varlık veya kavramlardan benzerlik bakımından nitelikçe zayıf olanın güçlü olana benzetilerek anlatılmasıdır.
- Metinlerin Sınıflandırılması
9. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Dersi: Metinlerin Sınıflandırılması - Dilin Kullanımından Doğan Türleri Temelde şiir ve düzyazı biçiminde gruplanan metinler; gerçeklikle ilişkileri, işlevleri, yazılış amaçları, hedef kitleleri, kullanılan anlatım biçim ve teknikleri vb. ölçütlere göre sınıflandırılabilir. Metinler, sanat metinleri (edebî metinler) ve öğretici (bilgilendirici) metinler olmak üzere ikiye ayrılır. Ayrıca sanat metinleri ve öğretici metinler de kendi içinde gruplandırılır. Sanat metinleri; edebî bir heyecan uyandırmak, estetik zevk ve anlayış kazandırmak amacıyla yazılır. Coşku ve heyecanı dile getiren metinler (şiir), öyküleyici (anlatmaya bağlı) metinler (masal, fabl, destan, hikâye, roman), göstermeye bağlı metinler (tiyatro) sanat metinleridir. Öğretici metinler; tanıtmak, bilgi ve haber vermek, uyarmak, düşündürmek, kanıları değiştirmek, yönlendirmek gibi amaçlarla yazılır. Tarihî metinler, felsefi metinler, bilimsel metinler, gazete çevresinde gelişen metin türleri (makale, deneme, sohbet, fıkra, eleştiri, mülakat, röportaj, haber yazıları), kişisel hayatı konu alan metin türleri (anı, günlük, gezi yazısı, biyografi / otobiyografi, mektup) öğretici metinlerdir. Dilin Kullanımından Doğan Türleri Bir dilin kullanımında, bölgesel ve kültürel farklılıklar sonucu, dil içindeki çeşitlenmelerle ağız, şive ve lehçe oluşur. Dilin belirli çevrelerdeki özel kullanımıyla da argo ve jargon oluşur. Ağız: Bir dilin bir ülke sınırları içindeki farklı yerleşim bölgelerinde ses, şekil, söz dizimi ve anlamca farklılaşan konuşma biçimidir: Kayseri ağzı, Erzurum ağzı, Trakya ağzı... Şive: Bir dilin, yazılı kaynaklarla izlenebilen tarihî gelişimi içinde ayrılmış kollarıdır. Şiveler; bir milletin tarihî, siyasi, sosyal ve kültürel nedenlerle farklı yurt coğrafyalarına dağılmasıyla ortaya çıkar: Azeri Türkçesi, Özbek Türkçesi, Türkmen Türkçesi vb. Şiveler arasındaki ses, şekil ve kelime farklılıkları anlaşmayı engelleyecek kadar derin değildir. Lehçe: Bir dilin, tarihî gelişimi içinde yazılı kaynaklarla izlenemeyen dönemlerinde ayrılmış kollarıdır. Türk dilinin Çuvaş lehçesi ve Yakut lehçesi gibi. Lehçeler arasındaki ses, şekil ve kelime farklılıkları anlaşmayı güçleştirecek kadar derindir. Bu durum daha çok tarihî, siyasi ve coğrafi nedenlerden kaynaklanır. Argo: Ortak dilden ayrı olarak belirli toplulukların ses, yapı, söz dizimi ve anlam bakımından farklılık gösteren dili veya kelime dağarcığıdır. Farklı bir anlaşma biçimi sağlamak üzere oluşturulur. Argo oluşturulurken ortak dildeki kelimelere özel anlamlar verilir, bazı kelimelerde değişiklik yapılır; dilin lehçelerinden, eskimiş ögelerinden ve yabancı kelimelerden yararlanılır. Argo, çoğunlukla kaba bir söyleyiş özelliği gösterir. Jargon: Aynı meslek veya topluluktaki insanların ortak dilden ayrı olarak kullandıkları özel dil veya söz dağarcığıdır. Standart (Ölçünlü) Dil: Bir dili toplum olarak konuşan ve yazanların hep birlikte uydukları, ağız özelliklerinden arındırılmış, belirli ölçü ve kurallara bağlı ortak dildir. Bir milletin yazılı kültürünün oluşmasında dilde anlaşma ve birlik sağlanması gerekir. Bunun için dildeki ağızlardan yaygın ve işlenmiş olanı ortak kültür dili durumuna gelir. Standart dilin kuralları yazım kılavuzlarında ve sözlüklerde belirtilir. Standart Türkçe, İstanbul Türkçesi esas alınarak biçimlendirilmiş olan konuşma ve yazı dilidir.
- Edebiyatın Güzel Sanatlarla İlişkisi
9. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Dersi: Edebiyatın Güzel Sanatlarla İlişkisi Edebiyat; duygu, düşünce ve hayalleri söz ya da yazıyla en güzel biçimde anlatma sanatıdır. Sanat eserleri estetik duygularla ortaya çıkmıştır. Sanat eseri tektir ve biriciktir. Sanat eserinin estetik bir değer taşıması ve estetik bir kaygıyla oluşması gerekir. Güzel sanatlar; işitsel (fonetik), görsel (plastik) ve dramatik (ritmik) sanatlar olmak üzere üç gruba ayrılır. İşitsel (Fonetik) Sanatlar: edebiyat, müzik Görsel (Plastik) Sanatlar: resim, heykel, mimari Dramatik (Ritmik) Sanatlar: tiyatro, sinema, dans, bale, opera Edebiyat diğer güzel sanat dallarından, kullanılan malzeme ve kendisini ifade ediş tarzı bakımından ayrılır. Edebiyat dışındaki güzel sanat dallarının malzemesi boya, alçı, taş, ağaç gibi maddi unsurlarken işitsel sanatlar içinde yer alan edebiyatın malzemesi dildir. Aynı zamanda diğer sanat dallarıyla verilen eserleri açıklamak için kullanılan edebiyat, bu yönüyle de öteki sanat dallarından ayrılır.
- Edebiyat ve Edebiyatın Bilimlerle İlişkisi
9. Sınıf Türk Dili ve Edebiyatı Dersi: Edebiyat ve Edebiyatın Bilimlerle İlişkisi Edebiyat; duygu, düşünce ve hayalleri söz ya da yazıyla en güzel biçimde anlatma sanatıdır. Edebiyatın özünde güzellik, estetik duygusu vardır. Edebiyatın kökeni Arapça “edeb” kelimesidir. Yazarlara göre değişen edebiyat tanımlarından bazıları şunlardır: Edebiyat; tarihsel, sosyal ve kültürel olandan hareketle dille gerçekleştirilen güzel sanat etkinliklerine ve eserlerine verilen genel addır. (Şerif Aktaş) Edebiyat; malzemesi dil, kaynağı yaşantılar ve hayal gücü olan bir yaratıcılık, başka deyişle bir sanat dalıdır. (Gürsel Aytaç) Edebiyatla bilim arasında farklı şekillerde ilişki söz konusudur. Bu ilişkinin temelinde her ikisinin de insan etkinliği olması vardır. Edebiyat da bilim de insana yöneliktir, insan içindir. Edebiyat ve bilim birbirinden farklı yöntemler kullanır. Edebiyat kendi alanındaki üretiminde öznel bir bakışla güzelliğe ulaşmayı, kişiye estetik zevk kazandırmayı amaçlar. Bilim ise deney, gözlem, araştırma vb. yöntemlerle gerçeğe ve doğru bilgiye ulaşmayı amaçlar. Edebiyat kendi alanındaki etkinliklerini gerçekleştirirken bilimden yararlanır. Edebiyat öncelikle psikoloji, sosyoloji, tarih, felsefe gibi sosyal bilimlerle doğrudan ilişki içindeyken fizik, kimya, biyoloji gibi deneysel bilimlerle dolaylı bir ilişki içindedir. Edebiyat bilimi, bilim de edebiyatı etkiler. Bu anlamda edebiyatla bilim arasındaki ilişkinin karşılıklı olduğu unutulmamalıdır.
- Bireyin İç Dünyasını Temel Alan Eserler
Bireyin iç dünyasını esas alan eserlerin özellikleri şunlardır: Bireyin iç dünyasını esas alan yazarlar insan gerçekliğini farklı bir bakışla anlatmak, modern hayatın insan üzerindeki etkilerini tespit etmek için psikoloji, psikoanalitik (psikoanaliz) gibi bilimlerden ve dolayısıyla Freud’un görüşlerinden faydalanmışlardır. Yazarlar, bireyin iç dünyasını anlatmak için, düş analizi (bireyin gördüğü rüyayı içerik olarak çözümlemek) ve bilinç akışı (insanın zihninden geçirdiklerini, çağrışımları, sınır koymadan, doğrudan peş peşe anlatmak) yolarından yararlanmışlardır. Bireyin iç dünyasını esas alan eserlerde; bunalım, yabancılaşma, bireyin toplumla hesaplaşması, yalnızlık, sıkıntı, bilinçaltı, bireysel sorgulamalar, evrenin düzeni gibi konular ele alınır. Mekân, olay ve zaman bireyin iç dünyasını esas alan eserlerde birey üzerindeki etkisiyle birlikte verilirken, toplumcu gerçekçi eserlerde toplumun sorunlarını, sınıflar arasındaki farklılıkları vermek için bir araç olarak kullanılır. Bireyin iç dünyasını esas alan eserlerde çağrışımlara açık sanatsal bir üslupla ruh tahlillerine; toplumcu gerçekçi eserlerde halkın günlük konuşma diline, yerel söyleyişlere, açık ve sade bir anlatıma yer verilir. Bireyi sosyal (toplumsal) yönüyle değil psikolojik (ruhsal) yönüyle ele alıp anlatmışlardır. Cumhuriyet Dönemi edebiyatında bazı sanatçılar da bireyin iç dünyasını (psikolojisini, ruhsal durumunu) anlatmayı amaçlamış bu doğrultuda önemli eserler vermişlerdir. Bireyin psikolojisini yansıtmayı amaçlayan yazarlar, her şeyden önce eserlerinde olay örgüsünü insana özgü bir gerçekliği anlatmak için oluşturmuşlardır. Bu yazarlar, insan gerçekliğini farklı yönlerden anlatma gayreti içine girmişler; olaylardan ve insanlardan hareketle bireyin psikolojisini aktarmaya çalışmışlardır. Bu yazarlar, insanın topluma yabancılaşmasının nedenlerini sosyo-ekonomik unsurlarda değil bireyin iç dünyasında aramışlardır. Bu yüzden olay örgüsünü önemsememişler, merak unsurunu ikinci plana atmışlar ve tamamen insanın iç dünyasını ve içsel çatışmalarını gerçekçi tasvirlerle ortaya koymaya çalışmışlardır. İnsan gerçekçiliğinin farklı yönleri ele alınmıştır. Çehov tarzı hikâyeler yazmışlardır. Birey kavramından yola çıkarak bireysel çözümlemeler yapmışlardır. Bireyin bunalım, sıkıntı, yabancılaşma ve yalnızlıklarını ele almışlardır. Bireydeki psikolojik unsurların birey üzerindeki etkilerini anlatmışlardır. Psikoloji ve psikiyatriden faydalanmışlar; çağrışımlara açık, sanatlı bir dille ruh tahlillerine/çözümlemelerine yer vermişlerdir. Ruhî bunalım, yabancılaşma, yalnızlık, toplumla hesaplaşma, kendini sorgulama, bilinçaltı, kozmik alem, iç sıkıntısı, ruhi bunalım gibi konuları ele almışlardır. Eserlerinde özellikle iç konuşma, bilinç akımı gibi teknikleri kullanmışlardır. Peyami Safa hemen hemen bütün romanlarında, A. Hamdi Tanpınar Huzur'da, Tarık Buğra Küçük Ağa'da, İbiş'in Rüyası'nda, Mustafa Kutlu öykülerinde ruh çözümlemelerine geniş yer vermiştir. Bu anlayışta olan yazarların önemlileri şunlardır: Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Tarık Buğra, Samiha Ayverdi, Abdülhak Şinasi Hisar, Mustafa Kutlu, Abdulhak Şinasi Hisar,
- Türk Edebiyatında Toplumcu Gerçekçilik
Türk Edebiyatında Toplumcu Gerçekçilik akımı 1930′lardan 1980′lere kadar özellikle roman alanında varlığını güçlü bir biçimde sürdürmüştür. Toplumcu gerçekçi bakış doğrultusunda işçilerin, dar gelirlilerin dünyası, köydeki yaşam tarzı sunulmuş, köyden kente göçün ortaya koyduğu sorunlar, toplumcu dünya görüşüne uygun olarak sergilenmiştir. 1930′larda üretilen Anadolu insanının gerçeğini, toplumsal değişimle yaşanan sancıları anlatan öyküler ve romanlar, toplumcu gerçekçi edebiyatın kuruluşunun ilk örnekleri niteliğindedir. Sabahattin Ali, özellikle Anadolu’ya yönelme ve ne anlattığı kadar nasıl anlattığına da önem veren nitelikli roman ve hikâyeleriyle toplumcu gerçekçilerin öncülerden biridir. Toplumcu gerçekçi eser veren yazarların bir bölümü özellikle köy sorunlarına yönelmişlerdir. "Memleket Edebiyatı" çizgisinde ilerlediler. 1950′li yıllarda Köy Enstitülü yazarların çabalarıyla köy olgusu romanlarda daha farklı bir şekilde ele alınmaya çalışılmıştır. Köy Enstitülerinde yetişen köy kökenli yazarlar konularını daha çok toprağa bağlı insanların hayatlarından alan eserler yazmışlardır. Anadolu köy ve kasabalarına yönelmişlerdir. Mahmut Makal’ın 1950′de köy notlarını içeren “Bizim Köy” adlı kitabının yayımlanmasıyla, Fakir Baykurt ve Talip Apaydın gibi yazarların eserleriyle köye ve köy hayatına ilgi daha da artmıştır. 1960′lardan itibaren Fakir Baykurt, Kemal Bilbaşar, Yaşar Kemal gibi yazarlar köy – kasaba konularını işlemeyi sürdürürken Sabahattin Ali, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Samim Kocagöz, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin gibi yazarlar bir süre sonra kent insanının ve büyük kentin sorunlarını da ele alan konulara yönelmişlerdir. Toplumcu Gerçekçi Yazarlar: Başlangıçta Sabahattin Ali ve Sadri Ertem'in eserleriyle ortaya çıkan ve esasen Anadolu köy ve kasabalarının sorunlarını anlatan toplumcu-gerçekçi roman ve hikaye 1930'ların sonunda Kemal Bilbaşar ve Samim Kocagöz gibi yazarlarla alanını genişletmiştir. 1950'den sonra köy enstitüsü çıkışlı yazarlarla yaygınlaşan "köy romanı" bu dönemden sonra sosyalist düşüncenin etkisiyle ideolojik bir yön kazanarak gelişmeye devam etmiştir. Bu etki 1960'lı ve 1970'li yıllarda da devam etmiştir. Yazarlar özellikle köylerdeki toprak kavgaları, ağa-köylü, zengin-fakir, güçlü-güçsüz, öğretmen-imam çatışması, köyden kente göç ve sonuçları, dar gelirlinin sorunları ve geçim mücadelesi gibi konuları işlemişlerdir. Realizm ve naturalizm akımlarının etkisinde kalan bu yazarlar yapıtlarını konuşma diliyle yazmış, kahramanlarını bölgesel ağızlarına göre konuşturmuş, güçlü tasvirler yapmışlardır. Özellikle Batı Anadolu köylerindeki sorunları anlatan Samim Kocagöz'ün eserlerinin yanında Kemal Bilbaşar'ın Doğu Anadolu'daki ağa-köylü mücadelesini aşk ekseninde anlattığı "Cemo" adlı romanı da önemlidir. Toplumcu gerçekçiler eserlerinde büyük şehirlere göçün ortaya çıkardığı problemler ve sosyalizm üzerinde durmuştur. Bu eserlerde siyasi ideolojiler ön plana çıkar. Roman ve hikâyelerde çok sağlam bir kurgu görülmez. Eserlerde köylü ağızlarına oldukça fazla yer verilmiştir. Anadolu coğrafyası ve insanı, toplumdaki düzensizlikler, çatışmalar, köy gibi küçük yerleşim yerlerinin sorunları ağa-köylü, öğretmen-imam, zengin-fakir, halk-yönetici, güçlü-güçsüz, aydın-cahil ve büyük şehirlere göçün ortaya çıkardığı problemler gibi konular üzerinde yoğunlaşmışlar. Yazar okuyucuyu kendi doğrultusunda yönlendirmek ister. Sanat eseri belli görüşleri ifade etmek için araçtır. Tezlidirler. Halkı aydınlatmak düşüncesiyle bazı yazarlar bazı bölgeleri özellikle konu edinmiş. Bu anlayışla eser veren başlıca yazarlar : Sabahattin Ali, Sadri Ertem, Samim Kocagöz, Kemal Bilbaşar, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Necati Cumalı, Mahmut Makal, Fakir Baykurt, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Talip Apaydın, Abbas Sayar, Samim Kocagöz, Ercüment Ekrem Talu
- 1930'lu Yıllarda Cumhuriyet Şiiri
İlk şiir kitaplarını 1930'lu yılların başında yayımlayarak adını duyuran Ercüment Behzat Lav (1903-1984) ölçülü, uyaklı şiire karşı çıkışıyla dikkati çekmiştir. Gerçeküstücülükten başlayarak değişik şiir akımlarını deneyen şair,şiirimize alaysılamayı getiren ilk şair olma özelliğini taşır. S.O.S, Kaos, Açıl Kilidim Açıl, Mau Mau, Üç Anadolu şiirlerini bir araya topladığı kitaplarıdır. İçimizdeki Mahşer O Bir şehrin uzak homurtusu İçimizdeki mahşer Cömert ve kıraç toprağın özü O adını koyamadığımız duygu O bambaşka şey Belki sevinç Korku belki O yakınlığın içinde ıraklık O çürümek ve yeşermek O gözlerde parıltı Ve lezzet dudaklarda O Bir dalın kendini rüzgâra bırakışı Ve kollara bir belin. Ercüment Behzat Lâv 1930’lu yıllarda hece ölçüsüyle şiir yazma Ahmet Kudsi Tecer ve Behçet Kemal Çağlar’la sürerken, şiirimizi etkileyen şairler olarak, Cahit Sıtkı Tarancı (1910- 1956) ile Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı görüyoruz. Cahit Sıtkı’nın ilk kitabı Ömrümde Sükut’la, Fazıl Hüsnü’nün Havaya Çizilen Dünya adlı kitapları aynı yıl yayımlanarak iki şair adlarını birlikte duyuruyorlar. Cahit Sıtkı, Fransız şairleri ile kendinden önce gelen birkaç şairin etkisinde şiir yazmaya başlamış, giderek kendisine özgü, lirizmin ağır bastığı bir şiir dünyası yaratmıştır. Savunduğu Türkçe’yi iyi kullanan Cahit Sıtkı, şiirde, kesinlikle ölçü, uyak kullanılması gerektiği düşüncesine, şiiri herhangi bir düşünceyi iletmekte araç olarak görmeye karşı çıkmıştır. Şiirlerinde aşkın ve yaşamanın güzelliğini, ona karşı ölümü tema olarak kullanan Tarancı’nın öteki şiir kitapları OtuzBeş Yaş, Düşten Güzel ve Sonrası’dır. İlk şiir kitabından sonra yayımladığı Çocuk ve Allah’la ne ölçüde özgün bir şiir yeteneği olduğunu ortaya koyan Fazıl Hüsnü Dağlarca, dikkati üzerine çekmiştir. Ayrıca kendine özgü, benzetmeler,simgeler, hayaller kullanan Dağlarca, bireyin iç ve dış dünyasıyla birlikte yurt ve dünya insanına değin genişleyen bir çemberde genel olarak, insanın, davranış ve çatışmalarını yansıtmıştır. Sayısı kırkı bulan şiir kitapları arasında, Çakırın Destanı, Toprak Ana, Sivaslı Karınca, Yedi Memetler, Çanakkale Destanı, 19 Mayıs Destanı, Yeryüzü Çocukları adları en çok bilinenlerdir.
- Esrâr Dede
Gerçek adı Mehmed olan Esrar Dede 1748 (Hicri 1162) yılında İstanbul'da doğdu. Doğum tarihi üzerinde bir ihtilaf mevcuttur. Babasının isminin Ahmed-i Bîzebân olduğu bilinmektedir, fakat ailesine dair pek bir bilgi yoktur. Çok iyi bir eğitim gördüğü eserlerinden kolayca anlaşılabilmektedir. Arapça ve Farsça başta olmak üzere Rumca, Latince ve İtalyanca bilirdi. Dile olan ilgisi ve kabiliyetini, Lûgat-ı Tilyan isimli bir Türkçe - İtalyanca sözlük yazmış olmasından da anlıyoruz. Karakterinin güzel olduğu, özellikle çok cömert olduğu söylenmiştir. Galata Mevlevîhânesi'nde tanıştığı Şeyh Gâlip ile ömür boyu dost kalmıştır. "Esrâr" mahlasını da, Şeyh Gâlip'e arz edip talebelerinden olunca almıştır. Şeyh Gâlip ile tanıştıktan sonra Şeyh Gâlip'in eğitimine girdi. Hayatı boyunca Mevlevilik dairesinden çıkmadı. Daha sonraları tezkireci ve meşîhat makamlığını kazanmasına rağmen Şeyh Gâlip'in yanından ayrılmadı. Ömrü boyunca Galata Mevlevîhânesi'nde kendisine ayrılan odada yaşadı, eserlerini burda kaleme aldı ve 1796 (Hicri 1211) yılında burada vefat etti. Garip bir detaydır ki, vefat günü Mirac kandiline denk gelmiştir. Şeyh Gâlip, Esrâr Dede'nin ölümü üzerine bir mersiye kaleme almıştır. Bu mersiye şöyle başlar: Kan ağlasın bu dide-i dür-bârım ağlasın Ansın benim o yâr-ı vefâ-dârım ağlasın Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın Baştan başa bu cism-i siyeh-kârım ağlasın Ağyârım ağlasın bana hem yârim ağlasın Gûş eyleyen hikâyet-i Esrâr'ım ağlasın Nâ-dide bir güher telef etdim dirîg u âh Hâk içre defnedüp gerü gitdim dirîg u âh Ayrıca Esrar Dede'nin mezar taşında Şeyh Gâlip'in şu cümleleri yer almaktadır: "Esrâr Dede çileyi hatm ettiği dem Sırr oldu serin hırka-i tâbûta çeküp Gâlib dedi târihin efsûs efsûs Hemdemlerini hayrân kodı Esrâr göçüp." Eserleri [değiştir]Kuşkusuz her açıdan olduğu gibi edebî açıdan da Esrâr Dede'yi en çok Şeyh Gâlip etkiledi. Bu iki önemli ismin eserleri ise daha sonraki kuşakların birçok önemli edebiyatçısını etkilemiştir. Nitekim daha sonraları Şeyh Gâlip'in ünlü eseri "Hüsn ü Aşk"dan esinlenerek, Yenikapı Mevlevîhânesinin son şeyhi Abdulbâkî Baykara tarafından kaleme alınacak olan yine Hüsn ü Aşk isimli manzûm tiyatronun ilk perdesi Şeyh Gâlip ile Esrâr Dede'nin konuşmalarını konu alacaktır. Şiirlerini topladığı Dîvân'ı en önemli ve bilinen eseridir. Bu da, 1841 yılında "Divan-ı Belağat-unvân-ı Esrâr Dede Efendi" ismiyle yayımlanmıştır. Mevlevî şairlerinin hayatlarını ve şiirlerinden örnekleri barındıran, Esrâr Dede Tezkiresi olarak da anılan "Tezkire-i Şu'ârâ-yı Mevlevîyye" bir diğer ünlü eseridir. Diğer önemli eserleri: Mübâreknâme-i Esrâr, Fütüvvetnâme-i Esrâr ve daha önce de zikrettiğimiz Lugat-ı Tilyan`dır. Genel olarak Esrâr Dede arı ve yalın bir dil kullanırdı. Şiirlerinde Mevlevîliğe ve Mevlânâ`ya olan sevgisine sık sık yer vermiştir. Şiirlerindeki tasavvuf etkisi barizdir. GAZEL Gece Kandilli’de gök kandil olup ol meh-rû Mâhitab eyleyerek eyledi azm-i Göksu Ol şehen-şâh-ı hüsn basdı kadem şevketle Hele Beylerbeyi’nin başına devletdir bu Boğaz içinde bu şeb mey vererek muğbeçeler İtdi sâgar gibi lebrîz bizi tâ-be-gelû Gel çelipa içün itme bizi hicrana dûçar Nola İstavroz’a gitme bu gice kâfir-hu Subha dek eyleyelim şevk ile zevk-i mehtâb Mestdir çeşm-i siyeh meste yeter bu uyku GAZEL Azm-i sefer ettin dil-i nâçârı unutma Gittin güzel ammâ bu dil-efkârı unutma Gâhîce uyandıkça şebistân-i safâda Şol gice olan sohbet-i hemvârı unutma Vardıkça şeker-hâba girip bister-i nâza Ne zehr içer dîde-i bîdârı unutma Ben sabr edeyim derd ü gam-i hecrine ammâ Sen de güzelim ettiğin ikrârı unutma Ağlatmayacaktın yola baktırmayacaktın Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma Yok tâkati hicrânına lûtf eyle efendim Dil-haste-i aşkın olan Esrârı unutma
- Mehmet Behçet
1890 yılında Halep'te doğdu. Selanik İdadi'sinden sonra Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Edebiyat öğretmenliği, maarif müdürlüğü, maarif müfettişliği yaptı. İstanbul Haydarpaşa Lisesi edebiyat öğretmeniyken gözlerinden rahatsız olduğu için, kendi isteğiyle emekliye ayrıldı (1951). Fecri Ati ekolüne bağlıdır. 3 Temmuz 1980'de İstanbul'da öldü. Zincirlikuyu Mezarlığı'nda toprağa verildi. ESERLERİ: Erganun (şiirler, 1911); Buhurdan (mensur şiirler, 1925); Genç Şairlerimiz ve Eserleri (inceleme, 1936); Genç Romancılarımız ve Eserleri (inceleme, 1937); Edebiyatçılarımız ve Türk Edebiyatı (antolojik anket, 1938); Yumak (şiirler, 1938).
- 1950'li Yıllarda Cumhuriyet Şiiri
1950’li yılların başlarına geldiğimizde, kırklı yıllardan gelen toplumcu şairlerin yeni şiirler yayımlamadıkları dikkati çekiyor. Bunu nedeni de yayımladıkları kitaplarındaki şiirlerde işledikleri temaların sakıncalı bulunmasıdır. Şairler yeni şiirlerini yayımlamayı sonraki yıllara bırakmışlardır. Bu yıllarda ilk şiir kitaplarını yayımlamaya başlayanlar arasında, Ahlat Ağacı ile Mehmet Başaran, Susuzluk ile Talip Apaydın ve onlara, daha önceki yıllardan gelerek Toprak Ana ile katılan Fazıl Hüsnü dikkati çekiyorlar. Üç kitapta okuyucuya sunulan şiirlerin özelliği, romanlarda olduğu gibi köy gerçeğini vermeleridir. Köy ve köylüyle ilgili temaların gerçekçi bir görüşle gözleme dayanılarak verilmesi şiirimize içerik bakımından önemli bir katkıdır. 1950'li yılların başlarında şairler bir topluluk kuramamış bağımsız kalmışlardır. Şiir yazmaya kırklı yıllarda başlamakla birlikte etkilerden sıyrılarak kendi kişiliğini yansıtan şiirlerini 1950’li yıllarda yayımlamaya başlayan Behçet Necatigil (1916- 1979)dir. Necatigil’in özelliği bağımsız bir şair olmasıdır. Toplumcu gerçekçi bir sanat anlayışıyla yazdığı şiirleri yanında, bireysel ve psikolojik, metafizik temaları işlediği şiirleri de tad alınarak okunacak şiirlerdir. Toplumsal konulu şiirlerinde genelde dar gelirli insanların yaşamına eğilen şair, daha çok kendi yaşadığı semti ve o semtteki yaşayışı yansıtmıştır. İlk şiir kitabı Kapalı Çarşı’yı izleyerek, Çevre, Evler, Eski Toprak , Arada, Dar Çağ, Yaz Dönemi, Divançe, İki Başına Yürümek, En / Cam, Zebra, Karaler Aklar,B eyler şiirlerini topladığı kitaplarıdır. Bunlar dışında Sevgilerde adıyla şiirlerinden seçmeler yayımlanmış, ölümünden sonra bütün şiirleri dört kitapta toplanmıştır. Sevgilerde Sevgileri yarınlara bıraktınız Çekingen, tutuk, saygılı Bütün yakınlarınız Sizi yanlış tanıdı. Bitmeyen işler yüzünden (Siz böyle olsun istemezdiniz) Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi Kalbinizi dolduran duygular Kalbinizde kaldı. Siz geniş zamanlar umuyordunuz Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek. Yılların telâşlarda bu kadar çabuk Geçeceği aklınıza gelmezdi. Gizli bahçenizde Açan çiçekler vardı, Gecelerde ve yalnız. Vermeye az buldunuz Yahut vakit olmadı. Behçet Necatigil Bu yılların dikkati çeken bir şairi de şiirimize yeni imgeler getiren Atilla İlhan (1925)’dır. 1940’lı yılların sonlarında yayımladığı Duvar adlı kitabındaki şiirlerinde toplumcu bir çizgide görünen Atilla İlhan, ellili yıllara geçtiğinde okuyucularına, zengin imgeler, değişik benzetmelerle renklendirilmiş, insanın duygularını yansıtmaya yönelik şiirler vermiştir. Duvar’dan sonra, Atilla İlhan’ın şiirlerini, Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum, Bela Çiçeği, Yasak Sevişmek, Tutuklunun Günlüğü, Böyle Bir Sevmek, Elde Var Hüzün, Karkırımın Krallığı kitaplarında bir arada bulabiliriz. Sisler Bulvarı, Yağmur Kaçağı, Ben Sana Mecburum, Bela Çiçeği kitaplarını Ayrılık Sevdaya Dahil adıyla tek kitapta toplamıştır. Ellili yılların bağımsız şairleri arasına, Dünya İşleri ve Hacivatın Karısı adlı şiir kitaplarıyla Selah Birsel’i de katmamız gerekir. Ele aldığı temaları alaysı bir ifadeyle yansıtan Birsel, bu ifadeyle düşündürücü şiirler yazarak şiirimize yenilik getirmiştir. Bu iki kitabına Ases, Kikirikname, Haydar Haydar’ı eklemiş daha sonra iki kez Köçekçeler ve Bütün Şiirleri adlı kitaplarında şiirlerini bir araya toplamıştır. Son şiir kitabı da Rumba da Rumba’dır. Yine bu yıllarda Düdüklü Tencere, Sultan Palamut, Odun adlı kitaplarıyla katılan Metin Eloğlu’nun, kendi yaşama koşullarıyla birlikte çağını yansıtan şiirlerinde duygu, düşünce ve alaysılamayı bir arada buluruz. Şiirlerinin bu özelliğiyle kendine özgü bir şair olma niteliği taşır. Horozdan Korkan Oğlan, Türkiye’nin Adresi, Ayşemayşe’yle altmışlı yıllara; Dizin Yumuşak G, Rüzgar, Ekmek, Hep, Şiirce, Ay Parçası, Önce Kadınlar’la yetmiş ve seksenli yıllara geçmiştir. Şiirimizi 1960’lı yıllara götüren bir grup şairimiz de İkinci Yeniler olarak adlandırılanlardır. Başlatanları, İlhan Berk (1916), Cemal Süreyya (1931-1990), Sezai Karakoç (1933), Ece Ayhan (1931), Ülkü Tamer (1937), Tevfik Akdağ (1932) ve Yılmaz Gruda(1930) olan bu harekete Birinci Yeniler’den Oktay Rifat da katılmıştır. Muzaffer Erdost’un adlandırdığı İkinci Yeni Hareketi , birçok yönüyle Birinci Yeni’ye karşı bir hareket özelliği taşır. Genelde, onların basitlik ve anlaşılırlık eğilimine tepkidir. İkinci Yeni’nin temel dayanakları, imge kullanmayı genişletme, özgür çağrışım, somuttan soyuta yönelme, anlamdan uzaklaşma, us dışına çıkma, kapalılık, çevreden kaçış, dilbilgisi kurallarını çiğneme ve düzgün anlatımdan kaçma olarak özetlenebilir. İkinci Yeniler bu tutumlarıyla şiiri yeniden anlaşılmaz bir duruma getirmişlerdir. İlhan Berk; İstanbul, Günaydın Yeryüzü, Türkiye Şarkısı, Köroğlu, Galile Denizi ile ellili şairler arasında yer almış, onları izleyerek aralarında en çok tanınan Mısır Kalyoniğne olmak üzere on beş şiir kitabıyla günümüze gelmiştir. Cemal Süreya ilk şiir kitabı, Üvercinka ile tanınmış, daha sonra Göçebe, Beni Öp Sonra Doğur Beni, Güz Bitiği, Sıcak Nal adlı şiir kitaplarını yayımlamıştır. Turgut Uyar, Arz-ı Hal, Türkiyem, Dünyanın En Güzel Arabistanı kitaplarıyla bu yılların şairleri arasında yer almış, Tütünler Islak, Her Pazartesi, Divan, Toplandılar, Kayayı Delen İncir’le şiirlerini yayımlamayı sürdürmüştür. Edip Cansever ellili yıllarda İkindi Üstü, Dirlik-Düzenlik, Yerçekimli Karanfil, Umutsuzlar Parkı ve Petrol’de şiirlerini yayımlamış, onları izleyen onbir kitabıyla seksenli yıllara gelmiştir. Son kitabı Oteller Kenti’dir. Sezai Karakoç, Körfez adlı ilk şiir kitabını ellili yılların sonunda yayımlayarak İkinci Yeniler arasındaki yerini almış, Şahdamar, Hızırla Kırk Saat, Sesler, Taha’nın Kitabı, Gül Muştusu, Zamana Adanmış Sözler, Leyla ile Mecnun, Ateş Dansı ile günümüze gelmiştir. Ece Ayhan’da Sezai Karakoç gibi, Kınan Hanımın Denizleri’yle İkinci Yeniler arasındaki yerini almış, Bakışsız Bir Kedi Kara, Ortodokslar, Devlet ve Tabiat, Zambaklı Padişah, Çok Eski Adıyladır kitaplarında şiirlerini yayımlamayı sürdürmüştür. Ülkü Tamer İkinci Yeni doğrultusunda yazdığı şiirlerini, Soğuk Otların Altında’dan başlayarak Gök Onları Yanıltmaz, Ezra ile Gary, Virgül’ün Başından Geçenler, İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür, Sıra Göller adlı kitaplarında yayımlamıştır. Toplu şiirlerini de Yanardağın Üstündeki Kuş’ta bir arada bulabiliriz. İkinci Yeni hareketini başlatanlar arasında en az şiir kitabı olanlar Tevfik Akdağ’la Yılmaz Gruda’dır. Lacivert Kanatlı Bir Kuştur Gece ile Çıplak ve Sevinçle Akdağ’ın şiirlerini topladığı iki kitabı, Kuyumcular da Yılmaz Gruda’nın tek şiir kitabıdır. Oktay Rifat da Perçemli Sokak’ta yayımladığı şiirleriyle İkinci Yeniler arasına katılmıştır. 1950’li yıllarda tanınıp sonraki yıllara da geçen bir grup şair ise Hisar dergisi çevresinde toplananlardır. En çok tanınanları; Mehmet Çınarlı, İlhan Geçer, Mustafa Necati Karaer, Munis Faik Ozansoy, Gültekin Samanoğlu, Nüzhet Erman ... gibi adları olan şairler, daha çok duygusal yanı ağır basan şiirler yazdıkları gibi, alışılmış nazım biçimlerini kullanmışlardır.
- Şeyh Gâlîb
Zannetme ki şöyle böyle bir söz Gel sen dahi söyle böyle bir söz diyerek kendine ve sanatına olan güvenini ortaya koyan Şeyh Galip, 18. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul'da yaşamıştır. Galata Mevlevihanesi'nin şeyhidir. Devrin padişahı III. Selim, Mevleviliğe ilgi duymuş, Şeyh Galip 'in Galata Mevlevihanesi'ndeki dergahını sık sık ziyaret etmiş, onu şeyhi bilmiş, memnun etmiştir. Şeyh Galip de sık sık sarayda misafir edilmiş, padişah ve ailesi tarafından hep saygı, sevgi görmüştür. Bazı söylentilere göre Mevlevi dergahının genç şeyhi ile Osmanlı sarayının güzel kızlarından Beyhan Sultan arasında bir aşk yaşanmıştır. İki genç birbirini sevmiş ama aralarındaki aşk ,açığa çıkmamıştır. Şair, şiirlerinde mısraları arasına gizlediği aşkını; Senden ey şuh ben ümmid-i visal eylemedim Tab'ıma hadşe verüp fikr-i muhal eylemedim Ruz-ı aşkı şeb-i tarik-i hayal eylemedim Zülf-i kafir gibi inkar-ı cemal eylemedim Kakülün ah ile berhemzede-hal eylemedim Havf edip gamzene bir harf sual eylemedim Kalmadı sabra mecalim bilemem isyanım Daha yetmez mi tegafüle garaz Sultanım diyerek dile getirmiştir. ümmid-i visal: Kavuşma ümidi tab: Yaradılış, huy, tabiat hadşe: Vesvesi, merak, manevi rahatsızlık fikr-i muhal: imkansız düşünce ruz-ı aşk: Aşk günü şeb-i tarik-i hayal: Hayal yolunun gecesi zülf-i kafir: Nankör zülf (görünen saç) inkar-ı cemal: Güzelliği gizleme berhemzede-hal: Karmakarışık hal havf etmek: Korkmak gamze: Yan bakış tegafül: Anlamamazlıktan gelme garaz: Kin, düşmanlık Galip, hocası Neş'et'ten ders alırken kendisine " Es'ad " mahlası verilir. Bu arada şair, kendine güvenin sembolü olan " Galib" mahlasını kullanıyordur. Devrin bir çok şairi kısa zamanda şöhrete ulaşan bu kabiliyetli şairi kıskanırlar. Dönemin hicivci şairi Sururi, iki mahlas kullanan Galip'i şöyle hicvediyor. Bilmem ey menhus adın Es'ad mıdır Galib midir Zatını tarif kıl kimsin kime mensupsun Gerçi dersin şairane bir tegallüb eyledim Piş-i erbab-ı sühande Galib-i mağlubsun Halbuki bu mısraları yazan Sururi de iki mahlaslı idi. Eski mahlası "Hüzni" idi. Galip kendisi için söylenilenlere hiç bir zaman cevap vermedi. Devrin bir başka şairi dayanamayıp bu eleştirilere şöyle cevap verir. Mağrurluğun olmada günden güne efzun Şayeste idi mahlasın olsaydı gururi Galip görünen Es'ad'a mağlub diyorsun Hüzni'yi unuttun mu ne yaptın a Sururi menhus: Uğursuz tegallüb: Üstünlük piş-i erbab-ı sühan: Söz erbabının önü mağrur: Gururlu efzun: Çok, yukarı, fazla şayeste: Yakışır Asıl adı Mehmet. 1758’de İstanbul’da doğdu. Önceleri Hoca Neşet’in kendisine verdiği Es’ad mahlasıyla şiirler yazdı. Sonradan Galib mahlasını aldı. Bir süre Konya’ya gidip Mevlana Dergahı’nda çile çekti. İstanbul’a döndü ve çilesini Yenikapı Mevlevihanesi’nde tamamladı. Dönemin Padişahı III. Selim ve Valide Sultan Mihrişah’ın takdirlerini kazandı. Galata Mevlevihanesi’nin 22’nci şeyhi oldu. Annesi ve çok sevdiği şair Esrar Dede’nin ölümünden sonra fazla yaşamadı. 4 Ocak 1799’da İstanbul’daöldü. Babası kendisinden 3 yıl kadar sonra yaşamını yitirdi. Şiir dili oldukça ağır ve yabancı kelimeler, tamlamalarla doludur. En ünlü eseri, 26 yaşında başlayıp 6 ayda bitirdiği Hüsn ü Aşk aldı mesnevisidir. Hece vezniyle yazılmış bir şiiri de vardır. MERSİYE Kan ağlasın bu dide-i dür-bârım ağlasın Ansın benim o yâr-ı vefâ-dârım ağlasın Çeşm ü dehân u ârız u ruhsârım ağlasın Baştan başa bu cism-i siyeh-kârım ağlasın Ağyârım ağlasın bana hem yârim ağlasın Gûş eyleyen hikâyet-i Esrâr'ım ağlasın Nâ-dide bir güher telef etdim dirîg u âh Hâk içre defnedüp gerü gitdim dirîg u âh Zât-ı şerifi âleme bir yâd-gâr idi Fakr u fenâ vü aşk u hüner-ber-karâr idi Her şeb misâl-i şem' benim ile yanar idi Sâye gibi yanımda enis-i nehâr idi Hakkaa tamâm âşık idi yâr-ı gaar idi Birkaç zaman muammer olaydı ne var idi Allah verdi aldı yine kurb-i Hazrete Biz kaldık intizâr ile rûz-i kıyâmete Âhir nefesde sohbeti oldu mahabbet âh Bir yâre urdu bağrıma âh derd-i firkat âh Gelmezdi hiç kalb-i fakire bu sûret âh Ey kâş etmeyeydim o âşıkla sohbet âh Yakmazdı belki cânımı bu nâr-ı hasret âh Telh etdi kâmımı o zehr-nâk şerbet âh Eyvâh elden o gül-i handânım aldı mevt Esrâr'ım aldı cümle dil ü cânım aldı mevt Olsun mübârek ol mehe kabr-i saâdeti Mevlâ müyesser ede makaam-ı şefâati Bitmiş ne çâre dâne vü gelmişdi sâati Dehrin budur hemişe muhîbbâna âdeti Tefrik içündür etse de izhâr vuslatı Zehri yutulmaz ağza alınmaz harâreti Ben gördüğüm bu dâr-ı fenânın fenâsıdır Baakî Hûudâ rızâsı bekaa Hâk bekaasıdır Meydân-ı Mevlevide nişân âşikâr edip Pervâz ederdi şevk ile Ankaa şikâr edip Eylerdi nây u defile semâ' âh u zâr edip Bulmuşdu kân-ı matlabı Hak'da karâr edip Almışdı müjde kûyuna yârın güzâr edip Gitdi ne çare Gaalib'i hasretle yâr edip Olsun visâl-î Hazret-i pirânla kâm-yâb Kıldı karîn'i kabri Fasîh-i felek-cenâb (Esrâr Dede'nin ölümü üzerine yazdığı mersiye) ŞARKI Fâriğ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni Ben bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh felek Şâhid olsun aşkıma arz u semâ sevdim seni Bend-i peyvend-i dilim ebrû-yı gaddârındadır Rişte-i cem’iyyetim zülf-i siyeh-kârındadır Hastayım ümmîd-i sıhhat çeşm-i bîmârındadır Bir devâsız derde oldum mübtelâ sevdim seni Ey hilâl-ebrû dilin meyli sanadır doğrusu Sûy-i mihrâba nigâhım kec-edâdır doğrusu Râ kaşından inhirâf etsem riyâdır doğrusu Yâ savâb olmuş veya olmuş hatâ sevdim seni Bî-gubârım hasret-i hattınla hâk olsam yine Sıhhatim rûh-i lebindendir helâk olsam yine Tîğ-i gamzenden kesilmem çâk çâk olsam yine Hâsılı beyhûde cevr etme bana sevdim seni Gâlib-i dîvâneyim Ferhâd u Mecnûn’a salâ Yüz çevirmem olsa dünya bir yana ben bir yana Şem’ine pervâneyim pervâ ne lâzımdır bana Anlasın bîgâne bilsin âşinâ sevdim seni GAZEL Gencinen olsam vîrân edersin Âyînen olsam hayrân edersin Tîr-i nigehden dâğ-ı derûna Baksan ne işler seyrân edersin Sâkî kerâmet sende ya bende Bahri habâba mihmân edersin Nezzâre-i germ etdikçe ey çeşm Âteşle âbı yek-sân edersin Ey huşk zâhid dem urma meyden Dest-i duâyı mercân edersin Zâhid o meh-veş bir nûrdur kim Büttür demezsin îmân edersin Mâdâm uçarsın gözlerde ammâ Rûyun perî-veş pinhân edersin Tabl-ı tehîden gümdür suhanler Bî-hûde Gaalib efgaan edersin Etvâr-ı çerhe uy mevlevî ol Seyrân edersin devrân edersin TARD Ü REKB (tardiyye) Yek mazrada kıldın ey yüzü gül Âyinemi âf-tâbe-i mül Geçdi bana neş’e-i tegaafül Hem eyle hem eyleme tenezzül Dil hânesi câ-yı işretindir Bir şu’lesi var ki şem’-i cânın Fânûsuna sığmaz âsmânın Bu sîne-i berk-âşiyânın Sînâ dahi görmemiş nişânın Efrûhte-i inâyetindir Şeh-bâz-ı dil oldu evc-pervâz Kim sayd-ı hümâya eyleyib nâz Zülfünde de olmaz âşiyân-sâz Afv eyle ki şeh-i felek-tâz Perverde-i dest-i himmetindir Bir âleme olmuşum ki vâsıl Şeb-nemleri mihr ile mukaabil Yok pertev-i mihre anda hâil Nezdîk ü baîdi özge menzil Kim firkatın ayn-ı vuslatındır Açıldı der-i harîm-i ma’nâ Bir sûret olub hezâr da’vâ Esrâr-ı hafî hep oldu peydâ Bildim ki bu cümle şûr ü gavgaa Gavgaayı sever bir âfetindir Ey arş-kemâl ü meh-sitâre Olmak n’ola düşmen-i nezâre Gaalib sana oldu pâre pâre Bir hâne-harâb imiş ne çâre Dâm-ı reh-i mihr-i tal’atindir GAZEL Koycek bize gardaş duman atturdu zügürtlük Kokden pılıyu pırtıyu satdurdu zügürtlük Zarraflar inanmaz asunaflar söze ganmaz Çok kimseyü gehr ile zıbartdurdu zügürtlük Çanlardı çeğem zengün iken çan gibi emme Suncu deyu ağzumı gapatdurdu zügürtlük Zalt ben mü ya Gastammanulu da cıbır oldu Dünyayu birübirüne gatdurdu zügürtlük Bakkal gasap etmekcü zokakda benü gözler Taşra çıhman damda gapatdurdu zügürtlük Gurtara çalab alayumuz gasdu gavurdu Mal goymadu heskesde top atdurdu zügürtlük Gaalüb ne öküz galdu ne dombay ne bi eşşek kokden pıluyu pırtuyu satdurdu zügürtlük










