Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Süleyman Nazif
1870 yılında Diyarbakır'da doğdu.Osmanlı ve erken cumhuriyetin önemli Türk aydınlarındandır. Öğrenimini özel yollardan gerçekleştirdi. II. Abdülhamit yönetimine karşı mücadale edebilmek için 1887'de Paris'e kaçmak zorunda kaldı, sekiz ay sonra döndü. II. Abdülhamit tarafından vilayet mektupçusu sıfatıyla Bursa'da ikamete memur edildi. (1897-1908) Daha sonra İttihat ve Terakki(Birleşme ve Yükselme)Fırkası(Partisi)'ne üye oldu. II. Meşrutiyet'ten sonra Basra (1909), Kastamonu (1910), Trabzon (1911), Musul (1913) ve Bağdat(1914) valilikleri görevinde bulundu. 1915'te devlet memurluğundan ayrılıp tüm zamanını yazarlığa ayırdı.Hadisat gazetesinde İstanbul'u işgal eden emperyalistleri uyararak halkın böyle bir işgali kaldıramayacağını söyledi.İstanbul'un işgalini sert dille eleştirince İngilizler tarafından Malta adasına sürüldü. Orada 20 ay kadar kaldı. Dönüşünde bir süre daha yazmaya devam etti. 1927'de zatürreden öldü. Edirnekapı mezarlığına gömülüdür. Edebi Kişiliği 1. Servet-i Fünun edebiyatının sanatçılarından olan Süleyman Nazif, iyi bir eğitim görmüş; Batı edebiyatıyla Doğu edebiyatını iyi tanımıştır. 2. Hatipliği ile de ünlü sanatçı, vatan, millet sevgisini işlemiştir. 3. Gür bir edası ve ahenkli bir dili vardır. Bu özelliğiyle Namık kemal geleneğini devam ettiren Süleyman Nazif, Türklüğe hayrandır. 4. Vatan, millet sevgisini kahramanca bir edayla kaleme aldığı için namık kemal'e benzer. Eserleri: Gizli Figânlar, Firak-ı Irak, Batarya İle Ateş, Malta Geceleri, Çal Çoban Çal Süleyman Nazif çok bilinmese de sivri dilli bir yazardır aynı zamanda. Birkaç örnek: Malta sürgünlerinin arasında kimler yok ki? Rauf Orbay, Cevat Çobanlı, Ziya Gökalp, Cemal Mersinli, Ali Fethi Okyar, Enver Paşa'nın babası, Süleyman Nazif.... Malta sürgünleri Malta'ya giderken Süleyman Nazif Enver Paşa'nın pederinin yanına oturur. Birlikte muhabbet ederlerken şu sözler sarf edilir: S.N -Amca sana bir İngiliz hatun bulalımmı? E.P.B-Niye evladım? S.N-Türk eşinden olan oğlun koskoca Devlet-i Osmaniye-i Ali'yi batırdıda.İngiliz eşinden olan oğlunda Britanya'yı batırsın.Hepimiz kurtulalım. E.P.B-Niye böyle söylüyorsun evlat,Ben ömrümde harama uçkur açmadım. S.N-Keşke helalede açmasaydın. Bir genç Abdullah Cevdet hakkında alçak der. S.N-Ona kimse alçak diyemez! Genç-Ama siz daha geçen hafta neler demiştiniz? S.N-Alçağın bile bir hududu vardır,bu herif düpedüz çukur. Süleyman Nazif Bağdat valisiyken kendisine ordu komutanlığından bir telgraf gelir: Acil 10.000 okka çay temin ediniz. Süleyman Nazif'in cevabı: Çin imparatoruna gönderdiğiniz bir telgraf yanlışlıkla vilayetimize gelmiştir. Malumatınıza. Malta sürgününden dönen Süleyman Nazif,Ahmet Haşim'e başından geçenleri anlatır: Ahmet Haşim -Orda et veriyorlarmı? S.N-Ne eti,verdikleri konserveler Pastörlü yıllardan kalma Ahmet Haşim kızdırmak için şunu sorar: A.H-İnsan eti mi? S.N-İnsan etini başkasına yedirirler mi?
- Hüseyin Cahit Yalçın
1875'te Balıkesir'de doğan Hüseyin Cahit, eğitimi için İstanbul'a gelmiş ve Dersaadet İdadî-i Mülki'de okumuştur. Daha küçük yaşlarda Ahmet Mithat'ın eserlerini okumuş, onun etkisinde kalarak yazdığı romanı "Nadide"yi 1891'de yayımlamıştır. Yazı çalışmalarına Cenap Şahabettin ve Mehmet Rauf'la birlikte "Mektep" dergisinde başlamış, 1896'da Servet-i Fünûn topluluğuna katılmıştır. Servet-i Fünûn topluluğu içinde Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi kurulmasına önayak olmuş, eski edebiyatçılara karşı giriştiği polemiklerle topluluğun sanat ve edebiyat görüşlerini savunmuştur. Tevfik Fikret'in dergiden ayrılmasından sonra, kısa bir süre Servet-i Fünûn'un yazı işlerini müdürlüğünü yürütmüş, 1901'de Fransızcadan çevirip yayımladığı "Edebiyat ve Hukuk" adlı makalesi yüzünden dergi kapatılmıştır. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra daha çok siyasî hayatın içine giren yazar, İkdam ve Tanin gazetelerinde siyasî konulu yazılar yazmıştır. 1908 seçimlerinde İstanbul mebusu seçilmiş, 31 Mart olaylarında suikasttan zor kurtulup Selanik'e kaçmıştır. Hareket Ordusu'nun İstanbul'a girişinden sonra İstanbul'a dönmüştür. Siyasî hayatın iniş çıkışları içinde zaman zaman ülkeden kaçmak durumunda kalsa da 1935 - 1946 yılları arasında "Yedigün" adlı bir dergi çıkarmış ve mebusluk görevini yürütmüştür. 1957'de ölmüştür. Edebi Kişiliği 1. Servet-i Fünun edebiyatının öykü, roman, deneme, sohbet ve eleştiri yazarlarından Hüseyin Cahit yalçın, daha çok gazeteciliği ve eski edebiyat taraftarlarına karşı yeni edebiyat anlayışını savunan yazılarıyla tanınmıştır. 2. Edebiyat-ı Cedide döneminde eski edebiyata karşı yeni edebiyatı, Doğu kültürüne karşı Batı kültürünü savunmuştur. Eleştirileri daha çok Servet-i Fünun anlayışına karşı yapılan eleştirilere cevap niteliğindedir. 3. Öykü ve romanlarını gözleme dayanan, gerçekçi, şairane ve süslü bir üslupla yazmıştır. Politik yazıları ise sadedir. 4. Yoğun bir fikir yapısı, keskin bir eleştiri anlayışı vardır. Pervasız, cesur politik makaleler yüzünden çoğu kez ölüm tehditleri almış, hapse girmiş; sürgüne gönderilmiştir. 5. Zamanın bütün tartışmalarına katılmış, inandığı davalar uğruna ömrünün sonuna kadar kalem savaşına devam etmiştir. 6. Fransız İhtilali'ni konu alan Edebiyat ve Hukuk başlıklı çeviri makalesi, Servet-i Fünun dergisinin kapanmasına yol açmıştır. Eserleri: Roman: Nadide (1891), Hayal İçinde (1901) Öykü: Hayat-ı Muhayyel (1899), Niçin Aldatırlarmış? (1922), Hayat-ı Hakikiye Sahneleri (1909) Diğer: Kavgalarım (1910), Edebi Hatıralar (1935), Siyasal Anılar (1975), Talat Paşa (1943), Türkçe Sarf ve Nahiv (1908), Benim Görüşümle Olaylar (4 cilt, 1945-47), Seçme Makaleler (1951)
- Mihri Hatun
Divan Edebiyatının kadın şairlerinden Mihrî Hatun... 15. yüzyılın hanım şairlerinden Mihri Hatun, şairlikte Necati Bey'i kendisine örnek almış, ona benzemek istemektedir. Her yazdığı şiiri şaire gönderir fikrini almak ister. Bir rivayete göre Necati Bey, bundan hoşnut değildir. Kızdığını ve şu mısraları yazdığını Latifi söyler: Ey benüm şi'rime nazire diyen Çıkma rah-ı edepten eyle hazer Dime kim işte vezn ü kafiyede Şiirüm oldu Necati'ye hem-sar Harfi üç olmağ ile ikisünün Bir midür filhakika ayb u hüner II. Bayezid'in oğlu Şehzade Ahmed'in Amasya Valiliği sırasında Amasya'da yaşayan, güzelliği ve şairliği ile ünlü Mihri Hatun'un Necati Bey'e hissi yakınlığı olduğu ve duygularını mısralarla ifade etmeğe çalıştığı bilinir. Ben umardım ki seni yar-ı vefa-dar olasın Ne bileydim ki seni böyle cefa-kar olasın Reh-i aşkında neler çektüğüm ey dost benüm Bilesin bir gün ola aşka giriftar olasın Beni azade iken aşka giriftar itdün Göreyim sen de benim gibi giriftar olasun Beddua etmezem amma Huda'dan dilerim Bir senin gibi cefa-kara heva-dar olasun Şimdi bir haldeyüz kim, ilenen düşmanına Der ki, Mihri gibi sen dahi siyeh-kar olasun Necati Bey'in de Mihri Hatun için "Mihr u Mah" adlı bir mesnevi yazdığı söylenir ise de eserin hiç bir nüshası ele geçmemiştir.
- Entüisyonizm (Sezgicilik) Akımı
Felsefe tarihinde bilginin kaynağı ve gerçeğin kavranması konusunda ortaya atılan sorunlar, birer dizge niteliği kazanmış, değişik düşünme yöntemlerine bağlanan çığırların doğmasına yol açmıştır. H. Bergson'un öncülük ettiği bu görüş, rasyonalist görüşe tepkiyi dile getirmektedir. Bergson'un sezgiciliği bilimsel bir nitelik taşır, özellikle ruhbilimle bağlantılıdır. Düşünülen bir sorunun çözümünü kolaylaştıran veriyi elde etmeye, dayanır. Bergson'un söylemiyle "içgüdü" (sezgi), içsel bir deneyimdir. Daha önceki çağlarda, özellikle tanrıbilim alanında "sezgi" tanrısal bir uyarı, tanrısal bir ışık olarak nitelenmiştir. Bu görüşe göre akıl, yalnızca kendisi gibi durağan yapıda olan maddeyi bilebilir. Bunun sonucunda doğa bilimlerinin bilgisine ulaşılır. Ancak akıl, dinamik yapıdaki yaşamın bilgisine ulaşamaz. Çünkü yaşam yalnızca anların bir toplamı değildir, sürekli devinim ve oluş halindedir. Bu nedenle gerçeği bilebilmek için başka bir yetiye gereksinim vardır, o da sezgidir. İslam düşünürü Gazali de gerçeğin bilgisine duyum ya da akılla ulaşılamayacağını ancak " inançla" ulaşılabileceği öne sürmüştür. Gazali'de sezgi, Tanrı'nın insana bilgi ve bilgelik verdiği bir yetenektir. Bu görüşüyle Gazali'nin sezgiciliği öncelediği söylenebilir. İslam tasavvuffunda, özellikle Yeni-Platonculuk' tan kaynaklanan öğretilerde, gerçeğin kavranması içedoğuş niteliği taşıyan sezgiyle sağlanabilirdi.
- Yâr, manita, flört
Yâr, Farsça yardımcı, dost demektir. Manita, İtalyanca el altındaki kadın; flört ise İngilizce işve, oynaş anlamına gelir. Unutmayın, kelimeler toplumun aynasıdır ve hangi aynadan kendinize bakacağınızı siz seçersiniz. Kaynak: https://twitter.com/etimoloji
- Batık Gemi
Bütün sevgililer, dostlar gitti Bir sen kaldın kadınım beni terk etmeyen Batan gemilerin kaptanları gibi Denizlerin ortasında ölümü bekleyen. Ümit Yaşar Oğuzcan
- Kadı Burhâneddin
Ramazan ve Kurban bayramlarında camilerde söylenen bir tekbir vardır; bilirsiniz.’’Allahû ekber Allahû ekber. Lâ ilâhe illallâhû Allahû ekber. Allahû ekber ve lillâhi’l hamd’’ diye müzikal bir biçimde söylediğimiz ve bizimle birlikte milyonlarca Müslüman insanın söylediği tekbirin bestecisi odur. O, yani Itrî. Sadece tekbir değil, segâh Mevlevi ayini ve Na’t-ı Mevlâna bestelerinin sahibi de yine odur. İslam dünyasında en çok tekrarlanan bu besteler, onu Türk müziğinin ünlü bestecileri arasına sokmuştur. Tabii yine onun bestelediği ve birçoğumuzun söylediği, ‘’Tuti-i mucize-guyem ne desem laf değil’’ şarkısını da unutmamak lazım. Bu şarkının sözleri ünlü şair Nef’î’ye aittir ve ‘’Ben mucizeler söyleyen bir papağanım; söylediklerime kulak ver, onları sıradan laflar zannetme!’’ demeye gelir. Asıl adı Mustafa olan ve Itrî mahlasını kullanan besteci, zengin bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelmiştir. İyi derecede eğitim alan ve mahallesine yakın olan Yenikapı Mevlevihanesi’ne düzenli olarak giden Itrî, burada dinlediği dini ayinlerde musikiye karşı olan ilgisini canlı tutmuştur. Aynı zamanda güzel yazıya olan düşkünlüğü onun hat sanatına ilgi duymasını sağlamıştır. Genç yaşta musiki alanında üne kavuşan Itrî, o dönemde Osmanlı tahtında oturan Sultan 3. Mehmed’in dikkatini çekmişi üslup ve söyleyişindeki yenilik, nağmelerindeki yüksek tuh ve derin mana ile dinleyen herkesi hayran bırakmıştır. Böylece sık sık saraya davet edilen ve itibar gören Itrî, aynı zamanda Kırım Han’ı Selim Girat tarafından da saygı görmüştür. Padişahın bir arzusu olup olmadığını sorması üzerine Esiciler’in sorumluluğunu istemiş, böylece bir yandan hassas yüreğine uygun bir merhamet kapısı kendisine açarken diğer yandan İstanbul’a gelecek esirleri görüp, onlar sayesinde başka ülkelerin folklor müziklerini dinleyip öğrenme ve musiki yeteneği olanları alıp yetiştirme görevini kendisine ilke edinmiştir. Binin üzerinde semai ve kâr besteleyen sanatkar, cami ve Mevlevî müziğinde, söz ve saz müziğinde, türkü ve şarkı alanında önemli eserler ortaya koymuştur. Ancak ne acıdır ki İtrî’den günümüze yalnızca 42 beste kalmıştır. Bu bestelerden 10 tanesi dini içerikli, 4’ü saz eserleri,28’i de sözlü din dışı eserlerdir. Müzik hayatı dışında vaktinin büyük kısmını İstanbul surları dışındaki bahçesinde geçiren Itrî, bir bahçıvan olarak da maharetlidir. Çok zengin görünümlü köşkünün bahçesi dillere destan olmuş, çiçek ve meyveleri dilden dile dolaşmıştır. Marifetli bir çiçek ve meyve yetiştiricisi olduğunu gösteren Itrî, İstanbul’un meşhur Mustafabey armudunu yetiştirmiş ve bu armut onun adını alarak günümüze kadar ulaşmıştır. Ağzımıza armudun, kulağımıza tedbirlerin lezzetini bırakan bu büyük bestekâr, İstanbul’da vefat etmiştir. Klasik Türk musikisinin üstatlarından Itrî, eserleriyle devirler ve zevkleri aşarak muhteşem bir ses olarak günümüzde de önemini korumaktadır.
- 1980 Sonrası Türk Şiirinin Genel Özellikleri
1980 Sonrasının Şiirinde Öne Çıkan Anlayış Yalnızca şiirin öne çıkarıldığı, aslolan üründür anlayışının egemen olduğu bir dönemdir 1980 sonrası şiiri. Bu dönemde şiirle yeniden yüzleşilir. İnsani duyarlılık ve evrensel deneyimler şiirin gözde değerleri olur. Hasan Bülent Kahraman’a göre: “daha içe dönük, daha durağan, daha dinlendirilmiş bir edebiyat anlayışıdır öne çıkan” Bu dönem şiiri bir iç hesaplaşmayı da birlikte getirir. İmgenin içeriği daha saydam hale gelir. Çeviri bu dönem şiirinin ana ekseni dil üzerine oturur ve her türlü deneyimin önü açılır. Bu dönem içinde çoğunlukla özyaşam öyküsünden kaynaklanan olaylarla anlatımcı bir şiir geliştiren şairlerden birisi de Şavkar Altınel (1953)’dir. İngiliz şiirinden yaptığı çevirilerle ve kendi şiirleriyle edebiyat dergilerinde göründü. Şiirlerinde uzak ülkelere yapılan uçak yolculukları, hava akınları, II. Dünya Savaşı’nda acıklı tablolar, yabancı coğrafyalarda çekilmiş flu fotoğraflar yer alır. 1980 Kuşağı Şairleri Şiirlerinde En Çok Neyi Kurgulamışlardır? Bu şairler yazdıkları şiirlerde geleneksel birikimin önemine vurgu yapmışlardır. En eskisinden en yenisine kadar Türk şiirine katkıda bulunmuş şairlerin eserlerinin göz ardı edilmemesi gerektiğini savunmuşlardır. 1980’lerde birbiriyle kimi zaman örtüşen kimi zamansa farklı yerlerde duran Tuğrul Tanyol, Haydar Ergülen, Enver Ercan, Lâle Müldür, Osman Hakan A., İhsan Deniz, Oktay Taftalı, Ahmet Erhan, Metin Celâl, Necat Çavuş, Seyhan Erözçelik, Şavkar Altınel, Salih Bolat, Metin Cengiz, Roni Margulies, Ali Günvar, Adnan Özer, Hüseyin Atlansoy, Vural Bahadır Bayrıl, Arif Ay, Sunay Akın ve dönemin sonlarında Küçük İskender, Birhan Keskin gibi isimler öne çıkanlardır. Bu dönemin Şairlerine Yol Gösteren Sanatçılar Birbirinden farklı anlayışlardaki şairlerin yol göstericileri olarak Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Haşim, Behçet Necatigil, Hilmi Yavuz, Enis Batur gibi isimlerin yönlendirici etkileri vardır. 1980’ler şiiri İkinci Yeni’yi andıran bir şiirdir. Seyhan Erözçelik (1962)’in şiirlerinde her şey bilerek konmuş bir buzlu camın ardından seyrediliyor duygusunu verir okuyuculara. Kırık dökük, sırçadan yapılmış bir dünyada kapılar sımsıkı kapatılır. 1980 sonrası şiirinde; Türk şiir birikimini yeniden ve bir bütün olarak değerlendirme çabası vardır. Farklı şiir anlayışlarının aynı zaman diliminde temsilcileri bulunmaktadır. Yapı ve söyleyişe içerikten çok fazla önem vermiştir. İkinci Yeni şiirine özgü uzak çağrışımlara yeniden değer verilmiştir. Yeni imgeler peşinde koşulduğu da bir gerçektir. Bu dönemde şiir düz yazıya yaklaştırılmıştır. 80’li ve 90’lı yıllar, radyo ve televizyonda özel kanalların varlığı ile birlikte popüler kültür ortamının oluşturduğu, desteklendiği bir dönemdir. Türk ve dünya edebiyatından önemli ve değer taşıyan şiirler, bir kompozisyon hâline getirildikten sonra, dramatize edilerek tiyatro sanatçıları tarafından görsel-işitsel kültür ortamına taşınmıştır. 1980’li Yıllar Şiirinde Öne Çıkan Konular 1980 sonrası şiirin en önemli yanlarından birisi özellikle konu açısından irdelendiğinde şehirli kimliğinin ön planda olmasıdır. Özellikle büyük metropollerde yaşayan kişilerin şehre ve insana yabancılaşması, gelenek ve teknoloji arasında sıkışıp kalmaları, geçmişte var olan ama kendilerini ifade edemeyen alt kültür gruplarının bir kimlikle ortaya çıkmaları en belirgin temaları oluşturmaktadır.
- 1940'lı Yıllarda Cumhuriyet Şiiri
Şiirimiz toplumcu-gerçekçilik çizgisinde ilerlemeye başlayarak 1940’lı yıllara geldiğimizde aynı koşullarda şiir yazan ve giderek Kırk Kuşağı olarak adlandırılan şairlerle karşılaşıyoruz. İlhami Bekir Tez, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Cahit Irgat, Niyazi Akıncıoğlu, A.Kadir, Ömer Faruk Toprak, Enver Gökçe, Mehmet Kemal, Ahmet Arif, Vedat Türkali, Abdülkadir Demirkan gibi adları bilinenlerle birlikte bu yılların öteki şairleri, İkinci Dünya Savaşı’na girmemekle birlikte çekilen sıkıntının, gittikçe artan yoksulluğun etkisiyle şiirler yazmışlardır. İşledikleri tema, kullandıkları nazım biçimleri,anlatım özellikleri kendilerine özgü olan şairler, bir toplumcu şairler kuşağı oluşturmuşlardır. İşledikleri değişik temalar yanında, ortak temaları, barış, özgürlük, eşitliktir. 1940’lı yılların başında Cumhuriyet döneminin ikinci topluluğu Birinci Yeniler ya da Garipçiler’le karşılaşıyoruz. 1941’de, kendi seçtikleri şiirleri yayımladıkları Garip adlı kitapla adlarını kamuoyuna duyuran bu küçük topluluk, Orhan Veli (Kanık) (1914-1950) Oktay Rifat (Horozcu) (1914-1988) ve Melih Cevdet (Anday) (1915)’dan oluşmuştur. Şiirde ölçüye, uyağa, şairaneliğe karşı olduklarını açıklayan genç şairler, bu anlayışla yazdıkları şiirlerinde kullandıkları dille, şiir dilinin konuşma dili yalınlığını kazanmasında önemli bir rol oynamışlardır. Değişik söyleyişleri, yaptıkları alışılmamış benzetmeler, kullandıkları sözcükler nedeniyle garip karşılananmışlar, fakat sonra şiirleriyle kendilerinden önce şiir yazmaya başlayanları da, sonra gelenleri de etkilemişlerdir. Bu üçlü de daha sonra lirik şiire yönelmiştir. Garip’teki şiirleri dışında, Orhan Veli şiirlerini Vazgeçemediğim, Destan Gibi, Yenisi, Karşı adlı kitaplarında bir araya toplamıştır. Daha sonra Asım Bezirci,şiirlerini yeniden, Bütün Şiirleri adı altında yayımlamıştır. Oktay Rifat’ın şiirleri Güzelleme, Yaşayıp Ölmek, Aşk ve Avarelik Üzerine Şiirler, Aşağı Yukarı, KargaileTilki, Perçemli Sokak, Aşık Merdiveni, Elleri Var Özgürlüğün, Şiirler, Yeni Şiirler, Çobanıl Şiirler, Bir Cıgara İçimi, Elifli, Denize Doğru, Konuşma, Dilsiz ve Çıplak, Koca Bir Yaz kitaplarında topluca bulunur. Melih Cevdet de şiirlerini Rahatı Kaçan Ağaç, Telgrafhane, Yan Yana, Kolları Bağlı Odysseus, Göçebe Denizi Üstünde, Teknenin Ölümü, Ölümsüzlük Ardında Gılgamıs, Tanıdık Dünya Kitapları'nda bir arada yayımlamış, daha sonra 1978’e değin yazdığı şiirlerini Sözcükler adı altında toplamıştır. Şiir kitaplarını 1940’lı yıllarda yayımlayarak adlarını duyuran şairler arasında Bedri Rahmi Eyüboğlu (1913-1975), Cahit Külebi (1917-1997), Necati Cumalı gibi şairler, kullandıkları dil ve anlatım özellikleri bakımından bu yıllardaki şiirlerinde Garip şiirinin etkisinde kalmışllardır. Ancak yöresel dil ve anlatım özelliklerini, kendilerine özgü temaları, lirizmi kullanarak değişik bir şiir yapısı oluşturmuşlardır. Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun şiirleri Yaradana Mektuplar, Karadut, Tuz, Üçü Birden, Dördü Birden, Karadut 69, Dol Karabakır Dol’da bir araya toplanmıştır. Külebi’nin şiirleri Adamın Biri, Rüzgar, Yeşeren Otlar, Atatürk Kurtuluş Savaşında, Süt adlı kitaplarında bir araya toplanmış daha sonra hepsi bir arada Sıkıntı ve Umut’ta yayımlanmıştır. Sıkıntı ve Umut’u izleyerek de Türk Mavisi-Atatürk Kurtuluş Savaşında yayımlanmıştır. Necati Cumalı ilk şiir kitabı Kızılçullu Yolu’nu izleyerek çıkardığı üç şiir kitabını Denizin Yükselişi adıyla bir arada toplamış, daha sonraki şiirlerini yayımladığı kitaplarını da Aşklar Yalnızlıklar (Toplu Şiirler I), Kısmeti Kapalı Gençlik (Toplu Şiirler II)'de bir araya getirmiştir. İlk kitaplarını 1940’lı yıllarda yayımlayan şairler arasına,temalarını eski Doğu uygarlığı ve masallarından aldığı şiirlerini He adlı kitabında yayımlayan Asaf Halef Çelebi’yi; halk geleneklerine bağlı şiirden yeni şiire geçerek Anadolu’nun dertlerini, sevinçlerini, çocukları dile getiren şiirleriyle Ceyhun Atıf Kansu’yu; sözcük oyunları yaparak yarattığı esprileriyle Orhan Murat Arıburnu’nu ve halk şiiriyle yeni şiiri birleştirmeye çalışan İbrahim Zeki Burdurlu’yu sayabiliriz. Anı Kimse yok mu diye çağırır bozkırın ortasından Durur karşımda tutuklular penceresi Yüreğimi ısırıyor bir acı hani son nefes öncesi İçime bakar çatlak dudaklar susuzluk tasından Dede Sultan'ın ağzında kırmızı gül Bir dizesi Sinop'tan gelmiş bir duvar Bir dizesi Sivas'ta dama tırmanmış salkımlar Ağaçtan ağaca sıçrıyor öldü sandığın bülbül Çekip oturtuyorum otuz yıl öncesini karşıma Nektar'ın buğulu camındayız ikimiz de Sait Faik siroz olduğunu bilmiyor daha Biralar unutulmuş bir öyküye girmişiz Son çiçeğini bize uzatıyor Mihriban kız Bir de bakmışız bardaklar boşalmış içmişiz
- İsyanlı Sükût
Gitmişti makama arz-ı hâl için 'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını. Bir azar yedi ki oldu o biçim.. 'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını. Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı... Bir baktı konağa alttan yukarı 'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını. Çekti ayakları kahveye vardı Açtı tabakasın, sigara sardı Daldı.. neden sonra garsonu gördü 'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını. İçmedi, masada unuttu çayı Kalktı ki garsona vere parayı Uzattı çakmağı ve sigarayı 'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını. Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş Sandım can evime döktüler ateş Sordum: 'memleketin neresi gardaş? ' 'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını. Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden Ağzına küfürler doldu zehirden Salladı dilini.. vazgeçti birden, 'Oyyy' dedi, yutkundu, eğdi başını. Abdurrahim Karakoç
- Şiire Dair
Şiir bir cennet bahçesi Girmeyene anlatılmaz. Cennet nedir, bahçe nasıl? Görmeyene anlatılmaz. Şair gülü, şükür gülü Yaprak yaprak dokur gülü Her mısradan fikir gülü Dermeyene anlatılmaz. İne gönül, kalka gönül Hep doğruya baka gönül Hak vergisi.. Hakka gönül Vermeyene anlatılmaz. Abdurrahim Karakoç
- Gözlerine Yazılmamış Bir Destan
bu şiirde iki göz var biri senin; biri onun Senin o karanlık, küf kokulu matem gözlerini terk ediyorum biliyorum; saçlarının sarısı gözlerinin yeşiline karışmış biliyorum; sana benzemek için melikeler birbiriyle yarışmış fosforlu ve derin bakışlarına çağlar boyu nice destanlar yazılmış oysa ben görülmedik bir lale yaprağına gökleri kıskandıran bir destan yazıyorum gözlerin değişip kaplasın karanlığı bütün ufukları sarsın gözlerin gene de hep bende kalsın gözlerin I kapama gözlerini; karanlıktan korkarım atlılar kaybeder yolunu, hasretimin posta güvercinleri geri dönmez ülkeme yaslı dereler gibi mutsuzluğa akarım kapama gözlerini; karanlıktan korkarım II ateşten ve köpükten sıyırıp ellerimi mekanımı gülistan eyleyendir gözerin isyanıyla ihtiras ve gerilim yaşayan Kabil’in ruhunu kan eyleyendir gözlerin vuslat aşkını Leyla düşürmedi çöllere arzı Mecnun’a hicran eyleyendir gözlerin gözlerinde başladı tarihin macerası Adem’i Havva’ya ram eyleyendir gözlerin Kerem dağlar ardında aradı gözlerini Kamber’i bile viran eyleyendir gözlerin Ferhat dağları deldi yolunu bulmak için sevmeyenleri giryan eyleyendir gözlerin suların emzirdiği muamma bir çocuğu yedi iklime hakan eyleyendir gözlerin III gözlerin göklerinde her yüzyılın başında birer akkor olmuş gözlerin çekip çıkarsam da mısralarımı ben yalnız gözlerinin şairiyim aslında hangi rüzgara verdiysem aşkımı beni alıp yangınlara götürdü muştu beklediğim bütün yelkenlilerden ateş düştü içime IV yüreğimden fışkıran bir “ah” mıdır gözlerin beni benden koparan “eyvah” mıdır gözlerin Bu gözler, o aydınlık o güzel gözler değil yoksa yalancı mıdır, günah mıdır gözlerin ses midir, aynalarda çarpan kulaklarıma kürdili hicazkar mı, segah mıdır gözlerin Arif Bey’i Itri’yi ömür boyu inleten nihavend mi, sultan-ı yegah mıdır gözlerin kubbesinde yitirdim zaman duygularımı akşam mıdır, gece midir, sabah mıdır gözlerin ruhumu baştan başa acılarla dokuyan beynimi kurşunlayan silah mıdır gözlerin her köşede zifiri bir silüet bırakan gönül memleketimde seyyah mıdır gözlerin renkler avare; sitem başıboş kuytularda mavi midir, yeşil mi, siyah mıdır gözlerin yoksa yalancımıdır, günah mıdır gözlerin V nihan kıldı gözlerin bana kapılarını oysa ben gözlerinden girerdim yüreğine her bakışın bir damla ab-ı zindegan idi hicranlı her gülüşün bin yıllık figan idi içime, soluşundan sonra koyu renklerin birer şirpençe gibi düştü gözbebeklerin feryadıma gök bile bigane değil şimdi söyle, kurtuluşun mu, harabın mı gözlerin gözlerinde mi mehtab; mehtabın mı gözlerin VI çağlayanlar bile hararetlidir buğday başağının açlığıdır ufuklar siperleri aşıklar mı doldurmalıydı zalimler mi neden böyle hıçkırıklı, umutlar VII beni hangi urganla bağladın gözlerine beni hangi ırmağa karıştırdın yeniden senden kopamıyorum gözlerin var oldukça sensiz yapamıyorum yüzün bahar oldukça gözlerine baktıkça duruluyor yüreğim ölse de, gözlerinden soruluyor yüreğim indirme kirpiğini; tutuşmasın kainat nazar kıl; ferahlasın; kavruluyor yüreğim sensiz küle dönerek savruluyor yüreğim VIII diyorlar ki ağla ağla ki dumanı dağılsın yolların ağlamayı denizlere bıraktım yalnız gözlerindir hayatta kalan uğruna adandığım mahşeri sularla çevirip dört yanından gönlümde sakladığım aynalarda arayıp bulamazken günboyu gölgesinde konakladığım gözlerindir ufkumda dalgalanan Rüstem’in kanını döktüm yerlere İstanbul’u kuşattım gözlerin için Azrail’e koştum siperlerimden gözlerine baka baka dirildim niçin kızıl kıyamettir gölerin bu gün niçin heyelan var eteklerinde İsrafil’den işaret mi almışsın yanaklarında mahşer kalıntısı dudaklarında mizan bütün gamlı hüdhüdler Belkıs’le döner sana yıldızlar vuslat için her gece iner sana rengini, gözlerinde kaybolan bilir IX gözlerin uğrak yeridir bestekarların şairler hüzne dalar yeşil okyanusunda eşiğinde ölümsüz dilenciler gözlerin gecenin intiharıdır sen gözlerine mahkumsun; gözlerin bana ben şiir yazmasam, kim tanır gözlerini geçerken yalnızlık sokağından hangi demirci indirir parmağına çekici hangi berber yanağını keser müşterisinin gözlerine bakmasam, doğar mı güneş X gözlerin boşluğa akan bir ırmak değil gözlerin sadece ölmek, yaşamak değil gözlerin tükeniş doruklarında bulunmayanları aramak değil gözerine aşina olduğum günden beri ben artık hır gece sesleniyorum düşe kalka yorgun argın derbeder yapayalnız duruyorum; yanlış anlaşılıyor her hücremde bir inkılab her gönlümde bir mahitab evim harab; ömrüm harab ne ay kaldı, ne de mehtab gök bulanık; ufuk silik gene de mağrur ve dimdik yürüyorum; mezarım oluyorsun ansızın XI bu son şiir, o küflü gözlerine yazılan bu son mezar kalbimde hicranla kazılan senin gamsız gözlerin kahkahalar atarken benim gözlerim viran; ağlamaya değer mi her cilven bir ıstırab; her nazın kapkaranlık yorgun kuraklığında ıslanmaya değer mi hiç güzel olur muydun gözlerin olmasaydı ateşlere girmeye ve yanmaya değer mi bir kevser ırmağında serinlemek dururken sellerine karışıp bulanmaya değer mi aydınlığın gözleri çağırıyor kalbimi zehir bakışlarınla boyanmaya değer mi gözlerine bir ömür dayanmaya değer mi Nurullah GENÇ














