Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Kutadgu Bilig (1069) - Yusuf Has Hâcib
İslâmî Türk edebiyatının bilinen ilk büyük eseri olan Kutadgu Bilig 6645 beyit içeren manzum olarak yazılmış bir siyasetname kitabıdır. Kutadgu Bilig'in kelime anlamı mutlu olma bilgisidir. Kutadgu Bilig'in yazarı Yusuf Has Hâcib hakkında, esere sonradan eklenen mensur ve manzum önsözlerde kısa bilgiler vardır. Bu eklerde verilen bilgilere göre Yusuf Balasagunludur ve 1010/1015 yılları arasında doğduğu tahmin edilmektedir. Yusuf’un yazmış olduğu eserden devrinde yüksek bir terbiye ve eğitim gördüğü anlaşılmaktadır. Eserini Balasagun’da yazmaya başlamış, ancak 1068 yılında buradan ayrılarak Kaşgar’a gitmiş 1069’da bitirdiği eserini burada Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Han’a sunmuştur. Kâşgar'a gelip Kutadgu Bilig'i tamamlayan ve hükümdara sunan Yusuf, hükümdarın eserini beğenmesi üzerine saraya has hâcib (başmâbeyinci) olarak tayin edilmiştir. İçerik olarak bir öğüt ve siyaset kitabı görünümdeki Kutadgu Bilig, beyitler hâlinde, mesnevi nazım şeklinde Şehname vezninde (feûlün feûlün feûlün feûl) yazılmış çok büyük bir eserdir. Ancak eserin sonundaki üç bölüm gazel tarzında kafiyelenmiştir. Ayrıca eserin içerisinde mani tarzında kafıyelenmiş dörtlükler de vardır. Eski Uygur şiirindeki mısra başı kafiyesi kimi zaman Kutadgu Bilig'de de görülmektedir. Yusuf, eserini san'at gayesiyle değil, didaktik bir amaçla yazmıştır. Eser, diğer klâsik şark eserleri gibi Allah'a hamd bölümüyle başlar, ardından peygambere, dört sahabeye övgüden sonra bahariye (bahar tasviri) bölümü gelir. Bahariyenin sonunda çok usta bir geçişle hükümdar övgüsü başlar. Hükümdara övgünün ardından yedi yıldız ile on iki burç, insanoğlunun itibarının bilgi ve akılla olabileceği, dilin fayda ve zararları üzerinde durulduktan sonra Yusuf, yapmış olabileceği hatalardan dolayı okuyucudan özür diler. Bu özür bölümünün ardından ise iyilik yapmak, bilgi ve akıl konularına yer verir, kitabın adını, mahiyetini anlatır ve şairin yaşlılığına döner. Kitabın adı için okuyana kut (baht) versin ve elini tutsun diye "Kutadgu Bilig" koydum, şeklinde bir açıklama düşer. Yusuf eserini alegorik bir tarzda kurmuş ve dört ana kahraman üzerinden eserini oluşturmuştur. Buna göre ideal insanı tasvir eden eserdeki kahramanlar ve temsil ettikleri kavramlar şunlardır. 1. Kün Togdı: köni törü (adalet) 2. Ay Toldı: kut (baht) 3. Ögdülmiş: ukuş (anlayış, idrak, akıl) 4. Odgurmış: akıbet. Adaleti temsil eden Kün Togdı, hükümdar; bahtı temsil eden Ay Toldı vezirdir. Aklın temsilcisi Ögdülmiş vezirin oğlu, akıbetin temsilcisi Odgurmış ise vezirin oğlunun arkadaşıdır. Eserde bu manzum hikâye içinde yer alan karşılıklı konuşmalar bir tiyatro eseri özelliği arz etmektedir. Bu bakımdan eser Türk Edebiyatı'nın ilk tiyatro eseri sayılabilir. Kutadgu Bilig Karahanlı Dönemi'nin ölçünlü (standart) Türkçesi ile yazılmıştır. Kutadgu Bilig'in bugüne ulaşmış bulunan üç nüshası vardır: Herat, Mısır, Fergana nüshaları. Herat nüshası Şahruh Dönemi'nde, 17 Haziran 1439'da Herat'ta istinsah edilmiştir. Şeyhzade Abdürrezzak Bahşı, nüshayı Tokat üzerinden İstanbul'a getirtmiştir. Osmanlı tarihçisi Hammer, 18. asrın son yıllarında bu eseri bulup Viyana'ya götürmüştür Bu nüsha hâlen Viyana'da Avusturya Devlet Kütüphanesi'ndedir. Mısır nüshası, 1374'ten önceki bir tarihte İzzeddin Aydemir adına Arap harfleriyle istinsah edilmiştir. Hidiv Kütüphanesi müdürü Moritz, 1896'da kütüphaneyi düzenlerken bu nüshayı bulmuştur. Nüsha hâlen Kahire'de, Mısır Devlet Kütüphanesindedir. Fergana nüshası 14. yüzyılın ilk yarısında Harezm çevresinde Arap harfleriyle istinsah edilmiş olmalıdır. Eser Batı Türkistan'da uzun asırlar boyunca özel kütüphanelerde kaldıktan sonra, Ahmet Zeki Velidi (Togan) tarafından 1913 yılında Fergana'da bulunmuştur. Fakat Birinci Dünya Savaşı, Bolşevik ihtilâli ve Türkistan istiklâl mücadeleleri sırasında tekrar kayıplara karışan nüsha 1925 yılında, Özbek bilgini Fıtrat tarafından yeniden bulunmuştur. Nüsha bugün Taşkent'te bulunmaktadır.
- Atebetü’l Hakayık - Yüknekli Edib Ahmed
Yüknekli Edib Ahmed bin Mahmud tarafından tahminen 12. yüzyılda yazılmış manzum bir öğüt ve ahlâk kitabıdır. Eser Muhammed Dâd İspehsâlâr Bey'e sunulmuştur. Konu ve biçim bakımından Kutadgu Bilig ile benzerlikler taşır. Eserin yazarı hakkında pek fazla bilgi yoktur. Ancak esere sonradan eklenen bölümlerden onun Yüknek’te doğduğu ve kör olduğu öğrenilmektedir. Döneminin sayılan sevilen isimlerinden biridir. Atebetü'l-Hakayık 40 beyit ve 101 dörtlükten ibaret (484 mısra) bir eserdir. Eser aruzun (feûlün feûlün feûlün feûl) vezniyle yazılmıştır. Beyitler hâlindeki bölüm eserin giriş bölümüdür ve gazel tarzında kafiyelenmiştir. Dörtlükler hâlinde yazılan bölüm, eserin ana bölümüdür ve mâni tarzında (a a x a) kafiyelenmiştir. Eserde tam kafiyeler yanında yarım kafiyeler de vardır. Mısra başı kafiyelerine de sık rastlanır. Giriş bölümünde Tanrı'ya, peygambere ve dört halifeye övgüden sonra, Emir Muhammed Dâd İspehsâlâr Bey'e övgü bulunur. Sonra yazarın kitabını niçin yazdığını anlattığı bölüm gelir. Eserin dörtlükler hâlindeki ana bölümünde şu konular işlenmiştir: Eserin dörtlüklerden oluşan ana kısmında ilmin faydası ve bilgisizliğin zararı, dilin muhafazası, dünyanın dönekliği, cömertlik ve hasislik, tevazu ve tekebbür, hırs, kerem-yumuşaklık ve başka iyilikler, zamanın bozukluğu anlatılmaktadır. Atebetü'l-Hakayık yazılış amacına uygun olarak tamamen öğüt üslûbuyla kaleme alınmıştır. Atebetü'l-Hakayık'ın sonunda. Edib Ahmed hakkında üç ek vardır. Bunlardan ikincisinin yazarı Emir Seyfeddin (Barlas) ve üçüncüsünün yazarı Emir Arslan Hoca Tarhan, Temür ve oğlu Şahruh zamanında yaşamış beylerdir. Şairi bilinmeyen birinci ekin de yakın yıllarda yaşadığı tahmin edilebilir. Birinci ekte Edib Ahmed'in gözlerinin doğuştan kör olduğu (toga körmez erdi edibnin közi), kitabı 14 bâb (bölüm) olarak yazdığı ve değerinin altın yüklü file eşit olduğu belirtilmiştir. Emir Seyfeddin tarafından yazılan ikinci dörtlükte Edib Ahmed, "edibler edîbi" ve "fazıllar başı" olarak nitelenmektedir. Arslan Hoca Tarhan'ın beyitler hâlindeki eki daha uzundur ve daha fazla bilgi içermektedir. Atebetü'l-Hakayık'ın dört yazması bugüne ulaşmıştır. Semerkant nüshası, Temür'ün oğlu Şahruh döneminde, 1444'te Semerkant'ta, hattat Zeynelâbidin tarafından istinsahedilmiştir. Düzgün bir hatla, Uygur harfleriyle yazılmıştır. Şimdi İstanbul Süleymaniye Kütüphanesi'nde Ayasofya bölümündedir. Ayasofya nüshası, 1480'de İstanbul'da Şeyhzade Abdürrezzak Bahşı tarafından düzenlenmiştir. Üst satırları Uygur, alt satırları Arap harflidir. Topkapı Müzesi nüshası Fatih veya 2. Beyazıt döneminde, İstanbul'da istinsah edilmiş olmalıdır; Arap harflidir. Ankara Seyid Ali nüshası Arap harflidir; baştan, ortadan, sondan eksiktir. Eserin yazmalarının Semerkant ve İstanbul'da istinsah edilmesi, Herat'ta yaşayan Nevayî'nin eserinde Edib Ahmed'in uzunca yer alması, esere ait bir dörtlüğün, Uygur harfli olarak Turfan yazmaları arasında bulunması, bütün Türk dünyasında 15. yüzyılın sonlarına dek ne kadar yaygın olduğunu gösterir.
- Alp Er Tunga
Kaşgarlı Mahmud'un Dîvânü Lûgati't-Türk adlı eserinde madde başlarına verilen örneklerde yer alan dörtlüklerin bir araya getirilmesiyle tam metnini elde edebildiğimiz Alp Er Tonga destanından Kutadgu Bilig’de de bahsedilmektedir. Bu iki büyük kaynak Alp Er Tonga’yı Şehname’nin kahramanı Afrasyab ile birleştirmektedirler. Büyük Başkurt dil ve tarihçisi Zeki Velidî Togan, Reşîdeddin'in Farsça, Ebülgazi Bahadır Han'ın Çağatay Türkçesiyle naklet-tiği Oğuz Kağan Destanı'nın ilk tabakasının Alp Er Tonga ile ilgili olduğu görüşündedir. Her iki destanda da destan kahramanları Kafkasları kuzeyden güneye geçmiş ve Anadolu, Suriye ve Mısır’ı fethetmişlerdir. Alp Er Tonga, M.Ö. VII. yüzyılda kahraman Saka hükümdarıdır. O, Orta Asya'daki bütün Türk boylarını birleştirmiş, Kafkasları geçmiş Anadolu Suriye ve Mısır'ı fethetmiş ve Saka devletini kurmuştur. Hayatı savaşlarla geçen bu kahraman uzun süre mücadele ettiği İranlı Medlerin hükümdarı Keyhusrev 'in davetinde oyuna getirilerek öldürülmüştür. Alp Er Tonga ile İranlı Med hükümdarları arasındaki bu mücadelelerin hatıraları uzun asırlar hem Türkler hem İranlılar arasında yaşatılmıştır. Alp Er Tonga, Yunan kaynaklarından Heredot’ta Madyes, Asur kaynaklarında Maduva olarak geçer. Bu Şehnâme'deki Turan kahramanı Afrâsiyâb'dır. Afrâsiyâb ise Türk kaynaklarında Alp Er Tonga veya Tonga Alp Er olarak geçmektedir. Afrâsiyâb, Cüveynî'deki Uygur destanına göre efsanevî Uygur hükümdarı Buku Han; Şehâbeddin Mercânî'de Buka Han bin Pişing olarak geçmektedir. İran kaynaklarına göre Afrâsiyâb, Türklerin en eski atası olan Tur veya Türk'ün soyundan gelmektedir. Şehnâme’de babasının adı Peşenk veya Feşenç'tir. Togan bu kelimenin Peçenek Türkleri ile ilgili olabileceğini düşünmektedir. Ahmet B. Ercilasun Afrâsiyâb kelimesinin ilk iki hecesinde Alp Er isimlerinin bozulmuş biçimlerini bulmanın mümkün olacağını, ancak Afrâsiyâb'ın Herodot'taki karşılığı olan Madyes ve Asur kaynaklarındaki karşılığı Maduva ile Alp Er Tonga arasında ilgi kurmanın mümkün olmadığı kanaatindedir. Diğer yandan Madyes'in babası Herodot'ta Prototeus, Asur kaynaklarında Bartatua'dır. Ercilasun, destan ve efsanelerde baba ile oğul adının birbirine karışmasından hareketle, Bartatua kelimesinin Alp Er Tonga'nın bozulmuş biçimine benzediğine dikkat çeker. Alp Er Tonga'nm esas yurdu Çu ve İli havzaları, Kâşgar ve Balasagun şehirleridir. Dîvânü Lûgati't-Türk'te düşülen kayıtlara göre Alp Er Tonga Kâşgar’da oturmuştur. Büyük Türk kahramanı Alp Er Tonga'nın hile ile öldürülmesi Türk halkı arasında çok büyük üzüntü yaratmış; onun için yapılan yoğ töreninde yiğitler kurt gibi uluyup atlarını yoruncaya dek sürmüşler; yakalarını yırtıp benizleri sararıncaya dek feryat etmişler; feleğin işine kahretmişler ve Türk ozanları Alp Er Tonga için yürek parçalayan ağıtlar söylemişlerdir. İlim aleminde "Alp Er Tonga Sagusu" adı verilen ağıtın dokuz dörtlüğü 11. yüzyılın ikinci yarısında Kâşgarlı Mahmud tarafından tespit edilmiştir. Dîvânü Lügati't-Türk'ün farklı yerle-rinde bulunan dörtlükler birleştirilince sagu (ağıt) ortaya çıkmaktadır. Alp Er Tonga’nın ölümünden duyulan acıyla Sagu aşağıdaki dörtlükle başlar: Alp Er Tonga öldi mü Alp Er Tonga öldü mü, Esiz ajun kaldı mu Kötü dünya kaldı mı, Ödlek öçin aldı mu Zaman öcünü aldı mı Emdi yürek yırtılur Artık yürek yırtılır.
- Kaşgarlı Mahmut ve Divan-ı Lugati’t Türk
Dîvânü Lügati’t-Türk, Türkçenin bilinen ilk sözlüğüdür. Kâşgarlı Mahmud tarafından 1072 Ocağında yazılmaya başlanmış, 1077 Ocağında bitirilmiştir. Mahmud eserini, Abbasî halifesi Ebü'l-Kasım Abdullah'a sunmuştur. Eserin adı "Türk dillerini toplayan kitap" anlamına gelir. Kâşgarlı Mahmud, döneminin standart dilinin sözlüğünü yazarken çeşitli Türk boylarının ağızlarına da yer vermiştir. Kâşgarlı Mahmud muhtemelen Karahanlı Hanedanı'na mensup bir şehzadedir. Babası Hüseyin Çağrı Tigin 1056-1057 yıllarından önce Barsgan emiri idi. Eserinin Barsgan maddesinde Kâşgarlı, "Bu şehir Mahmud'un babasının şehridir." kaydını düşmüştür. 11. yüzyılın başlarında doğan Kaşgarlı devrinde iyi eğitim görmüştür. O sözlükçülüğün yanında aynı zamanda bir diyalektolog (ağız araştırmacısı), etnolog ve halk edebiyatı araştırmacısıdır. Kâşgarlı Mahmud Türkçe ve Arapça yanında Farsça’yı da iyi bildiği gibi; coğrafya, tarih ve din bilimleri gibi döneminin başlıca bilim dallarından da haberdardır. Kendisi ve ailesi ile ilgili pek fazla bilgiye yer vermeyen Mahmut eserinde kendisini şu şekilde anlatır. "Ben onların en uz dillisi, en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğum hâlde onların şarlarını (şehirlerini), çöllerini baştan başa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini, kafiyelerini belliyerek faydalandım; öyle ki, bende onlardan her boyun dili, en iyi şekilde yerleşmiştir. Ben onları en iyi surette sıralamış, en iyi bir düzenle düzenlemişimdir". Eser Araplara Türkçenin gücünü göstermek, Türkçenin Arapçadan hiç de geri kalamayacak bir dil olduğunu ifade etmek amacıyla yazılmıştır. Bunun için eserin mukaddimesi (taktim bölümü) ve açıklamaları hep Arapçadır. Yine bunun için madde başları, Arap sözlükçülük geleneğine göre sıralanmıştır. Dîvânü Lügati't-Türk, Türkçeden Arapçaya bir sözlüktür. Türkçe kelimelerin Arapça karşılıkları verildikten sonra mutlaka kelimelerin içinde bulunduğu bir örnek cümle verilir. Örnekler sık sık bir atasözü veya bir dörtlük de olabilmektedir. Daha sonra örneğin Arapça karşılığı yazılır. Eğer madde başı olan kelime Türk kişi veya boy adlarından biri ise ayrıca açıklamalar yapılır. Özel adlar dışındaki önemli kelimeler için de bazen açıklamalar yapılmıştır. Madde başı fiil ise geçmiş zamanın teklik 3. şahsında verilir. Örnek ve Arapça anlam bittikten sonra fiilin geniş zamanı ile mastarı (alur-almak, yazar-yazmak) mutlaka yazılır. Madde başlarının üstünde ve Türkçe örneklerin üstünde kırmızı çizgi vardır. Kaşgarlı modern bir sözlükçü gibi çalışmıştır. Kaşgarlı çok uzun yıllar Türk illerinde topladığı malzemeyi sözlüğünde kullanmıştır. Dolayısıyla bu sadece bir sözlük değil, aynı zamanda Türk folkloru, Türk kültürü, Türk edebiyatı ve hatta Türk tarihi ile ilgili çok geniş bir bilgi yelpazesi sunmaktadır. Onun madde başlarına vermiş olduğu örnekler, dönemin çeşitli şiir parçalarıdır. Farklı madde başlarında Alp Er Tonga sagusundan çeşitli dörtlük örnekleri vermiştir. Bu sayede bu sagu günümüze kadar gelebilmiştir. Kâşgarlı Mahmud yer yer gramer açıklamaları da yapar. Nitekim, Kâşgarlı Mahmud sözlüğünde belirttiğine göre, Cevâhirü'n-Nahv fî-Lügati't-Türk (Türk dilinin gramer cevherleri) adlı bir de gramer yazmıştır. Ancak bu gramer bugüne dek bulunamamıştır. Dîvânü Lügati't-Türk'te örnekler içinde yer alan dörtlükler 764 mısradır. Divanda yer alan bu dörtlükler koşma tarzının Türk edebiyatındaki ilk örnekleridir. Dörtlüklerin ilk üç mısraı, kendi aralarında kafiyelidir. Duraklar, yarım kafiye ve redif sonraki dönemlerin koşmalarında olduğu gibi bu şiirlerin de başlıca ahenk unsurlarıdır. Dîvânü Lügati't-Türk'ün tek yazması vardır; Ali Emirî Efendi tarafından İstanbul'da Beyazıt Camii yanındaki bir sahafta, 1917 yılında bulunmuştur. Hâlen, Emirî İstanbul'un Fatih semtindeki Millet Kütüphanesi'ndedir. Yazma, Sâveli Muhammed bin Ebî Bekr ibni Ebi'l-Feth tarafından 1266'da Şam'da tamamlanmıştır.
- Manas Destanı ve Edebiyatımızdaki Yeri
Kırgız Türklerinin millî destanı olan Manas Destanı, 500 bin mısradan fazla ve tamamen manzumdur. Destan Manas’ın oğlu Semetey, torunu Seytek ile ilgili kısımlardan ve yine Manas destanının çerçevesine giren Er Töstük ile Colay Han destanlarından oluşmaktadır. Kırgız Türkleri arasında geniş bir kahramanlık hikâyesi olarak 11.ve 12. yüzyıllarda oluşmaya başlayan, kısa bir sürede büyük bir Türk destanı halini alan Manas, en eski Türk destanlarının motiflerinden, mitolojik unsurlardan da izler taşıyan dünyanın en büyük destanıdır. Manas destanı adeta bir tarih ve folklor ansiklopedisi gibi Kırgızların bütün gelenek ve göreneklerini, törelerini, inançlarını, dünya görüşlerini, başka milletlerle olan ilişkilerini, masallarını ve ahlak anlayışlarını ifade eder. Destan, Kırgızların iç ve dış düşmanları, Budist Kalmuklar, Çinliler, kısmen de Uygur ve diğer Orta-Asya Türk kabileleriyle yaptıkları hürri-yet mücadelesini konu alır. Manas’da adı geçen coğrafî yerler, mücadele edilen kavimler, tarihî ve coğrafî gerçeklere uygundur. Destandaki olaylar sihir ve büyüye bağlı olarak hayalî sahnelerde geçse de diğer taraftan destan çok realist bir üsluba sahiptir. Adeta gerçek bir roman gibidir. Manas Destanını kopuz eşliğinde şarkı söyleyip, tıpkı bir meddah gibi çeşitli hareketlerle destanı bir tiyatro oyunu gibi sergileyen kişilere Manasçı denir. Manasçılar, destanın tamamını ezbere okurlar. Manasçılar, destanı bilme derecelerine göre de ikiye ayrılırlar. Destandan bazı parçaları, epizodları bilip anlatanlara Şala Manasçı (Yarı Manasçı), destanın tamamını usulüyle anlatanlara da Nagız Manasçı (Gerçek Manasçı) denilir. Gerçek manasçılar destanın üç büyük kolunu bütün epizodlarıyla, kesintisiz olarak anlatırlarsa birkaç ayda, kesintili olarak anlatırlarsa ancak altı ayda anlatabilirler. Manasın bir kısmını söyleyenlere ise Ircı denmektedir. Manasçı destanı anlatırken kendi zamanında etki altında kaldığı olayları ve kendi duygu ve düşüncelerini de destana katabilir. Bilinen en eski ve efsa-nevi manasçı, Keldibek adlı Manasçıdır. Tabi onun ardından birçok ünlü Manasçı yetişmiştir. Üç büyük koldan ibaret olan Manas destanının bu üç koluna Manas Üçlüğü adı verilmektedir. Manas adını taşıyan birinci kısmı; kahramanın doğuşu, güç sahibi olarak kendini tanıtması, Kırgızlar arasındaki mücadelelerde şöhret kazanması, Kalmuklara karşı elde etliği başarılar, Kırgızları bir bayrak altında toplaması, ülkesini düşman istilasından kurtarması gibi olay örgülerinden oluşur. Manas'ın öldürülmesinden sonra, Kırgızlar arasındaki iç çekişmeler artar, hâkimiyet mücadelesi yeniden başlar. Destanın Semetey ve Seytek kollarında ise daha çok Kırgızların kardeş kavgaları, şahsî mücadeleler, hanlar ve beyler arasındaki vuruşmalar anlatılır. Semetey'den adını alan ikinci bölümde, Manas'ın karısı Kanıkey, ve annesi Çıyırdı, küçük Semetey'i yanlarına alarak Buhara'ya, Manas'ın kayınbabası Temir Han'ın yanına giderler. Semetey burada dayısı İsmail'in yanında on dört yaşına kadar kim olduğunu bilmeden büyür. Kim olduğunu öğrendiğinde Talas'a gelir, hâkimiyeti amcalarının ve dedesinin elinden alır. Kırgızlar arasındaki iç çekişmeler, kanlı vuruşmalar devam eder. Sonunda akrabalarından İlyas Han, Semetey'i öldürür, karısı Ayçörek'le evlenir. Üçüncü bölüm Manas'ın torunu Seytek’in hayat hikâyesinden ibarettir. Seytek de büyüdüğünde babasının katillerinden intikamını alır, hâkimiyeti eline geçirir, esir ninesi Kanıkey'i kurtarır. Destanın bu üç büyük kolundan başka, Manas destanı içinde kabul edilen Er Töstük ve Colay Han destanları vardır. Bazı ilim adamları bu son iki kolu bağımsız birer destan olarak görürler. Kırgızların bu büyük destanını bilimö dünyasına ilk defa duyuran kişi Kazak âlimi Çokan Velihanoğlu (1835-1865) olmuştur. Onun ardından Radloff, 1862, 1864, 1869 yıllarında Kırgızistan’a yapmış olduğu seyahatlerde Manas'dan derlediği parçaları yazıya geçirmiş, bunları Kırgızca, Rusça ve Almanca olarak yayımlatmıştır. Bu yayınların ardından günümüze kadar Manas destanı ile ilgili çalışmalar durmamış tam tersine hız kazanmış, Manas destanı birçok yönlerden bilim dünyasına konu olmuştur.
- Saltukname: İlk İslami Destan
Saltuknâme 13. yüzyılda yaşamış, Rumeli’nin Türkleşmesinde büyük rolü bulunan Sarı Saltuk'un efsanevi hayatını anlatan Anadolu Türk destanlarından biridir. Eser Cem Sultan’ın isteği üzerine 1480 civarında Ebu'l-Hayr-ı Rûmî tarafından kaleme alınmıştır. Cem Sultan bu menkabeleri bizzat halk arasında dinlemiş ve bunun üzerine toplanması için emir vermiştir. Saltuknâme’de Sarı Saltuk'un menkıbelerinin yanı sıra, dönemin önemli kişilerinin menkıbeleri ve bu kişilerin Sarı Saltuk ile olan münasebetleri de anlatılmaktadır. Oğuzname ve Tevârih-i Al-i Selçuk gibi tarih kaynaklarına göre, 1246'larda Moğollar’ın Anadolu’ya iyice hâkim olmasının ardından II. Gıyaseddin Keyhüsrev'in ölümünden sonra oğulları II. İzzeddin Keykavus, IV. Kılıçarslan ve II. Alâeddin Keykubad arasında şiddetli taht kavgaları başlar. Bu kardeş kavgasında yenilen II. İzzeddin Keykavus, maiyeti ile birlikte Bizans İmparatoru VIII. Mihael Paleologolos'dan yerleşmek için yardım ister. Bizans İmparatoru da kendisine Romanya'daki Dobruca topraklarını uygun görür. 1263-64 yıllarında İznik ve İzmit taraflarından 20-30 obalık bir Türkmen nüfusu Rumeli’ye geçer ve Dobruca'ya yerleşir. Göç eden bu Türkmenlerin başında Sarı Saltuk bulunmaktadır. Yine kaynaklarda belirtildiğine göre İzzeddin Keykavus imparatoru devirme girişiminde bulunur ve bunun üzerine Enez'e hapsedilir. Buradan Kırım Hanı Berke tarafından kurtarılır ve sonra Türkmenler ile birlikte Kefe'ye gidip yerleşir. İzzeddin'in 1278'de vefatı üzerine Türkmenler Sarı Saltuk'la birlikte Dobruca'ya dönerler. Sarı Saltuk burada vefat ettiği 1293 yılına kadar yaşar ve Babadağı'ndaki zaviyesine gömülür. Sarı Saltuk'un tarihî şahsiyeti ve hüviyeti hakkındaki bilgiler menkabevî rivayetlere dayanmaktadır. İbn-i Battuta, onun velî sayıldığını; ancak hakkında şeriata uymayan şeylerin de rivayet edildiğini belirtir. Vilâyetnâme'de ise onun basit bir çoban iken Hacı Bektaş sayesinde ermişliğe ulaştığı, Hacı Bektaş'ın onu halife yaparak Rumeli'ye gönderdiği, Kaligra denilen yerde bir ejderhayı öldürüp halkı kurtararak onları Müslüman yaptığı kaydedilmiştir. Sarı Saltuk’un Saltuknâme'de peygamber soyundan olduğu geçmektedir. Evliya Çelebi Seyahatnâmesi'nde ise Ahmed Yesevî’nin halifelerinden biri olduğu ve Hacı Bektaş'la beraber Rum ülkesine geldiği belirtilir. Bütün bu rivayetler, Sarı Saltuk'un Rumeli’de ve Müslüman olmayan diğer ülkelerde savaşarak Müslümanlığı yaymaya çalışan bir gazi-derviş olduğunda birleşirler. Asıl adı Şerif Hızır olmakla beraber, Seyyid Şerif, Şerif Gazi, Sarı Saltuk, Saltık-ı Rûmî gibi adlarla da anılmıştır. Bu efsaneye göre, Sarı Saltuk bir rüya görür ve bunun üzerine Battal Gâzinin atı ile Hazret-i Hamza’nın silâhlarını alarak Müslümanlığı yaymak üzere savaşlara başlar. Ona yenilip Müslümanlığı kabul eden bir Hıristiyan beyi ona “çok kuvvetli” anlamına gelen “Saltuk” adını verir. Anadolu, Rumeli, Asya, Avrupa ve Afrika’da Müslümanlığı yaymaya çalışan Sarı Saltuk, bir fedainin hançer darbesiyle şehit olur. Vefâtından önce Anadolu’da bütün beylerin Osman Beye tâbi olmalarını vasiyet etmiştir. Evliya Çelebi Seyahatnâmesinde onun halk arasında Kaligra Sultan, Saint Nicolás olarak tanındığı kaydı düşülmüştür. Bunun sebebi onun rahip kıyafetiyle dolaşması olmalıdır. Zamanının Hacı Bektaş, Fakih Ahmed, Seyyid Mahmud-Hayranî, Ahi Evren gibi evliyaları ile dostluk kurmuştur. Saltuknâme’de Sarı Saltuk’un ölümünden sonraki olaylara da yer verilmiştir. Oğulları İbrâhim ve Muhammed, babalarının yolunda Allah rızâsı için savaşlara devâm etmişler ve Osmanlı pâdişâhlarının emrine girmişlerdir.
- Orta Asya’da İslâmi Dönem ve İlk İslâmi Eserler
Türklerin Araplarla ilk karşılaşması 642 yılında İran hükümdarlarının sonuncusu Üçüncü Yezdicerd’in Toharistan’da yenilmesiyle gerçekleşmiştir. Daha sonra Türklerle Araplar, uzun süre mücadele etmişler. İki topluluk arasındaki mücadele Emevilerin Orta Asya’nın büyük kısmını ele geçirmesi ile neticelenmiştir. Yeni bir din ve kültür dairesinin içerisine giren Türkler, daha önce benimsedikleri Maniheizm ve Budizmden uzaklaşıp İslam medeniyeti dairesine dâhil olmaya başlamışlardır. O zamana kadar Ceyhun nehrini geçmeye cesaret edemeyen Araplar, Emevilerin Horasan valisi Ubeydullah bin Ziyad zamanında, 674 yılında, Ceyhun’u geçip Maveraünnehir’de önemli Türk şehri Buhara’yı kuşattılar. Buhara melikesi Kabaç Hatun ağır vergiler karşılığında şehri kurtarabildi ve 2000 Türkü Ubeydullah bin Ziyad’ın ordusuna asker olarak vermeyi kabul etti. Bu şekilde Emevilerle başlayan Türk Arap yakınlaşması onların ardından Abbasiler devrinde daha da ileri noktalara varmıştır. Çinliler karşısında Talas Savaşında verilen mücadelede Türkler Abbasilerin yanında yer almış, 751 yılında Talas Irmağı kıyılarında yapılan savaş Türk ve Arapların zaferi ile sonuçlanmıştır. Bunun üzerine Türklerle Araplar arasındaki mücadelelerin yerini ticarî münasebetler almış ve İslâm dini Türkler arasında yavaş yavaş tanınıp yayılmağa başlamıştır. Türklerin kitleler hâlinde Müslüman olmaları özellikle 10. yüzyılda hız kazanmıştır. Karahanlı Devletinin sultanı Satuk Buğra Han 940 yıllarında Müslüman olmuş ve İslâmiyet'i resmi devlet dini olarak ilân etmiştir. Türklerin kitleler halinde Müslüman oluşları bundan sonra hız kazanmıştır. Türkler İslamiyet dairesine girmeden önce de yazılı bir adebiyata sahiptirler. Bunlardan bir kısmı sözlü olarak yaratılmış ürünler olup, sonradan sözlü şekilleri halk kültüründe unutulmuş ancak bir devirde yazıya geçirilmiş ve bugüne yazılı olarak ulaşmışlardır. Oğuz Kağan Destanı, Dede Korkut Kitabı, Divanü Lügâti’t- Türk’teki bazı parçalar bunlardandır. 13. yüzyılda yaşamış, Rumeli’nin Türkleşmesinde büyük rolü bulunan Sarı Saltuk'un efsanevî hayatını anlatan Anadolu Türk destanlarından biri Saltukname’dir. Kırgız Türklerinin millî destanı olan Manas Destanı da İslâmî unsurlar taşıyan ilk destanlardandır. İslâmî Türk edebiyatının bilinen ilk büyük eseri olan Kutadgu Bilig, 6645 beyit içeren manzum olarak yazılmış bir siyasetnâme kitabıdır. Kutadgu Bilig'in kelime anlamı mutlu olma bilgisidir. Dîvânü Lügati’t-Türk, Türkçenin bilinen ilk sözlüğüdür. Kâşgarlı Mahmud tarafından 1072 Ocağında yazılmaya başlanmış, 1077 Ocağında bitirilmiştir. Mahmud, eserini Abbasî halifesi Ebü'l-Kasım Abdullah'a sunmuştur. Eserin adı "Türk dillerini toplayan kitap" anlamına gelmektedir. Kâşgarlı Mahmud, döneminin edebî dilinin sözlüğünü yazarken çeşitli Türk boylarının ağızlarına da yer vermiştir. Kaşgarlı Mahmud'un Dîvânü Lûgati't-Türk adlı eserinde madde başlarına verilen örneklerde yer alan dörtlüklerin bir araya getirilmesiyle tam metnini elde edebildiğimiz Alp Er Tonga destanından Kutadgu Bilig’de de bahsedilmektedir. Bu iki büyük kaynak Alp Er Tonga’yı Şehname’nin kahramanı Afrasyab ile birleştirmektedirler. Yüknekli Edib Ahmed bin Mahmud tarafından tahminen 12. yüzyılda yazılmış manzum bir öğüt ve ahlâk kitabı olan Atabetü’l Hakayık İslâmî devrin ilk eserlerindendir. İlk Türk mutasavvıfı Hoca Ahmed Yesevî'nin şiirlerinin toplandığı yazmalar olan Dîvân-ı Hikmet de yine bu dönemin ürünlerindendir. Horasan ve Maveraünnehir bölgesinde 14. yüzyılda oluşmaya başlamış, 15. yüzyılın başlarında Timurlular zamanında en yüksek seviyesine ulaşmış ve 20. yüzyıl başlarına kadar devam etmiş olan Çağatay edebiyatı döneminde de yine İslâmî dönem ürünleri devam etmiştir. Çağatay Türkçesini kullanarak Çağatay Edebiyatını yaratan Ali Şir Nevayi, Ebul Gazi Bahadır Han başta olmak üzere devrin diğer şahsiyetlerinin oluşturduğu dönemin belli başlı eserleri şunlardır: Letafetnâme, Gül ü Nevruz, Mahzenü’l- Esrar, Muhakemetü’l Lugateyn, Şecere-i Terâkime, Şecere-i Türk, Babürnâme vb.
- Kuzey Orta Türkçesi
Bu dönemle daha çok Kıpçak Türkçesi kastedilmiştir. Kıpçakça, Deşt-i Kıpçak olarak adlandırılan coğrafyada atlı göçebe Kıpçak boylarının yazı ve konuşma dili olmuştur. Bunun dışında 13. yüzyılda Mısır ve Suriye sahasında kullanılan bir yazı dili olmuştur. Kıpçakça, Kırım, Polonya ve Ukrayna gibi ülkeler başta olmak üzere Doğu Avrupa’da da Ermeniler tarafından kullanılmıştır. Kıpçak Türkçesine ait eserler genellikle sözlükler ve gramerler başlıkları altında incelenmiştir. Bunlardan belli başlıları şunlardır: Kodeks Kumanikus: İtalyanlar ve Almanlar tarafından derlenen 14. yüzyıla ait bir eserdir. Bir sözlük olmasının yanı sıra içerisinde metinler de yer almaktadır. Diğer eserlerin hemen tamamı Memlük sahasına aittir. Sözlük ve gramerler dışında tıp, binicilik ve din gibi konularda da eserler verilmiştir. Bunlardan Kitâbü’l-İdrâk li-Lisâni’l-Etrak1312’de Ebu Hayyan tarafından yazılan bir sözlük ve gramerdir. Kitâb-ı Mecmu-ı Türkî ve Acemî ve Mugalî 1343 yılında Hali bin Muhammed el-Konevi tarafından yazılan bir sözlük ve gramerdir. Et-Tuhfetü’z Zekiyye fi’l-Lügati’t-Türkiyye 15. yüzyıl başlarında yazılan bir gramer ve sözlüktür. Bülgatü’l-Müştâk fî Lugati’t-Türk ve’l Kıfçak 14. yüzyıl sonu, 15. yüzyıl başında yazılmış bir sözlüktür. El-Kavânînü’l-Külliyye li-Zabti’l-Lügati’t-Türkiyye de 15. yüzyıl başlarında yazılmış bir gramer kitabıdır. Ed-Dürretü’l-Mudiyye fi’l-Lügati’t Türkiyye, bir sözlük ve konuşma kılavuzudur. İrşâdü’l-Müluk ve’s Selâtîn, Gülistan Tercümesi, Münyetü’l Guzat gibi eserler dönemin diğer önemli eserlerinden bazılarıdır. Kıpçakça, Ermeni Kıpçakçası, Karaimce ve Urumca gibi yazı dilleriyle de temsil edilmiştir. Urumlar, Ukrayna’da yaşayan Hristiyan bir topluluktur. Ermeni Kıpçakçası, Ermeni harfleri ile yazılmıştır. 15-17. yüzyıllarda Ermeni harfleriyle kaleme alınmış Kıpçakça metinler vardır. Bu metinler, Ermenice bilmeyen Kıpçaklar tarafından meydana getirilmiştir. Ermeni Kıpçakçası 16-17 yüzyıllardan itibaren Slav dilleri içinde erimiştir. 1552’de Rusların Kazan’ı işgaliyle birlikte Kıpçakçanın yazı dili olarak gelişme süreci sona ermiştir. Bu dönemin başlıca ses özellikleri şunlardır: 1. Kalınlık-incelik uyumu vardır. 2. Dudak uyumu zayıftır. 3. Kelime başında y-c nöbetleşmesi görülür. 4. Kelime sonunda g, d ve c ünsüzleri yer almaz. 5. Kelime içinde k>g, g>v gelişmesi mevcuttur. 6. Çok sayıda ikizleşme örneği vardır. Prof. Dr. Ahmet MERMER
- Batı Orta Türkçesi
Batı Türkçesi ve Oğuzca terimleri birbirlerinin yerine kullanılan kavramlar olmuşlardır. Aslında Batı Türkçesi kavramı ile bugünkü tek temsilcisi Çuvaşça olan Bulgar grubu kastedilir. Bugün için Batı Türkçesi denilince akla Oğuz grubu lehçeleri gelmektedir. Batı Orta Türkçesi terimiyle Volga Bulgarcası ve erken Kıpçakça varyantları anlayan araştırmacılar da olmuştur. Volga Bulgarcası, Çuvaşçanın öncüsü olarak bilinmektedir. 13. ve 14. yüzyıllardan kalma mezar yazıtları Volga Bulgarcasının dil yadigarlarıdır. Erken Kıpçakça varyantlar hakkındaki bilgiye 11. yüzyıldan 15. yüzyıla kadar yazılan Arap kaynaklarında yer verilmiştir. 8-11. yüzyıllar döneminde Aral gölünün kuzeyinde ve Sirderya boylarında yaşadıkları düşünülen Oğuzlar, sonraki yüzyıllarda dalgalar hâlinde batıya göçerek Selçuklu devletini kurmuşlardır. Sultan Alparslan ile birlikte Anadolu’nun kapıları Türklere açılmış ve Anadolu’nun Türkleşme süreci başlamıştır. 1071 Malazgirt Savaşı herkesçe bilinen önemli bir tarih ve dönüm noktasıdır. Aslında Türklerin Anadolu’ya bu tarihten daha önce ayak bastıklarını söyleyenler de vardır. Ancak 1071 ve Malazgirt, her şeyi netleştiren bir tarih olmuştur. Oğuzcanın yazı dili olarak ortaya çıkışı 13. yüzyılda Anadolu’da gerçekleşmiştir. Yine de Oğuzcanın çok daha önceleri geliştiği açıktır. Kaşgarlı Mahmud ünlü eseri Dîvânü Lügati't-Türk’te Oğuzca ile ilgili bilgiler de vermiş; Oğuzcanın bazı özellikleriyle Karahanlı Türkçesinden ve diğer Türk lehçelerinden ayrıldığını belirtmiştir. Kaşgarlı, eserinde 265 kelimeyi Oğuzca olarak kaydetmiştir. Oğuzcanın yazı dili hâline gelmesi, Selçuklu devletinin kurulmasından sonra mümkün olmuştur. Bunun neticesinde Türkçe 13. yüzyılda doğu ve batı grubu olarak ikiye ayrılmıştır. 11-13. yüzyıllar arasında Karahanlı Türkçesi ile Oğuzca arasında özellikler gösteren karışık dilli eserlere rastlanmıştır. Bundan kasıt eserlerde hem Doğu Türkçelerinden hem de Batı Türkçesinden izlere rastlanmasıdır. Mesela ol- ve bol- fiillerine aynı eserde rastlanabilmiştir. Karışık dilli eserlerdeki bu ikili kullanışa olga-bolga meselesi denmiştir. Behçetü’l-Hadaik ve Kısssa-i Yusuf başta olmak üzere çeşitli eserler bu grupta değerlendirilmiştir. Bugün Oğuzcanın Batı kolunu Gagauzca, Türkiye Türkçesi ve Azeri Türkçesi; doğu kolunu da Horasan Türkçesi, Türkmen Türkçesi ve Güney Harezm Oğuzcası oluşturmaktadır. Oğuz dilleri arasında Çağatay ve Kıpçak etkilerine en açık Türk dili Türkmence’dir. 1300-1500 yılları arasındaki dönem genellikle Eski Anadolu Türkçesi, Eski Türkiye Türkçesi, Eski Osmanlıca gibi terimlerle adlandırılmıştır. Eski Anadolu Türkçesi de kendi içinde 1. Selçuklular dönemi, 2. Beylikler dönemi, 3. Osmanlılar dönemi gibi üç dönemde ele alınmıştır. Eski Anadolu Türkçesi, araştırmacılara göre başlangıçta Uygur yazı dilinin güçlü etkisi altındaydı. Saf Oğuzca öğeler ancak 15. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanmıştır. Prof. Dr. Ahmet MERMER
- Doğu Orta Türkçesi
Bu terim üzerinde görüş birliği sağlanmış değildir. Fundamenta adlı eserde Doğu Orta Türkçesi terimi kullanılmıştır. Terimi kabul eden araştırmacılara göre Doğu Türkçesi Kıpçak ve Oğuz grupları yanında yer alan üçüncü büyük daldır. Araştırmacılar Doğu Orta Türkçesini 11. yüzyıldan başlatarak 19. yüzyılın sonuna kadar sürdüğünü düşünmüşlerdir. Bu süreç Karahanlı, Harezm Kıpçak ve Çağatayca dönemlerini içine almaktadır. 1. Karahanlı Türkçesi: Türkçe, Arap alfabesi ile yazılmaya başlamıştır. Dile çok sayıda Arapça ve Farsça kelime girmiştir. Balasagunlu Yusuf Has Hâcib tarafından yazılan Kutadgu Bilig ve Kâşgarlı Mahmut’un Dîvânü Lügati't-Türk adlı sözlükleri devrin önemli eserlerinin başında gelmektedir. Kutadgu Bilig, İslâmî Türk edebiyatının bilinen ilk büyük eseridir. 6645 beyitten oluşan manzum bir siyasetnamedir. 11. yüzyılda Türkçenin bilim dili olarak kullanıldığını gösteren en büyük tanıktır. Eser 1069/1070'te yazılmıştır. Kutadgu Bilig'in bugüne ulaşmış bulunan üç nüshası vardır: Herat, Mısır, Fergana nüshaları. Yusuf Has Hâcib kendi dönemindeki ideal yönetim, toplum ve insan anlayışını eserine yansıtmıştır. Dîvânü Lügati't-Türk, Türkçenin bilinen ilk sözlüğüdür. Kâşgarlı Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed tarafından 1072 Ocağında yazılmaya başlanmış, 1077 Ocağında bitirilmiştir. Dîvânü Lügati't-Türk, Türkçeden Arapçaya bir sözlüktür. Türkçe sözlerin Arapça karşılıkları verildikten sonra mutlaka kelimelerin içinde bulunduğu bir örnek cümle verilir. Dîvânü Lügati't-Türk'ün tek yazması vardır; Ali Emirî Efendi tarafından İstanbul'da Beyazıt Camii yanındaki bir sahafta, 1917 yılında bulunmuştur. Hâlen, Emirî Efendi'nin bağışladığı kitaplarla kurulmuş bulunan, İstanbul'un Fatih semtindeki Millet Kütüphanesi'ndedir. Yüknekli Edib Ahmed bin Mahmud tarafından tahminen 12. yüzyılda yazılmış Atebetü'l-Hakayık, Ahmet Yesevi’nin Hikmetleri ve Kur’an tercümeleri dönemin diğer eserleri arasında gelir. 2. Harezm-Kıpçak Dönemi (13. -14. yy.) Harezm-Kıpçakça, Harezm bölgesinde ve Altın Ordu’da kullanılmış olan Karahanlı Türkçesi ile Çağatayca arasında bir geçiş Türkçesi’dir. Dönemin önemli eserleri şunlardır: Zemahşeri’nin Mukaddimetü'1-Edeb’i, Rabguzi’nin Kısasu'l-Enbiya’sı, Kutb’un Hüsrev-ü Şirin’i, Harezmî’nin Muhabbetname’si ve Nehcü'l-Ferâdîs. 3.Çağatayca Dönemi (15. -20. yy.): Doğu Orta Türkçe döneminin son evresini oluşturur. Batı Türklüğünün sınırlarını çizen Karadeniz, Kafkas Dağları, Hazar Denizi ve Orta İran'ın kuzey ve doğusunda kalan ve Müslüman olan bütün Kuzey ve Doğu Türklüğü, 15. yüzyıl başlarından 20. yüzyıl başlarına kadar aynı yazı dilini kullanmıştır. Eckmann’a göre Orta Asya edebî Türk dili şu devirlere ayrılır: 1. Karahanlıca veya Hakaniye Türkçesi (11.-13. yüzyıllar); 2. Harezm Türkçesi (14. yy.); 3. Çağatayca (15. yy.-20. yy. başlangıcı) Eckmann Çağataycayı da kendi içinde üçe ayırır: 1. Klasik Öncesi Devir 2. Klasik Devir 3. Klasik Sonrası Devir Bu yazı dilinin en büyük ismi Nevai’dir. Onun dışında Gedai, Şeybani, Babür Şah ve Hüseyin Baykara, Şiban Han gibi isimler de dönemin önemli isimleri arasındadırlar. Prof. Dr. Ahmet MERMER
- Orta Türkçe Dönemi
Bazı Türkologlar Türk dilini; eski, orta, yeni şeklinde üç döneme ayırmışlardır. Bu görüşteki Türkologlara göre Karahanlı Türkçesi, Orta Türkçenin ilk dönemini oluşturur. Onlara göre 10-15. yüzyıllar arası, Orta Türkçe dönemidir. Karahanlı Türkçesinden sonraki Harezm, Kıpçak ve Eski Oğuz Türkçeleri de Orta Türkçenin diğer dönem ve alanlarıdır. Hâlbuki Batı Türkçesinin ilk dönemi olan Eski Oğuz Türkçesinin, diğerlerinden önemli farklılıklar göstermektedir. 13. yüzyıldan itibaren Türk yazı dilinin (Kuzey-) Doğu ve (Güney-) Batı olarak iki ayrı kol hâlinde geliştiğini göz önünde bulunduran Türkologlar ise, Karahanlı Türkçesini Eski Türkçe içine alırlar. Onlara göre Köktürk, Eski Uygur, Karahanlı dönemleri Eski Türkçeyi oluşturur ve Karahanlı Türkçesinin sonunda Türk yazı dili Doğu-Batı olarak ikiye ayrılır. Bugüne ulaşan metinleri 11. ve 12. yüzyıllara ait olan Karahanlı Türkçesi Eski Uygur Türkçesi’yle çağdaştır. Karahanlı Türkçesi Kâşgar ve Balasagun gibi Müslüman Türk merkezlerinde kullanılırken, Eski Uygur Türkçesi daha doğuda Turfan, Hoço, Beşbalık gibi Manici ve Burkancı Türk merkezlerinde kullanılmaktaydı!. Karahanlı Türkçesi Kutadgu Bilig, Dîvânü Lügati't-Türk, Atabetü’l-Hakayık ve Kur’an tercümeleri gibi eserlerle temsil edilmiştir. Karahanlı Türkçesinin kelime hazinesi yaklaşık 10.000 civarındır. Harezm Türkçesi ise Karahanlı Türkçesi ile Çağatay Türkçesi arasında bir geçiş evresi kabul edilir. Nehcül’l Ferâdis, Kısasü’l Enbiyâ, Hüsrev ü Şirin, Muinü’l Mürid ve Muhabbetname gibi eserler dönemin önemli yapıtlarıdır. Çağatay Türkçesi denince akla gelen en önemli isim ise Ali Şir Nevai’dir. Onun dışında Gedai, Şeybani, Babür Şah ve Hüseyin Baykara, Şiban Han gibi isimler de dönemin önemli isimleri arasındadırlar. Kıpçak Türkçesinin, 13-17. yüzyıllar arasında Kuman, Memlük Kıpçakçası, Ermeni Kıpçakçası gibi üç ayrı diyalekti vardır. Kıpçak Türkçesi eserleri, genellikle sözlükler ve gramerlerden oluşmaktadır. Kodeks Kumanikus, Gülistan Tercümesi, İrşadü’l Müluk, Kitabü’l İdrak, Et Tuhfe gibi eserler bu dönemin önemli eserleridir. Talat Tekin, Orta Türkçe dönemini 11-16., 17. yüzyıllar arası olarak nitelemiş ve bu dönemdeki yazı dillerini şu şekilde sıralamıştır: 1. Karahanlı Türkçesi 2. Harezm Türkçesi 3. Çağatay Türkçesi 4. Kıpçak ya da Kuman Türkçesi 5. Eski Anadolu Türkçesi 6. Volga Bulgarcası Prof. Dr. Ahmet MERMER
- Ana Türkçe Dönemi
Türkçe, tarihi tahmini olarak 4500-5000 yıl öncesine kadar uzanan dünyanın en köklü dillerinden biridir. Türkçenin tarihi devreleri ele alınırken Türkçenin ilk dönemlerini göstermek için genellikle İlk Türkçe (Pre-Turkish) ve Ana Türkçe (Proto Turkish) gibi isimlendirmeler yapılmıştır. İlk Türkçe, Türkçenin milattan önceki dönemleri için yapılan genel bir isimlendirmedir. Çuvaş Türkçesinin diğer Türk dillerinden bu devrede ayrıldığı kabul edilmektedir. İlk Türkçe döneminden sonra milat sıralarında başladığı kabul edilen Ana Türkçe dönemi gelir. Ana Türkçe, yukarıda da belirtildiği gibi milat sıralarında başlar ve bu dönem, Türkçenin yazılı ilk ürünlerinin ortaya çıktığı Eski Türkçe dönemine kadar devam eder. Çağdaş Türk lehçelerinden Çuvaşça hariç diğerlerinin tamamı Ana Türkçeye dayanır. Yazılı herhangi bir kaynak elde mevcut olmasa da araştırmacılar ana Türkçenin ses özelliklerini şu şekilde sıralarlar: 1. Diğer Türk yazı dillerindeki z ve ş’ye karşılık Çuvaş Türkçesinde sırasıyla r ve l yer alır. İşte bir r/l dili olan Çuvaş Türkçesi, Ana Türkçe içinde yer almaz. O, diğer kollardan İlk Türkçe döneminde ayrılmıştır. Çuvaşça dışındaki diğer Türk lehçeleri ise bir z/ş dili olan Ana Türkçeye dayanırlar. 2. Ana Türkçede ünlü uzunlukları korunmaktadır. Ana Türkçede uzun ünlünün varlığı bugün yaşayan Türk lehçelerinden Yakutça, Türkmence ve Halaçça gibi lehçelerdeki örnekler yardımıyla düşünülmüştür. Uzun ünlü meselesi Türkçenin tartışmalı konularından biri olsa da Talat Tekin ve onun konuyla ilgili eserinden sonra meseleye farklı yaklaşımlar başlamıştır. 3. Halaççadaki kelime başı h- sesi dolayısıyla Ana Türkçenin Ana Altaycada var olduğu düşünülen *p- sesini koruduğu kabul edilmiştir. Diğer Türk yazı dillerinde görülmeyen bu özelliğin Halaççada görülmesi Türkologlarca bu lehçeye özel bir ilgiye sebep olmuştur. 4. Ana Altayca’nın ‘n-, ń-, d-, y-, c-’ ünsüzleri İlk Türkçenin ikinci döneminde y- sesinde birleşmişlerdi. Bu kelime başı ünsüzleri Ana Türkçe döneminde de y- idiler. Bugün Türk lehçelerinde görülen kelime başı y-, j-, c-, ç, Ø- gibi seslerin tamamı Ana Altaycadaki bu y- sesine gitmektedir. 5. Söz sonundaki kısa ünlüler bu dönemde düşmüştür: İT. *kona- > AT. kon-, İT. *alı- > AT. Prof. Dr. Ahmet MERMER











