Arama Sonuçları
Boş arama ile 853 sonuç bulundu
- Toplumcu Gerçekçi Yazarlar: Köy Roman ve Hikayesi
Birinci dönemde Sadri Ertem, Reşat Enis ve Sabahattin Ali’nin eserleriyle ortaya çıkan ve esasen Anadolu köy ve kasabalarının sorunlarını konu edinen toplumcu gerçekçi roman ve hikâye, 1930’lu yılların sonunda Samim Kocagöz ve Kemal Bilbaşar gibi yazarların elinde alanını genişletir ve 1950’den sonra büyük yazarların elinde yaygın bir hareket haline gelir. Bu devrede Salim Şengil’in 1947-1957 arasında çıkardığı Seçilmiş Hikâyeler Dergisi, köyü konu alan hikâyelere veya köy hikâyeciliğine yeni bir hız kazandırır. Köy konusunun 1950’li yılların yanı sıra 1960’lı ve 70’li yıllarda da yaygın bir şekilde ele alınmasında Nâzım Hikmet’in şiirleriyle güçlenen Marksist fikir ve inanışların da kuşkusuz önemli bir rolü vardır. İlk romanı olan İkinci Dünya’yı 1938’de, ilk hikâye kitabı olan Telli Kavak’ı da 1941’de yayımlayan Samim Kocagöz (1916-1993), konularını çoğunlukla Söke ovası ve Menderes vadisi dolaylarında yaşanan olaylardan seçerek toprak sorununu, sınıflar arası çıkar çatışmalarını, ekonomik etkenlerle ortaya çıkan değişmeleri anlatır. Eserlerinde Samim Kocagöz gibi daha çok Batı Anadolu köy ve kasabalarını anlatan Kemal Bilbaşar (1910-1983) da ilk hikâye kitabını Anadolu’dan Hikâyeler adıyla 1939’da, ilk romanını da Denizin Çağırışı adıyla 1943’te yayımlamıştır. Onun özellikle Doğu Anadolu bölgesindeki zalim ağa-yoksul köylü ilişkisini ve hazin bir aşkı masalımsı bir dille anlatan Cemo (1966) romanı, yayımladığı dönemde çok yankı uyandıran bir eser olmuştur. Sonraki yıllarda da Marksist fikirler doğrultusunda eserler veren bu yazarlardan başka, Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal gibi büyük yazarların elinde toplumcu gerçekçi roman ve hikâye, daha geniş bir alana yayılır ve edebiyat dünyamızda büyük yankılar uyandıran ve geniş bir okur kitlesi tarafından okunan örneklerini verir. Ekmek Kavgası adlı ilk hikâye kitabını ve Baba Evi adlı ilk romanını 1949’da yayımlayan Orhan Kemal (1914-1970) de Kocagöz ve Bilbaşar gibi hikâye ve romanı birlikte yürüten yazarlardandır. Roman konularını bizzat gördüğü ve yaşadığı olaylardan çıkaran Orhan Kemal, birçok eserinin konusunu yakından tanıdığı Çukurova bölgesinden almıştır. Bunlarda tarlada ağır şartlar altında çalışan ırgatların, dokuma fabrikalarındaki işçilerin, büyük şehre göç eden gurbetçilerin acıklı hikâyeleri yaşanmışlıktan gelen bir kuvvetle anlatılır. Özellikle Bereketli Topraklar Üzerinde (1954) ve Murtaza (1962) romanları çok sözü edilen ve beğenilen eserleri arasındadır. Son romanlarında aynı başarıyı yakalayamayan yazarın hikâye ve romanlarında yapı ve üslûp endişesi çoğu zaman geri planda kalmıştır. Nâzım Hikmet’le birlikte 1938’de on beş yıl hapse mahkûm edilmiş olan Kemal Tahir (1910-1973) ise daha çok roman üzerinde yoğunlaşmış ve bu türde verdiği eserlerle Orhan Kemal’e kıyasla daha yaygın bir üne kavuşmuştur. Onun 1955’te Sağırdere’yle başlayan romanlarının bir kısmında köy konusu, hapisteyken yakından ilgilendiği Çankırı ve Çorum yöresinde geçen olaylara ağırlık verilerek ele alınır ve buralardaki mülkiyet ilişkileri, ağalık kurumu ve eşkiyalık hareketleri tarihî köklerine dikkat çekilerek anlatılır. Önemli bir kısım romanı da konularını doğrudan doğruya tarihten alır. Yakın tarihe ait çeşitli olaylar Esir Şehrin İnsanları (1956), Esir Şehrin Mahpusu (1962) ve Yol Ayrımı (1971) gibi başarılı romanlarında, farklı bir tarih görüşüyle Osmanlı Devletinin kuruluşu da çok yankılanan ve tartışılan Devlet Ana (1967) romanında anlatılmıştır. Tarihî maddeciliğe farklı bir bakış getiren romanlarında yazar, daha çok toplumların tarihini ön plana çıkardığı için genel olarak kahramanlarına oldukça mesafeli ve olumsuz bir açıdan bakar. Kemal Tahir’in romanları, diyaloglara aşırı derecede ağırlık veren objektif anlatım yöntemi ve kendine özgü üslûbuyla çağdaşlarına nazaran bir farklılık ve üstünlük taşır. Kemal Tahir gibi daha çok roman türünde yoğunlaşan Yaşar Kemal (d. 1923) de yurt içinde ve yurt dışında çok yankılanan romanlarıyla büyük bir ün kazanmış toplumcu gerçekçi yazarlardandır. Onun 1955 yılında yayınlanan Teneke ve İnce Memed romanlarından başlayarak günümüze kadar yazdığı yirmiden fazla romanı çeşitli dillere çevrilmiş, bunlar yurt içinde ve dışında birçok ödüle lâyık görülmüştür. Sınıfsal bir bakış açısıyla romanlarında, genellikle Çukurova köylüsünün, Güney ve Doğu Anadolu insanının ekonomik ve toplumsal değişimden kaynaklanan sorunlarını, buralardaki ekonomik sömürüyü, yoksul köylü-zalim ağa çatışmasını, düzene başkaldıran köylüleri, töreleri ve kan davalarını ele alan Yaşar Kemal, bu olayları anlatırken halk türkü, masal, efsane ve destanlarından hem konu hem de üslûp açısından geniş ölçüde yararlanmıştır. Bu durumun bir sonucu olarak üslûbu da lirik ve şiirsel bir niteliğe bürünmüştür. Karakteristik bir şekilde İnce Memed romanında görülen bu üslûp, yazarın hemen bütün romanlarında karşımıza çıkmaktadır. Toplumcu gerçekçi ya da sosyalist gerçekçi roman, daha sonra yetişen köy enstitülü yazarlar kuşağında çok daha şematik kalıplar içerisinde devam ettirilmiştir. Bunlar arasında Sarı Traktör (1959) romanıyla Talip Apaydın’ı (d. 1926) Yılanların Öcü (1959) romanıyla da Fakir Baykurt’u (1929-1999) sayabiliriz. Kendisi de bir köy enstitüsü mezunu olan Mahmut Makal’ın 1950’de yayımlanan ve köye dair ilgi çekici mektup ve notları içeren Bizim Köy kitabının köy romanı üretimine bir hareket, bir hız kazandırmış olduğunu da bu vesileyle belirtelim. Yazı hayatına Sabahattin Ali’yle birlikte çıkardığı Markopaşa adlı mizah gazetesiyle başlayan Aziz Nesin (1915-1995) de 1948’den itibaren yayımlanan mizahî hikâye ve romanlarıyla toplumcu gerçekçi edebiyatta önemli bir yer işgal eder. Toplumdaki aksayan yönleri, yergiye elverişli tarafları, türedi, zıpçıktı tipleri abartılı, paradoksal, zaman zaman da ironik bir dille anlatan bu hikâye ve romanlar Türk okurunun en çok okuduğu eserler arasına girmiş, yazarın böylece genişleyen ünü sonradan yurt dışına da yayılmıştır. #CumhuriyetEdebiyatı #ToplumcuGerçekçiler #KöyRomanı #Hikaye #Roman
- 1923 – 1950 Döneminde Tarihi Roman
Cumhuriyet’in ilk döneminde popüler aşk romanlarının yanı sıra “tarihî roman” başlığı altında toplanabilecek romanlar da yazılmıştır. Aşk romanlarında olduğu gibi fazla bir estetik değer taşımayan ve çoğu gazetelerde tefrika halinde kalan tarihî romanlar, konularını genellikle eski Türk tarihinden, bazen da Osmanlı tarihinden alırlar. Çok okunan, daha doğrusu geniş bir okur kitlesinin roman ihtiyacını karşılayan bu eserler, Atatürk döneminin tarihî ve destanî havasından, bu devirde ortaya atılan Türk tarih tezinden beslenirler ve bu taraflarıyla Millî Mücadele romanlarına yakındırlar. Bununla birlikte bu romanların ortaya çıkışında daha çok Romantik akımın bir sonucu olarak Walter Scott’ın romanlarıyla başlayan ve bütün Avrupa edebiyatlarına yayılan “Tarihî Roman Modası”nın etkisi vardır. Cumhuriyet döneminin ilk tarihî romanları Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun (1906- 1966) kaleminden çıkmıştır. Onun 1923’te yayımlanan Kızıltuğ romanından sonra bu tarzda yazdığı yirmiden fazla roman vardır. 1928’de ilk romanı Kara Davut’u yayımlayan Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu ile yine aynı yıl Cehennemden Selâm romanını yayımlayan M. Turhan Tan da tarihî roman sahasında birçok eser vermiş yazarlar arasındadır. İskender Fahrettin ise daha çok Türk tarih tezine uygun romanlar yazmıştır. Bu dönemin sonuna doğru yazılan tarihî romanlardan özellikle ikisi, hem kurgusal yapısı hem de üslûbuyla diğer romanlara göre estetik açıdan büyük bir üstünlük gösterir. Bunlardan ilki Nihal Atsız’ın 1946’da çıkan Bozkurtların Ölümü, ikincisi Safiye Erol’un 1947’de yayımlanan Ciğerdelen romanıdır. Halihazırdan geriye dönerek geçmişi bir destan veya masal atmosferi içinde anlatan bu romanlardan ikincisi mistik tarafının yanı sıra halihazır ile geçmişi birleştiren iç içe geçmiş hikâyeleriyle kurgusal açıdan da bir farklılık gösterir. #CumhuriyetDönemi #EdebiSanatlar #Hikaye #Roman
- Popüler Aşk Romanları: Kadın Yazarlar
Cumhuriyet roman ve hikâyesinin bu ilk döneminde genel olarak ülkenin sorunlarını, Anadolu’yu ve Anadolu insanının durumunu veren eserlerin yanı sıra, daha çok kadın yazarların eserleriyle ortaya çıkan bir “Popüler Aşk Romanları” modasıyla karşılaşırız. Sevgi, aşk ve ihtiras konularını, mutlu bir aile yuvasında ideal bir hayatı veya bunun özlemini anlatan bu romanlar, geniş bir okuyucu kitlesinin ilgisini çekmiş ve çok okunmuşlardır. Bazıları tefrika halinde gazetelerde kalmış olan popüler aşk romanları, estetik açıdan fazla bir değer taşımayan, ancak orta sınıf okuyucunun özlem veya beklentilerine cevap veren eserlerdir. Bu tarzda eser veren yazarlardan Aşk Bahçesi adlı romanı 1924’te çıkan Burhan Cahit Morkaya (1882-1949) ile Yaban Gülü adlı romanı 1925’te çıkan Güzide Sabri Aygün (1886-1946) tarih bakımından bir önceliğe sahiptir. Sonraki yıllarda Esat Mahmut Karakurt, Selâmi İzzet Sedes, Etem İzzet Benice, Şükufe Nihal, Halide Nusret Zorlutuna, Nezihe Muhittin, Muazzez Tahsin Berkant, Mükerrem Kâmil Su, Cahit Uçuk, Peride Celâl ve Kerime Nadir gibi yazarlar peşpeşe popüler aşk romanları yazarlar. Kadın yazarlardan Güzide Sabri, Muazzez Tahsin Berkant (1900-1984) Mükerrem Kâmil Su (1906-1984) ve Kerime Nadir’in (1917-1984) aşk romanları çok okunmuş, bunların bir kısmı filme de alınmıştır. Peride Celâl (d. 1915) ise daha sonraki romanlarında yeni anlatım tekniklerini denemek suretiyle sanat romanı yazmaya yönelmiştir. Aslında kadın yazarlar olgusu, Cumhuriyet’in ilânından sonra kadına tanınan haklara paralel olarak gitgide genişleyen ve güçlenen bir olgudur. Kısaca belirtmek gerekirse, Halide Edip’ten sonra yetişen birçok kadın yazar, roman ve hikâyelerinde romantik bir aşk hikâyesinin etrafında da olsa “kadının eğitimi, hakları ve toplumdaki konumu” gibi temalara geniş yer vermiş ve böylece Cumhuriyet Dönemi Edebiyatında çok sık bir şekilde ele alınan kadın konusu, bu yazarların elinde yeni duyarlılıklar, yeni bakış açıları kazanmıştır. #KadınYazarlar #CumhuriyetDönemiTürkEdebiyatı #CumhuriyetEdebiyatı #PopülerAşkRomanları #CumhuriyetDönemi
- Memleket Roman ve Hikayesi
Atatürk ve İnönü dönemlerini kapsayan bu ilk devrede roman ve hikâye yazarları, şiirdekine benzer şekilde ülkenin geçirdiği siyasî ve toplumsal değişmelerle yakından ilgilenirler. Bir yandan yakın devrin tarihiyle bir hesaplaşma içine girerken bir yandan da devrimlerle şekillenen yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli sorunlarına eğilirler. Bu yüzden çoğunun eserlerinde eski devrin tipleri, değişen tipler ve yeni devrin idealist tipleri yan yana bulunur. Batılı ve doğulu değerleri temsil eden kuşaklar arasındaki çatışma ve yeni gençlik fikrî birçok romanın örgüsünü oluşturur. Bu dönemde şöhretini önceki dönemlerde yapmış roman ve hikâye yazarları eser vermeye devam ederler. Servet-i Fünun’un usta romancısı Halit Ziya (1865-1945), romana girmemekle birlikte hikâyeler yazar ve eserlerini, bazılarını topluca olmak üzere yeniden yayımlar. 1931’de ölen Servet-i Fünun romancısı Mehmet Rauf (1875- 1931), Cumhuriyetten sonra sekiz roman ve üç hikâye kitabı çıkarır. İlk romanını 1888’de yazan Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944) 41 romanından 24’ünü bu devrede verir. 1919’da yayımladığı Memleket Hikâyeleri’yle hikâyemizin Anadolu’ya açılmasında büyük bir rol oynayan Refik Halit Karay (1888-1965) ise Yüzellilikler’in affedilmesiyle 1938’de Türkiye’ye döndükten sonra devrin havasına uygun çok sayıda roman kaleme almış ve en önemli eseri olan Gurbet Hikâyeleri’ni de 1940’ta yayımlamıştır. Bununla beraber ilk devrede roman ve hikâye alanını, bu alana daha önceki yıllarda girmiş olan üç büyük yazarın eserleri doldurur. Bunlar Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Reşat Nuri Güntekin’dir. Bu yazarların eserleri hem çok okunması ve etkili olması hem de estetik bir değer taşıması açısından devrin popüler hikâye ve romancılarına kıyasla bir üstünlük taşır. Her üç yazarın birçok hikâye ve romanını, edebiyatımızın Anadolu’ya açılışı, yani “Memleket Edebiyatı” kapsamında değerlendirmek mümkündür. Halide Edip ve Yakup Kadri’nin Millî Mücadeleye fiilen katılmış olmaları, Reşat Nuri’nin Anadolu’da uzun süre öğretmenlik yapmış olması dolayısıyla bu yazarlar, Millî Mücadeleyi, bu mücadelenin cereyan ettiği Anadolu’yu ve insanını roman ve hikâyelerinde sıklıkla ele alırlar. II.Meşrutiyet döneminde yazdığı romanlarla haklı bir ün kazanmış olan Halide Edip Adıvar (1882-1964), Millî Mücadeleye katıldıktan sonra eserleriyle de Anadolu’ya açılır ve Ateşten Gömlek (1922) romanı, Dağa Çıkan Kurt (1922) ve İzmir’den Bursa’ya (Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Mehmet Asım’la birlikte, 1923) adlı hikâye kitaplarıyla devrin aydınları ve gençleri üzerinde büyük bir hayranlık uyandırır. Türk’ün Millî Mücadeledeki mucizevî iradesini ve direniş gücünü anlatan bu eserlerden Ateşten Gömlek İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça ve Rusça gibi birçok dile çevrilmesi ve filme alınan ilk romanlardan olması bakımından da önemlidir. Taassup yüzünden acımasızca öldürülen Aliye Öğretmenin hikâyesini veren Vurun Kahpeye (1923, kitap halinde 1926) romanı da Millî Mücadeleyle ilgilidir. Sırası gelmişken bu eserlerin romanımızda “Millî Mücadele Romanı” diye sınıflandırabileceğimiz bir grup romanın öncülüğünü yaptığını söyleyelim. Yakup Kadri ve Reşat Nuri’den başka 1950’ye kadar Aka Gündüz, Mehmet Rauf, Burhan Cahit, Peyami Safa, 1950’den sonra da Kemal Tahir, Fikret Arıt, İlhan Tarus, Samim Kocagöz ve Tarık Buğra tarafından yazılmış birçok Millî Mücadele romanı vardır. Diğer roman ve hikâyelerinde Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin gençlerini ve kadınlarını anlatan, eğitim konusuna ve iradeli, güçlü kadın tiplerine ön planda yer veren Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal (1936) romanı da Türkçe’nin klâsikleşmiş eserleri arasındadır. Sinekli Bakkal Sokağı etrafında bütün bir II. Abdülhamit dönemi İstanbul’unu güzel taraflarıyla birlikte veren ve buradan batılı ve doğulu değerlerin bir sentezine gitmeye çalışan roman, Osmanlı’ya karşı o dönem eserlerinde, söz gelişi Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore (1928) ve Mithat Cemal’in Üç İstanbul (1938) romanlarında, mahkûm edici bir şekilde görülen olumsuz bakışı değiştirmesi ve geçmişe daha hoşgörülü bakması açısından edebiyatımızda bir dönüm noktası gibi kabul edilebilir. Bu olumlu bakış, daha sonra Abdülhak Şinasi Hisar ve Safiye Erol gibi romancıların eserlerinde, söz gelişi Fahim Bey ve Biz (1941) ve Ciğerdelen’de (1947) daha güçlü bir şekilde görülür. Halide Edip gibi aktif bir şekilde Millî Mücadeleye katılan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun (1889-1974) da eserlerinin önemli bir kısmı Millî Mücadele ve Anadolu’yla ilgilidir. Zaten daha II. Meşrutiyet döneminde hikâyemizin Anadolu’ya açılmasını sağlayan iki yazardan -diğeri Refik Halit Karay- birisi odur. Romanlarının çoğunda II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve mütareke dönemlerini ve bu dönemlerin İstanbul’unu anlatan yazar, özellikle Millî Savaş Hikâyeleri (1947) ve Hikâyeler (1985) gibi kitaplarında toplanan hikâyelerinde ve Yaban (1932), Ankara (1934) ve Panorama (1953-1954) romanlarında Millî Mücadeleyi, Millî Mücadele sonrasının Ankara’sını ve ülkedeki siyasî çekişmeleri mesafeli ve zaman zaman da keskin ve kötümser bir eleştirel bakış açısıyla gözler önüne serer. Eserlerini kendine özgü bir sanatkârane üslûpla yazan ve mizacından kaynaklanan bir özellikle halkıyla kaynaşamamış aydının psikolojisi üzerinde yoğunlaşan Yakup Kadri’nin özellikle Yaban romanı, Cumhuriyet döneminde köy romanının ilk örnekleri arasında olması bakımından önemlidir. Anadolu köylerinin sefaleti, köylünün cahilliği, geriliği ve aydınların bu konudaki sorumluluğu etrafında dönen romandaki bazı önyargılı yaklaşımlar hem döneminde hem de sonraki yıllarda çeşitli tartışmalara ve dolayısıyla başka köy romanlarının yazılmasına yol açmıştır. Bu ilk dönemin üçüncü önemli yazarı olan Reşat Nuri Güntekin’in (1889-1956) roman ve hikâyeleri ise İstanbul’un yanı sıra bütün Anadolu’yu kapsayan geniş bir anket gibi yorumlanabilir. Anadolu kasaba ve şehirlerinin hayatı, bu çevrelerin sorunları ve dikkate değer insan tipleri (dini istismar eden softalar, vicdanı ile geçim sıkıntısı arasında bocalayan memurlar, öğretmenler, doktorlar, subaylar, lüks hayatın özlemini çeken gençler) onun roman ve hikâyelerinin dünyasını doldururlar. Yabancı bir okuldan yetişmiş modern bir İstanbul kızının sevdiği adamdan bir çeşit intikam almak amacıyla da olsa Anadolu’ya geçişini ve idealist bir öğretmen olarak kendini Anadolu insanının hizmetine adamasını romantik bir havada anlatan Çalıkuşu, hem okuru zorlamayan kurgusu hem de temiz ve pürüzsüz üslûbu dolayısıyla Türkçenin en çok okunan klâsik romanları arasındadır. Reşat Nuri, birçok romanının ana örneğini teşkil eden Çalıkuşu’ndan sonra yazdığı roman ve hikâyelerde, zaman zaman duygusal aşkları öne çıkarmakla birlikte Anadolu’nun gerçeklerine daha çok dikkat etmiş ve bunları yer yer Atatürk devrimlerinin paralelinde çok keskin olmayan eleştirel bir bakışla sergilemiş ve bir bakıma kendisini Anadolu’daki cahillik ve gerilikle savaşmakla görevli saymıştır. Bu üç yazardan Halide Edip özellikle Sinekli Bakkal, Yakup Kadri Kiralık Konak, Reşat Nuri de Yaprak Dökümü (1930) ve Eski Hastalık (1938) gibi romanlarında Tanzimat’la başlayan uygarlık değişimini, çatışan eski ve yeni değerleri ve bunları bir senteze ulaştırma sorununu ele alırlar. Bu konu, Cumhuriyet’in ilk döneminin önde gelen romancılarından olan Peyami Safa’nın (1889-1961) birçok eserinde daha büyük bir önem kazanır. O, 1922’den itibaren yazdığı romanların çoğunda mekân olarak genellikle İstanbul’u seçmekle birlikte ülkenin en önemli sorunu olarak gördüğü batı-doğu çatışmasına ön planda bir yer vermiştir. Modern ve geleneksel değerler arasındaki çatışma ilk olarak onun iki ayrı dünyayı sembolik mekânlar etrafında veren Fatih-Harbiye (1931) romanıyla başlar ve Bir Tereddüdün Romanı (1933), Biz İnsanlar (1939), Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949) ve Yalnızız (1951) romanlarında gitgide daha derinleştirilmek suretiyle işlenir. Aslında Peyami Safa’nın bu romanları, Cumhuriyet dönemindeki benzerleriyle birlikte Tanzimat’tan sonra Ahmet Mithat’ın romanlarıyla başlayan ve Hüseyin Rahmi’yle devam eden “alafrangalık” teminin daha geniş bir çerçevede devamıdır. Bu konuyu ele alan eserlerin çoğunda dikkati çeken ortak yapısal özellik, kahramanların çoğunun belirli değerleri veya toplum kesimlerini temsil eden tipik kişilikler olması, dolayısıyla olay örgüsünün de bu zıt kişilikler arasındaki çatışmaya dayanmasıdır. Romanlarında kişilerin iç dünyasına, psikolojisine de önem veren, hatta bazan aşırı şekilde psikolojik açıklama ve yorumlara yer veren Peyami Safa’nın 1930’da yayımlanan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı ise yeni anlatım tekniklerini denemesi açısından ayrı bir değer taşır. James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner tarafından geliştirilen “Bilinç akışı romanı”nın iç monolog gibi bazı tekniklerini burada deneyen yazar, bu yolu sonraki romanlarında daha da geliştirir. Özellikle Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, roman kahramanı Ferit’i romanın merkezine bir “yansıtıcı merkez” ya da “bilinç aynası” gibi yerleştirmesi ve dünyayı bu aynadan yansıtması bakımından Türk romanında yapısal açıdan önemli bir dönüm noktasıdır. Bu yol daha sonra gerçeküstücü özellikler taşıyan romanlarda farklı şekillerde karşımıza çıkacaktır. Eserlerinde ülkenin ve Anadolu’nun sorunlarına girmemekle birlikte, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fahim Bey ve Biz (1941) romanı da Peyami Safa’nınkiler gibi geleneksel roman anlayışına getirdiği yenilikle dikkate alınması gereken bir eserdir. Yazarın “Boğaziçi medeniyeti” diye adlandırdığı Osmanlı’nın yüksek tabakasının yaşayışıyla ilgili hatıra, duygu ve izlenimlerini, belli bir olay örgüsünden çok bir kişiliğin etrafında verdiği bu romanı, Cumhuriyet dönemi romanının alanında tek kalmış örnekleri arasındadır. Bu özelliği dolayısıyla roman, 1942’de yapılan CHP roman yarışmasında üçüncülük ödülüne lâyık görülür. Hayranlık duyduğu Marcel Proust’un Geçmiş Zaman Peşinde adlı ünlü roman serisinin etkisiyle oluşturduğu bu roman tarzını Abdülhak Şinasi Hisar, Çamlıca’daki Eniştemiz (1944) ve Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952) romanlarında da sürdürür. Olay örgüsünden çok duyguyu ön plana çıkaran bu anlatım yolu, Cumhuriyet dönemi hikâyesinin büyük isimlerinden Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik tarafından da uygulanmıştır. Cumhuriyet’in ilk büyük hikâye yazarları arasında yer alan Memduh Şevket Esendal (1883-1952), romanlar da yazmış olmakla birlikte, ülkenin büyük sorunlarına ancak geri planda yer veren, buna karşılık küçük, sıradan insanların duygu ve düşüncelerini, yaşama sevincini iddiasız bir gerçekçilik içinde anlatmayı tercih eden bir hikâyecidir. Çeşitli gazete ve dergilerde 1908’den itibaren yayımlanan hikâyeleri, oldukça geç bir tarihte 1946’da Hikâyeler adıyla kitaplaşır. O, özellikle 1920’den sonra yazdığı hikâyelerde etkisinde kaldığı ünlü Rus yazarı Çehov’un hikâye tarzını Türkçe’de başarıyla uygular ve bu tarz hikâyelerinde sanatsız, rahat ve temiz bir dille hareketli olaylardan çok duygulara yer vererek sıradan insanların hayatlarından ilgi çekici kesitler sunar. Memduh Şevket’in bu hikâye tarzıyla eserlerini aynı tarihte veren Fahri Celâlettin Göktulga (1875-1975) ve Yedi Meşale grubunun nesir yazarı Kenan Hulusi Koray’ın (1906-1943) hikâyeleri arasında temel bir fark vardır. Bu yazarlar hikâyelerinde olay örgüsü unsuruna, başı sonu belli olaylara ağırlıklı bir yer verirler. Bir asabiye doktoru olan Fahri Celâlettin hastanelerde tanıdığı ruhen hasta kişilerin, eski devir tiplerinin küçük, dar dünyalarını başarıyla anlatırken Kenan Hulusi masalımsı aşk hikâyelerine ve E. A. Poe’nunkileri andıran korku hikâyelerine yönelir. İlk devrenin tanınmış hikâyecileri arasında bulunan bu yazarların eserlerinde şüphesiz İstanbul’un ve taşra şehir ve kasabalarının hayatından gelen canlı sahneler de yer alır. Abdülhak Şinasi Hisar dışarda tutulursa, genel olarak “Memleket Edebiyatı” kapsamı içinde değerlendirilebilecek olan bu önde gelen roman ve hikâye yazarlarının yanı sıra dönemin ikinci, üçüncü sınıf yazarları da aynı çerçeveye sokulabilecek eserler vermişlerdir. Bunlar arasında ilk olarak Atatürk devrimlerinin ülkede benimsenmesi ve yaygınlaşması yolunda heyecanla çalışan Aka Gündüz’ü (1886-1958) sayabiliriz. Bir çeşit tezli eser sayılabilecek roman ve hikâyelerin yanı sıra popüler aşk romanları da yazan Aka Gündüz’ün yanı başında Mahmut Yesari (1895-1945), çarpık batılılaşmayı ve toplumsal sorunları ele alan popüler roman ve hikâyelerle dikkat çeker. Aka Gündüz ve Mahmut Yesari gibi yazı hayatına Cumhuriyet öncesinde başlayan Sadri Ertem’in (1900-1943) roman ve hikâyeleri de bu çerçevede görülebilir. Sadri Ertem’in farklı tarafı, tasvirci olmaktan çok eleştirici bir bakış açısını tercih etmesi ve konularını daha çok köylünün ve işçilerin hayatından seçerek, bunları sanat endişesi gözetmeksizin çok keskin bir gerçekçilik anlayışıyla vermesidir. Onun özellikle kumaş fabrikaları yüzünden dokuma tezgâhlarını kapatmak zorunda kalan köylülerin isyanını anlatan Çıkrıklar Durunca (1931) romanı, bizde toplumcu gerçekçi romanın ilk örnekleri arasında sayılır. Toplumun alt tabakalarına inerek toplumsal ve ahlakî sefaletleri natüralistlere has keskin ve acı bir dille anlatan Reşat Enis Aygen’in hikâye ve romanlarında da benzer bir durum vardır. Bunlarda toprak reformu gibi toplumsal konular ve köylülerle köy ağaları arasındaki ezen-ezilen ilişkisi eleştirel bir bakış açısından verilmiştir. Köyü ve kasabayı toplumcu ya da sosyalist gerçekçi bir bakış açısıyla ele alan yazarlarımız içinde Sabahattin Ali’nin (1907-1948) hikâye ve romanları, estetik açıdan daha büyük bir değer taşır. Üç tane de roman yazmış olmakla birlikte o, asıl başarısını hikâye alanında göstermiştir. Memleket gerçeklerini ekonomik yapının doğurduğu toplumsal çelişkiler, giderek sınıf çatışmaları perspektifinden gören yazarın hikâyelerinde Anadolu köy ve kasabalarının ezilen, horlanan insanları, düşkün kadınları, yoksul emekçileri, çaresiz memurları etkileyici bir trajik atmosfer içinde anlatılır. Yazar sanatı bir nevi araç gibi görmekle birlikte, bir propagandacı düzeyine inmeksizin fikir ve mesajlarını kurduğu hikâye dünyası içinde ustalıkla eritir. Bu hikâyeler, 1935-1947 yılları arasında Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya ve Sırça Köşk kitaplarında toplanmıştır. Onun 1937’de yayımlanan Kuyucaklı Yusuf romanı da toplumcu gerçekçi bir perspektifle yazılan romanların ilk başarılı örneğidir. Hareketli bir olay örgüsüne sahip olan bu romanında yazar, bir Anadolu kasabasındaki -Edremit- trajik bir aşk hikâyesinin etrafında fabrikatör, kaymakam ve jandarma komutanı arasındaki çıkar ilişkilerine ve bu gücün ezdiği insanların trajedisine geniş yer vermiştir. Cumhuriyet döneminin bu ilk devresinde köy ve kasaba hayatını, diğer yazarlardan farklı bir eleştirel bakışla ortaya koyan bu eserler, “Memleket Şiiri”nde de gözlemlendiği gibi, Memleket Roman ve Hikâyesinin değişik bir versiyonu gibi görülebilir. Özellikle Sabahattin Ali’nin bu yolda yazdığı eserler, daha sonra yaygın bir şekilde devam edecek olan toplumcu gerçekçi roman ve hikâyenin örnek alınan eserleri olmuştur. #CumhuriyetDönemi #CumhuriyetEdebiyatı #Hikaye #Roman
- Cumhuriyet Döneminde Roman ve Hikaye
Seksen yılı kapsayan Cumhuriyet Dönemi Edebiyatında roman ve hikâye türleri de şiirde olduğu gibi büyük bir zenginlik gösterir. Çok sayıda yazarın çeşitli sınıflara ayrılabilecek yüzlerce eseri yayımlanır. İlk büyük örneklerini 1922’de Halide Edip’in Ateşten Gömlek, Yakup Kadri’nin Kiralık Konak ve Reşat Nuri’nin Çalıkuşu romanlarıyla veren Cumhuriyet romanı, 1940’lı yılların sonuna kadar fazla bir değişme göstermeden gelişir. 1946’da Türkiye’nin çok partili hayata geçmesinden sonra 1949’da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur ve Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu romanlarının ve arkasından Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’in toplumcu gerçekçi eserlerinin peş peşe yayımlanmaya başlamasıyla Türk romanı, -tabiî hikâyeyle birlikte- önemli bir değişim geçirir. Üçüncü büyük değişme ise Oğuz Atay’ın 1971-1972’de yayımlanan Tutunamayanlar romanıyla ortaya çıkar. Bu bakımdan Cumhuriyet romanını kabaca 1922 veya 1923-1950, 1950 sonrası ve 1970 sonrası olmak üzere üç döneme ayırarak incelemek daha uygun görünmektedir. Bu dönemde kısa hikâye de önemli bir gelişme göstermiş ve büyük ustalar ortaya çıkarmış olmakla birlikte, birçok yazarın hikâyeyle romanı birlikte götürmesi ve hikâyenin de romanınkine benzer bir gelişme çizgisi izlemiş olması dolayısıyla bu iki türü aynı tasnif planı içinde ele alacağız.
- Cümlenin Tanımı ve Özellikleri
Bir duyguyu, bir düşünceyi, bir eylemi, bir yargıya bağlayarak anlatan söz dizisine cümle denir. Cümle içinde sözcükler bir anlam ve görev ilişkisiyle canlılık kazanır, duyguyu ve düşünceyi anlatabilirler. Türkçede uzun cümleler kurulabileceği gibi tek sözcükten oluşan cümlelerde vardır. - Ne içersiniz? - Çay. Bu örnekteki ikinci cümle tek sözcükten oluşmuştur. Soruya verilen cevap, kesin bir yargı niteliğindedir. Buna karşılık gerektiğinde çok uzun cümleler de kurulabilir. Eğitim ve öğretimde uygulanacak yol, bilgiyi insan için fazla bir süs, bir zorbalık vasıtası, veyahut medeni bir zevkten ziyade maddi hayatta muvaffak olmayı temin eden pratik ve kullanılması mümkün bir cihaz haline getirmektir. (M. Kemal Atatürk)
- Ara Sözün Özellikleri
Cümleye başladıktan sonra genellikle bir cümlenin açıklayıcısı; ayrı bir öğe veya cümleye alay katan, cümleden çıkartıldığında cümlede anlam daralması veya bozulmasına yol açmayan kelime veya kelimelere ara söz (ara cümle) denir. Ara söz cümlede iki virgül veya iki kısa çizgi (tire) arasında gösterilir. Örnekler: Canından çok sevdiğini, annesini, dün kaybetti. (belirtili nesne görevinde) Özlemini çektiği yere, köyüne, gidecekti. (dolaylı tümleç görevinde) Dün akşama doğru, saat altı gibi, bize geldi. (zarf tümleci görevinde) Bu olaydan sonra, sen de anımsayacaksın, onlarla ilişkimi kesmiştim. (cümle dışı unsur) Cihan yırtılsa, emin ol, bu cephe sarsılmaz. (cümle dışı unsur) Bu olaydan sonra, sen de anlayacaksın, onlarla ilişkimi kesmiştim. Yeşilyurt’taki evlerine, özlemini çektikleri yere, dönmek istiyorlardı. Yaşlı adam onu, kara kuru çocuğu,ağlayarak göğsüne bastırdı. Kitap okuyanlardan biri, emekli öğretmen Zeki Bey, ağır ağır yerinden kalktı. La Fontaine, fablların unutulmaz yaratıcısı, yaşamını etkileyen türlü güçlükleri yapıtlarında yansıtmıştır. ** Not: Ara söz bir cümlenin açıklayıcısı olduğunda açıkladığı öğe ile aynı görevi yüklenir. Örnek: Kalabalıktan biri, yaşlı bir adam, elini kaldırdı. (özne açıklanmış ara söz de özne görevinde)
- Nesne ve Özellikleri
Cümlede yüklemin bildirdiği işten etkilenen varlığı gösteren kelime veya kelime grubuna nesne denir. Nesne fiildeki işi üzerine taşır. Nesneyi oluşturan kelime veya kelime grupları isim ve isim soylu kelimelerden oluş-malıdır. Nesne alabilen yüklemler cümlede geçişli fiil olarak adlandırılır. Nesneler belirtili ve belirtisiz nesne olmak üzere iki ayrı gruba ayrılır: 1. BELİRTİLİ NESNE İsmin “-i” hâl ekini (belirtme hâli) alarak yükleme sorulan “neyi ve kimi” sorularına cevap veren nesnedir. Örnekler: Evimin duvarlarını doğa manzaraları süsler. Ozan, düşünceyi duygu haline dönüştürünceye kadar yoğurur. Şiir, duyguları etkileyerek akıl gücünü baskı altına alır. Her yazı ya da yazınsal yaratı, insanoğlunun duygu ve düşünce evrenini zenginleştirir. Orhan Veli’yi bütün yönleriyle tanıtan bu oyunu sanatçı, gazeteci öğrenci, öğretmen, hemen her kesimden pek çok insan, hayranlıkla izledi. Okur, duyduklarını, düşündüklerini, eleştirmeyi gerekli gördüğü kimi konuları bu yazarın eserlerinde bulur. Yazar, çocukluk günlerine ait acı ve tatlı nice anısını okurların anlatır. 2. BELİRTİSİZ NESNE İsmin “-i” hâl ekini (belirtme hâli) almadan yüklemde bildirilen işten hareketten etkilenen nesnedir. Belirtisiz nesneyi bulabilmek için yükleme “ne “ sorusunu sorarız. Örnekler: Küçük odamın penceresinden yemyeşil bir ova görünür Saraçhanebaşı’ndaki yıllanmış Bozdoğan Kemeri’nin eteklerine yaslanmış eski bir medrese olan müze binası, bu tür sergilerle izleyicilerine geçmişten geleceğe uzanan ilginç köprüler kuruyor. Sanat eğitiminden geçmiş kişiler, her olayda bir incelik, bir güzellik ararlar. Yazar, insan ilişkilerini yansıtmak için olumlu ve olumsuz karakterler çizer. ** Not: İsim cümlelerinde iş, hareket olmadığı için nesne de bulunmaz. Ama; “Tarihsel bilinç, dünün ulusal ve evrensel değerlerini bugünün düşüncesi ve dünya görüşüyle algılamaktır. (1990-ÖSS)” Cümlesinde yüklem isim soylu bir kelime olan fiilimsidir. Yüklemi geçişli mastar olan (yazmaktır, gelmektir, vermektir...) isim cümleleri nesne alabilir. Algılamaktır yüklemine soracağımız “neyi algılamaktır?“ sorusunun cevabı “dünün ulusal ve evrensel değerlerini” dir.
- Halaççanın Gelişimi ve Özellikleri
Orta İran’da konuşulan bu Türk lehçesi yakın tarihte Alman Türkolog G. Doerfer tarafından keşfedilmiştir (1968). Eski Türkçenin birçok arkaik özelliğini taşıyan özellikli bir Türk lehçesidir ve sahip olduğu dil özellikleri açısından Modern Türk lehçeleri içinde müstakil bir grup içinde yer alır. Halaççanın bir yazı dili yoktur. İran (28.000) Halaçça, İran’da İran dillerinin ve Oğuz Türkçesinin (Horosanca) tesiri altında, bünyesinde arkaik özellikleri taşıyan ve varlığını sürdüren bir Türk topluluğudur. Halaçların ataları olan Argular, ilk merkezi Asya’da 759-780 Mani kaynaklarında zikrediliyor. 8. ve 11.yy arasında Argular Halaç adını kendilerine kazandıran Oğuz Halaçlarıyla yakın yaşıyorlardı. Moğol akınlarıyla İran’a geldiler. İran’da kaynaklarda ilk 1370’te zikredildiler. Bunların bir kısmı Kaşkay’da kaldı, ancak onlar asimile oldular. İran sahasındaki Türk dilleri arasında ciddi bir etkileşim olmuştur. İran’daki Türk dilleri üzerinde özellikle Alman Türkolog Gerhard Doerfer’in çok önemli saha ve bilimsel çalışmaları vardır. İran’daki farklı kollardan gelen Türk dilleri arasındaki bu etkileşimi şu şekilde dile getirebiliriz: Bölgenin asıl dili Farsça, Azeri, Güney Oğuz, Türkmen, Horosan Türkçesini ve Halaççayı etkilemiştir. Öte yandan Azerbaycan Türkçesi Horosan Türkçesini etkilemiştir. Ayrıca yine Farsça üzerinde de Azericenin etkileri vardır. Önceki dönemlerde Horosan Türkçesinin Özbekçeyi etkilediği bilinmektedir. Aynı şekilde Özbek Oğuz Horosan Türkçesini etkilemiştir. Yine Horosan Türkçesinin Halaçça üzerinde tesirleri vardır. #Halaçça #türkçe
- Çuvaşçanın Gelişimi ve Özellikleri
Türk dilinin tasnifinde kendi başına bir grup oluşturan Türkçe Çuvaş lehçesidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Genel Türk lehçeleri ile Çuvaşçanın gelişimi birbirinden tamamen ayrı kollarda olmuştur. Ana Türkçenin kardeşi, Ana Bulgarcanın devamı olan Çuvaşça bir r/l türkçesidir. Çuvaşça bir r/l dili olarak, z/ş Türkçesi Genel Türk dilinden farklı özellikler taşır. Çuvaşça Eski Bulgar Türkçesinin bugünkü mirasçısı olarak kabul edilir. Çuvaşlar bugün İdil- Ural Türklüğü içinde sayılmaktadır. Çuvaşlar bugün Rusya federasyonuna bağlı Çuvaşistan’da, Tataristan’da ve Başkurdistan’da yaşarlar. Çuvaşlar Ortodoks Hristiyanlardır. Çuvaşların yaşadıkları bu bölgelerde çok eski çağlardan itibaren Fin-Ugur halklarıyla münasebetleri olmuştur. Çuvaş adına ilk olarak 16. yüzyılda yazılmış bir Rus kaynağında rastlanmıştır. Önce Müslüman olan Çuvaşlar, Ruslar içinde misyonerlik faaliyetleriyle Hristiyanlaştırılmıştır. Çuvaşça gerek Moğolcaya yakınlığı gerekse Fin-Ugor dilleriyle olan münasebeti bakımından Türk dilleri içinde ayrı bir yer tutar. Bugün Çuvaşçanın oldukça farklılaşan yapısı yüzünden, Çuvaşça ile diğer Türk lehçeleri arasında anlaşabilirlik oranı oldukça düşüktür. Bir Türk dili olduğunun kabul edilmesi bilim çevrelerinde uzun tartışmalardan sonra gerçekleşmiştir. 19. yüzyıl sonunda birçok araştırmacı Çuvaşçayı bir Fin-Ugor dili olarak saymıştır. Ancak 20. yüzyıl başında gelişen modern dil araştırmaları neticesinde Çuvaşçanı Türkçe olduğu ispatlanmıştır. Çuvaşça bugün Türk dilleri arasında bir üst-lehçe konumundadır ve lehçe tasnifinde ayrı bir grupta değerlendirilmelidir. Çuvaşistan (900.000) Tataristan (135.000) Başkurdistan (119.000) #çuvaşça #türkçe
- Kuzey-Doğu ~ Sibirya Türk Lehçeleri
1. Yakutça (Sahaca) 2. Tuvaca 3. Hakasça 4. Altayca Yakutlar Türk dünyasının en kuzey-doğu ucunda Rusya Federasyonuna bağlı Yakut Özerk cumhuriyetinde yaşar. Kendi cumhuriyetleri dışında Rusya’nın Magadan bölgesi ile Sahalin adasında da yaşayan küçük Yakut toplulukları vardır. Yakutlar kendilerini Saha (Saka) olarak adlandırırlar. Yakut ismi onlara yabancı literatürde verilen isimdir. 19. yüzyılların başlarına kadar Yakutçanın Türkçe olmadığı araştırmacılar arasında genel kabul gören bir görüştü. Ancak 19. yüzyıl sonlarında bilim adamları tarafından sahada yapılan dil araştırmalarıyla Yakutçanın Türk dilinin üst lehçelerinden biri olduğu gerçeğini ortaya konmuştur. Yakutça birçok arkaik özelliği ile Türk dilleri içinde önemli bir yer tutar. Türk dili tarihi araştırmaları içinde de önemli bir yeri vardır. Yakutistan’dan daha uzak bir bölgede, Taymır yarımadasında konuşulan, Yakutçanın ağzı olan Dolgan diyalekti Yakutçadan daha arkaik özellikler taşımaktadır. Yakutça Türk dilleri içinde en çok Tuvacaya yakındır. Ancak bununla birlikte iki lehçe arasındaki anlaşabilirlik ölçüsü fazla değildir. Genel Türk dilinin gelişim sürecinden oldukça erken ayrıldığı, coğrafî bakımdan genel Türk dünyasından ayrı düştüğü için bugünkü Türk lehçelerine oldukça uzaktır. Moğol ve Fin-Ugor dilleriyle olan münasebetinden dolayı dilde yabancılaşma oranı da oldukça yüksektir. Yakutlar resmi olarak Hristiyansalar da eski dinleri olan Şamanizmi aralarında yaşatmaktadırlar. Tuva Türkçesi, başlıca Rusya Federasyonuna bağlı Tuva otonom cumhuriyetinde (Başkent Kızıl), konuşulur. Ayrıca Moğolistan Halk cumhuriyetinde, Buryat Özerk cumhuriyetinde ve Çin’in Şincan eyaletinde küçük Tuva toplulukları vardır. Tuvalar kendilerine Tıva kiji ya da Tıvalar olarak adlandırırlar. Bilimsel literatürde Uryanhay, Soyot veya Soyon olarak da geçerler. Tuva adı, tarihteki T’opa adıyla ilişkili olmalıdır. Doğu Hun federasyonuna bağlı olan T’opalar Kuzey Çin’de 200 yıl süren T’opa-Wei devletini kurmuşlardır (4-6.yy). Tuvaların Tibet Budizmi (Lamaizm) ile Şamanizm karışığı bir dinleri vardır. Tuvaca da Eski Türkçenin arkaik özelliklerini taşıyan özellikli bir Türk lehçesidir. Tuvacanın ağzı Karagas (Tofa) diyalekti de özellikli bir lehçedir. Hakas Türkçesi ve ağızları Rusya Federasyonuna bağlı Hakas Otonom Cumhuriyetinde (başkent Abakan), Yenisey, Abakan ve Çulım ırmaklarının orta mecrasında yaşayan halklarca konuşulur. Hakasçanın bir ağzı olan Şor Türkçesi Kemerova eyaletinde konuşulur. Hakasça konuşan Türklerin asıl çoğunluğunu Sagay-Beltir ve Kaç-Koybal-Kızıl ve Şor grupları oluşturur. Hakas yazı dili bu konuşulan bölgelerde 1944 yılına kadar bir yazı dili olan Şorcanın yerini almıştır. Bugün Çin’in Mançurya bölgesinde Harbin’e yakın bir bölgede yaşayan Fu-yü Kırgızlarının dili de Hakasçaya yakındır. Bu lehçe Türkoloji çevresinde gözden kaçmış, üzerinde fazla araştırma yapılmamış bir Türk lehçesidir. Az sayıda konuşuru kalmış Türkçelerden biridir. Kuzey-Doğu Sibirya Türk grubuna giren bir başka Türk lehçesi de Altay Türkçesidir. Altayca Rusya Federasyonuna bağlı Dağlık Altay cumhuriyetinde konuşulur. Altaycanın güney ağızları Oyrot, Telengit, Teleüt ve kuzey ağızları Tuba, Kumandı, Çalkandı’dır. Altayca Sovyet döneminde 1922’de yazı dili olmuştur. Altayca 1948’e kadar Oyrotça olarak adlandırılmıştır. 1. Yakutça (Sahaca) Rusya Fed. Yakutistan (400.000) 2. Tuvaca Rusya Fed. (Altay bölgesi ve Güney sibirya) (200.000) Moğolistan (6000) Çin (400) 3. Hakasça Rusya Fed. Hakas otonom cum. (58.000) (10.000) (Şorca) 4. Altayca Rusya Fed. (52.000) (Oyrotça, Teleütçe) #türkçe
- Kuzey-Batı ~ Kıpçak Türk Lehçeleri
1. Tatarca 2. Başkurtça 3. Kırgızca 4. Kazakça 5. Karakalpakça 6. Nogayca 7. Karaçay-Balkarca 8. Kumukça 9. Karayimce 10. Kırım Tatarcası Çağdaş Türk dünyası içinde en kalabalık grup Kıpçak grubudur. Kıpçak Türkleri, coğrafî, kültürel ve sosyal açıdan birçok müşterek unsuru bir arada bulundururlar. Bu Türk boylarının birçoğu aynı kavimden teşekkül etmiştir. Yine bütün bu boyların Kıpçak boyları olarak değerlendirilmesinde coğrafya, tarih ve dil birliğinin mühim rolü olmuştur. Bu saydığımız Kıpçak boylarının bir kısmı tarihte müstakil bir kavim adı, etnonim olarak geçmektedir (Tatar, Kırgız gibi). Bunun yanında asıl Kıpçak Türk kavminin bünyesinden çıkıp zamanla ayrı boy olarak meydana çıkmış Kıpçak Türk boyları da vardır. Modern Türk dili alanında oldukça geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Kıpçak lehçelerini coğrafî esasta üçe ayırabiliriz: İdil-Ural bölgesinde konuşulan lehçeler, Aral-Hazar gölleri arasında konuşulanlar ve Hazar ve Karadeniz arasında (Kafkaslarda) konuşulan lehçeler. İdil-Ural grubu içinde Tatar Türkçesi, en büyük sayıda Tataristan’da, sonra Başkurdistan, Bulgaristan, Kazakistan, Romanya, Çin, Türkiye, Finlandiya, Ukrayna, Kırgızistan, Azerbaycan, ABD, Tacikistan ve bazı Avrupa ülkelerinde, oldukça geniş bir coğrafyada konuşulmaktadır. Rusya dışında kalan Tatarlar oldukça geniş bir alana yayılmış ve büyük bir diaspora oluşturmuşlardır. Tatarların bir kısmı 18. ve 19. yüzyıllarda İdil-Ural bölgesinden Batı Sibirya’ya göç etmişlerdir. Batı Sibirya ağızları, İrtiş vadisinde, Tobolsk, Tümen, Tomsk ve Barabada konuşulur. Bölgedeki Rusçanın etkisiyle Batı Sibirya lehçeleri üzerindeki Tatarca etkisi azalmıştır. İdil-Ural coğrafyası içinde Tatarlarla komşu olan Başkurtlar vardır. Tatarcaya çok yakın olan Başkurt Türkçesi, büyük çoğunlukla Başkurdistan’da konuşulur. Tatarlar için saydığımız oblastların bir bölümünde de yine Başkurtça konuşulduğu bilinmektedir. Tatarca ve Başkurtça, Kıpçak grubu içinde gösterdikleri dil özellikleri bakımından müstakil bir grup oluştururlar. Tataristan ve Başkurdistan bugün Rusya Federasyonuna bağlı otonom cumhuriyetlerdir. Aral-Hazar gölleri arasında konuşulan Kıpçak Türk lehçelerinden Kazak Türkçesi, Kazakistan’da, Afganistan’da, Çin’de, Moğolistan’da, Türkmenistan’da, Özbekistan’da konuşulmaktadır. 26 Ağustos 1920’de SSCB’ye bağlı olarak kurulan Kazakistan, birliğin dağılmasından sonra, 14 Aralık 1991’de bağımsız Türk cumhuriyetlerden biri oldu. Kazakçaya çok yakın olan bu yüzden de Kazakçanın bir diyalekti sayılması gereken Karakalpak Türkçesi, Sovyet devriminden sonra yazı dili olmuştur. Bugün çoğunlukla Özbekistan’a bağlı Karakalpak Muhtar cumhuriyetinde ve Kazakistan’da konuşulur. Kıpçak grubu içinde dil özellikleri bakımından Kazak ve Karakalpak Türkçeleriyle benzer özellikleri taşıyan Nogay Türkçesi, Aral-Hazar dışında, Kafkasya bölgesinde konuşulmaktadır. Bugün Nogayca Karaçay-Çerkes Cumhuriyetinde, özellikle Stavropol vilayetinde, Dağıstan cumhuriyetinin çeşitli bölgelerinde konuşulmaktadır. Ayrıca Romanya’da ve Türkiye’de de küçük bir Nogay topluluğu bulunmaktadır. Aral-Hazar coğrafyasında konuşulan bir başka Kıpçak Türk lehçesi de Kırgızcadır. Kırgızistan’da, Özbekistan’da, Tacikistan’da, Çin’de konuşulmaktadır. Kırgızlar adları Orhun yazıtlarında sık geçen eski Türk boylarından biridir. 31 Ağustos 1991’de bağımsız Türk cumhuriyetlerinden biri olmuştur. Kırgızca dil özellikleri bakımından Kıpçak grubu içinde müstakil bir yerdedir. 16. yüzyıla kadar Altaylarda yaşayan Kırgızlar, bu yüzyıldan sonra bugün yaşadıkları yerlere, Issık göl civarına gelmişlerdir. Kırgızcanın Kuzey-Doğu grubundan Altayca ile yakın benzerlikleri vardır. Kırgızcanın en önemli özelliği, kuvvetli dudak çekimine bağlı (labial attraction) yuvarlaklaşmadır. Aynı özelliği Altaycada da görmek mümkündür. Karadeniz-Hazar alanında (Kafkasya) konuşulan Kumuk Türkçesi, Dağıstan Muhtar cumhuriyeti sınırları içinde (başkent Mahaçkale) konuşulur. Kumukça Sovyet devriminden sonra yazı dili olmuştur. Azerilerden sonra Kafkasya’da yaşayan en kalabalık Türk topluluğu Kumuklardır. Bir Kıpçak lehçesi olan Kumukçada Oğuzcanın tesirleri vardır. Yine Kafkasya’da konuşulan bir başka Türk lehçesi de Karaçay ve Balkar Türkçesidir. Karaçay Türkçesi, Karaçay-Çerkes Cumhuriyetinde, Kuban nehri yakınlarında, Balkar-Kabartay cumhuriyetinde konuşulur. Bu iki boy kaynaklarda ayrı zikredilmekle birlikte dil, tarih ve kültür bakımından bir bütünlük gösterir ve birlikte değerlendirilmesi gerekir. Rusya dışında Türkiye’ye göç eden Karaçaylılar da vardır. Karaçayca-Balkarca Sovyet devriminden sonra yazı dili olmuştur. Kıpçak grubu içinde yer alan bir başka Türkçe Kırım-Tatar Türkçesidir. Kırım Tatarcası Kırım’da yaşayan Kıpçak kökenli (Tatar, Nogay) Tatarların diline verilen addır. Kırım Tatarcası aynı zamanda Kırımçak adı verilen Kırım Yahudilerinin de dilidir. Romanya’da Köstencenin kuzeyinde konuşulan Dobruca Nogaycası ile aynı kentin güneyinde konuşulan Dobruca Tatarcası da Kırım Tatarcasının ağızlarıdır. 2. Dünya savaşı sonlarına kadar Kırım’da 200.000 kadar Tatar yaşıyordu. Savaş sonrasında bazı politik nedenlerle bütün Kırım Tatarları Özbekistan’a sürgün edildiler ve uzun yıllar orada yaşadılar. Bir kısmı Türkiye’ye göç etti. Kırım Tatarlarının anayurtlarına, Kırım’a dönmelerine ancak son yıllarda izin verilmiştir. Ve halen Kırımlıların vatanlarına dönme süreçleri devam etmektedir. Kırım Tatarcası diyalekt açısından karma bir özellik gösterir. Kuzey diyalekti Nogaycanın tesirindedir. Orta diyalekti Tatarcadır. Güney diyalekti ise geçmişteki Osmanlı Türkçesi tesiriyle bugünkü Türkçe gibidir. Literatürde bu Kırım Osmanlıcası olarak da adlandırılır. Kırım bugün Ukrayna’ya bağlı otonom bir cumhuriyettir. Kıpçak grubunun en batısında konuşulan lehçelerinden biri de Karayimcedir. (Karay, im çoğuldur) Bunlar Musevî Türklerdir. Köken bakımından yine Musevi olan Hazar Türklerine bağlanırlar. Litvanya’da, Batı Ukraynada, Kırım’da, Polonya’da konuşulur. Bugün Karayim Türkçesi dil ölümü, dil kaybı tehlikesi ile karşı karşıya kalan Türk lehçelerinden biridir. Konuşur sayıları gittikçe azalan ve yok olmaya yüz tutmuş Türk lehçelerinden biridir. Karaylar dillerini 1930’lu yıllara kadar İbrani, Latin ve Kiril alfabeleri ile yazmışlar. Karayimlere ait eski pekçok dini elyazması metin, doğal olarak İbranî yazısıyla yazılmıştır. 1. Tatarca Rusya Fed. Tataristan (2.000.000) Bulgaristan (11.000) Kazakistan (340.000) Romanya (24.000) Rusya Fed. Başkurdistan (1.000.000) Çin (5000) Türkiye (25.000) Finlandiya (1000) ABD (1000) Avrupa ülkeleri (8000) Ukrayna (86.000) Tacikistan (72.000) Kırgızistan (39.000) Azerbaycan (28.000) 2. Başkurtça Rusya Fed. Başkurdistan (1.000.000) 3. Kırgızca Kırgızistan (2.400.000) Afganistan (500) Çin (140.000) 4. Kazakça Kazakistan (7.300.000) Afganistan (2000) Çin (1.000.000) Moğolistan (100.000) Türkmenistan (80.000) Özbekistan (900.000) 5. Karakalpakça Özbekistan (450.000) Afganistan (2000) 6. Nogayca Rusya Fed. Kafkaslar (77.000) 7. Karaçay-Balkarca Rusya Fed. Kafkaslar (70.000) (Karaçayca) (40.000) (Balkarca) 8. Kumukça Rusya Fed. Kafkaslar (300.000) 9. Karayimce Litvanya (50) Polonya (20) Ukrayna (6) 10. Kırım Tatarcası Kırım (200.000) Özbekistan (300.000) #türkçe








