top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 846 sonuç bulundu

  • Ekim Ayı Edebiyat Ajandası

    1 EKİM 1928: Türkçe Gazete’nin ilk sayısı çıktı. Özelliği, tamamen “yeni harfler”le basılmasıydı. 1950: Faik Âli Ozansoy öldü. Halit Fahri Ozansoy’la bir akrabalığı yoktu ama “Batarya ve Ateş muharriri” Süleyman Nazif’in kardeşiydi. Mülkiye’de öğrenciyken Servetifünuncuların arasına katılmış, bir ara da Fecriati topluluğuna başkanlık etmişti. 2 EKİM 1904: Graham Greene doğdu. 3 EKİM 1900: Thomas Wolfe doğdu. Şöyle yakınacaktı: “İstemediğiniz kadar yatacak kadın bulabilirim; benim için asıl bulması zor olan, daktilo bilen ve yazdıklarımı okuyacak bir kadın.” 4 EKİM 1910: Cahit Sıtkı Tarancı doğdu. 1936: İoanna Kuçuradi doğdu. 5 EKİM 1713: Denis Diderot doğdu. 1936: Çek oyun yazarı (sonradan cumhurbaşkanı) Vaclav Havel doğdu. 6 EKİM 1657: Kâtip Çelebi öldü. 1968: Sabri Esat Siyavuşgil öldü. Değerbilir okurlar için, Hugo’nun Hernani’sini eşsiz bir ustalıkla çeviren Cemil Meriç’in bile kıskandığı Cyrano de Bergerac çevirisiyle yaşıyor. 7 EKİM 1571: Cervantes, Lepanto (İnebahtı) Deniz Savaşı’da iki kez göğsünden, bir kez de sol elinden yaralandı. 1849: Edgar Allan Poe, Baltimore’da bir hastanede 40 yaşında öldü. Son sözleri “Rabbim, ruhuma yardım et!” oldu. Mezartaşında “Dedi Kuzgun: Hiçbir zaman” yazıyor. 1932: F. Scott Fitzgerald’ın karısı Zelda’nın tek romanı Beni Valsten Koru yayımlandı ve çok az satıldı. 8 EKİM 1754: Henry Fielding öldü. 9 EKİM 1989: Yusuf Atılgan öldü. 10 EKİM 1896: The Times gazetesinin kitap eki The Times Literary Supplement’ın ilk sayısı çıktı. 11 EKİM 1963: Jean Cocteau öldü: Ömür boyu can dostu, sevgili “Madame Piaf”ının ölümünden bir iki saat sonra. 1985: Metin Eloğlu öldü. 12 EKİM 1924: Anatole France, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan üç yıl sonra öldü. Hugo’dan sonra bir yazar için düzenlenen ilk ulusal cenaze töreni onunkiydi. 13 EKİM 1956: Cahit Sıtkı Tarancı öldü. Ataç, Günce’sine şunları yazdı: “TARANCI.- Ne iyi çocuktu! … Yırları yarına da kalacak mı? Büğünden kimse kestiremez onu. Kalsın kalmasın, bize, büğün yaşamakta olanlara güzel tatlar sağladı o yırlar, gönlümüzde yankıları var. Öldü Cahit Sıtkı Tarancı, bir kişi değil artık, sayrılar evinde yatan bir kişi değil, yırlarıyle içimizi ışıtan, bize bizi anlatan, kimi tatlı tatlı, kimi de üzünçle gülümseyen bir anı oldu. Uzun sürmese de ‘ölümsüzlük’ budur işte.” 1973: Halikarnas Balıkçısı öldü. 1987: Nilgün Marmara intihar etti. 14 EKİM 1888: Katherine Mansfield doğdu. 1969: “Sutüven” şairi Mustafa Seyit Sutüven öldü. Cemal Süreya’nın yerinde saptamasıyla “ilk şiirine yenilmiş bir şair”di. 1999: Fakirt Baykurt Almanya’da öldü. 15 EKİM 1844: Nietzsche doğdu. 1928: Yusuf Ziya (Ortaç) Meşale dergisini kapattı. Böylece, birkaç ay önce bu dergide başlayan ve yedi genç şairin ortak kitabı Yedi Meşale ile süren “Yedi Meşaleciler” akımı da sona ermiş oldu. 1958: Asaf Hâlet Çelebi öldü. 16 EKİM 1854: Oscar Wilde (Fingal O’Flahertie Wills) doğdu. 17 EKİM: 1827: Thomas Carlyle, Jane Welsh ile evlendi. Gelin, Leigh Hunt’ın “Jenny”siydi: “… Söyle yorgunluğumu, mahzunluğumu söyle,/ Sağlık ve zenginliğin beni terk ettiğini, / Söyle yaşlandığımı, ama şunu da ekle: / Jenny öptü beni!” (S.Ö.) 18 EKİM 1859: Henri Bergson doğdu. 1949: Enis Behiç Koryürek öldü. 1957: Gazeteci ve yazar Hüseyin Cahit Yalçın öldü. Edebî Hatıralar’da (1935) Tevfik Fikret ve Servet-i Fünun çevresini anlatmıştı. 1985: Sabri Altınel öldü. 19 EKİM 1745: Gulliver’in Gezileri’nin yazarı Jonathan Swift, son yolculuğuna çıktı. 1996: Kemalettin Tuğcu öldü. Yazdığı romanlar yazınsal bir değer taşımıyordu belki; ama birkaç kuşağın okuma alışkanlığının temelini oluşturdular. 20 EKİM 1854: Rimbaud doğdu. 21 EKİM 1772: Samuel Taylor Coleridge doğdu. Borges’in “çok az örneği bulunan onirik esin şiirlerinden biri” dediği “Kubilay Han”ı yazacaktı. 1860: Agâh Efendi’nin Tercüman-ı Ahval gazetesinin ilk sayısı çıktı. 1971: Neruda, Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. 22 EKİM 1915: İngiliz gazetesi Star’da, D.H. Lawrence’ın birkaç gün önce Methuen’den çıkan ve 1857 tarihli bir yasaya dayanarak toplatılıp yok edilen Gökkuşağı romanı üzerine bir yazı yayımlandı. Yazıda, bu yılın Bloomgünü’nde (16 Haziran) kaybettiğimiz Mîna Urgan’ın D.H. Lawrence’ta (YKY, 1997) aktardığına göre, “bu romanın ulusal sağlık açısından bulaşıcı hastalıklardan bile daha tehlikeli olduğu, savaş rüzgârları eserken,The Rainbow gibi bir romanın yazılmasının bir rezalet sayılması gerektiği” öne sürülüyordu; yayınevinin yöneticisi, “kitabı dikkatle okumadan bastıklarına pişman olduğunu, okuyuculardan özür dilediğini” söyledi. 1919: Doris Lessing, İran’ın Kirman kentinde doğdu. 23 EKİM 1817: Fransız gramerci, ansiklopedist ve sözlükçü Pierre Larousse doğdu. 24 EKİM 1969: “Milli Şair” Behçet Kemal Çağlar, kalp krizi geçirdi ve Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırıldı. O gece öldü. 25 EKİM 1400: Geoffrey Chaucer olasılıkla vebadan öldü ve Westminster Katedrali’nin mezarlığına gömülen ilk şair oldu. 1924: Ziya Gökalp öldü. 26 EKİM 1880: Mark Twain, Connecticut’ın Hartford kentinde bir konuşma yaptı: “Hakitati söylemedikleri sürece, muarızlarımın benim için ne dediği umurumda değil.” 27 EKİM 1914: Dylan Thomas doğdu. 28 EKİM 1704: John Locke öldü. 1978: Agâh Sırrı Levend öldü. 29 EKİM 1783: Ansiklopedi yazarı D’Alembert öldü. 1789: “Muhayyelat yazarı” Aziz Efendi öldü. 1949: İbrahim Alaattin Gövsa öldü. 1980: Cemil Meriç, Jurnal’ine Orhan Veli için şunları yazdı: “Nasrettin Hoca masallarını beğenerek okudum. Fransızca bilse La Fontaine’in fable’lerinde daha başarılı olabilirdi. Zavallı Orhan! Bir yanı ile şairdi, kelimenin büyüsüne inanmıştı. Minnacık bir şair…” 1935: Füruzan doğdu. 30 EKİM 1871: Paul Valéry doğdu. 1938: “… Saat 20:00’de Merihliler New Jersey’e ayak bastı – bu söz onlar için yeniydi: toprağa ilk kez değiyorlardı. Sakin ve serin bir sonbahar gecesiydi ve Merihliler saldırı sonunda sadece New York’u değil ülkenin geri kalanını da ele geçirdiler. Güçlü CBS radyo şebekesi tamamen ellerindeydi; başlarında da Orson adında genç bir yüzbaşı vardı. Merihlilerin -tıpkı Rönesans ressamları gibi- soyadları olmadığı için o da sadece Orson’du. … Birkaç dakika önce, saat başında, bir anons spikeri şöyle demişti: ‘Columbia Broadcasting System ve bağlı istasyonları, Orson Welles ve Mercury Theater’ı H.G. Wells’in “Dünyalar Savaşı” adlı eserinde sunar.’ … Yayın sona erdiğinde radyo istasyonu polislerle çevrildi, radyoya yüzlerce telefon geldi, insanlar stüdyo çıkışlarında toplandılar, hatta H.G. Wells bir protesto telgrafı çekti. …” (Guillermo Cabrera Infante, Orson Welles: Bir Amerikan Mitosu) 1994: Halkbilimci ve şair Oğuz Tansel öldü. 31 EKİM 1795: John Keats doğdu. 1913: Geleceğin tarihçileri Will ve Ariel Durant evlendiler. Damat 31, gelin 15 yaşındaydı. 1931: Berna Moran öldü.

  • Servet-i Fünun Edebiyatı ve Genel Özellikleri

    Servet-i Fünun Edebiyatının Oluşumu Servet-i Fünun Dergisi Servet-i Fünun Sanatçıları ve Bu Sanatçıların Genel Özellikleri Servet-i Fünun Döneminin Sanat ve Edebiyat Anlayışları Servet-i Fünun Döneminin Siyasi Koşulları Servet-i Fünun Sanatçıları ile Tanzimat Dönemi Sanatçılarının Karşılaştırılması Servet-i Fünun, gerçekte, daha çok bilimsel yazıların yayımlandığı bir dergidir. Fenlerin zenginliği anlamına gelir; dergi ilk başta bir bilim dergisi olarak yayın hayatına başlamıştır. Ancak 1896’da yazı işleri müdürlüğüne Tevfik Fikret‘in getirilmesiyle bir edebiyat ve sanat dergisi durumuna gelir. Zamanın önde gelen ve batılı tarzda bir edebiyattan yana olan yazarlar bu dergide toplandığı için, Servet-i Fünun adı dönemin de adı olur. Edebiyat-ı Cedide nedir? Servet-i Fünun dönemine verilen ikinci bir addır. Batılı edebiyat, yeni edebiyat anlamında kullanılan bu terim, Servet-i Fünun’da yazan şair ve yazarların benimsemeleri ile akım ve dönem adı olarak yerleşmiştir. Servet-i Fünun şair ve yazarları, Tanzimat edebiyatıyla gelen batılı tekniği geliştirmişlerdir. Sonuçta Servet-i Fünuncuların çabalarıyla Avrupaî tarzda bir edebiyat oluşmuştur. Genç yazarlar, 1896 yılında Recaizade Mahmut Ekrem’in önderlinde toplanarak Edebiyat-ı Cedide’yi oluşturmuşlardır. Bu edebiyat, 1896’dan 1901’e kadar sürmüştür. Recaizâde Mahmut Ekrem, 1895 sonunda, Malûmat adlı bir dergide yazan Muallim Naci izleyicileriyle kafiyenin göz için mi, kulak için mi olduğu tartışmasına girişmiş ve bu gazeteye karşı cevaplarının bir kısmım Servet-i Fünun dergisinde yayınlamıştır. Servet-i Fünun, Recaizâde’nin Mekteb-i Mülkiye’den öğrencisi olan Ahmet İhsan Tokgöz tarafından 1891 yılından beri çıkarılmakta idi. Recai-zâde, bunu bir edebiyat dergisi hâline getirmek için Ahmet İhsan’la anlaşmış ve kendisinin Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi) den öğrencisi olan Tevfik Fikret‘i derginin “kısm-ı.edebî ser-muharrirliği” ne getirmiştir. O sırada Mektep ve başka dergilerde yazan ve Recaizâde tarafını tutan başka gençlerin de 1896’da bu dergi çevresinde toplanmasıyla “Edebiyat-ı Cedide” topluluğu meydana gelmiştir. Edebiyat-ı Cedide’nin başlıca özellikleri şu noktalar üzerinde toplanabilir: 1. Edebiyat-i Cedide sanatçıları Batı uygarlığına, özellikle Fransa’ya hayranlık göstermişler, Türkiye’nin Avrupalaşma yoluyla yükseleceğine inanmışlar, orada sanat, bilim, ne buldularsa Türkiye’ye aktarmaya çalışmışlar; laik bir zihniyeti benimsemişler ve daima dindışı şiirler yazmışlardır. 2. Devlet ve siyaset konularına dokunmak, vatan, hürriyet, istikIâl, inkılap v.b. gibi, sözcük ve kavramları kullanmak yasak olduğu için, açıkça toplumsal yazılar yazmak olanağı bulunamamış, ancak aşk, merhamet v.b. gibi suya, sabuna dokunmayan temalar üzerinde dolaşılmıştır. (Edebiyat-ı Cedide sanatçıları bu yüzden, daha sonraki devirlerde, memleketi yansıtmamak ve ulusal olmamakla suçlandırılmışlardır). 3. Çağdaş Fransız edebiyatı örnek tutulmuş, hikâye ve romanda Realizm ve Naturalizm, şiirde Parnasizm ve Sembolizm akımlarının etkisi altında kalmıştır; Parnasyenlerin etkisiyle, “sanat sanat içindir” görüşü benimsenmiştir. (Fikret, “toplum için sanat” anlayışıyla de eserler vermiştir). 4. Tanzimat sanatçılarının tersine olarak, halka seslenmek düşünülmemiş, havasa mahsus bir edebiyat meydana getirilmiştir ; kendilerinin de söylediği gibi ; “Servet-i Fünun edebiyatı umuma avâma mahsus değildir”. 5. Bu düşünüşün bir sonucu olarak, dil konusunda da Tanzimat sanatçılarından daha geri bir anlayışla, konuşma dilinden büsbütün uzaklaşılmış yazı dilinde o zamana kadar kullanılanlardan başka, Arap ve Farsça sözcükleri karıştırarak Türkçe’de kullanılmayan birtakım yeni sözcükler (nahcir [av], şegaf [çılgınca sevgi], tirâje [alâimisema, gökkuşağı] v,b.) bulunup çıkarılmış; Batı edebiyatından alınan yeni kavramlar Fars dilinin kurallarıyla kurulmuş birtakım yeni isim ve sıfat tamlamaları (sâât-ı semen-fâm [yasemin renkli saatler], lerziş-i bârid [soğuk titreme], v.b…) ve yeni bileşik sıfatlar (tehi-baht [boş talihli], şikeste-reng [kırık renkli], v.b…) ile karşılanmış: aynen Fransızca’da görülen birtakım yeni deyim ve söyleyişler de (el sıkmak, dest-i izdivacını talep etmek v.b.) Türkçe’ye aktarılmış, nesirde Fransızca’nın sözdizimi Türk diline uydurulmaya çalışılmıştır. 6. Benzetmelerle yüklü olan süslü bir dille yazmak, yerli yersiz ah!, oh! gibi ünlemlere fazla yer vermek., ve bağlacını sık sık kullanmak, bir düşünceyi kuvvetlendirmek veya ondan dönmek maksadıyla söz arasına evet evt!, hayır hayır! gibi sözcükler sıkıştırmak, ikide bir güzelim!, meleğim! gibi hitaplarda bulunmak Edebiyat-ı Cedide üslubunun başlıca zayıf, yapmacıklı yanıdır. 7. Edebiyat-ı Cedide sanatçıları çoklukla şiir. mensur şiir, hikâye, roman, fıkra ve makale türlerinde yazmışlar, tiyatro türünde eser vermemişler, ancak Meşrutiyetten sonra birkaç piyes denemesine girişmişlerdir. 8. Edebiyat-ı Cedide nazmında, şiirin konusu genişletilmiş, en basit günlü olay, gözlem ve duygular dahi şiir malzemesi olarak kullanılmıştır; yalnız aruz veznine değer verilmiş, Tanzimat sanatçılarının tersine olarak, hece yazan hiçbir zaman ciddiye alınmamıştır (hece vezni ile yalnız çocuk şiirleri yazılmıştır) ; kafiyenin göz için değil, kulak için olduğu kabul edilmiştir. 9. Divan edebiyatı nazım biçimleri büsbütün bırakılıp Fransız şiirinde görülen nazım biçimleri benimsenmiş, ya sona, terza-rima ( Fikret: Şehrâyin) gibi Batı edebiyatının klasik biçimleriyle, ya da büsbütün serbest biçimlerle ve serbest müstezatlarla yazılmıştır; vezin zoruyla, sözcüklerin tabiî söylenişlerinin bozulmamasına gayret edilmiştir; nazım nesre yaklaştırılmıştır (Fikret, v.b.) konu ile vezin arasında bir ahenk ilgisi aranmıştır. Hikâye ve roman türünde teknik kuvvetlenmiş (mesela, süs için yazılan gereksiz tasvirler ve konu dışı bilgi vermeleri vak’anın yürüyüşü durdurulmamış, serde yazarın kişiliği gizlenmiştir) ; Fransız realist ve natüralist yazarlarının eserleri örnek tutulmuş; bunun sonucu olarak, hep hayatta görülen ya da görülmesi olanağı bulunan olay ve kişiler anlatılmıştır; vak’alar çok defa İstanbul’da geçirilmiştir. (Abdülhamit devrinde memlekette gezi özgürlüğü olmadığı için, yazarlar memleketin İstanbul dışındaki yerlerini tanımıyorlardı). Edebiyat-ı Cedide’nin başlıca sanatçıları şunlardır: Şairler: Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin, Hüseyin Siret Özsever, Hüseyin Suat Yalçın, A. Nadir (Ali Ekrem Bolayir), Süleyman Nesip (Süleyman Paşa-zâde Sami), İbrahim Cehdi (Süleyman Nazif), H..Nâzım (Ahmet Reşit Rey), Faik Ali Ozansoy, Celâl Sahir Erozan, v.b. Nesirciler: Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit Yalçın, Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Safvet Ziya. v.b. #EdebiyatıCedide #ServetiFünun

  • Cumhuriyet Dönemi Tiyatrosu

    Cumhuriyet döneminin ilk yılları oyun yazarları daha çok tarihimize ve efsanelerimize yönelerek ulusçuluğu aşılayan düşünceler üzerinde durmuşlar, toplumsal sorunları, değer yargılarının değişmesini ve ruhsal çelişkileri vermeye çalışmışlardır. Bu konular arasında ruhsal çatışma ve çelişkilerin ağırlıkta olduğu göze çarpar. Duygulu sözler, heyecan verici şiirsel konuşmalarla bir acıklı oyun havasında yazılan bu oyunlarda, kişinin psikolojik durumu yansıtılmaya çalışılmıştır. Oyunlarında, kişilerdeki ruhsal çatışmayı ilk ele alan yazarlarımızdan biri, bir önceki kuşaktan bu yıllara geçen Halit Fahri Ozansoy’dur. Sönen Kandiller adlı oyununda aşırı duygulu, heyecanlı, bunalımları olan kişileri incelerken bir yandan da bu durumda oluşlarının nedenlerini psikolojik yönden açıklamaya çalışır. Halit Fahri’yle birlikte, Vedat Nedim (Tor), Necip Fazıl, Nazım Hikmet de kişilerdeki ruhsal bunalım ve çatışmaların değişik nedenleri üzerinde durmuşlardır. Bu kuşağın yazarlarının ayrıca toplumumuzdaki değer yargılarının değişmesi sonucu ortaya çıkan sorunlarla da ilgilendikleri görülüyor. Üzerinde en çok durulan sorunlardan biri, Tanzimat döneminden başlayarak aydınların ve yazarların önemle üzerinde durdukları konu, yüzeyde kalan, taklitçilikten öteye geçmeyen Batılılaşma, bu yüzden kişilerin bayağılaşması, ikincisi de sermaye gücünün toplumun çeşitli kurumlarını ve insanları nasıl değiştirdiğidir. Oyunların bir bölüğünde yanlış Batılılaşmanın ortaya çıkardığı sorunlar sergilenirken, bir bölüğünde de gerçek Batı uygarlığının nasıl anlaşılması gerektiği ortaya konmuştur. Daha önce adı geçen üç yazarımız bu konulara da değinirken, onlara İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Reşat Nuri, Sabahattin Ali, Nahit Sırrı eklenmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında ulusçuluk yönü ağır basan idealist oyunlar yazılır. 1930’lu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış nedenleri, Anadolu’daki uyanış, mitoloji ve evrensel konular işlenir. 1940’lı yıllarda aile yapısı, idealizm ile paranın gücü arasındaki çatışmalar ele alınır. 1950-1970’li yıllarda yazar sayısı artar. Buna koşut olarak konu çeşitlenir. Kimi yazarlar birey sorunlarından toplumsal sorunlara geçiş yaparken; kimi yazarlar toplumsal sorunlardan kişiye inerler, bir üçüncü küme evrensel sorunları ele alır. Eğitim ve sorunları ön plana çıkar. Kuşaklar arası ve kentli köylü arası eğitim farkından doğan çatışmalar işlenir. Ebeveyn-çocuk, kadın-erkek, ağaç-köylü, imam-muhtar-öğretmen ilişkileri işlenir. Böylece toplumdaki bozuklukların temelinde; bireyin bilinçsizliğinin, bilinçli olanların da sorumluluktan kaçmalarının yattığı vurgulanır. 1970’ten sonra 12 Mart olayı buna bağlı olarak Türk tarihini yeniden gözden geçirme, işçi sorunları, Almanya’ya gidenlerin kültür çatışmaları, Almanya’da yetişmekte olan birinci, ikinci kuşak sorunları işlenir.

  • TDK Tarafından Yazımı Değiştirilen Kelimeler - Yazımı Değişen Kelimeler

    2023 yılında Türk Dil Kurumu, TDK Güncel Türkçe Sözlüğün 12. baskısında bazı kelimelerin yazımında değişiklik yaptı. Yazımı değişen kelimler aşağıdaki gibidir: Yazımı Değişen Kelimeler

  • Alaeddin Özdenören

    Çünkü yalnızlığım taş çıkartır başka yalnızlıklara… Alaeddin Özdenören “Bana aldırma Sen bana bakma ölüm Ben de biliyorum Uygun olmadığımı Bu dünyaya” 20 Mayıs 1940’ta Kahramanmaraş’ta doğan Alaeddin Özdenören, öykücü Rasim Özdenören’in ikiz kardeşi. Necip Fazıl Kısakürek ile akrabadır. Özdenören, Maraş’ta başladığı öğrenimini babasının tayiniyle Malatya ve Tunceli’de, emekliye ayrılmasıyla Maraş’ta sürdürdü. Ailesinin 1958’de İstanbul’a dönmesi üzerine orta öğrenimini 1962’de Eyüp Lisesinde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nden “Bergson’da Özgürlük Problemi” adlı teziyle mezun oldu. Gırtlak kanserine yakalanan Özdenören, 26 Haziran 2003’te Balıkesir’de vefat etti. Şiir ve edebiyat yazılarını Diriliş, Edebiyat ve kurucularından olduğu Mavera’nın yanında Kayıtlar, Hece, Edebiyat Ortamı, Yedi İklim, Ay Vakti, Simya gibi dergilerde yayımlayan Özdenören, Yeni İstiklal, Yeni Devir, Millî Gazete, Zaman, Sağduyu, Tutanak gibi gazetelerde köşe yazarlığı yaptı. Yeni Devir gazetesi ve Edebiyat Dergisi’ndeki köşe yazılarında “Bilal Davut” imzasını kullandı. “Onun içindir ki ölüm…” Alaeddin Özdenören, Türkiye Yazarlar Birliği üyesiydi. Yalnızlık Gide Gide adlı şiir kitabıyla 1996 Türkiye Yazarlar Birliği Yılın Şairi Ödülü’nü kazandı. “Yavrum Yalnızlığı şu son kıyısını da atla Ve anla ki hayat En özgür biçimini sende denemiştir Onun içindir ki ölüm” Şiir perisi “ninesi” Alaeddin Özdenören, bir söyleşide “şiir perim” diye andığı ninesinin ona çocukken anlattığı Maraş masallarını, okuduğu Karacaoğlan şiirlerini edebiyat zevkinin başlangıcı olduğunu söylüyor. Ortaokuldan itibaren Faruk Nafiz, Necip Fazıl, Kemalettin Kamu, Ahmet Kutsi Tecer, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Sıtkı Tarancı, Mehmet Emin Yurdakul, Orhan Şaik Gökyay, Kağızmanlı Hıfzı, Erzurumlu Emrah, Âşık Veysel, Namık Kemal, Recaizade Ekrem, Cahit Külebi’nin şiirlerini ve Karacoğlan’ın Maraş’ta okunan bütün türkülerini ezberlediğini anlatıyor. Maraş Lisesinde okuduğu yıllarda sonradan edebiyat dünyasında isim yapacak olan ikiz kardeşi Rasim Özdenören ile Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt, Mehmet Akif İnan, Şeref Turhan, Ali Kutlay, Ahmet Kutlay gibi arkadaşlarının oluşturduğu edebiyat grubunun içinde yer aldı. Maraş’ta daha önce çıkan Hamle dergisini yeniden yayımlayan ve mahalli gazetelere sanat ekleri hazırlayan bu grup Pazar Postası dergisi aracılığıyla İkinci Yeni şiiriyle tanıştı. Sezai Karakoç ile tanışması kendi şiirini bulmasında bir dönemeç Alaeddin Özdenören’in “Habersiz” adlı ilk şiiri, 1958’de Hamle dergisinde çıktı. Hamle ve Mavera dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Alaeddin Özdenören’in İstanbul’da Sezai Karakoç’la tanışması kendi şiirini bulması yolunda önemli bir dönemeç oldu. 1966’da yeniden çıkmaya başlayan Diriliş’te yer aldı. Klasik şiirin duyarlılıklarına açık olan Özdenören’in şiiri Fuzuli, Şeyh Galib, Ahmed Haşim ve Sezai Karakoç çizgisinin devamı gibidir. “Divan Şiiri Savunma İstemez” başlıklı yazısında divan şiirindeki özü aynen aktarmanın değil çağdaş duyarlılık içinde katkılarda bulunarak geliştirmenin gereği üzerinde durdu. Ona göre her sanatçı bunu kendi kişiliğinin hamurunda yoğurarak yapmalıdır. Lirik ve narin duyarlılıklar, hüzün, estetikleşmiş yiğitlik şiirlerinin ana temalarını oluşturdu. Şiirleri kuşağının diğer şairlerine göre daha lirik Şair, ilk şiir kitabı Güneş Donanması’nda. çoğunluğu Diriliş ve Edebiyat dergilerinde yayımladığı on üç şiirini bir araya getirdi. İkinci şiir kitabı Yalnızlık Gide Gide’yi ilk kitabından yirmi bir yıl sonra 1996’da çıkardı. Toplam yirmi bir şiirden oluşan kitapta, ilk kitabındaki lirik tutumu ve duyarlılığı sürdürdü. 1975-1999 arasında yazdığı tüm şiirlerine yeni şiirlerini de ekleyerek Şiirler adıyla yayımladı. İkinci Yeni ve Sezai Karakoç’un etkisindeki şiirlerinde yabancılaşma sorununu işledi. Şiirinin en belirgin özelliklerinden biri kuşağının diğer şairleri olan M. Âkif İnan, Cahit Zarifoğlu gibi şairlere nispetle daha lirik olmasıdır. Aşk, ayrılık, ölüm, çocuk, zaman, üzüntü, acı, kader gibi kavramlar etrafında örülen bu şiirlerin ilk özelliği insanı kavrayan bir duygusallıkla inşa edilmeleridir. “Her an mevcut olan bir hüzün” Mustafa Aydoğan, Alaeddin Özdenören’in şiirlerini “insanın makus talihinin izini takip eden, insanın kendisi ile baş başa kalmasının şiiri” olarak nitelendirir ve şu tespitte bulunur: “Özdenören’in şiirlerindeki öznenin toplumsal olanla, tarihle, mekânla bağlantısını pek kestiremeyiz. Hatta zaman bile bir ucu açık durur. Zamanı genişlemesine kullanır Özdenören. (…) Hüznü herkese açık bir hüzündür. Ve her an mevcut olan bir hüzün… Hüznün beslendiği iklim ise yalnızlığın iklimidir”

  • Divan Şiirinin Genel Özellikleri

    İslamiyetin kabulüyle birlikte, medrese ve saray çevresinde oluşan Divan edebiyatı (XIII.–XIX. yy), günümüzde yaşayan bir edebiyat olmamakla birlikte Türk tarihinde uzun bir dönem (altı yüz yıl) yaşamış bir edebiyattır. Bu gerçeği bilerek, ulusal kültürümüz içinde bu edebiyatın “değer” olarak kalan yanlarını, yapıtlarını, önemli temsilcilerini tanımamız gerekir. Genel Özellikleri Şairler şiirlerini, sözlük anlamıyla “meclis” anlamına gelen “divan”larda toplamışlardır. (“Divan edebiyatı” adı buradan gelir.) Konular, halkın yaşayışından, yaşam gerçeklerinden kopuktur. Daha çok, hayal ürünü olan “aşk, eğlence, şarap ve kadın”, şiirlerde önemli bir yer tutar. Divan şiiri tarihten, peygamberler tarihinden, Kur’an’ dan, çağının ilimlerinden, efsanelerden, atasözlerinden… beslenmiştir. Divan şiirinde soyut, düşsel bir doğa vardır. Bu şiirde geçen gonca, gül, sümbül, nergis, servi; bülbül, yılan gibi doğa öğeleri aslında birer simge (mazmun) olarak kullanılmıştır. Divan şairleri gönüllerinin sultanı olan sevgililerinin kullarıdır. Bu sevgililer acımasız, umursamaz, şaire tepeden bakan, küçük bir lütuf için onu yalvartan erişilmez kimselerdir. Boyları bile öyle uzundur ki, âşığın sesi onların kulaklarına ulaşamaz. Bu sevgililer nokta ağızlı, mu(kıl) belli, ok kirpiklidir… Amaç, şiirde ustalık göstermek olduğundan (sanat için sanat anlayışı), şairler Farsça ve Arapça tamlamalara, söz oyunlarına, süslemelere şiirlerinde sıkça başvururlar. Şiirde nazım birimi beyittir. Bentlerle oluşturulan şiirler de vardır. Şiirde ölçü, Arap edebiyatından alınan aruz ölçüsüdür. Ağırlıklı olarak tam ve zengin uyak kullanılmıştır. Arap ve Fars edebiyatından alınan “gazel, kaside, mesnevi, rubai” gibi nazım tür ve şekilleri ağırlıklı olarak kullanılmıştır.

  • Türkçenin Yaşı ve Tarihi Gelişimi

    Türk Dilinin Yaşı Sümerce bugün yaşamamakla birlikte, bilinen en eski yazılı metinler Sümerceye aittir. Osman Nedim Tuna, Sümer ve Türk Dillerinin Tarihi İlgisi ile Türk Dilinin Yaşı Meselesi adlı eserinde Sümerler ve Türkler arasında dil bakımından tarihi bir ilgi bulunduğunu tespit etmiş ve bunun sonucu olarak da “Bugün yaşayan dünya dilleri arasında, en eski yazılı belgeye sahip olan dil Türk dilidir” sonucuna varmıştır. Bir dilin zenginliği, onun eskiliği, sürekliliği, edebiyat ve bilim dili oluşuyla söz konusu edilebilir. Türk yazı dilinin ilk metinleri olarak bilinen Göktürk yazıtlarında tespit edilen kavram alanı-kelime ailesi ilişkileri, soyut kavramların kullanılışı, oturmuş, düzenli bir işleyişin varlığı, bu dilin uzun bir süre işlenmiş olduğunu göstermektedir. Yenisey yazıtlarında görünen sözcükler, Orhun yazıtlarındaki söz varlığı, Türkçenin hemen o dönemde oluşmuş bir dil olmadığını, çeşitli gelişmeler ve anlam olaylarıyla çok daha eskiye, birkaç bin yıl öncesine uzanan gelişmiş bir dil niteliği taşıdığını göstermektedir. Türkçenin ilk yazılı metinlerini MS VII. yüzyılın sonu olarak (Çoyr/ 687-692) kabul etsek bile, Türk dili, bugün edebiyat ve bilim dalı olarak kabul edilen birçok dünya dilinden daha eski yazılı metne sahip bir dil durumundadır. Ural ve Altay dil aileleri içinde Türkçeden daha eski yazılı metne sahip bir dil bulunmadığı gibi, Yunan-Latin dillerini hariç tutarsak, Avrupa’da bugün Türkçeden daha eski yazılı metne sahip herhangi bir dil yoktur. Türk Dilinin Tarihi Gelişimi Bir dilin tarihini yazı dili öncesi ve yazı dili dönemi biçiminde ikiye ayırarak incelemek gerekir. Diller önce konuşma dili olarak var olur, daha sonra yazı dili haline gelirler. Yazı dili öncesi dönem, belgelerle incelenemediği için özellikleri hakkında tam ve kesin bilgiler vermek mümkün değildir. Türkçenin ilk sözlü edebî ürünlerinin hangi tarihe ait olduğunu belirtmek de mümkün değildir. Türk dilinin kökeni hakkında iki önemli görüş vardır. Bunlardan birincisi, Türk dilinin Altay dil ailesine mensup olduğunu ve Ana Altayca denilen bir ana dilden türediğini savunan görüştür. Bu görüşe göre Altay dilleri; Türkçe, Moğolca, Tunguzca, Mançuca, Nanayca, Japonca, Korece ve Aynucadır. İkinci görüşe göre, Türkçe Ana Hun Dili adı verilen bir ana dilden doğmuştur. Bu görüşe göre, Türk dilleri kendi başına bir aile oluştururlar. Doğup geliştikleri Ana Hun Dili, milattan önceki yıllarda üç lehçeye ayrılmıştır. Bu lehçelerden, Batı Hun Lehçesi bugünkü Çuvaşçayı, Kuzey Hun Lehçesi Yakutçayı, Doğu Hun Lehçesi de Türk-Tatar dillerini, yani diğer Türk lehçelerini doğurmuştur. Altay dilleri teorisinin kurucusu Ramstedt’dir. P. Aalto, Kore dilini de Altay dilleri ailesine dâhil etmiştir. Amerikalı dilci Street ise bu dillere Japon ve Aynu dillerini de eklemiştir. K. Grönbech, Benzing ve özellikle de Alman asıllı G. Doerfer ile İngiliz asıllı Sir Gerard Clauson bu teoriye karşı çıkmışlardır. Onlara göre Altay dilleri arasındaki yakınlık, bir akrabalık ilgisinden çok karşılıklı ödünçlemelerden ibarettir. Türk yazı dilinin bugün için bilinen en eski yazılı belgeleri Göktürkler dönemine aittir. Ancak, özellikle Orhun metinlerinde görülen dil, oldukça işlenmiş, mükemmel bir ifade yeteneğine ulaşmış bir dildir. Bütün uzmanların ortak kanaati, bu dilin mutlaka birkaç asır işlenmiş olduğu yönündedir. Türkler VII-VIII. yüzyıllardan başlayarak XIII. yüzyıla kadar uzanan dönemde tek yazı dili halinde yaşamıştır. Bu ilk dönem kendi içinde Göktürkçe ve Uygurca olarak ikiye ayrılır. Eski Türkçeden sonraki devrede, Türkçe farklı yazı dillerine bölünmüştür. İslamiyet’in kabulüyle birlikte birçok yeni kavramın toplum hayatında yer alması ve yeni bir yazının kullanılması gibi dış sebepler ile Türkçenin kendi içyapısında meydana gelen doğal değişmeler ve gelişmeler farklı lehçelerin ve yazı dillerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Böylece Türk dili, XII.-XIII. yüzyıldan itibaren Kuzeydoğu Türkçesi ve Batı Türkçesi şeklinde iki kola ayrılmıştır. Kuzeydoğu Türkçesi XIII. ve XIV. yüzyıllarda, eski Türkçenin yeni bir devamı gibi yaşamış ve eski ile yeni arasında geçiş görevi üstlenen bir devir olmuştur. Batı Türkçesi XII. yüzyıldan itibaren oluşmaya başlamış ve ilk yazılı eserlerini XIII. yüzyılda vermiştir. Türklüğün ve Türk dilinin en çok işlenmiş, en verimli yazı dilidir. Batı Türkçesinin ilk dönemi XIII ila XV. yüzyılın sonu arasındaki dönemi kapsayan Eski Türkiye / Eski Anadolu Türkçesidir. Batı Türkçesi XVII-XVIII. yüzyıllardan itibaren kendi içinde farklılaşarak iki ayrı yazı dili haline gelmiştir. Bunlardan doğuda olanına Azerbaycan, batıda olana Osmanlı veya Türkiye Türkçesi adı verilmektedir. Türk dilinin tarihi gelişmesini iki ana döneme ayıran araştırmacılar, genellikle başlangıcından XIII. yüzyıla kadar olan döneme Eski Türkçe, XIII. yüzyıldan günümüze kadar olan dönemine de Yeni Türkçe demektedirler. Ahmet Caferoğlu başta olmak üzere birçok araştırmacı da Türk dilinin tarihi gelişimini yazı dili öncesi ve sonrasıyla birlikte şöyle tasnif etmektedir: 1.       Altay Devri 2.       En Eski Türkçe Devri 3.       İlk Türkçe Devri 4.       Eski Türkçe Devri 5.       Orta Türkçe Devri 6.       Yeni Türkçe Devri 7.       Modern / Çağdaş Türkçe Devri

  • Mitolojinin Özellikleri

    Efsaneler konu itibariyle tanrıları, kahramanları ve doğaüstü varlıkları konu alan anlatılardır. Uyumlu bir sistem içerisinde düzenlenmiş olup, çoğunlukla geleneksel sözlü aktarımlar yoluyla (ozanlar, baksılar, manasçılar, rahipler) yayılarak canlı ka­lırlar. Sıklıkla ilgili oldukları topluluğun dinî veya ruhânî yaşantıları ile bağıntılı olan mitler, topluluktaki bu ruhânî mevkilerini kaybettikleri zaman, yani toplulu­ğun ruhânî yapısıyla aralarındaki bağ koptuğu zaman, mitolojik niteliklerini yitirir ve folklora ait söylenceler veya peri masalları haline dönüşürler. Folklorbilimcilere göre, -ki bu disiplin hem seküler hem de kutsal söylencelerin incelenmesini içerir- bir mit, gücünün bir kısmını topluluğun (en azından belirli bir kısmının) ona olan inancından ve doğru olarak kabul edilmesinden alır. Folklor in­celemelerinde, tüm kutsal geleneklerin birikimi vardır ve terimin kullanımında, günlük kullanımındakine benzer, herhangi bir kötüleme, aşağılama bulunmamak­tadır. Örneğin bir dinin hem kendi mitolojisinden hem de tekil olarak içerdiği mit­lerden ayrı ayrı söz edilebilir. Bu durum tamamen bilimsel ve tarafsız bir yaklaşım olup, mitler açısından herhangi bir kötüleme ve aşağılama amacı da barındırmaz. Efsaneler sıklıkla gerek evrenin gerekse yerel bölgenin ortaya çıkışını açıklama amacı taşır. Örneğin sırasıyla yaratılış efsaneleri ve kuruluş efsaneleri gibi. Efsane­ler ayrıca doğa olaylarının, başka şekilde açıklanamayan kültürel âdetlerin açık­lanması amacını da taşır. Genel olarak efsanelerin doğal anlamda basit bir izah sunmayan herhangi bir şeyi açıklamak için kullanıldığı da söylenebilir. Mitoloji terimi Yunan mitolojisi veya Roma mitolojisi formunda olduğu gibi sıklık­la eski kültürlerin antik hikâyelerine atfen kullanılmaktadır. Bazı efsaneler orijinal olarak sözel bir geleneğin ürünüyken zamanla yazılı hâle gelmişlerdir. Çoğu efsa­nenin başlangıç noktası aynı iken değişik coğrafya ve kültürlerden etkilenerek fark­lılaşmış, birbirinden farklı anlatılar haline dönüşmüş, orijinal olanı ancak mitologların anlayabileceği kadar kompleks halde kalmışlardır. #MitolojininÖzellikleri

  • Yüzyıllara Göre Divan Edebiyatının Gelişimi

    Türklerin Anadolu’ya göçleri ve fetih sürecinin hızlanmasıyla birlikte, ikinci bin yılın ilk yüzyılından sonra Anadolu’da yeni bir kültürel ve edebî yapı ortaya çıkmaya başlamıştır. Selçuklu döneminde edebî faaliyetler de artmış; ancak Farsça ve Arapçaya karşı Türkçe yeterince varlık gösterememiştir. Beylikleri döneminde ise, Türkçenin yıldızının parlamıştır. Türk beyleri, yerleşik yaşam tarzının ve İslâm dininin esaslarının halk tarafından benimsenmesini sağlamak amacıyla, Türkçe yazılmasını teşvik etmişler; böylece Türkçe eser sayısında büyük artış görülmüştür. Bu arada başta dinî, tasavvufî, ahlaki, tarihî ve destani konular olmak üzere aruzla pek çok mesnevinin yazıldığı bu dönemde gazel ve kaside gibi nazım şekilleriyle de edebî ürünler verilmeye başlanmıştır. Bu anlamda Hoca Dehhânî, akla gelen ilk isimdir. Klâsik Türk şiiri geleneğine uygun olarak oluşturulan ilk divanlar da 14. yüzyılda kaleme alınmıştır. Ahmedî, Seyyîd Nesîmî ve Kadı Burhâneddîn, bu dönemde divan sahibi şairlerdir. Osmanlı Devletinin Anadolu ve Rumeli’de istikrarı sağladığı 15. yüzyıl, klâsik Türk edebiyatı geleneğinin yerleşmeye başladığı ve kendi üstatlarını yetiştirdiği bir dönemdir. Bu anlamda mesnevide Şeyhî, kasidede Ahmed Paşa, gazelde Necâtî Bey, nesirde ise Sinan Paşa dikkat çekmiştir. Bu yüzyılda devlet adamları, şehzâdeler ve padişahlar da şiirle ciddî biçimde ilgilenmişlerdir. 16.yüzyıl; siyasî, askerî, iktisadî alanlarda olduğu gibi edebiyat alanında da Osmanlı’nın en görkemli ve en zengin devri olmuştur. Bu dönemde İstanbul, tam bir kültür merkezi hâline gelmiş; Anadolu ve Rumeli’de başta Edirne, Bursa, Kütahya, Amasya, Kastamonu, Manisa, Trabzon, Bağdat, Kahire, Üsküp, Şam, Bosna, Sofya, Belgrad, Prizren, Yenice Vardar, Priştine gibi şehirler olmak üzere, pek çok kültürel merkez oluşmuştur. 16. yüzyılda klâsik Türk edebiyatında Fuzûlî, Bâkî, Nev‘î, Zâtî, Hayâlî, Taşlıcalı Yahyâ Bey, Kemal Paşazâde, Lâmi‘î Çelebi, Gelibolulu Âlî gibi büyük isimlerin yetiştiği görülmektedir. Osmanlı için duraklama devrini ifade eden 17.yüzyılda edebî faaliyetler devam etmiştir. Dönemin önemli isimleri; kasidede sahasının büyük üstadı Nef‘î, gazelleriyle dikkat çeken Şeyhülislâm Yahyâ, Sebk-i Hindî’nin önemli temsilcileri Neşâtî, Fehîm-i Kadîm, Nâ’ilî-i Kadîm, hikemî tarzın üstâd şairi Nâbî; mesnevi şairi Nev‘îzâde Atayî ve seyahat edebiyatının tartışmasız ismi Evliyâ Çelebi’dir. 18.yüzyıl, Osmanlı Devleti için gerileme dönemini ifade etmektedir. Yüzyılın ilk yarıyılına damgasını vurmuş olan Lâle Devri, söz konusu gerilemenin edebî faaliyetlerdeki etkisini azaltmıştır. 18.yüzyılın klâsik Türk şiirindeki üstat isimleri, Lâle Devri şairi Nedîm ile Hüsn ü Aşk şairi Şeyh Gâlip’tir. Enderunlu Fâzıl, Fıtnat Hanım, İzzet Ali Paşa, Kânî, Koca Râgıb Paşa, Nahîfî, Neş’et, Seyyid Vehbî, Sünbülzâde Vehbî bu yüzyılın diğer isimlerindendir. 19.yüzyıl, Osmanlı’da yenileşme çabalarına ağırlık verildiği bir dönemdir. Bu yüzyılın ilk yarısında Tanzimat Fermanı, ikinci yarısında da Meşrutiyet ilan edilmiştir. Bu arada yenileşme ve Batılılaşma çalışmaları, edebî faaliyetlerde de etkili olmuştur. Leskofçalı Gâlip, Yenişehirli Avnî, Enderunlu Vâsıf, Keçecizâde İzzet Molla, Şeyhülislâm Ârif Hikmet klâsik Türk şiiri geleneğinin bu dönemdeki temsilcileridir. Ne var ki bu dönemde klâsik Türk şiiri geleneğinin devamını sağlayacak üstatlar yetişmemiştir. Diğer taraftan Batı edebiyatını örnek ve esas alan isimler, Batılılaşma çalışmalarından ve siyasî ortamın sağladığı fırsatlardan da yararlanarak, klâsik Türk edebiyatına karşı sistemli bir muhalefet geliştirmişlerdir. Sonuçta bu isimler, aslında kendileri de şiir estetikleri açısından üstâd olmasalar da, zamanın ve şartların da etkisiyle, gelenek karşısında etkili olmuşlardır. Böylece 20.yüzyılda temsilcilerine ancak istisnaî ölçüde rastlanan klâsik Türk şiiri geleneği, 19.yüzyılın sonlarında iyice gözden düşmüştür.

  • Mehmet Akif İnan

    Mescid-i Aksa Şairi: Mehmet Akif İnan “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu Götür Müslüman’a selam diyordu. Dayanamıyorum bu ayrılığa Kucaklasın beni İslam diyordu.” Mehmet Akif İnan, 12 Temmuz 1940’ta Şanlıurfa’da doğdu. Eğitim hayatına bu kentte başlayan İnan, lise son sınıfı okumak için 1958’de dayılarının bulunduğu ve hayatının dönüm noktası olan Kahramanmaraş’a gitti. Öğrencilik hayatını faal bir şekilde geçiren İnan, aynı yıl bir grup arkadaşıyla ilk deneyimi olan Derya gazetesini çıkardı. Edebiyata meraklı İnan, liseyi bitirdiği yıl Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü kazandı ancak 2 yıl sonra okulu bıraktı. “Yedi Güzel Adam”dan biri” Mehmet Akif İnan, 1960’ta Kahramanmaraş’ta şair, yazar, fikir adamı Necip Fazıl Kısakürek ile tanıştı. İnan, burada fikir ve edebi çalışmalarıyla Türk edebiyatına damga vuran, aralarında Nuri Pakdil, Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu’nun da bulunduğu, “Yedi Güzel Adam” olarak milyonların beğenisini kazanan şair ve yazarlardan biri olarak öne çıktı. Yarıda bıraktığı fakültesine geri dönen İnan, öğrenim hayatını edebiyat, dergi, şiir ve yazarlıkla meşgul olarak sürdürdü. Eserlerle dolu yıllar Fikir adamı İnan, 1964-1969 yıllarında Türk Ocağı Genel Başkanlığı da yaptıktan sonra 1969’da Nuri Pakdil ile Edebiyat Dergisi’ni kurdu. Ardından 1969-1972 yıllarında Türk Taşıt İşverenleri Sendikasında uzman görevinde bulunan İnan, ilk kitabı “Edebiyat ve Medeniyet Üzerine” adlı eserini 1972’de çıkardı. İlk kitabından bir alıntı: “Geçmişi ile ilgisini kesmiş bir edebiyat, çağı ile de alakasını koparmış demektir. Yani çağdaş da değildir, muallaktır, gayribeşeridir ve edebiyat olmak niteliğinden yoksundur kısacası.” İlk şiir kitabını ise 1974’te “Hicret” adıyla çıkaran usta kalem, 1976-1990’da ise kurucusu olduğu Mavera Dergisi’nde çeşitli görevlerde bulundu. Usta kalem, 1985’te “Din ve Uygarlık” adlı denemeler kitabını çıkardı, ardından 1991’de “Tenha Sözler”i yayınladı. Ölümsüz eseri “Mescid-i Aksa” şiiri Milli ve manevi değerlerine bağlı Mehmet Akif İnan’ın ölümsüz eseri ise 1979’da yazdığı “Mescid-i Aksa” şiiri oldu. İlk defa gazeteci yazar Akif Emre tarafından Akıncılar Dergisi’nde yayınlanan şiir, kısa sürede ülke çapında büyük beğeni kazandı. İslam’ın ilk kıblesi olması dolayısıyla dünya Müslümanlarının göz bebeği olan Kudüs’e yönelik İsrail’in saldırılarından duyduğu derin üzüntü, duayen kalem İnan’ın dizelerine yansıdı. Bütün Müslümanların ruhuna hitap eden bu şiiriyle İnan, adeta tüm İslam coğrafyasının da ortak dili olma başarısını gösterip halk arasında “Kudüs Şairi” olarak gönüllere taht kurdu. “Gözlerim yollarda, bekler dururum “Nerde kardeşlerim” diyordu bir ses. İlk kıblesi benim ulu Nebimin Unuttu mu bunu acaba herkes. Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde Götür Müslüman’a selam diyordu. Dayanamıyorum bu ayrılığa Kucaklasın beni İslâm diyordu.” Akciğer kanserine yakalandı Akciğer kanserine yakalandığı ortaya çıkan İnan, 1999’un haziran ayında tedaviden ümidin kesilmesi üzerine, sürekli “Peygamber Diyarı” diye nitelendirdiği memleketi Şanlıurfa’ya döndü. İnan, ramazana denk gelen 6 Ocak 2000’de hayata gözlerini yumdu.

  • Erdem Beyazıt

    Varoluşun hikmetini arayan kişi: Erdem Bayazıt “Önünü alamıyorum bu kör gidişlerin yollarda Herkes bir yere gidiyor önünü alamıyorum Çaresiz direniyorum bu dönüm noktalarında kimse elini uzatmıyor Bir gürültülü yaşamağa gidiyor dünya boşalan bir deniz gibi Bu sesler ormanında kaybolan bir çağ bu” Tam adı Adil Erdem Bayazıt olan ünlü şair, Kahramanmaraş’ta, 18 Aralık 1939’da dünyaya geldi. Erdem Bayazıt’ın çocukluk ve ilk gençlik yılları kışın Maraş’ın Yörükselim mahallesindeki büyük konakta, yazları ise Güzlek ve Çağsak’taki yaylalarda doğayla iç içe geçti. Daha ilkokul çağlarındayken dönemin popüler tarihi romanlarını okudu. Lisede Yusuf Ziya Beyzadeoğlu ve Mustafa Atatanır gibi öğrencilerine edebiyat zevki aşılayan öğretmenlerden ders alan Bayazıt, ileride edebiyat dünyasında isim yapacak Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören ve Mehmet Akif İnan gibi okul arkadaşlarıyla oluşturdukları bir edebiyat ortamı içinde bulundu. İlk şiirleri 1958’de “Hamle” dergisinde yayımlandı Henüz lise yıllarında Cahit Zarifoğlu, Nuri Pakdil, Rasim ve Alaeddin Özdenören’le “Hamle” dergisini birkaç sayı yayınlayan Erdem Bayazıt, yine Pakdil’in yayına hazırladığı “Hizmet” gazetesinde sanat ve edebiyat sayfası hazırladı. Çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı da yapan Bayazıt’ın ilk şiirleri 1958’de “Hamle” dergisi ve “Gençlik” gazetesinin sanat ekinde, sonraki şiir ve yazıları ise “Büyük Doğu”, “Edebiyat”, “Mavera” ve “Yedi İklim” dergilerinde yayımlandı. Bayazıt, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne kaydolarak buradan mezun oldu. Sebeb Ey Edebiyat çevrelerince “Yedi Güzel Adam”dan biri olarak anılan ve “Mavera” dergisinde de yazı işleri müdürlüğü görevini yürüten şairin “Sebeb Ey” isimli ilk şiir kitabı, 1972’de edebiyatseverlerle buluştu. “Zamanın idrak incisi ses döner döner döner de Yönelir sebebe Sebeb ey.” “İpekyolu’ndan Afganistan’a” Bir süre Cumhuriyet gazetesinde muhabirlik de yapan şair, Nuri Pakdil ve Necip Fazıl Kısakürek başta olmak üzere Sezai Karakoç ile Fethi Gemuhluoğlu’ndan etkilendi. Bazı şiirleri İngilizceye de çevrilen Erdem Bayazıt, 1981’de arkadaşlarıyla Ajans 1400’ü kurarak Şenol Demiröz, Yücel Çakmaklı, Ahmet Bayazıt, Çetin Tunca, Halil İbrahim Sarıoğlu ve Necdet Taşçıoğlu’ndan oluşan ekiple, Pakistan, İran, Hindistan ve Afganistan’a yolculuk yaptı, belgesel filmler hazırladı. Bayazıt, ayrıca 1987 yılında Kahramanmaraş milletvekili olarak girdiği TBMM’nin 18. Dönem çalışmaları süresince Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev aldı. Sanatkar varoluşun hikmetini arayan kişidir Şiirlerinde mesajı ön planda tutan, şiir anlayışını öncelikle “Büyük Doğu” ve Sezai Karakoç’la biçimlendiren şairin kaleme aldığı son şiirleri ise “Risaleler” adı altında 1987’de Akabe Yayınları tarafından kitaplaştırıldı. Bayazıt bir söyleşisinde, şiirini ne amaçla yazdığına dair şu ifadeleri kullanmıştı: “Şiirim hakkındaki olumlu olumsuz bütün eleştirileri ve değerlendirmeleri saygı ile karşılıyorum. Şüphesiz en sağlam hüküm zamana aittir. Bir kere daha vurgulamak gerekirse bence sanatkar varoluşun hikmetini arayan kişidir. Şiirimi var eden tek gerçeklik budur.” Akciğer kanseri sebebiyle 69 yaşında hayatını kaybetti Usta şair, yaptığı iki aylık gezide izlenimlerini topladığı “İpek yolundan Afganistan’a” adlı eseriyle 1983’te Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü’nü kazandı. 1988 yılında “Risaleler” adlı şiir kitabıyla da Türkiye Yazarlar Birliği tarafından ödüle değer görülen Bayazıt, yine TYB tarafından gerçekleştirilen “Türkçe’nin 5. Uluslararası Şiir Şöleni” kapsamında Yahya Kemal adına düzenlenen büyük ödülün sahibi oldu. Daha sonra İstanbul’a yerleşen, evli ve dört çocuk babası olan Erdem Bayazıt, akciğer kanseri sebebiyle 69 yaşındayken 5 Temmuz 2008’de İstanbul’da vefat etti. “Erdem Bayazıt’ın tarzında şiir bir çeşit duaya dönüşür” Erdem Bayazıt’ın şiirindeki anlam ilk olarak doğa etrafında öbekleşiyor. İçinde bir nahiflik de taşıyan bu şiirler başlangıçta yüksek perdeli bir ses tonuyla konuşuyor. Güneş, dağ, deniz gibi iri cüsseli imgelere yaslanıyor. Kitleler önünde seslendirilmeye yatkın. Bazı imgeler ise savaş metaforu etrafında bir araya getirilmeye uygun. Ancak bu şiirlerdeki savaş ve başkaldırı poetik bir karakter taşıyor. Daha sonraki şiirlerinde bütün kabarmalar, fırtınalar, boğuşmalar Allah’ı anışta, kalbin ritminin evrendeki büyük ritimle buluşmasında anlamını bulur ve yatışır. Dışa doğru atılma ve yükselme arzuları içe doğru bir derinleşmeye evrilir. Şiir bir çeşit duaya dönüşüyor. Erdem Bayazıt’ın Bulmak şiirinden bir alıntı: “Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm”

  • Nuri Pakdil

    Yedi Güzel Adam’ın ağabeyi: Nuri Pakdil ”Yüreğimin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır.” Kahramanmaraş’ta 1934’te dünyaya gelen Nuri Pakdil, ailesinin tavrı nedeniyle eğitim hayatını aralıklarla sürdürdü. İlkokuldan itibaren yazmaya başlayan Pakdil, ortaokuldayken tanıştığı “Büyük Doğu” dergisiyle hem düşünce ve hem de yazı macerasına ivme kazandırdı. Ailesinin okumasını istemediğini “Bir Yazarın Notları”ndaki yazısında dile getiren usta edebiyatçı, bu durumu şöyle anlatmıştı: “İlkokulun öğretisiyle, annemin babamın öğretisi kanlı bıçaklı savaş halinde miydi birbiriyle? Ama evimize kimi günler oturmaya gelen o çok sevdiğim bayan öğretmenimi, annem de çok sevmez miydi? Annem, bazen bu öğretmenimle de gözyaşları içinde konuşmaz mıydı? Şu ilkokul, hep düğüm atılan acayip bir iplik miydi? Annem, babam ilkokuldan, genelde, tüm okullardan neden bu denli tiksiniyordu? Başka kentlerde de var mıydı ilkokulu, genelde tüm bu okulları özdeş bir duyguyla gören anne babalar?” Lise yıllarında “Hamle” dergisini çıkardı Ortaokula 3 yıl gecikmeli başlayan Pakdil, 1954 -1955 yıllarında Maraş Lisesi’nde okurken, beraber eğitim gördüğü iki arkadaşı ile birlikte “Hamle” isimli edebiyat dergisini çıkardı. Bu küçük lise dergisi Ankara’dan İstanbul’a birçok yazarın ve şairin dikkatini o dönem çekmişti. Nuri Pakdil, Maraş Lisesi’nin ardından İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kahramanmaraş’ta çıkan “Demokrasiye Hizmet” ve “Gençlik” gazetelerinde de yazıları yayınlanan Pakdil, bir süre “Yeni İstiklal” gazetesinde sanat sayfaları düzenledi. Üniversite yıllarında aralarında Sezai Karakoç ve Necip Fazıl Kısakürek’in de bulunduğu edebiyatçı, sanatçı birçok düşünürle yakın ilişki kurdu. Yedi Güzel Adam ile Edebiyat dergisini çıkardı Nuri Pakdil, edebiyat hayatı boyunca “Büyük Doğu” ve “Diriliş” dergileriyle de güçlü bağlar kurdu. Bu dergilerin çevresinde ayrıca çok sayıda yeni şair ve yazar yetişti. Pakdil, Diriliş dergisinin yayına ara verdiği ve bir daha basılıp basılmayacağının belli olmadığı dönemde, Türk edebiyatında “Yedi Güzel Adam” olarak bilinen ekipten Rasim Özdenören, Erdem Bayazıt ve Akif İnan ile “Edebiyat” dergisini yayınlamaya başladı. “Sabır üssü” olarak tanımladığı “Edebiyat” dergisi, 1969’un Şubat ayından 1984 Aralık’a kadar aylık olarak okuyucuyla buluştu. Pakdil, dergide yazanlara müstear isimler takmakla meşhurdu. Kendisinin de dergide 16 farklı ismi bulunan Pakdil, en çok “Ebubekir Sonumut” adını kullandı. Pakdil, bu süreçte 1972 yılında Edebiyat Dergisi Yayınları’nı kurdu. Bu yayınların ilk kitabı Pakdil’in “Batı Notları” oldu. “Hız telâşı tedirgin etti iç sistemimizi. Belki en iyisi yürüyerek gidilir yaşamaya.” 1984 yılına kadar 18 kitap çıkardı Pakdil, 1984 yılına kadar “Biat”, “Batı Notları”, “Bir Yazarın Notları”, “Anneler ve Kudüsler”, “Klas Duruş”, “Edebiyat Kulesi”, “Bağlanma”, “Sükut Suretinde”nin de aralarında olduğu 18 kitap çıkardı. Nuri Pakdil ‘in “Otel Gören Defterler” başlıklı 6 kitaptan oluşan deneme serisi 1997’den itibaren okuyucuyla buluştu. Uzun bir dönem otellerde yaşayan Pakdil, bu seride inzivaya çekilmiş bir yazarın tahlillerini, sorgulamalarını ve kendisiyle hesaplaşmalarını kaleme aldı. Kitaplarıyla deneme türünün ustalarından Yazarın “Bağlanma” adlı kitabı da birçok açıdan onun ve Edebiyat Dergisi’nin edebiyat ve düşünsel bağlamının anlaşılabilmesi için manifesto niteliğindeydi. Hem Orta Doğu hem Batı edebiyatından yaptığı şiir ve düşünce yazısı çevirileriyle edebiyat dünyasında farkını ortaya koyan Pakdil, “Bir Yazarın Notları” adlı eserinde amacını “İnsan! Seni savunuyorum; sana karşı!” cümlesiyle özetlemişti. ”Benim için yazı yazmak bir bakıma savaşmak demektir.” Pakdil, devrimciliğinin temelini, İslam’a olan sarsılmaz bağlılığının oluşturduğuna da her zaman sözleriyle dikkati çekerek, şu ifadeleri kullanmıştı: “İslam dini kıyamete kadar sürecek sürekli devrim anlayışını öngörür. Yeryüzünde zulüm, haksızlık, adaletsizlik var olduğu sürece, bu zulmün, bu haksızlığın, bu adaletsizliğin kaynağı olan egemen güçlerin yok edilmesi için, Müslümanların devrimci mücadelesi de sürecektir. Kirli mülkiyete karşı, kara siyasaya karşı devrimci savaş kesintisiz sürecektir. Çünkü İslam dini bunu öngörmektedir. İslam dini özgürlükçüdür, ilericidir, devrimcidir, bağımsızdır, sömürünün her biçimine karşıdır, başta anamalcılığa karşıdır, başta yabancılaşmaya karşıdır İslam Öğretisi. İnsanın, yalnızca, ’emeğinin karşılığını yiyebileceğini’ vurgular bu din. Benim için yazı yazmak bir bakıma savaşmak demektir. Çünkü yazılarımda, her türlü putçuluğa karşı, her türlü yabancılaştırmaya karşı, her türlü sapmalara karşı vermekte olduğum savaş anlatılmaktadır. Yazılarımda kirli mülkiyet tutkusunun insanı ele geçirmesi anlatılmaktadır. Yazılarım, kapitalizme ve sömürü düzenine karşı bir tepkiyi, bir eleştiriyi ifade etmektedir.” Kudüs’üne 81 yaşında kavuştu Türk edebiyatının “Kudüs Şairi” olarak tanımlanan usta yazar, Kudüs için hissettiği yürek sızısını, “Yüreğimin yarısı Mekke’dir, geri kalanı da Medine’dir. Üstünde bir tül gibi Kudüs vardır” ifadeleriyle kaleme döktü. Nuri Pakdil, 2015’te 81 yaşında geldiğinde Kudüs’e giderek, Mescid-i Aksa’da cuma namazı kıldı ve hayali gerçek oldu. Türkiye’deki İslami uyanışa büyük önem veriyorum İslam dünyasının Kudüs’e tavrını çok “trajik” bulduğunu dile getiren Pakdil, “Zaten İslam dünyası kendi arasında kavgalı durumdadır ve maalesef Kudüs’e yönelme imkanı şu anda gözükmüyor. İslam dünyasının kurtuluşu ancak ve ancak Türkiye’nin ayağa kalkmasıyla mümkün olacaktır. Ben yeryüzündeki İslami hareketin, Türkiye’den başlayacağına inanıyorum. Bu inancı içimde her zaman capcanlı tutuyorum. Türkiye’deki İslami uyanışa büyük önem veriyorum.” demişti. Nuri Pakdil, üst solunum yolları enfeksiyonu nedeni ile kaldırıldığı Ankara Şehir Hastanesi’nde 18 Ekim 2019’da 85 yaşındayken hayatını kaybetti. Usta edebiyatçının cenazesi, Hacı Bayram Veli Camisi’nden kılınan cenaze namazının ardından Taceddin Dergahı’nda defnedildi. Nuri Pakdil’in 7 Güzel Adam’ın her birisi için bir tanımlamada bulunuyordu: “Rasim Özderen denge adamı, Akif İnan iadam, Alaeddin Özdenören deli fişek, Cahit Zarifoğlu artist, Erdem Bayazıt Beyoğlu beyzade”

bottom of page