top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 850 sonuç bulundu

  • Hece Ölçüsü

    Türk şiirinin ulusal ölçüsü hece ölçüsüdür. Hece ölçüsünde dizelerdeki hece sayısının ve duraklarının denkliği yeterlidir. Bu nedenle hece ölçüsüne parmak hesabı da denilir. Türk dilinin yapısına uygun bir ölçüdür. Hece ölçüsünün kuralları nelerdir? -Dizelerdeki hece sayısı eşit olur. -Hece sayısı yedili, sekizli on birli kalıplardan oluşur. Çok az beşli ve karışık kalıba rastlanır. -Dizelerdeki heceler, kalıp içinde belli duraklara ayrılır. Şiirde sözcüğün bu duraklarda bitmesi gerekir. -Duraklar sözcük ortasında bitmez. Dizedeki hece sayısı çift ise durak genellikle heceleri eşit böler: 8 = 4+4. Dizedeki hece sayısı tek ise genellikle hece sayısı çok olan durak ya da duraklar önde, hece sayısı az olan durak sonda bulunur: 7 = 4+3, 11 = 6+5, 11 = 4+4+3. Beşli, altılı, yedili kimi zaman da sekizli kalıplarda durak olmadığı da olur. beşli (duraksız) Bilmem nideyüm Işkun elinden Kanda gideyüm Işkun elinden yedili (4 + 3) Koşmat bizim / yolumuz Sıcak akar / suyumuz Sevip sevip / ayrılmak Yoktur öyle / huyumuz sekizli (4 + 4) Kara gözlüm / seni saran Kullar erer / muradına Dudağından / bade alan Diller erer / muradına on birli (4+4+3) Demirciler / demir döver / örs ünen Ben yarime / darılmışım / hırs ınan Atı doru / kucağında / fesleğen Gördüm yarim / yaylalardan / geliyor karışık Boş ver aldırma 5 (2 + 3) Alırım diye kandırma 8 (5 + 3) Hiç aklımdan çıkmıyor 7 (4 + 3) Adalar’daki dondurma 8 (5 + 3) on birli (6+5) Ağılın önüne / gelmiş mi davar Koymuş helkeyi de / yar davar sağar Kurbanım bir daha / sarılsak ne var Kurbanım bir daha / sarılsak ne var on birli (karışık) Yare ipek dikem göğsü dar olsun (6 + 5) Biri çivit mavi biri al olsun (4 + 4 + 3) Ben kadir Mevlâ’dan bir yar isterem (6 + 5) Ağzı şeker dudakları bal olsun (4 + 4 + 3) Türk halk şiirinde ölçü vezin karşılığı ölçü, daha seyrek olarak da tartı terimi kullanılır. Türk halk şiirinde ölçü hece ölçüsüdür. Divanü Lügat-it Türk’te vezin ölçü karşılığı köğ terimi geçer. Hece ölçüsü, Türk dilinin yapısından doğmuştur. Hece ölçüsünde esas, dizelerdeki hece sayısının birbirine eşitliğidir. İlk dörtlüğün dizeleri kaç ise, ondan sonraki dörtlüklerin hece sayıları da ona uymak zorundadır. Hece ölçüsüyle söylenmiş en eski şiir örneklerini Divan-ı Lügat-it Türk’te buluyoruz. Divan-ı Lügat-it Türk’te manzumelerin hece sayıları beş ile on beş arasında değişmektedir. Saz şairleri, hece kalıpları içinde, en çok, 7, 8 ve 11’ li olanları kullanmışlardır. Âşık edebiyatında ve anonim halk edebiyatı ürünleri arasında beşli, altılı, dokuzlu, onlu, on ikili, on üçlü, on dörtlü, on beşli, on altılı kalıplara çok seyrek rastlanır. Bunlar da genelikle, türkülerde, bilmecelerde, manzum atasözlerinde görülür. Hece ölçüsünde uyum sağalayan öğelerden biri, duraklardır. Dizilerin belli bölümlere ayrılması, durguyu sağlar. Kullanılan bütün hece kalıplarda durgulara yer verilir. Duraklar gelişigüzel değildir; belirli bi düzeni vardır. Çift heceli (6, 8, 10, 12, 14, 16) dizelerde durak, dizeyi iki eşit parçaya böler. Tek heceli dizelerde ise, genelikle, çok heceli kısım dizenin ilk yarısında yer alır. Durgular aruzun takti’inde oldğu gibi sözcükleri bölmez. Divanlar, hece ölçüsünün 15’li kalıbının ‘’med ve kasır ile aldığı şekildir.’’ Kalenderi’ler hece ölçüsünün 14 ya da 13’ lü kalıbındadır. Semai’ ler ise, genellikle 16 heceli maznumelerdir. Türk halk şiirinin asıl ölçüsü, başlangıçtan beri, hece ölçüsü olarak kalmıştır; kimi halk şiirlerin aruza da yer vermesi, bu genel kuralı değiştiremez. a. Hece Sayısı: Hece ölçüsüyle yazılmış bir şiirin bütün mısralarında eşit sayıda bulunur. Hece sayısı aynı zamanda o şiirin kalıbı demektir. Bu va tan top ra ğın ka ra bağ rın da Sı ra dağ lar gi bi du ran la rın dır Bir ta rih bo yun ca o nun uğ run da Ken di ni ta ri he ve ren le rin dir Bu dörtlükteki bütün dizeler 11 heceden oluşmaktadır. Dolayısıyla bu şiir Hece ölçüsünün 11’li kalıbıyla yazılmıştır. Bu da ğı a şam de dim A şam do la şam de dim Bir ha yır sız yâr i çin Her ke se pa şam de dim Bu dörtlük 7’li hece kalıbıyla yazılmıştır. Baş ka sa nat bil me yiz, kar şı mız da du rur ken Söy len me miş bir ma sal gi bi A na do lu’muz Bu şiir Hece Ölçüsünün 14’lü kalıbıyla yazılmıştır. b. Durak: Hece ölçüsüyle yazılan şiirlerde, ahengi artırmak amacıyla mısralar belli yerlerinden ayrılır. Bu ayrım yerlerine durak (durgunlanma) denir. Durak, ahenk sağlayan bir çeşit ses kesimidir. Sözün gidişi zorlanmadan şiir okuyucusuna bir nefes payı bırakılmıştır. Duraklarda kelimelerden ortalarından bölünemez. İyi bir durakta kelime mutlaka bitmiştir. Bir şiirde, bütün dizelerin durakları aynı olabileceği gibi, belli dizelerde farklı duraklar da kullanılabilir. Bir şiirin her dizesinde farklı duraklar kullanılmışsa, o şiir duraksız kabul edilir. Hece ölçüsünde ikili, üçlü, dörtlü, beşli, altılı duraklar kullanılmıştır. Kalıplar: Hece ölçüsüyle yazılmış bir şiirde, bir mısradaki hece sayısı o şiirin kalıbıdır. Hece ölçüsünde “ikili” den “yirmili” ye kadar kalıp vardır. Türk şiirinde en çok kullanılan kalıplar yedili, sekizli, onbirli, ondörtlü kalıplardır. #Mani #Tamuyak #şiir #ZenginUyak #Uyak #Yarımuyak #HeceÖlçüsü

  • Halk Şiiri

    Halk şiir terimi, Halk içinde yetişmiş kişileri (ozanların, âşıkların) ya da adları bilinmeyen halk sanatçıların hece ölçüsü ile ve özel biçimde ortaya koydukları nazım türlerini kapsamına alır. Yani halk şiir alanına hem bireysel hem de anonim ürünler girer. Yöntem açısından da halk şiiri terimini kullanmak gereklidir: Adları bilinen ya da bilinmeyen halk sanatçıların, başlangıçtan günümüze değin ortaya koydukları eserleri bir bütün halinde ele almak ve incelemek zorundayız. Tür edebiyatı bir bütündür ve inceleme yönteminin buna uygun olması gerekir. Halk şiirinin, ister yazanı bilinsin ya da bilinmesin sonuç olarak her iki çeşidi de bir halk sanatçısının elinden çıkmış şiirlerin tümü için halk şiiri demekte de bir sakıncası yoktur. Halk Edebiyatı ve onun bir dalı olan halk şiiri, aslında halk bilimi alanına girer. Âşık edebiyatı ise, bireysel temele dayanan belli kuralı ve özelikleri olan bir edebiyattır. Çağlar Boyunca Türk Halk Şiirine Genel Bakış Türklerin tarihleri kadar eski bir edebiyatları vardır. Yazının bilinmediği bu çağlarda bu edebiyat sözlü idi. İslâmlıktan önce Türk edebiyatı bir bütündü; aydınlar ve halk için iki ayrı edebiyat yoktu. Çünkü, yazı diliyle konuşma dili aynıydı. Ozanların şiirlerindeki dil, halkın ve ulusun dili idi. Bu ayrımlaşma, yüksek tabaka ve halk için iki ayrı edebiyat, İslâmlıktan sonra Türk edebiyatında ortaya çıkar ve yüzyıllar boyunca yan yana yaşar. Türkler tarihleri boyunca, çeşitli alfabeler kullanmışlardır: Göktürk alfabesi, Uygur alfabesi, Manihey alfabesi, Soğd alfabesi, Arap alfabesi. Orta Asya’da yaşayan Türkler, hangi dini kabul etmişlerse, o dinin alfabesiyle yazmışlardı. Bunların en eskisi Orhun Yazıtları’ndaki Yenisey-Orhun alfabesi. Yaklaşık olarak beşinci yüzyıldan dokuzuncu yüzyıla değin kullanıldığı sanılan Orhun alfabesinin Türklerce ne zaman bulunduğu ya da hangi kaynaktan alındığı kesinlikle bilinmemekte. Bu duruma göre, Yenisey- Orhun alfabesinin beşinci yüzyılda Türkler arasında geçerli olduğu kabul edilirse, en azından bin yüz yıllık bir yazılı edebiyatımız var demektir. Kutatgu Bilig ile Divanü Lügat-it Türk’teki manzum parçalar, savlar, Budizm ve Maniheizm çevrelerinde yazılan eserler, eski Türk şiiri ve edebiyatı hakkında bizi aydınlatmaktadır. Sözlü eserler; ölçü, tür, konu bakımlarından, yüzyıllar boyunca, pek az değişikliğe uğramıştır. Sözlü edebiyat geleneği, yazılı edebiyat döneminde de unutulmamıştır. Eski Türk topluluklarında ozanlar bütün ilkel topluluklarda görüldüğü gibi, çeşitli görevlileri üzerlerinde toplamışlardı: Kahramanlık şiirler söylüyor, büyücülük ve hekimlik yapıyorlardı. Bu halk sanatçılarına, çeşitli Türk kavimler tarafından ayrı adlar verilmiştir; Altay Türkleri Kam, Kırgızlar Baksı, Yakutlar Oyun, Tonguzlar Şaman, Oğuz Türkleri de Ozan adını vermişlerdir. Bunların görevleri bütün milletlerde aynı idi. Eski Türklerde üç büyük tören vardı: Şölen (Şaylan), Sığır, Yuğ. Şölen, Oğuz Türklerin askerî-dinî nitelikte törenleriydi. Türkler, avcılığı seven bir bil ulustur. Türklerin ulusal totemlerinden birisi yak (Tibet sığırı)’tır. Totemin yılda bir kez avlanması gerekir, bunun için büyük bir av partisi yapılırdı. Eski Türkler Tibet öküzüne sığır dedikleri için bu avlarına da sığır adını vermişlerdi. Adına ilk kez rastladığımız yuğ’lar ise ölüler için yapılan genel dini törenlerdir. Şölen’lerde, sığır’larda, yuğ’larda törenin yönetimi büyücü-şairlerin elinde idi. Türk şiirlerin en eski örnekleri, belki de bu büyücü-şairlerin törenler sırasında müzik eşliğinde söyledikleri parçalardır. Bütün ilkel toplulukların edebiyatlarında, şiir, mitolojik kimlikte başlar, daha sonra dinî kılığına bürünür. Toplumsal gelişme daha ileri basamağa ulaşınca, dini konular yerlerini dini olmayan konular alır. Türk şiirinde de başta destanî şiirler, dini şiirlere dönüşmüş, daha sonraları da her konu şiirin alanına girmiştir. Türklerin şair-çalgıcıları hakkında en eski bilgiler, Hiyungnularla ilgilidir. İslamlıktan sonra da çeşitli Türk sülalelerinin ordularında halk şair-çalgıcıların bulunduğu tarihi kaynaklar bildirmektedir. Gaznelilerde, Karuhanlılarda, Selçuklularda, Harzemşahlarda, Altın Orduda, Mısır Memlüklerinde, Anadolu Selçuklularında, Osmanlılarda ve Anadolu Beyliklerinde, saraylarda, ordu ve halk arasında şair-çalgıcılar, ozanlar bulunuyor ve eski geleneği sürdürüyordu.Yakın zamanlara dek, İslamlıktan önce Türk şairlerinden sadece Çuçu’nun adını biliyorduk.3Turfan kazılranında ele geçen Mani metinlerinden, sekiz Türk şairinin daha adlarını öğrenmiş oluyoruz: Aprınçur Tigin, Kül Tarkan, Sangku Seli Tutung Ki-Ki, Paratyaya-Şiri, Asıng Ttung, Cışuya Tutung, Kalım Keyşi. Oğuz Türklerinin Ozan dedikleri şair- çalgıcılara başka Türk kavimlerinde rastladığımız gibi, bu sözcüğü öteki Türk kavimlerinde görmekteyiz. On üçüncü yüzyılda, Mısır Memluk ordularındaki şair-çalgıcılar Ozan diye anılıyordu. On dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda, Azerî alanında da halk şair-çalgıcılarına Ozan deniliyordu. Fuat Köprülü ise, Ozan sözcüğünü ozmak köküne bağlamaktadır; ozmak, ‘’önce gelmek, ileri geçmek’’ anlamlarındadır. Bu kökten türemiş iki sözcük daha vardır: Ozgan (koşuda birinci, gelen köpeklere verilen ad), ozuş (kurtuluş). Fuat Köprülü, ozgan ile ozan’ın aynı olduğu fikrindedir. Ozanlar, ilk zamanlar büyücü, oyuncu, hekim, şarkıcı ve çalgıcı görevlerini yüklenmişlerdi. Sonraları, şiirin hem ezgisini, hem sözünü, hem çalgıyı anlatır oldu. Üçüncü aşamada, şair-çalgıcı yani kopuzlarıyla şiirler söyleyen halk şairi anlamında kullanılmaya başlandı. Ozanlık geleneği, on beşinci yüzyılın ortalarına dek sürmüştür. İslam kültürünün etkisiyle ozanlar ve ozanlık geleneği, yerini âşıklara bırakmıştır. #ozgan #yuğ #şam #halkşiiri #ozuş #baksı #şölen #ozan

  • Halk Edebiyatının Kaynakları

    Türk halk edebiyatı ürünlerini değişik kaynaklardan elde ediyoruz. Her ulus gibi Türk ulusunun da yazısı ve yazılı edebiyatı yokken, bugün edebiyat adı altında değerlendirdiğimiz ürünlerin görevlerini üzerine alan yaratmaları vardı. Bunlar çok uzunca bir süre sözlü kaynaklarla taşınageldiler. Bu ürünlerin yazıya geçirilmeleri aşağı-yukarı 7. yüzyıldır. Ağıtlar, kısaltılıp yoğunlaştırılarak mezar taşlarına; hakanların, ünlü kişilerin büyük işlerinin anlatıları ise anıtlara kazılarak halk yaşamının izleri halk edebiyatı ürünleriyle birlikte yazılı hale getirilmeye başlanmıştır. Bu bakımdan, halk edebiyatının kaynaklarına eğildiğimizde yazılı ve sözlü olmak üzere iki kaynak karşımıza çıkar. Sözlü Kaynaklar Halk edebiyatının masal, tekerleme, ninni, mani, fıkra, bilmece, atasözü, beddua, vb. gibi sözlü ürünlerinin çok büyük bir bölümü özellikle ileri yaşlardaki insanlarımızdan elde edilen ürünlerdir. Bu yaşlı insanlar, dedelerinden, ninelerinden ya da anne-baba ve o çevredeki yaşlı kimselerden duydukları bu ürünleri yeni bir kuşağa aktarmada önemli bir kaynaktır. Halkbilim ve halk edebiyatı araştırmacıları bu yaşlı kaynaklardan derledikleri metinleri yazılı hale getirerek halk edebiyatı kaynağını zenginleştirirler. Ayrıca çeşitli yörelerimizde, radyo, gazete ve televizyon gibi görsel- işitsel iletişim araçlarının yaygın olmadığı dönemlerde, halkın başlıca eğlence ve bir anlamda da eğitim kaynağı olan bu ürünler anlatıcı ve sorucularının, bugün sayıları giderek azalsa da, belleğinde yer etmiştir. Bu usta anlatıcıların yanı sıra halk ozanları, özellikle de saz şairleri sözlü halk edebiyatı ürünlerinin günümüze taşınmasında başlıca kaynaklardır. Yazılı Kaynaklar Halk edebiyatımızla ilgili yazılı kaynaklar oldukça çeşitlidir. Şöyle bir sıralayacak olursak bunların başlıcaları şunlardır: Orhun Abideleri : Türk kültürü ve edebiyatıyla ilgili yazılı kaynakların en eskisini Türk gelenek ve adları konusunda bilgiler taşıyan ve 8. yüzyılda dikilen Orhun Abideleri oluşturmaktadır. Divânü Lûgati’t -Türk: Kaşgarlı Mahmud tarafından 1072 tarihinde yazımı tamamlanan bu sözlük, Türk halk edebiyatının değişik türlerinden örnekler taşıması bakımından önemli bir kaynaktır. Sûrnameler: Düğünlerden, şenliklerden, eğlencelerden, halk sporlarından söz eden çoğunlukla minyatürlü yazma yapıtlardır. Halk tiyatrosu, halk eğlenceleri yönünden zengin bilgi kaynaklarıdır. Menâkıpnâmeler, vilâyetnâmeler: Halk kültüründe eren ve evliya gibi üstün bir değeri olan Sarı Saltuk, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre, Hacı Bayram Veli, Mevlana gibi kişilerin yaşamlarını anlatan yapıtlardır. Falnâmeler: Gelecekten haber verme konusunda inanışları ve uygulamaları içine alan yazma yapıtlardır. Mesnevîler: Halk hikayeleri, fıkraları yönünden çok zengin kaynaklardır. Divan şairlerinin halk hikayelerini mesnevi şeklinde işlemeleriyle oluşmuşlardır. Örneğin Mevlana’nın ünlü Mesnevisi, halk hikayeleri ve fıkralar bakımından çok zengin bir kaynaktır. Cönkler : Halk edebiyatımızın en önemli yazılı kaynaklarını cönkler oluşturmaktadır. Birer defter olan cönkler alttan yukarıya doğru, uzunlamasına açılan ve okuma-yazma bilen bir halk edebiyatı gönüllüsü tarafından düzenlenmiş kaynaklardır. Cönkler tek bir halk edebiyatı türü üzerine düzenlenmemişlerdir; tam tersine destanlar, koşmalar, ağıtlar, türküler, atalar sözü, maniler, fıkralar, masallar gibi halk edebiyatı ürünleri bakımından oldukça zengin ürünleri bir arada bulundurmaktadır. Bu bakımdan, bu kaynaklarda halk edebiyatının bütün ürünlerini bulmamız olasıdır. #falname #Cönk #HalkEdebiyatı #Surname #TürkHalkEdebiyatı

  • Halk Edebiyatının Tarihi Gelişimi

    Başlangıçtan 13. yüzyıla kadar halk edebiyatı İslamiyet’ten önce bilinmeyen dönemlerden beri sözlü geleneğe bağlı olarak halk edebiyatımız gelişimini sürdürmüştür. Kaşgarlı Mahmut’un Divanü Lugati’t-Türk adlı eserinde bu ürünler kendilerini göstermektedir. Ancak 13. yüzyıla kadar genellikle bu edebi dönem anonim olarak devam etmiştir. Koşuk, sav sagu, destan gibi türler bu dönemin ürünleridir. 13. Yüzyıl Bu yüzyılda ele geçen eserler, daha çok fetih ve savaşlara aittir. Bunların en önemlileri İslami Türk destanlarıdır. Bunlardan Battal Gazi Destanı, Danişmentname en ünlüleridir. Bu dönemin en ünlü kişisi şüphesiz Nasrettin Hoca’dır. O, zekasıyla, keskin görüşleri ve zeki söyleyişleriyle, nükteleriyle dünyaca tanınmış bir filozoftur. 13. yüzyılda yaşadığı halde, halka öyle mal olmuştur ki kendinden bir asır sonra gelen Timurlenk ile karşılaştırılmıştır. 1208 yılında Sivrihisar’da doğan Hoca, Akşehir’de, Konya’da medrese tahsili yapmış bir alimdir. Bu asrın en önemli şairi, hatta Türk edebiyatının, ünü sınırları aşan şairi şüphesiz Yunus Emre’dir. 14. Yüzyıl Bu asrın en önemli eseri Kitab-ı Dede Korkut’tur. Bu kitaptaki hikayeler Oğuz Türkleri arasında yaşamış ve yayılmıştır. Kitapta Oğuz Türklerinin Gürcüler, Rumlar, Ermeniler ve diğer Türk boylarıyla yaptıkları savaşlar anlatılır. Hikayelerde nazım, nesir iç içedir. Dili destansı bir dildir. Hatta bazı yönleriyle destana benzer. Bu yüzden “destandan halk hikayeciliğine geçiş” ürünü olarak görülür. Halkın kullandığı dille yazılmıştır. Kimin yazıya geçirdiği belli değildir. Kitapta geçen Dede Korkut, bilge bir kişidir. Halk arasında sözü geçen, gerektikçe keramet gösterebilen veli bir zattır. Bu asırdaki en ünlü şair, Yunus tarzı söyleyişleriyle ün yapan tekke şairi Kaygusuz Abdal’dır. 15. Yüzyıl Bu yüzyılın tanınmış ismi Hacı Bayram Veli’dir. Ankara’da doğan Hacı Bayram Veli çok güçlü bir medrese tahsili yapmıştır. Aruzla da yazmakla birlikte daha çok heceyi kullanmış ve dini şiirler yazmıştır. İlahileri tekkelerde zaviyelerde dillerden düşmemiştir. 16. Yüzyıl Bu yüzyılda sadece Tekke edebiyatının değil din dışı konularda söylenen şiirlerin de metinleri ele geçmiştir. Ellerinde sazlarla diyar diyar dolaşan, nerede bir güzel görürlerse ona aşık olan ve şiirler söyleyen şairler, ordularda, kışlalarda, hudut boylarında boy gösteren aşıklar, eski halk ozanı geleneğini sürdürmüşler ve “Aşık Edebiyatı” denen edebiyatı yaşatmışlardır. Bunların en tanınmışı,yüzyılın sonlarında şöhret kazanan Köroğlu’dur. 17. Yüzyıl Bu dönem Türk Halk edebiyatının altın çağıdır. Hem Aşık edebiyatı, hem Tekke edebiyatı hem de Anonim (söyleyeni belli olmayan) halk edebiyatı ürünlerinden birçoğu elimize geçmiştir. Tekke edebiyatının önde gelen şairleri Aziz Mahmut Hüdai ve Niyazi Mısri’dir. Her iki şair de derin ilim sahibi kişilerdir. Bu asırda Aşık edebiyatında büyük gelişmeler olmuş, Divan şairlerine bile ilham verecek lirik şiirler söylenmiştir. Ayrıca aruzla şiir söyleyen saz şairleri, kendilerini Divan şairleri kadar başarılı saymışlardır. Bunlar arasında Yeniçeri ordusunda bulunan ve Evliya Çelebi’nin bile dikkatini çeken Katibi, denizci olan Kayıkçı Kul Mustafa ünlüdür. Ancak günümüzde bile çok sevilen, şiirlerinin çoğu halk türküsü haline gelen aşık, Karacaoğlan’dır.  Şiirlerinin tümünü heceyle söyleyen, halk anlayışını, yaşayışını şiirine en iyi şekilde yansıtan Karacaoğlan, tabiat ve sevgililer hakkındaki koşmalarıyla tanınır. Bu asırda dikkati çeken diğer büyük saz şairi Aşık Ömer’dir. Halk şairleri arasında en kültürlü, en yaratıcı kişi olarak tanınır. Divan şairleriyle boy ölçüşen şair, gerçekten onları aratmayacak tarzda gazeller, murabbalar söylemiştir. Dilindeki sadelik ve akıcılık, onun başarısının delilidir. 18. Yüzyıl Geçen asırda altın devrini yaşayan Halk edebiyatı bu asırda aynı gücünü devam ettirmiştir. Divan şairleriyle boy ölçüşme, aruzla şiir söyleme, bu devirde biraz daha yaygınlaşmıştır. Tekke edebiyatı bu dönemde bir duraklama içindedir. Dönemin en büyük tekke şairi, aynı zamanda büyük bir alim olan Erzurumlu İbrahim Hakkı’dır. İlahiname adlı divanında genellikle tasavvufi, kasideler, gazeller, ilahiler bulunur. Ayrıca Marifetname adında nesir eseri de vardır. 19. Yüzyıl Halk şiir geleneği bu asırda klasik söyleyişini sürdürmüştür. Özellikle Aşık edebiyatının çok yetenekli saz şairleri görülür. Bunlardan biri de Bayburtlu Zihni’dir. Hem divan tarzı hem de aşık tarzı şiirleriyle tanınmıştır. Çok iyi bir medrese eğitimi görmüştür. Bu nedenle divan tarzında yazdığı şiirleri, Divan şairlerini aratmaz. Ayrıca Halk tarzında söylediği şiirlerde tam bir aşık söyleyişi görülür. Dönemin diğer tanınmış şahsiyeti Erzurumlu Emrah’tır. Bunda da Divan tarzı söyleyişler görülür. Ancak bu şiirleri çok başarılı sayılmaz. Asıl lirik şiirleri koşma tarzında söyledikleridir. Diğer dikkate değer isim Dadaloğlu’dur. Üzerinde Divan şiirinin etkisi pek görülmeyen bu saz şairi, dönemin padişahına kafa tutan koçaklamalarıyla tanınır. #HalkEdebiyatı #halkhikayesi #halkşiiri

  • Yüzyıllara Göre Klasik Türk Edebiyatı

    Türklerin Anadolu’ya göçleri ve fetih sürecinin hızlanmasıyla birlikte, ikinci bin yılın ilk yüzyılından sonra Anadolu’da yeni bir kültürel ve edebî yapı ortaya çıkmaya başlamıştır. Selçuklu döneminde edebî faaliyetler de artmış; ancak Farsça ve Arapçaya karşı Türkçe yeterince varlık gösterememiştir. Beylikleri döneminde ise, Türkçenin yıldızının parlamıştır. Türk beyleri, yerleşik yaşam tarzının ve İslâm dininin esaslarının halk tarafından benimsenmesini sağlamak amacıyla, Türkçe yazılmasını teşvik etmişler; böylece Türkçe eser sayısında büyük artış görülmüştür. Bu arada başta dinî, tasavvufî, ahlakî, tarihî ve destânî konular olmak üzere aruzla pek çok mesnevinin yazıldığı bu dönemde gazel ve kaside gibi nazım şekilleriyle de edebî ürünler verilmeye başlanmıştır. Bu anlamda Hoca Dehhânî, akla gelen ilk isimdir. Klâsik Türk şiiri geleneğine uygun olarak oluşturulan ilk dîvânlar da 14. yüzyılda kaleme alınmıştır. Ahmedî, Seyyîd Nesîmî ve Kadı Burhâneddîn, bu dönemde dîvân sahibi şairlerdir. Osmanlı Devletinin Anadolu ve Rumeli’de istikrarı sağladığı 15. yüzyıl, klâsik Türk edebiyatı geleneğinin yerleşmeye başladığı ve kendi üstâdlarını yetiştirdiği bir dönemdir. Bu anlamda mesnevide Şeyhî, kasidede Ahmed Paşa, gazelde Necâtî Bey, nesirde ise Sinan Paşa dikkat çekmiştir. Bu yüzyılda devlet adamları, şehzâdeler ve padişahlar da şiirle ciddî biçimde ilgilenmişlerdir. 16.yüzyıl; siyasî, askerî, iktisadî alanlarda olduğu gibi edebiyat alanında da Osmanlı’nın en görkemli ve en zengin devri olmuştur. Bu dönemde İstanbul, tam bir kültür merkezi hâline gelmiş; Anadolu ve Rumeli’de başta Edirne, Bursa, Kütahya, Amasya, Kastamonu, Manisa, Trabzon, Bağdad, Kahire, Üsküp, Şam, Bosna, Sofya, Belgrad, Prizren, Yenice Vardar, Priştine gibi şehirler olmak üzere, pek çok kültürel merkez oluşmuştur. 16. yüzyılda klâsik Türk edebiyatında Fuzûlî, Bâkî, Nev‘î, Zâtî, Hayâlî, Taşlıcalı Yahyâ Bey, Kemal Paşazâde, Lâmi‘î Çelebi, Gelibolulu Âlî gibi büyük isimlerin yetiştiği görülmektedir. Osmanlı için duraklama devrini ifade eden 17.yüzyılda edebî faaliyetler devam etmiştir. Dönemin önemli isimleri; kasidede sahasının büyük üstâdı Nef‘î, gazelleriyle dikkat çeken Şeyhülislâm Yahyâ, sebk-i Hindî’nin önemli temsilcileri Neşâtî, Fehîm-i Kadîm, Nâ’ilî-i Kadîm, hikemî tarzın üstâd şairi Nâbî; mesnevi şairi Nev‘îzâde Atayî ve seyahat edebiyatının tartışmasız ismi Evliyâ Çelebi’dir. 18.yüzyıl, Osmanlı Devleti için gerileme dönemini ifade etmektedir. Yüzyılın ilk yarıyılına damgasını vurmuş olan Lâle Devri, söz konusu gerilemenin edebî faaliyetlerdeki etkisini azaltmıştır. 18.yüzyılın klâsik Türk şiirindeki üstâd isimleri, Lâle Devri şairi Nedîm ile Hüsn ü Aşk şairi Şeyh Gâlip’tir. Enderunlu Fâzıl, Fıtnat Hanım, İzzet Ali Paşa, Kânî, Koca Râgıb Paşa, Nahîfî, Neş’et, Seyyid Vehbî, Sünbülzâde Vehbî bu yüzyılın diğer isimlerindendir. 19.yüzyıl, Osmanlı’da yenileşme çabalarına ağırlık verildiği bir dönemdir. Bu yüzyılın ilk yarısında Tanzimat Fermanı, ikinci yarısında da Meşrutiyet ilan edilmiştir. Bu arada yenileşme ve Batılılaşma çalışmaları, edebî faaliyetlerde de etkili olmuştur. Leskofçalı Gâlip, Yenişehirli Avnî, Enderunlu Vâsıf, Keçecizâde İzzet Molla, Şeyhülislâm Ârif Hikmet klâsik Türk şiiri geleneğinin bu dönemdeki temsilcileridir. Ne var ki bu dönemde klâsik Türk şiiri geleneğinin devamını sağlayacak üstâdlar yetişmemiştir. Diğer taraftan Batı edebiyatını örnek ve esas alan isimler, Batılılaşma çalışmalarından ve siyasî ortamın sağladığı fırsatlardan da yararlanarak, klâsik Türk edebiyatına karşı sistemli bir muhalefet geliştirmişlerdir. Sonuçta bu isimler, aslında kendileri de şiir estetikleri açısından üstâd olmasalar da, zamanın ve şartların da etkisiyle, gelenek karşısında etkili olmuşlardır. Böylece 20.yüzyılda temsilcilerine ancak istisnaî ölçüde rastlanan klâsik Türk şiiri geleneği, 19.yüzyılın sonlarında iyice gözden düşmüştür. #DivanEdebiyatı #DivanŞiiri #KlasikTürkEdebiyatı

  • Yedi Güzel Adam’a Dair

    Her biri Türk edebiyat ve düşünce tarihinde önemli etkiler bırakmış onlarca ismin yollarının aynı şehir ve aynı okulda kesiştiği, bugüne kadar yalnızca edebiyat tarihine ilgili az sayıda okurun bilgisindeydi. Başta Sezai Karakoç olmak üzere, Nuri Pakdil, Akif İnan, Rasim Özdenören, Alaeddin Özdenören, Ali Kutlay, Erdem Bayazıt ve Cahit Zarifoğlu‘nun Maraş merkezli başlayan ve sonraki yıllarda devam eden birliktelikleri Diriliş, Edebiyat, Mavera ve daha onlarca dergi gibi Türk edebiyatının unutulmaz dergilerini ortaya çıkarmış, bu isimler üzerinden bir neslin yetişmesini sağlamıştı. Şairler ve düşünce adamlarından oluşan bu Yedi Güzel Adam’ın bütünüyle şiirden hikâyesi hep bir ahenk içindedir. Şimdi de Yedi Güzel Adamı, Güzel Adamları, kalbimizi tanır gibi tanıyalım. Erdem BEYAZIT (1939 – 2008) ‘Büyüyen elimin üstüne koy elini / sana bir yürek vuruşu gibi belirli / gelen zamanı haber veriyorum’ Sezai Karakoç’u saymadığımız zaman Nuri Pakdil’den sonra Yedi Güzel Adam’ın yaşça en büyüğü olan Erdem Bayazıt’tır. Maraş’ta doğan Bayazıt, ilk şiir kitabı Sebep Ey’i dostlarının kurduğu Edebiyat Dergisi Yayınları’ndan çıkarmıştır. İlk kitabını, Risaleler ve Gelecek Zaman Risaleleri izlemiştir. Bayazıt, İran, Afganistan, Pakistan ve Hindistan’a yaptığı yolculukları da İpekyolu’ndan Afganistan’a gezi-anlatı kitabında toplamıştır. Bir dönem Mavera Dergisi’nin yönetimini de üstlenen Bayazıt, milletvekilliği de yapmıştır. Bayazıt’ın ‘Sana, bana ve ülkemin güzel insanlarına dair’ adlı şiiri Başbakan Erdoğan tarafından da okunmuştu. “Kahramanmaraş’ta herhangi birini çevirip ‘Nasıl biriydi?’ diye sorduğunuzda ‘Erdem Bayazıt çok kibardı, tok bir sesi vardı, ağır ağır konuşurdu, insanların gözünün içine gülerek bakardı, çocukları yetiştirmek için elinden gelini yapardı, kızmayan bir insandı” diyorlar. Dizi de Bayazıt’ın gözünden anlatılıyor. Onun için şiirle haksızlıklara cevap veren adam diyebilirim. ” Şiir ve yazıları Açı, Hamle, Çıkış, Yeni İstiklal, Büyük Doğu, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim ve Hece dergilerinde yayınlandı. En bilinen şiiri “Sana, Bana, Vatanıma, Ülkemin İnsanlarına Dair.” Nuri PAKDİL (1934) ‘Kuşkusuz en etkili ve evrensel silah kelimedir, okumadığın gün karanlıktasın’ Türk edebiyat ve düşünce tarihinin en kendine mahsus ışıklarından biri o. 1934 yılında Maraş’ta doğmuş ve tüm yeryüzüne oradan dağılmış bir klas duruş sahibidir Pakdil. Edebiyat Dergisi ve Edebiyat Dergisi Yayınlarını kurmuş, onlarca önemli şair ve mütefekkirin yetişmesine vesile olmuş insana karşı insanı savunan bir derviş. Oyun, çeviri, deneme, gezi-izlenim ve şiir türünde de eserler veren Pakdil’in Batı Notları, Klas Duruş, Sukut Suretinde ve Derviş Hüneri kitapları görülmesi gereken eserler. “Yedi güzel adam arasında Nuri Pakdil onların abisi gibi, öncülük eden bir karakter ve onları etkiliyor. Yazdıklarını otuz-kırk defa düşünen, kendine acımasız olan bir isim. Sakin sular derin akarlar. Pakdil’de sakin bir suda ama gerçekte çok derin akıyor.” İlk çalışmalarını, şiir ve deneme türünde Demokrasiye Hizmet gazetesinde yayımladı. Edebiyat dergisi ve Edebiyat Dergisi Yayınlarını kurdu. Oyun, çeviri, deneme, gezi-izlenim ve şiir kitapları bulunan yazarın 30’dan fazla eseri vardır. Nuri Pakdil: Sapımıza kadar İslam devrimcisiydik ‘Yedi Güzel Adam olarak nitelenen bizler, gerçekten, övünmek gibi de olsun, olağanüstü bir arkadaş topluluğuyduk. Nuri Pakdil, devrimciliği, yenilikçiliği, çok modern bir anlatıcılığın vuruculuğunu; Akif İnan, eski edebiyatımıza vukufiyeti; Rasim Özdenören, hemen hemen aynı niteliklere haiz olmakla birlikte itidali; Erdem Beyazıt, Beyazıtoğullarının bey tavrını; Alaeddin Özdenören, şiirde ve tavırda deli fişekliği; Cahit Zarifoğlu, içimizdeki en artist kişiliği; Hasan Seyithanoğlu, arkadaşlarını kanatları altına alan baba tavrını temsil ediyordu. İdeolojimiz ortaktı. Hepimiz sapına kadar İslam devrimcileriydik. Her zaman, yazmayı ve düşünceyi önceledik biz. Yazılı ve görsel basında yer alma, konuşmalar yapma, en azından benim için anlamlı gelmiyordu. Zamanla farklı kulvarlarda ilerleyenlerimiz oldu, ama herkes yapmak istediğini en iyi yapanlardandı. Öykü yazan iyi öykücü, şiir yazan iyi şair, deneme yazan iyi denemeci oldu. Bir olayın, bir kişinin, bir dönemin, bir eylemin belgesellere, filmlere konu olması, kuşkusuz çok önemlidir. Bu önemseme de: Şubat 1969 yılında biraraya gelerek çıkarmaya başladığımız ‘Edebiyat’ dergisinin çıkışında ve devamında bulunan arkadaşlarımızın, rahmetli Cahit’in şiirinden hareketle Yedi Güzel Adam olarak adlandırılmasından kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz dergiyi çıkaran ve sürdüren arkadaşlarımız, adı geçen yedi kişiden ibaret değillerdi. Edebiyat’ta, daha onlarca kişinin emeği, alın teri ve fikri vardı. O tarihte başlattığımız, özgünlüğü ve etkisi tartışılmaz Edebiyat Eylemimizin bir dizi filme konu olması, bu bakımdan da oldukça önemlidir. Ancak, oluşum süreçlerinde bulunmadığımız, katkımızın olmadığı, fikrimizin sorulmadığı ve tanımadığımız insanların gayretli çalışmaları ve yoğun emekleri sonucunda da olsa ortaya çıkacak istenmeyen ve olumsuz durumları kabullenmediğimizi belirtmek isterim. Sinema sanatı yoluyla yapılmak istenenler de, gerekli özen gösterilirse kesinlikle, yazıdan daha önemli ve etkili sonuçlar doğurur. Bu yadsınamaz bir gerçektir. Her sanat çalışmasında olduğu gibi, sinema sanatında da gerekli özenin gösterilmediği ve özverili çalışmalar yapılmadığında, ortaya istenmeyen sonuçlar çıkabilir. İşte bu olumsuz sonuçları kimse kabullenmek istemez, bir sorumlu aranır. Bir de şu var: bir sanat akımı ya da bir edebiyat, kültür akımı ele alınıp anlatılırken, bütüncül ve kapsayıcı bir yaklaşım benimsenmelidir. Kısmen ya da belli bir bölümü ele alındığında, gerçek amaca ulaşılmış olunmaz. Büyük yapımlar ve büyük yönetmenler kolaylıkla ortaya çıkmamışlardır. Ciddi, sabırlı, titiz ve uzun çalışmalar vardır her başarının ardında. TRT’nin yaptığı dizinin gelecek bölümlerinin daha kapsayıcı ve bütüncül bir bakış açısına kavuşacağını umut ediyor, diziyi ortaya çıkaran, emek veren herkesi kutluyorum.’ Rasim ÖZDENÖREN (1940) ‘Müslüman’ın antiemperyalist oluşu, basit bir siyasi tavır alış olarak okunmamalıdır’ Denemeci ve öykü yazarı Rasim Özdenören de Türk edebiyatının Maraşlı isimlerinden. Çözülme, Hastalar ve Işıklar ve Toz gibi hikâyelerinin yanı sıra Yumurtayı Hangi Ucundan Kırmalı, Müslümanca Yaşamak ve Yeni Dünya Düzeninin Sefaleti gibi onlarca düşünce kitabıyla hem yakın dönem Türk edebiyatının hem de düşüncesinin adından söz ettiren kalemlerinden biri. Yedi Güzel Adam’ın Nuri Pakdil’le birlikte hayatta olan ikinci kişisi. Usta yazar Özdenören halen Yeni Şafak’ta da yazmaya devam ediyor. “Hâlâ yaşamını sürdüren Türk öykü yazarlığında önemli bir isim olan Rasim Özdenören’i bir oyuncu olarak canlandırmak hem çok heyecanlı hem de sorumluluk gerektiriyor. Rasim Özdenören’i yazma konusunda motive eden kişi Ali Kutlay. Yedi güzel adamla birlikteyken herhangi bir sorun olduğunda soruna karşı çözüm üreten, dramatik bir anda espriyle yaklaşan, lafını dinletebilen, ilk hızlı çözümü üreten kendisi.” Öykü yazmaya 1957’de Varlık dergisinde yayımlanan Akarsu adlı öyküsüyle başladı. Hastalar ve Işıklar adlı ilk öykü kitabı 1967’de yayımlandı. Öykü, roman ve deneme kitapları olan usta yazarın 30’un üzerinde kitabı bulunuyor. Ali KUTLAY (1940-2008) Öykü yazmaya lisede başlayan ve yine lisede aldığı ani bir kararla yazmayı bırakan bir öykücü Ali Kutlay. Ne kendisini tanıyoruz, ne kendisini tanıtacak eser bıraktı geride. Yedi Güzel Adam’la aynı lisede okumanın bile tarihe not edilmek için yeterli olduğunu Yedi Güzel Adam dizisiyle birlikte gördüğümüz bir isim Kutlay. Rasim Özdenören’i hikaye yazmaya teşvik eden kişi olması itibariyle de önemli. Şehri gezdiğimizde dizide rol aldığımızı öğrenince Kahramanmaraşlılar çok yardımcı oluyor. Şehir sahip çıkmış bu güzel adamlara. Kutlay, hiç çekinmeden lafını dobra dobra söyleyen bir insan. Yaşadıkları olaylara şair oldukları için farklı bir açıdan bakıyorlar; ölüm, ayrılık, aşk gibi kavramlar üstüne derinlikli bir bakışları var.” Öykü yazmaya 16 yaşında başladı 18’inde bıraktı. O yaşta yazdığı öyküler bile kaliteliydi. Hukuk okudu. Cahit ZARİFOĞLU (1940-1987) ‘Halk aşksızsa sokaklar banka dükkanlarıyla doludur’ Yedi Güzel Adam şiirinin yazarı. Güzel adamların en yakışıklısı, en artisti, en şairi… Dünyadan en erken göçüp gideni… Ancak kısa ömrüne rağmen giderken arkasında döne döne okuduğumuz yüzlerce şiir, yüzlerce deneme, hikâyeler, çocuk oyunları, romanlar ve henüz çıkarken bile bir efsaneye dönüşen Mavera Dergisi’ni bırakmış yedi güzel adamın isim babası. 1967’de çıkan İşaret Çocukları kitabıyla büyük yankılar uyandıran Zarifoğlu, sırasıyla Yedi Güzel Adam, Menziller ve Korku ve Yakarış şiir kitaplarıyla Türk şiiri içinde kendine mahsus bir alan açabilen ender şairlerden biri. “Cahit Zarifoğlu içe dönük ve fazla konuşmayan bir insan. Kendi içinde apayrı bir dünya taşıyor; idealist bir şair. Öyle ki sözlüye kalkmak onun yapısına ters olduğu için edebiyat hocasının sözlüsüne cevap vermeyi ret ediyor. Liseyi altı senede bitirebiliyor. Yedi Güzel Adam da onun şiiri. Genç yaşlarında çok gezmiş, çok görmüş bir şair. Oğlu Ahmet Zarifoğlu’yla da sette beraberiz. Onun yakınımızda olması bizi rahatlatıyor.” En çok bilinen şiiri Acz’dır. 47 yıllık kısa hayatından geriye birçok şiir, hikaye, deneme, roman, günlük, tiyatro, çocuk şiirleri ve hikayeler bıraktı. Mehmet Akif İNAN (1940-2000) ‘Kim demiş her şeyin bitişi ölüm, destanlar yayılır mezarımızdan’ Akif İnan, Yedi Güzel Adam arasındaki en teşkilatçı isim. 1940 yılında Şanlıurfa’da doğan İnan’ın yolu aziz dostlarıyla Maraş lisesinde kesişir. 1960 yılında yine Maraş’ta Necip Fazıl’la tanışmış ve bu tarihten dokuz yıl sonra da Nuri Pakdil’le birlikte Edebiyat Dergisi’ni kuruluşunda yer almış. Hicret ve Tenha Sözler adlı şiir kitaplarının yanında Din ve Uygarlık ve Edebiyat ve Medeniyet Üzerine adlı deneme kitaplarıyla da düşünce yolculuğunu sürdüren İnan, ayrıca Eğitim-Bir-Sen ve Memur-Sen sendikalarının da kurucu başkanlığını yapmış bir eylem adamıydı. “Akif İnan, insan haklarına değer veren, insanları seven bir isim. Hayatı hak-hukuk mücadelesi ile geçmiş. Bazen şiir ve sanata önem veremediğini düşünmüş, çok üzülmüş, hayatında yaptığı şeyler hiçbir zaman yetmemiş ona. Tasavvuf ve divan edebiyatını bu güzel adamların içerisine dahil eden kişi. İnan, şakasını bile şiirle yapan adam” 1969’de Nuri Pakdil ile birlikte Edebiyat dergisini kurdu. Mavera dergisinin de kurucusu olarak yer aldı. Ayrıca Eğitim-Bir’in kurucusu ve başkanlığını yaptı. Deneme ve şiir kitapları bulunan şairin en bilinen şiir kitabı Hicret… Alaeddin ÖZDENÖREN (1940-2003) ‘Gülüm gülüm / Bu kentin koynuna girdiğim günden beri / Cebimde ölümüm’ Rasim Özdenören’in ikiz kardeşi şair Alaadin Özdenören, Cemal Süreya’nın ‘şiir geldi kelimeye dayandı’ dediği yerde az şiir yazmış ama her şeyi şiir olmuş bir başka güzel adam. Şiir ve yazılarını, Yeni İstiklal, Diriliş, Edebiyat, Mavera ve Ay Vakti gibi dergilerde yayınlayan Alaaddin Özdenören, Güneş Donanması ve Gide Gide Yalnızlık adlı şiir kitaplarının yanı sıra Batılılaşma Üzerine ve Devlet ve İnsan gibi deneme kitapları da bulunuyor. “Alaeddin Özdenören Rasim Özdenören’in ikizi. Başka kültürlerin görüşlerini incelemiş. Paraya önem vermeyen, Şakacı bir kimliği var. Hepsi de adanmış insanlar.” Hamle dergisi ile mahalli gazeteler için hazırladıkları edebiyat sayfalarında edebiyata başlayan Alâeddin Özdenören, Yeni İstiklal, Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergisinde yazdı. Kendi adının yanı sıra Bilal Davut mahlasıyla yazdı. Üstad Necip Fazıl’la Cahit (Zarifoğlu) arasında geçen evlenme meselesinin konuşulduğu o sahnedir. O görüşmede Necip Fazıl, Cahit’e evlenmesini tavsiye ediyor, ona evliliğin faziletlerinden bahsediyor. Böyle bir şey söz konusu değil. Cahit’in evlenmesinde bizim ailemiz rol oynadı. Bitlis’te bir arkadaş görmüş Berat Hanım’ı durumu bize intikal ettirdi, biz de Cahit’e söyledik. Cahit de olur dedi. Sonra talep Berat Hanım’ın babası Kasım Arvasi Hoca’ya aktarıldı. Kasım Hoca da ‘bu adamlar madem yazar-çizer taifesindendir o halde Üstad bunları tanır’ diyerek durumu Necip Fazıl’a sormuş. Üstad, o tarihlerde Cahit’i tanımazdı. Akif’le beni aradı, bize sordu. Biz de sonra ‘Üstadım uygundur’ dedik. Böylece Necip Fazıl da Kasım Hoca’ya olumlu kanaatini bildiriyor. Ve sonra Üstad da nikâh şahidi oluyor zaten. Yanlış bir olay aktarımıdır ama neticede bir kurgudur, bir dizidir bu. Ama Necip Fazıl’ın karakteri o sahnedeki duruma uygun değildir. O sahnede Üstad, Cahit’i ikna etmeye çalışıyor, Cahit de nazlanır gibi tavır takınıyor. Cahit’in tavrı da o kadar süklüm püklüm bir tavır değil. Ama dediğim gibi neticede filmdir, insanlar beğeniyorsa sorun yok. Ali Kutlay da bizim sınıf arkadaşımızdı. Lisede hikâyeler yazan ama liseden sonra ani bir kararla hikâyeyi bırakan biriydi. Sezai Bey kabul etmeyince, Yedi Güzel Adam’dan biri olarak son anda onu eklemişler. Bana sorulmadı da. Sanıyorum benim zaman zaman anmam dolayısıyla onu eklediler. Bir iki yerde yazmıştım. Ama Ali Kutlay benim kişisel tarihimde yeri olan biriydi. Ali’nin bir tek benimle ahbaplığı, arkadaşlığı vardı. Çok büyük ihtimalle anmam dolayısıyla onu eklediler. Bana danışılsaydı Hasan Seyithanoğlu’nu önerirdim. Hasan yazı yazmıyordu ancak Hamle Dergisi’ni çıkartırken onun çizdiği motifleri biz dergide kullanmıştık. Ali’nin olması da yadırganacak bir şey değil, belki dizinin ilk döneminde Ali, ikinci döneminde Hasan şeklinde, yedinci adam dönebilir. Tarihsel bilgileri dışarıda bırakırsak, dizinin başarılı olduğunu söylemek mümkün. 1974 yılında Cahit’in bu isimdeki şiir kitabı çıktığında Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Rasim Özdenören, Alaaddin Özdenören, Akif İnan, Erdem Bayazıt, Cahit Zarifoğlu. Bana sorduklarında söylediğim orijinal Yedi Güzel Adam budur. Daha sonra 1975 yılından itibaren Sezai Karakoç ve Nuri Pakdil’le bir iletişim kopukluğu yaşandı. Acaba Yedi Güzel Adam diye bir şeyin arasında anılmak bu isimleri üzer mi mülahazasıyla 1976’dan sonra Nazif Gürdoğan ve Bahri Zengin’in adı anılmaya başlanmıştı Yedi Güzel Adam arasında. Mavera Dergisi’nin çıkmaya başlamasıyla… #YediGüzelAdam #ErdemBeyazıt #MehmetAkifİnan #NuriPakdil #AliKutlay #AlaeddinÖzdenören #RasimÖzdenören #CahitZarifoğlu

  • Lehçe

    Lehçeler, bir dilin bilinmeyen, çok eski dönemlerinde ayrılmış kollarına denir. Başka bir deyişle, bir dilin birbirinden uzak bölgelerde, çeşitli nedenlerle, ses, söz dizimi ve söz varlığı bakımından değişikliğe uğramış biçimine lehçe (Alm: Dialekt; Fr: dialecte; İng: dialect) denir. Tanımalardan da anlaşılacağı gibi, ‘ağız’da genellikle ses ve söyleyiş farklılığı varken, lehçede ses ve söyleyiş farklılığıyla birlikte, dilin yapısı (söz dizimi) ve söz varlığı da değişmektedir. O kadar ki, bu farklılıklar zamanla lehçelerin birer dil olmasına bile yol açmaktadır. Söz gelimi, Latincenin çeşitli lehçeleri arasındaki farklılık zamanla o kadar büyümüştür ki, sonunda Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Rumence gibi diller ortaya çıkmıştır. Adriyatik Denizi’nden Çin Denizi’ne kadar uzanan çok geniş bir coğrafyada yaşayan Türkçe de birçok lehçelere ayrılmıştır: Batı Türkçesinin Anadolu, Azerî, Türkmen lehçeleri gibi ve Özbek lehçesi, Kazak lehçesi, Kırgız lehçesi… Lehçenin ayrı bir dile dönüşmesi olayına Türk dilinde de rastlanmaktadır. Yaşayan Türk lehçelerinden ikisi, bugün artık birer dile dönüşmüştür. Bunlardan biri, Sibirya’da Lena Nehri’nin iki yanında yaşayan Yakut Türklerinin konuştuğu Yakutça diğeri ise, Orta Volga bölgesinde Kama Irmağı’nın Volga’ya kavuştuğu yerde yaşayan Çuvaş Türklerinin dili olan Çuvaşçadır. Bir dilin lehçeleri arasındaki bağı ya da farklılıkları en iyi lehçeler sözlüğü ortaya koyar. Örneğin, W. Radloff’un “Türk Lehçeler Sözlüğü” bu nitelikte bir sözlüktür. Hüseyin Kâzım’ın “Büyük Türk Lugatı” da bu alanda hazırlanmış büyük bir eserdir.Türk lehçeleri hakkında ilk bilgileri veren eserse Kaşgarlı Mahmut’un ölümsüz eseri “Divanü Lugat-it Türk” ’tür. #dil #ağız #lisan #Lehçe #Şive

  • Şive

    Bir dilin izlenebilen tarihi dönemlerinde ayrılmış koludur. Ayrılıklar, lehçede olduğu kadar değildir. İstanbul’da gelirim derken, Türkistan şivesinde kelür men denir. Ayrılık yazı diline girmiştir. Sınıflamalar da yazı dillerine göre olur.

  • Ağız

    Bir ülkede geçerli olan genel bir şive içinde, o ülkenin çeşitli bölge ve kentlerindeki konuşma dilinde görülen söyleyiş farkları. Günlük kullanımda şive ile ağız birbirine karıştırılmaktadır. Oysa ağız, tanımda da görüldüğü gibi, şive içinde ele alınmaktadır. Somut bir örnek vermek gerekirse, Türkiye Türkçesi bir şivenin, Konya ağzı ise, bu Türkçe içinde, bir bölgede görülen söyleyiş farklarının adıdır. Söyleyiş farkları da salt bölgeler ya da kentler arasında görülmez. Köyler arasında bile bu tür ayrılıklara rastlanabilir. Söz konusu olan, biçimsel bir başkalık değil, bir ses değişimidir. Söz gelimi, Karadeniz ağzında (g) sesinin (c) gibi çıkarıldığı görülür: “Celdum, cittum”. Aynı ağızda, ekteki düz seslinin (ı), yuvarlak sesli (u) olması da bir ağız özelliğidir. Ağız dediğimiz bu söyleyiş farklarının oluşumunda, kişilerin konuşma ve işitme organlarından coğrafî özelliklere, toplumsal yaşayışa dek çeşitli etkenler söz konusudur. Belli ve ortak bir eğitimden geçen kişilerin, konuşmalarındaki bölgesel söyleyiş ayrımlarını düzeltmeseler bile, aynı yazı dilini kullandıkları görülür. Türk edebiyatında da, genellikle tiyatro, roman ve öyküde, kişileri konuştururken ağıza başvurulmaktadır. Bu, konularını toplumsal olaylardan alan ve belli bir bölgede geçen yapıtlarda yaygın bir biçimsel özelliktir. #dil #ağız #lisan #Lehçe #Şive

  • Dil Kuramları

    Dilin doğuşu konusunda birçok kuram ileri sürülmüştür. Dilin doğuşuyla ilgili kuramlar şunlardır: Yansıtma Kuramı: Bu kuram konuşmanın insanın doğadaki sesleri taklit etmesinden doğduğunu savunur. Hav hav, şırıl şırıl, miyav, me vb. doğada bulunan seslerin insanlar tarafından tekrarlanması konuşmayı oluşturmuştur. Bu kurama göre hav hav sesi köpek, şırıl şırıl sesi su, miyav sesi kedi sözcüklerinin kaynağıdır. Bu ise ancak kökenbilimin sözcüklerin en eski biçimlerini araştırmasıyla kanıtlanabilir. Bu kuram ileri sürüldüğü dönemde Sokrat, Platon gibi düşünürlerin karşıt görüşleriyle çürütülmeye çalışılmışsa da yandaşlar da bulmuştur. Ünlem Kuramı: Bu kuramı ileri süren Demokritos konuşmanın insanın duygusal yapısıyla bağlantısı olduğunu savunmuştur. Bu kuramın diğer temsilcileri: Epicuros, Lucretus, Vico, Rousseau’dur. 1970’lerde bir Sovyet bilim adamı da bu kuramı savunur. Bu kurama göre dilin temeli, insanın ilkel coşkularının bilinçsiz anlatımlarıdır. İlkel insan, coşkusunu bir takım davranışlarla dışa vururken, bu davranışların coşkusunu anlatmaya yetmediği yerde sesler çıkartmaya başlamıştır. İşte bu sesler gelişerek dili oluşturmuştur. Bu kuramı savunanlar olduğu gibi karşı görüşler de üretenler olmuştur. 1769 yılında Alman Herder “Rousseau’nun söylediğini hayvanlar da yapıyor; ama konuşamıyorlar.” diyerek kuramı çürütmeye çalışmıştır. Herder’e göre, dil düşüncenin ürünüdür. Bu ise sadece insana özgüdür. Dil Tanrı vergisi değildir. Diğer yetenekler gibi bir yetenektir. İnsanlar konuşma yeteneğiyle doğar. İnsanın konuşması düşünceden, hayvanınki ise içgüdüdendir. Herder, dil-düşünce arasında sıkı bir bağın olduğunu vurgulayarak konuşmanın ünlemlerden doğduğunun kabul edilemeyeceğini belirtir. İş Kuramı: Bu kurama göre konuşma insanların birlikte iş yaparken çıkardıkları seslerden doğmuştur. İş yapılırken tek düzeylikten kurtulmak, birlikte çalışmayı güdülemek, canla başla çalışılmasını sağlamak için insanların çıkardıkları “ha, hı, he, ho, hu, eh” gibi bir takım sesler konuşmanın temelini oluşturur. Bu kuram da konuya tam bir açıklık getirememektedir. Beden Dili Kuramı: Bu kurama göre insan anlaşmak için el-kol hareketleri yaparken birtakım sesler de çıkartır. İnsan hareketle ses arasında bağlantı kurduğu zaman konuşma doğmuştur. Bu kuramın temel dayanağı günümüz insanının bile konuşurken el-kol hareketlerinden yararlanmasıdır. Kuramın savunucularından Sir Richard Paget (Taşer, 1987, s. 32) bu konudaki görüşlerini şöyle dile getirir: “İnsanı, konuşmaya iten temel neden, elleriyle yeterince konuşamamak değildi; çünkü bu işi vücut hareketleriyle de rahatça yapabiliyordu. Ellerini sürekli avda ve ekim-dikimde kullanacağı araçları yapmakta kullanırken düşüncelerini anlatacak başka yöntemler bulmak, sözgelimi, dil ve dudaklarlarından yararlanmak zorunda kalmıştır. Böylece elle yapılan hareketlerin yerini giderek ağzın, dilin, dudakların hareketleri, hareket biçimleri almıştır.” Toplumsal Denetim Kuramı: Bu kuram konuşmanın insanın kendi dışındaki kişileri denetim altına alarak kişisel gereksinimlerini karşılama isteği sonucunda doğduğunu ileri sürer. Bu kuramın ilginç yanı şudur: Konuşma, insanın coşkusal deneyleri, yaşamı ile rasgele eyleminden doğmuştur; bu eylem, simgesel bir yoldan, öteki bireylerin davranışlarını denetim altına almak, kendi kişisel istekleriyle gereksinmelerini doyurmak amacına yöneliktir (Weaver ve Ness, 1957) . #ToplumsalDenetimKuramı #İşKuramı #Dilkuramları #BedenDiliKuramı #ÜnlemKuramı #YansıtmaKuramı

  • Dilin Doğuşu

    İnsanın nasıl, ne zaman, hangi dili konuştuğu, ilk önce hangi sözcüğü söylediği hep merak edilmiştir. Bu soruların yanıtlanması çok zordur. Yazılı metinler ancak, yakın bir geçmişin aydınlatılmasına olanak vermektedir. En eski belgeler sayılan Sümerce metinler bile bundan 5500 yıl öncesine ışık tutmaktadır. İlk insanlar ise bundan daha önceki dönemlerde yaşamışlardır. Zaten ilk önce dilin birinci kolu sayılan konuşmanın doğduğu, sonra bunun simgesel göstergesi olan yazının kullanıldığı güçlü bir varsayımdır. Burada belirtilmesi gereken bir konu da dilin doğuşu sorununun insanbilim ve ruhbilim alanındaki araştırmaların sonuçlarından yararlanmakta olduğu, daha çok bu bilim dallarının yardımıyla aydınlatılabileceğidir (Aksan, 1995, s.95). Son zamanlarda dilin doğuşu konusuyla genetikbilim de ilgilenmeye başlamıştır. Bu sorunu DNA’ları inceleyerek yanıtlamaya çalışmaktadır (1998, s. 2). Başkan’ın (1968, s.143) da belirttiği gibi çocuk dili üzerindeki araştırmalar da dilin doğuşunu aydınlatmaya yarayacak ipuçları vermektedir. Bu konu birçok kişi tarafından ele alınıp incelenmiştir. İsa’dan önce 500 yıl önce yaşamış olan Hintli Yaska’nın, Herakleitos’un çağdaşı Demokritos’un, Romalıların Varro ve Donatus adlı ünlü dilcilerinin bu konuda çalışmalar yaptıkları bilinmektedir. Ortaçağda Arap dilcileri tükenmek bilmeyen çalışma ve tartışmalarıyla, XVIII. yüzyıl düşünürleri ileri sürdükleri düşünceleriyle dillerin türeyişi konusunu aydınlatmaya çalışmışlardır (Gencan, 1979, s.12). Dille ilgili ilk sistematik görüşlere ise eski Yunan felsefesinde rastlanmaktadır. Herakleitos (İ.Ö. V.yy), akıl ve sözü evrenin ve insanın bilgisinin temel ilkesi olarak belirlerken metafizik bir görüş geliştirir, dil felsefesinin doğa felsefesinden ayrılmasında öncü olur. “Dili anlamak demek evreni anlamak demektir”, (Zıllıoğlu, 1993, s. 123) diyen Herakleitos evrenin anlaşılmasını dilin anlaşılmasına bağlar. İ.Ö. V. yy.’da Herodot (1973, s. 103) kitabında dilin doğuşu konusunda Mısır hükümdarının yaptığı bir deneyi anlatır: VII. yy.’da Mısır hükümdarı Psammetikos hiçbir şey duymadan büyüyen bir insanın niçin ve hangi dilde konuştuğunu merak etmiştir. Bunu öğrenmek için de bir çobana, rasgele iki tane yeni doğmuş çocuk verir, bunların ağıla konmasını ve büyütülmesini emreder. Çocukların yanında kimse ağzını açıp tek söz söylemeyecek, çocuklar ayrı bir odada kendi başlarına büyüyeceklerdi; çoban, belli saatte keçileri alıp yanlarına götürecek süt içirip iyice doyuracak, sonra kendi işlerine bakacaktı. Yine bir gün çocukların karınlarını doyurmak için odaya giren çoban önünde diz üstü duran iki çocuğun ellerini uzatarak “Bekos!” diye bağırdıklarını görür. Bu durum birkaç gün daha böyle devam edince çoban çocukları hükümdarın huzuruna çıkartır. Psammetikos da çocukların “Bekos” dediğini duyar. “Bekos” Phrygia (Frigya ) dilinde “ekmek” demektir. O zaman Psammetikos konuşmanın gereksinimden doğduğu ve konuşulan ilk dilin Frigya dili olduğu kanısına varmıştır. Konuşulan ilk dilin Sümerce, Almanca, Fransızca, Türkçe v.b. olduğunu kabul eden görüşler de vardır. Bu gibi denemeler daha sonraki yıllarda da yapılmıştır. O dönemdeki ilkel denemelerin sonuçlarının doğru olmadığını belirten günümüz bilimsel araştırmalarında ise hiçbir söz duymadan büyüyen bir çocuğun konuşamayacağı yönünde veriler elde edilmiştir. #dil #lisan

  • Dil Aileleri

    Bugün yeryüzünde kaç dil konuşulduğu kesin olarak belli değildir. Bu belirsizlik bazı lehçelerin dil durumuna gelmemesi, yani lehçelerin ayrı bir dil olarak sayılıp sayılamayacağı konusunda bir görüş birliğine varılmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca yeryüzünün bazı bölgelerinde daha işlenmemiş, incelenmemiş, yazı dili durumuna gelmemiş diller bulunmaktadır. Bununla birlikte yeryüzünde konuşulan dil sayısı ortalama 3000-3500 arasında olduğu tahmin edilmektedir. Yeryüzündeki diller, ses sistemi, biçim yapısı ve söz dizimi bakımından bazı yakınlıklar ve benzerlikler gösterir. Diller arasındaki bu yakınlık ve benzerliğe dil aileleri (dil akrabalığı) adı verilir. Dil akrabalığı olan diller, ulusların aynı soydan geldiklerini göstermez. Aynı soydan gelen ve dilleri akraba olan uluslar bulunmakla birlikte, farklı soydan gelen ve aralarında kültürel bağları görülen ve dil akrabalığı olan uluslar da vardır. Yeryüzündeki diller (dil aileleri) bazı yakınlık ve benzerliklerine göre yapı ve köken olmak üzere iki bakımdan incelenir. A. Yapı Bakımından Dünya Dilleri 1. Tek heceli Diller: Bu dillerdeki sözcüklerde çekim eki yoktur. Sözcükler ek almadan, büküme (çekime), değişime uğramadan kalmaktadır. Sözcükte vurgu hakimdir. Cümle içerisinde sözcükler, bulundukları yere ve başka sözcüklerle yan yana gelme durumuna göre anlam kazanır, bir sözcük yerine göre 10-15 anlam kazanabilir. Yeryüzünde Çince ile Vietnam dili ve bazı Himalaya ve Afrika dilleri ve Avrupa’da Bask dili bu gruba girer. 2. Eklemeli (Bitişken) Diller: Bu dillerde bir veya daha çok heceli köklere yapım ve çekim ekleri eklenir. Getirilen ekler kökle kaynaşmışlardır. Köke getirilen yapım ekleri ile yeni sözcükler, yeni kavramlar türetilir. Yeni ekler ulandığında kökte bir değişiklik olmaz. Türkçeye yabancı dillerden giren bazı sözcük köklerine de ekler getirilerek yeni sözcükler türetilir. Bu dile en güzel örnek Türkçedir. Ayrıca Altay dilleri, (Moğolca, Mançu- Tunguz) küçük ayrımlarla Japonca; Ural dilleri (Fince, Macarca, Samoyetçe) ile bazı Asya ve Afrika dilleri bu gruba girer. Örnekler: göz- cü “gözcü” göz – lük – çü – lük “gözlükçülük” göz – le – mek “gözlemek” göz – cü – lük “gözcülük” okul- laş – ma (oranı) karar- laş- tır- ıl- mak baş- la-t- mak “başlatmak” vb. 3. Çekimli (Bükümlü) Diller: Büküm, sözcüğün çekimi sırasında kökün özellikle kökteki ünlünün değişmesidir. Değişikliğe uğrayan sözcüğün kök durumudur. Çekim sırasında görülen değişikliklerle yeni sözcükler ve kavramlar ortaya çıkar. Arapçada kal “dedi” (geçmiş zaman) yekulü “der, söyler” (geniş zaman) kul “de, söyle” (emir) Yukarıdaki örnekte eylem çekiminde sözcükte ünlüler değişmektedir. Eylem kökünde “a” olan ünlü, geniş zamanda uzun “û”, emir kipinde kısa “u” ya dönüşür. şiir- eşar “şiirler” alim- ulema “bilginler” vb. Hint- Avrupa dilleri (Almanca, Farsça, Fransızca, Hintçe) ile Arapça çekimli dil grubuna girer. B. Köken Bakımından Dünya Dilleri Köken bakımından birbirine benzer diller, aynı kaynaktan çıkmış akraba dillerdir, dil aileleridir. Yeryüzündeki başlıca dil aileleri şunlardır: 1. Hint – Avrupa Dilleri Ailesi a. Asya Kolu: Hintçe, Farsça, Ermenice b. Avrupa kolu: 1. Germen (Cermen) Dilleri: Almanca, İngilizce, Felemekçe (Hollanda’da ve Belçika’nın bir kısmında kullanılan dil). 2. Romen Dilleri: Latince, Fransızca, İspanyolca, Portekizce, İtalyanca 3. İslav Dilleri: Rusça, Sırpça, Lehçe (Lehistan bölgesinde kullanılan dil). 2. Hami-Sami Dilleri Ailesi: Akatça, Arapça, İbranice 3. Bantu Dilleri Ailesi: Orta ve Güney Afrika’da yaşayan Bantuların dilleri bu gruba girer. 4. Çin Dilleri Ailesi: Çince ve Tibetçe bu ailedendir. 5. Ural- Altay Dilleri Ailesi: a. Ural Kolu: Fince, Macarca, Samoyetçe b. Altay Kolu: Türkçe, Moğolca, Mançuca Türkçe dünya dilleri arasında yapı bakımından sondan eklemeli dil grubuna girer. Köken bakımından ise Ural-Altay dil ailesinin Altay koluna bağlıdır. Ural – Altay dillerinin özellikleri şöyle sıralanabilir: 1. Ünlü uyumu vardır. 2. Sondan eklemeli bir yapısı vardır. 3. Sözcüklerde dilbilgisi bakımından erkek ve dişi tür ayrımı yoktur. 4. Bazı ekler çekim eki olmalarına rağmen yapım eki olarak da kullanılır. 5. Ses, yapı ve söz dizisi bakımından benzerlikler bulunur. 6. Türkçede ve Macarcada durum ekleri, çoğul ve iyelik eklerinden sonra gelir. #DilAileleri #YapıBakımındanDünyaDilleri #ÇinDilleriAilesi #BantuDilleriAilesi #TekheceliDiller #EklemeliBitişkenDiller #HintAvrupaDilleriAilesi #HamiSamiDilleriAilesi #UralAltayDilleriAilesi #ÇekimliBükümlüDiller #KökenBakımındanDünyaDilleri

bottom of page