Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Toplumcu Gerçekçi Edebiyat
Toplumcu Gerçekçi Edebiyatın Özellikleri Nelerdir? Toplumcu gerçekçi şiir, serbest nazım özellikleri taşır. Toplumcu gerçekçi şiir, ideolojik içerikli bir şiirdir. Toplumcu gerçekçi şiir, o güne kadar görülmemiş, denenmemiş bir görsellik, karmaşık biçimli teknikler barındıran bir şiirdir. Politik bir içerik taşıması şiirin etkileme ve belirleme gücünü yükseltmiştir. Şiirdeki paralel, simetrik akışlar ve kırılmalar Rus şair Mayakovski'den gelen yansımalardır. Materyalist ve Marksist bir dünya görüşü üzerinde temellendirilmiştir. Toplumcu gerçekçi edebiyat, halkçılık, köycülük kavramları ile hümanist bir düşünce etrafında şekillenen bir edebiyattır. Toplumcu gerçekçi anlayışın ekseninde insan, toplum ve üretim ilişkileri vardır. Toplum için sanat anlayışı vardır. Sanatkâr toplumun ruh mühendisidir. Toplumcu gerçekçi edebiyat eğitsel bir işlevle yüklüdür. Sosyalist bireyselliğin geliştirilmesi bu edebiyatın ana amacıdır. Sanat her türlü dinsel ve töresel bağlardan kurtulmalıdır. Toplumcu gerçekçi edebiyat, programa dayalı ve tezi olan bir edebiyattır. Toplumcu gerçekçi edebiyata iyimser bir bakış açısı egemendir. Toplumcu gerçekçi edebiyatta insanı belirleyen en temel öge kollektivizmdir. Nazım Hikmet, Beşir Fuat, Hoca Tahsin Efendi, Abdullah Cevdet, Ercüment Behzat Lav ve Kadro dergisi yazarları (Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim Tör ) bu edebiyat anlayışının öncüleridir. Toplumsal gerçekçilik 20. yüzyılda, gerçekçiliğin Marksist yorumuyla geliştirilen bir sanat kuramıdır. Toplumsal gerçekçilik 1930'lu yıllarda ortaya çıkmış ve ana ilkeleri 1934 yılında Sovyet Yazarlar Birliğinin Birinci Kongresi'nde saptanmıştır. Toplumsal gerçekçilik sanatın ne olduğu sorusundan çok, ne olması gerektiği somsuna cevap verir. Toplumsal gerçekçiliğe göre sanat da bilim gibi bize bilgi sağlar, dış dünyayı yansıtır. Bilimin soyutlama ile yansıttığı bilgiyi, özü, sanat somutlaştırma yolu ile yansıtır. Sanat eseri gerçeklikteki bütün ayrıntıları almaz, ama somut olarak yansıtacağı gerçekliğin belirleyicilerini yani esas özelliklerini alır. Bunlar gerçek dünyada dağınık durumdayken sanat eserinde arınmış ve yoğunlaştırılmıştır. Toplumsal gerçekçiliğe göre toplum yüz yıllardan beri değişik aşamalardan geçmiştir. Toplum tarihi determinizm içinde kölelikten, feodalizme, feodalizmden kapitalizme kapitalizmden de sosyalizme doğru kaymıştır. Bu nedenle toplumsal gerçekçilik şu an var olan gerçekliği değil, bunun nereye gittiğini bilmektir. Toplumcu gerçekçi eser de yazarın hayatta gördüğü ve eserinde yansıttığı çelişkilerin nereye varacağını belirten eserdir. Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında toplumsal gerçekçilik anlayışı, Türk Marksist kuramcıların yayın organı olarak kabul edilen "Aydınlık" dergisinde yayımlanan felsefi, sosyal, ekonomik ve tarihi yazılarla sanat ve fikir dünyasında varlığını göstermeye başlamıştır. Cumhuriyet'in ilk yıllarında toplumsal gerçekçilik anlayışının Türkiye'deki en güçlü sesi olan Nazım Hikmet'le beraber, Dr. Şefik Hüsnü, Sadrettin Celal, Nizamettin Ali gibi isimler de bu dergide Türkiye'nin toplumsal yapısını, edebiyat ve sanat sorunlarını sosyalist bir anlayışla ele alırlar. Dr. Şefik Hüsnü sanatı "yaratılışta güzel olan herkesin beğendiği" bir olgu olarak kabul eder. Milli edebiyat akımının etkisiyle birçok sanatçının, şairin halk şairi olmak istediğini dile getirdiği bir dönemde Nazım Hikmet "Yeni Sanat", "Ayağa Kalkın Efendiler", "Aydınlıkçılar" gibi şiirlerinde işçilerin ve emekçilerin şairi olmak istediğini anlatır. Nazım Hikmet sanatın işlevinin halk yönünde mi sanat yönünde mi olması gerektiği konusunda, "Her Ay" dergisinde" Ben kendi sosyal sınıfı muhitimle tezat halinde değilim. Bundan dolayı da sanat sanat için değil diyorum. Bence sanat sanat için demek sanatın kadrini azaltmak demek değildir. Bilakis sanatı cemiyet içinde aktif bir müessese olarak anlamak, sanatkarı insan ruhunun mühendisi olarak görmek demektir."biçiminde bir görüş belirtir. Ali Rıza takma adıyla yazan Reşat Fuat BARANER de halkçı bir edebiyatın tamamen basit ve sanattan yoksun bir şekilde işlenmesinin doğru olmadığını, halkçı bir edebiyatın yüksek ve sanatkarane tekniği ile de halkta bir sanat zevki meydana getirmesi gerektiğini iddia eder. Türkiye İkinci Dünya Savaşı'na girmemiş olmasına rağmen, savaş, toplum yaşayışını büyük ölçüde etkilemiştir. Gerek bu etki, gerekse toplumcu düşünüşün dergiler aracılığıyla yaygınlık kazanması Garip hareketi dışında yeni bir şiirin gelişmesine yol açtı. 1940 kuşağı ve sonrasındaki Türk şiirinin toplumsal gerçekçileri ya da toplumcu şairleri diyebileceğimiz bu sanatçıların başlıcaları şunlardır: Rıfat Ilgaz, Enver Gökçe, Ömer Faruk Toprak, Mehmet Kemal, Arif Damar, Ahmet Arif, Attila İlhan, Ataol Behramoğlu.
- Evliyâ Çelebi (1611 - 1682)
Doğum târihi ve doğum yeri; âilesi ve soyu hakkındaki bilgileri, bizzat eserinde kaydeden Evliyâ Çelebi, saray başkuyumcusu ve Sultan Ahmed Câmi’i’nin muhteşem kapısının san’atkârı Derviş Mehmed Zıllî Efendi’nin oğludur. Evliyâ Çelebi, soyunun Ahmed-i Yesevî’ye kadar uzandığını söyler. Devrin klasik medrese tahsîli sonrasında, yedi yıl özel dersler almıştır. Enderûn’da (saray okulu) okumuş ve Kur’ân’ı hıfz etmiştir. Kendi ifâdesine göre rüyâsında Ahî çelebi Câmi’i’nde gördüğü Hz Muhammed (SAV)’e, eteğine sarılarak “Şefâ’at yâ Resûlallâh!” diyecekken, dili sürçüp “Seyâhat yâ Resûlallâh!” diye haykırmış ve Hz. Peygamber de onu şefâ’atle müjdeleyip seyâhatle görevlendirmiş. Rüyâsındaki cemâ’at içinde bulunan Sa’d ibni ebî Vakkâs yazara, gezip gördüklerini, yazmasını tembihlemiş. Böylece Evliyâ Çelebi önce İstanbul’u ve sonra İmparatorluğun pek çok bölgesini dolaşıp Seyâhat-nâme adlı dev kitabını hazırlamıştır. 1651’de Melek Ahmed Paşa ile gittiği Rumeli’nden Avrupa’ya da geçti. 1671’de hacca gitti ve uzun süre Hicaz ve civâr memleketleri inceleyip yazdı. İmparatorluk coğrafyası dışında Macaristan, Avusturya, Almanya, Lehistan, Arnavutluk, İspanya, Danimarka, Hollanda v.b yerleri hem gezdi, hem inceledi, hem de müşâhedelerini kaydetti. Bu geziler, elli sene sürdü. Katıldığı savaşlardan kazandığı ganîmetler ve himâyesini gördüğü devlet adamlarının yardımlarıyla geçindi. Erzurum Defterdarına mü’ezzinlik yaptığına göre, güzel sesli, hoşsohbet, kâbiliyetleri yüksek bir insandı. Ufak-tefek olduğu halde, iyi bir silâhşör olduğundan söz eder. Bir merak ve sabır âbidesi olarak dünyâda emsâline ender rastlanabilecek bir gezgindir. On cilt olan Seyâhatnâme’nin içeriği, şu şekilde tasnîf edilebilir: 1. Cilt: İstanbul târîhi, İstanbul’daki makamlar, câmiler, medreseler, mescidler, türbeler, tekke, imâret, hastahâne, konak, sebil ve hamamlar. Fâtih devrinden i’tibâren vezirler, âlimler, nişancılar; İstanbul esnâfı ve zenâ’atlar. 2. Cilt: Mudanya, Bursa, Trabzon, Gümüşhâne, Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, İstanbul’un fethi öncesindeki pâdişâhlar. Bursa câmi, türbe ve medreseleri, diğer san’at eserleri. Bursalı ulemâ, vezîrler ve şâ’irler. Doğu Karadeniz Bölgesi. 3. Cilt: Üsküdar-Şam güzergâhındaki yerleşim merkezleri. Edirne ve diğer Rumeli şehirleri: Niğbolu, Filibe, Şumnu, Sofya, Silistre. 4. Cilt: İstanbul- Van güzergâhındaki şehirler ve diğer yerleşim merkezleri. Evliyâ Çelebi’nin İran elçiliği, İran ve Irak hakkındaki gözlemleri. 5. Cilt: Tokat ve Kürdistan; Rumeli’nin bazı bölgeleri; Sarıkamış; Avrupa’nın orta bölgelerinde yer alan ülkeler ve eyâletler. 6. Cilt: Macaristan ve Almanya. 7. Cilt: Avusturya, Kırım, Dağıstan, Çerkezistan, Kıpçak Ülkeleri. 8. Cilt: Kırım ve Girid, Selânik ve Rumeli ile ilgili bazı olaylar. 9. Cilt: İstanbul-Hicaz arasındaki yerleşim birimleri. Mekke ve Medîne hakkında bilgiler. 10. Cilt: Mısır ve Havâlîsi. Bekâr yaşayıp ömrünü seyâhate harcayan Evliyâ Çelebi, dünyânın en geniş coğrafyasını, en geniş şekilde anlatmıştır. Gördüğü her bölgenin tabiat şartlarını, coğrafyasını, insanlarının dil, din, âdet, eğlence, giyim-kuşam ve eğitimini; yüre mi’mârîsini, her türlü zenâ’at ve ticâreti, istihsâl ve sağlık mes’elelerini anlatmıştır. Bilgi verirken doğruluğu tartışılan rakamlar da verir. Mübâlağaya yönelir. Mizâh ve samîmiyet, üslûbunun bâriz vasıflarıdır. Seci’lere yönelmesine rağmen mantık ve ifâde istifi bakımından yetersiz, dağınık bir üslûbu vardır. Fakat tasvirleri muhteşem ve canlıdır. Seyâhat-nâme’nin müteaddid neşirleri vardır. 1848 Bulak neşri, bir seçmedir. 1896-1902 arasında Necib Âsım ve Ahmed Cevdet Beyler, beş yazma nüshadan biri olan Pertev Paşa nüshasını esas alarak altı cildini yayınlamışlardır. 7. ve 8. ciltler 1928’de Tarih Encümeni tarafından, 9 ve 10. ciltler ise 1938’de M. E. B. Tarafından yayınlanmıştır.
- Kâtib Çelebi (1609 - 1658)
İlmî ve fikrî sâhada, bütün Türk tarihinin ve Türk kavminin dâhî sîmâlarındandır. Şöhreti, dünyâyı sarmıştır. Bibliyoğrafya, târih, coğrafya ve sosyoloji sâhalarındaki eserleri, metodoloji ve bilgi sağlamlığı bakımından çağında emsalsiz; sonraki asırlar içinse örnektir. Eserleri, sözleri, fikir ve görüşleri, bütün ilim âlemince önemli görülür. Eserleri, bütün dünyâ ilim adamlarınca güvenilir referans olarak kabûl edilir. Fişle bilgi toplama ve bu bilgileri eser hâline getirme şeklinde yapılan modern ilmî çalışmaların, onunla başladığı tahmîn edilmektedir. Zîrâ eserlerinin malzeme tamlığı ve derleniş formu, inanılmaz bir pilân ve tekniğin ürünü olduğunu gösterir kalitededir. Ayrıca yazdığı eserlerin muazzam hacmi, elli yıllık ömrüyle kâbil-i te’lîf olamamaktadır. Hacı Halîfe diye de tanınan Kâtib Çelebi’nin asıl adı Mustafa’dır. Avrupa kaynaklarında Hacı Kalfa diye anılır. Kendisi, “Kâtib Çelebi” nâmıyla tanındığını kaydeder. Annesinden duyduğuna göre doğumu 1609’dur. Enderûn’da okumuş olan babası tarafından özel derslerle yetiştirilmiştir. 14 yaşında kâtipliğe başlamış, babasıyla birlikte Bağdad seferine katılmış, dönüşte babası ölünce, desteksiz kalmıştır. İstanbul’a dönünce Hanefî fıkıh âlimi ve 16. Şeyhülislâm Kadı-zâde (Ahmed)’den dersler alıp ilim öğrenmeyi zevk edinmiştir. Bağdat, Tercan ve Revan seferlerine katılıp bu arada hacca da giden Kâtib Çelebi, “hacı” ve “gâzî” olmasına rağmen, yaptıklarını “küçük cihâd” sayıp “büyük cihâd” olarak kabûl ettiği ilme, dört elle sarıldı. Eline geçen bir mîrâs, yolunu açtı ve iştiyâkla okuyup yazmaya başladı. Bir yandan dersler alırken, bir yandan da dersler veriyordu. Girid Seferi (1645) sebebiyle denizcilikle ilgilenip deniz bilimcisi oldu ve “Tuhfetü’l-Kibâr fî-Esfâri’l-Bihâr”ı yazdı. Hastalandı; tıp öğrenip kendisini tedâvî etmek isterken usta bir hekim olacak derecede yetişti. İnanılmaz bir kâbiliyete sâhipti. 1658’de, İstanbul’da vefât etti. Dili, umûmiyetle anlaşılır bir orta nesir dilidir. Arapçayla da eser verdi. Bütün ilimlere vâkıftı. Eserleri Cihân-nümâ: Türk ve batı kaynaklarından istifâde ederek yazılmış bir coğrafya eseridir. O asırda batıda da bu tip çifte kaynak taraması yapılmış değildi. Bu husus, Prof. Barthold’un tesbîtidir. Türk ve dünya coğrafyasından ve altı kıt’adan bahseden eserde, gece ve gündüzün dengesiz olduğu yerlerde orucun nasıl tutulacağı şeklindeki fıkıh sorusuna da temâs edilip cevâp verilmektedir. Cihân-nümâ, 1732’de İstanbul’da yayınlandı. Birkaç def’a Avrupa dillerine çevrildi. Fezleke Arapça bir genel târih kitabıdır. Türkçe Fezleke’si ise 1591-1655 arası Osmanlı Târihidir. Takvîmü’t-Tevârîh Hz. Âdem’den başlayarak insanlık târihinin ve Fezleke’nin kronolojik fihristidir. Osmanlıca olarak yayınlanmıştır. Batı dillerine de tercüme edilmiştir. Tuhfetü’l-Kibâr fî-Esfârü’l-Bihâr Osmanlı denizcilik târihinin parlak zaferlerini anlatan târihî bir eserdir. Girid seferi sebebiyle yazıldı. Yayınlanmıştır. Düstûrü’l-‘Amel fî-Islâhi’l-Halel 1653’te kurulan “Meclis-i Meşveret” teki vazîfesi sırasında yazdığı bütçe açığı ile ilgili risâle hacminde bir lâyihadır. 1863’te Şinâsî tarafından Tasvîr-i Efkâr gazetesinde tefrika edildi. Keşfü’z-Zünûn (Keşfü’z-Zünûn ‘an-Esmâ’i’l-Kütübi ve’l-Fünûn) Arapça dev bir bibliyoğrafya eseridir. Çağının çok ilerisinde bir ilmî eser olarak şöhretlidir. Girişinde, 300 civârında bir bilim tasnîfi var. Bu bilimler hakkında bilgi ve kaynak tanıtımı yapılmaktadır. Eserde 14500 kitap, alfabetik sıralama içinde tanıtılır. Bu eserlerin çoğu, el’ân elimizde bulunmadığı için, Keşfü’z-Zünûn son derece önemli bir kaynaktır. Çünkü ele geçebilecek herhangi bir eski eserin tanınması, ancak Keşfü’z-Zünûn sâyesinde mümkün olabilecektir. Bu kitabın verdiği bilgiler, günümüzde de tartışılmaz referanstır. Kâtib Çelebi bu eserleri görmüş ve incelemiştir. Bu mecbûrî kabûlü, günümüz aklının tasdîki bile mümkün değildir. Keşfü’z-Zünûn, sonradan yapılan zeylleriyle birlikte önce Mısır’da ve sonra İstanbul’da bastırılmıştır. 1835-1838’de Arapça metni ve Latince tercümesi, Leipzig ve Londra’da 7 cilt hâlinde yayınlandı. Almanca ve İngilizceye de çevrildi. 1941-1943’te eserin zeylleriyle birlikte neşri, M.E.B tarafından gerçekleştirildi. Mîzânü’l-Hakk (fî-İhtiyâri’l-Ehakk) Küçük bir eserdir. Din, ahlâk, sosyoloji ve hukuk konularındadır. Alkollü içkiden kahve ve tütüne, şarkı ve rakstan medrese-tekke çatışmasına kadar bir çok konuda vukûfla görüş bildirir. Üç def’a eski harflerle, bir def’a da yeni harflerle bastırılmıştır.
- Dîvân Edebiyâtında Temalar, Motifler, Kavramlar
Gül ve Bülbül: Gül, güzelliği temsil eder. Âşığın sembolü olan bülbülü kendine bağlar; dikenleriyle yani verdiği ıstıraplarla onu üzer, kıvrandırır. Gül, aynı zamanda Hz. Muhammed (S.A.V)’in yüzünü sembolize eder. Dünyâ: Bir cîfe (leş), bir yüzüne bakılmaz iğrençlikte kocakarıdır. Dünyâ malı toplamanın sonu yoktur. Her şeyin hakîkî sahibi, ancak Allâh’tır. Dünya bir konak’tır. Bu konak yerinden hareket eden develerin çıngırakları, o konak yerinde oturanlara (yaşayan insanlara) yolculuk sırasının kendilerine de geleceğini hatırlatmaktadır. Bezm-i Elest (Bezm-i Ezel): Kur’ân 7. Sûrede, 171. Âyette geçen “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” şeklindeki ilâhî soruya ruhların “Belâ: Evet” cevâbını vermelerine işâret eden bir ibâredir. Dünyâ imtihânının başladığı andır. Pîr-i Mugan: Muğların başı, yaşlısı. Eski İran’ın dîni Mecûsîlikti (ateşe tapanların dîni). Mug, Mecûsî râhibi demektir. Dîvân şiirinde, şeyh anlamında kullanılır. Kenz (Hazîne, gömü): Âşığın gönlüdür. Bu gönül vîrândır; ama zâten hazîneler, vîrân yerlerde gömülü bulunur. Sevgili: Hükümdâr, sultân, büt (put), zâlim v.b. sıfatlarla anılır. Âşık: Kul, köle, hasta, ölü, v.b benzetilenleriyle görülür. Rakîb: Şeytân, köpek, domuz, kâfir, ham meyve v.b benzetilenleriyle karşılanır. Güzellik: Mısır, Türkistan, Rûm, ay, güneş, v.b benzetilenleri çerçevesinde yer alır. Aşk: Onulmaz bir hastalıktır. Tamamen cefâ ve eziyetten ibârettir. Âşık, aşkından, hiçbir hâl ve şart içinde vazgeçemez. Gökler: İslâmî inanç çerçevesinde gökler, 9 kattır. Kur’ân-ı Kerîm’de, gökteki gezegenlerin, “Allâh’ın emrettiği yolda” (yani özel yörüngelerinde) “suda yüzer gibi dönüp durdukları” söylendiği halde, Dîvân şâ’irleri, Batlamyüs teorisini gerçek var sayarak dünyâyı sâbit, gökleri iç içe geçmiş çanaklar gibi üst üste binmiş ve yıldızları da sâbit düşünmüşler; dünyânın değil, göklerin döndüğüne inanır görünmüşlerdir. Şiirlerde bu durum, hep tekrarlanagelmiştir. Bu inanç çerçevesinde göklerin sıralanışı ile, hangi kat gökte hangi yıldızın olduğu ve bu yıldızların, Allâh’ın hangi esmâsına mahzar oldukları, aşağıda sıralanmaktadır: Kat: Bu katın ismi Hangi yıldız Allâh’ın hangi sıfatının mahzarı ____ ___________ __________ ____________________________ IX. Arş (Atlas göğü) Boş VIII Kürsî (Sâbit Yıldızlar) (Levh-i Mahfûz) VII Zuhâl Rezzâk VI Müşterî Alîm V Mirrîh Kahhâr IV Şems Muhyî III Zühre Musavvir II Utârîd Bârî I Kamer (Ay) Hallâk Mi’râc hâdisesi esnâsında Hz. Muhammed’in bu semâ katlarında, şu peygamberlere rast geldiği kabûl edilir: I. Kat Gökte: Hz. ÂDEM II. Kat Gökte: Hz. YAHYÂ-HZ. ÎSÂ III. Kat Gökte: Hz. YÛSUF IV. Kat Gökte: Hz. İDRÎS V. Kat Gökte: Hz. HÂRÛN VI. Kat Gökte: Hz. MÛSÂ VII. Kat Gökte: Hz. İBRÂHÎM Bu yıldızlardan Mars (Mirrîh) ile Zuhâl (Satürn)’ün aynı burçta buluştukları âna, “Kırân-ı nahseyn” (Uğursuz an); Zühre (Venüs) ile Müşterî (Jüpiter) yıldızlarının aynı burçta buluştuklarıâna ise “Kırân-ı sa’deyn” (uğurlu an) denir. Büyük hükümdârlara “sâhib-kırân” denirken kasdedilen, “kırân-ı sa’deyn”dir.
- Divan Şiirinin Kaynakları
Bu kaynakların başlıcaları şunlardır: 1. Kur’ân 2. Hadîs, 3. Peygamber ve Evliyâ hikâye ve menkabeleri, 4. Tasavvuf, 5. Şâh-nâme (Şeh-nâme), 6. Yerli malzemeler, 7. Arap ve Acem anonim hikâyeleri, 8. Hikmet, san’at ve ilim sâhibi batılı ve doğulu şahsiyetler. Kur’ân: 114 sûredir. Muazzam bir dili ve ulaşılmaz bir âhengi vardır. Her cümlesine, âyet denir. Kur’ân’ın ilk tam toplanışı, Hassân bin Sâbit’in kardeşi Zeyd bin Sâbit eliyle olmuştur. Bu görevi ona, Hz. Ebû Bekir vermişti. Hz. Osman da aynı kişiye aynı görevi bir kere daha vermiştir. Ayrıca ashâb-ı kirâm, büyük ölçüde hâfız idiler. Kur’ân, katıksız ve tartışmasız hakikatlerin kaynağı olarak geçmiş kavimleri, onlardan zâlimlikleri yüzünden helâk edilenleri, peygamberleri ve onların kıssalarını, insanların her türlü hayat düsturlarının mükemmelleştirilmesine yarayacak her türlü yaşayış bilgilerini, asırlar sonra keşfedilecek olağanüstü tabiat inceliklerini, akıl sır ermez ilâhî hesapları, Cenâbı Hakk’ın cezâ ve mükâfâtlarını ............. v.b anlatır. Ahlâk ve örfle ilgili bilgiler, örnekler verir. Bu yüzden Kur’ân, İslâmî edebiyâtın (Dîvân edebiyâtının) ilk ve vazgeçilmez kaynağı olmuştur. Hadîs: Hz Muhammed’in söz ve hareketlerine hadîs, bu söz ve fiilleri inceleyenlere ise muhaddis denir. Dünyâda, attığı her adım, her yaptığı ve söylediği senetlendirilmiş tek insan, Hz. Muhammed’dir. O “âlemlere rahmet” ve “güzel ahlâk”ın en güzel ve en büyük temsilcisidir. Gençliğinde de “Muhammedü’l-emîn” (güvenilen Muhammed) diye bilinmiştir. Kur’ân’da müşriklere “Hz. Muhammed’in hiç güvenilmez bir söz söylediğini veya yanlış bir iş yaptığını görüp görmedikleri” sorusu sorulur. Kâfirler, çâresiz “Ondan hiçbir yalan ve yanlış zuhûr etmediğini” itirâf ederler. Temizlik, yeme içme âdâbı, iyilik, güzellik, kötülükler, kötülüklerden sakınma, her çeşit ibâdet ve akla gelecek gelmeyecek her konu, hadîslerde cevaplandırılmıştır. Bu yüzden hadîs, dîvân şiiri için ikinci kaynaktır. İslâm büyüklerinin söyledikleri güzel sözlere de “kelâm-ı kibâr” (büyüklerin sözleri) denir ve onlara da itibâr edilir. Peygamber ve Evliyâ Hikâyeleri: Dîvân şiirinde telmih edilen veya doğrudan doğruya üzerinde eser meydana getirilen peygamber hikâyelerinin çoğunun temeli, Kur’ân’dır. Hz. Muhammed’in hayat hikâyesini ve özelliklerini anlatan kitaplara, özel olarak “siyer” denir. Diğer peygamberlerin, Kur’ân’da anlatılan kısa hayat hikâyeleri ve çektikleri ıztıraplar, gösterdikleri cehd ve başarılar, Dîvân şiirinde menkabelerle genişletilmiştir. Bu yolla da “kısâs-ı enbiyâ” (peygamber kıssaları) adı verilen tür gelişmiştir. Tasavvuf: Tasavvufun, geçmişte bir tabîî atmosfer olduğu, bir çok Türk insanının, bir tarîkatin mürîdi veya muhibbi olduğunu, unutmamalıdır. Zâhidlik, sûfîlik diye de bilinen tasavvuf, İslâmî mistisizmdir. Mısırlı Zünnûn (Ö.860), Bâyezîd-i Bıstâmî (Ö.875), Muhyiddin Arabî (Ö. 1240) ve Celâleddin-i Rûmî (Ö. 1278), büyük mutasavvıflardır. Büyük düşünür ve kelâm bilgini Horasanlı Gazâlî (Ö. 1111) tasavvufu İslâm esaslarıyla uzlaştırmaya ve birleştirmeye çalıştı. Sadece İslâm âlemini değil, ortaçağ Avrupa’sını da etkiledi. Şâh-nâme (Şeh-nâme): 1020’de tamamlanan Îran millî destânı, Firdevsî’nin derlemesidir. Yazıldığı târihin yaklaşık l500 yıl gerisine uzanan İran tarihini anlatır. Destan olduğu için tarihle menkabe iç içedir. Bu destanda ilk efsânevî hükümdar KEYUMERS’ten son Sâsânî hükümdarı III. Yezdigird’e kadar hüküm süren elli hükümdarın hayatları ve savaşları anlatılır. İlk bölümde İran’ın efsânevî hükümdârları Cemşîd, Ferîdûn, Sâm, Rüstem vb.’nin saray hayatları ve savaşları anlatılır. Ferîdûn’un çocukları ülkeyi paylaştıktan sonra İran ile Tûran (Orta Asya Türk ili) arasındaki mücâdele başlar. Sonra Büyük İskender’in. doğu geleneğinde gelişmiş olan efsânevî hayâtı anlatılır. Son kısımda ise Sâsânî sülâlesi ve bu sülâlenin tarihten silinmesi anlatılır. Türk ve Îran şiiri, bu destandan çok fazla etkilenmiştir. Türk şâirleri de manzum ve mensur olarak Şeh-nâme’yi Türkçeye bir çok kere çevirmişlerdir. Yerli Malzemeler: Yukarıdaki beş ana malzeme yanında, yerli malzemeler de dîvân şiirinde kullanılmıştır. Şâirler, en azından mecbûren, çağlarını ve çevrelerini de şiirlerinde anlatmışlardır. Yerlileşme (mahallîleşme) eğilimi, özellikle Lâle Devrinde (l8. Yy.) önemli bir yer tutmuştur. Arap ve Acem anonim halk hikâyeleri, Leylâ ve Mecnûn, Ferhâd ile Şîrîn (Hüsrev ü Şîrîn), Vâmık u ‘Azrâ, v.b hikâyelerdir. Özellikle ilk ikisi, önemli mesnevîlerin konusu olarak asırlarca işlenmişler, millî renk ve zevkle donatılmışlardır. Hikmet, san’at ve ilim sâhibi batılı ve doğulu şahsiyetler arasında Bukrât (Hipokrat), Eflâtûn, Aristo, Enûşirevân, Ferîdûn, Mânî, Bihzât, İskender-i Zü’l-karneyn, v.b sayılabilir.
- Danişmend Gazi Destanı: Danişmendnâme
Türk Destanları Ana Sayfası Türklerin Anadolu’yu fethini anlatan destandır. Anadolu’da Türk büyükleri için 12. yüzyılda söylenmeye başlanan İslâmî - Türk destanlarının 13. yüzyılda yazıya geçirilmiş bir örneğidir. Başta Battal Gazi soyundan olan Danişmend Ahmed Gazi olmak üzere Danişmendlilerin kahramanlıklarını, bunların Bizanslı, Haçlı ve Ermenilerle olan savaşlarını anlatır. Bir bakıma Malatya’nın Arap emiri Ömer bin Übeydillahi’s-Sülemî’ye ait efsanenin Türk Destanı üslûbuyla söylenmiş bir devamı gibidir. Danişmendnâme ilk olarak Sultan II. İzzeddin Keykâvus’un emriyle, yazıcılarından İbni Alâ tarafından derlendi. Aynı eser, 14. yüzyılda I. Murad’ın emriyle Tokat dizdârı Arif Ali tarafından 1361 yılında sade bir Türkçe ile on yedi bölüm halinde, araya manzum parçalar da ilâve edilerek yeniden yazıldı. Daha sonra “Gelibolulu Åli” eseri “Mirkadü’l-Cihâd” adı ile yeniden kaleme aldı. Danişmendnâme’de anlatılan olayların, gerçek olmasalar bile tarihî olaylara uygunluğu, eserde adı geçen kahramanların tarihî şahsiyetler oluşu ve yer adlarının Anadolu coğrafyasına ait bulunması eserin, uzun müddet bir tarih kitabı olarak benimsenmesine sebep olmuştur. Tarih bakımından pek de değerli olmayan eser Cenabî, Âli, Karamanî, Kâtip Çelebi, Müneccimbaşı ve Hezarfen Hüseyin Efendi gibi yazarlar tarafından kaynak eser olarak kullanıldı. Ancak eserdeki tarih yanlış- ları kendilerine göre düzeltildi. Pek çok yazma nüshası olan eser üzerinde Mükrimin Halil Yinanç, Fuat Köprülü gibi âlimler çalışmalar yaptı. Destan son olarak İrene Melikof tarafından “La Geste Melik Dânişmend” adı ile 2 cilt halinde ve uzun bir inceleme ile yayınlandı. Danişmendnâme’nin konusu kısaca şöyledir: “Hicret’ten 360 sene sonra Battal Gazi’nin torunlarından Melik Ahmed Danişmend, Bağdat halifesinden izin alarak Tursun, Çavuldur, Kara Togan başta olmak üzere, arkadaşlarıyla Malatya’dan hareket edip Rumlar üzerine yürür. Gaye- si Anadolu’yu fethetmektir. Önce Sivas’a gider. Orayı tamir ettirir. Ordusunu ikiye ayırır. Bir kısmı İstanbul, diğeri ise Karaman üzerine yürür. Kendisi de Sivas’tan Karadeniz’e kadar olan bölgeyi fethetmek üzere harekete geçer. Çorum, Niksar ve Amasya’yı alır. Canik’i fethetmek üzere sefere çıkar. Ancak yolda kâfirler tarafından pusuya düşürülür. Çatışmada ağır yaralanır, Niksar’a döner ve orada ölür. Danişmend Gazi’nin ölümünden sonra Niksar, Amasya, Tokat ve Sivas teker teker Hristiyanların eline geçer. Danişmend’in İstanbul ve Karaman üzerine giden arkadaşlarından pek çoğu da ölmüşlerdir. Danişmend Gazi’nin oğlu Melik Gazi, Bağdat halifesine başvurur. O da Horasan’da, Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’e haber gönderir, Selçukluları gazâya davet eder. Tuğrul Bey Anadolu’nun fethine Süleyman Şah’ı memur eder. Süleyman Şah, Melik Gazi ile birlikte Anadolu’yu fetheder.” Anadolu’nun fethini anlatan bu destanda Danişmendlilere büyük yer ayrılır. Destan kahramanı Danişmend Ahmet Gazi tam bir İslâm gazisidir. Dedesi Battal Gazi’nin bir benzeridir. Bütün gazâlarını İslâm uğruna yapar. En büyük gayesi Hristiyanları hak dinine çağırmak ve ülkelerinin İslâm nuruyla aydınlanmasına vesile olmaktır. Battalnâme’nin devamı gibi görünen eser, ondan daha küçük, daha az olaylı ve daha basittir. Ancak, mahallî özellikleri daha çoktur.
- Manas Destanı
Türk Destanları Ana Sayfası Kırgız Türkleri arasında büyük bir kahramanlık hikâyesi olarak zamanımıza kadar yaşayan Manas Destanı, 11.-12. yüzyıllarda Türkistan’da Yedisu çevresinde doğmaya başlamış, bu İslâmî destan yüzyıllar boyunca bütün Orta Asya Türkleri arasında ortak destan olarak yaşamış, işlenmiş ve gelişmiştir. Destan, İslâmiyet’in kabulü, yayılması ve bu yayılma uğruna yapılan gazâlar etrafında söylenmekle beraber, eski Türk destanlarından izler de taşımaktadır. Bu destan zaman içinde bazı değişikliklere uğramış, en yakın zamanlarda bile bünyesine yeni kısımlar ilâve edilmek suretiyle değişik destan metinleri ortaya çıkmıştır. Bu muhteşem Türk Destanının tamamı –şimdilik- 400.000 mısradır. Manas Destanı’nın esasını Müslüman Türklerle, Müslüman olmayan Türkler arasındaki savaşlar meydana getirir. Manas’ın, tarihte gerçekten var olduğunu gösterir izler görülememiş ise de, Kırgız-Kalmuk mücadelelerinde göz doldurmuş bir Kırgız yiğidinin, belki de bir Kırgız Beği’nin adı ve yiğitliği ile bu destana konu olduğunu düşünebiliriz. Manas’ın destandaki tarihî şahsiyeti, Karahanlılar ordusundaki bir kumandan gibi görünmektedir. Manas Destanı, Kırgızların bir bakıma ansiklopedisi gibidir. Manas Destanında Kırgızların bütün gelenek ve göreneklerini, törelerini, inanışlarını, görüşlerini, başka milletlerle olan ilişkilerini, masallarını ve ahlak anlayışlarını bulmak mümkündür. Manas Destanının bütününü söyleyenlere “Manasçı”, bir kısmını söyleyenlere “Ircı” denilir. Manasçılar, destanı anlatırken yaşadıkları devirde ortaya çıkan ve kendilerini etkileyen olayları da ustaca destana katmışlardır. Bu nedenle Manas Destanı halen içerik olarak genişlemeye devam eden yaşayan bir destandır. Yazıya geçirilmiş olmasına rağmen, tipik destan özellikleri nedeniyle bu destana halen ilâveler yapılmaya devam edilmektedir. Manas Destanına ilk defa, Kazak-Kırgız yöneticisi olan Rus asıllı Franel tesadüf etmiştir. Daha sonra Çokan Velihanof, destanı dinlemiş (1856), destanın en uzun parçası Radloff tarafından yazıya geçirilerek 1885’te yayınlamıştır. Destanın en önemli bölümlerini “Manas”, Manas’ın oğlu “Semetey” (veya Semetay), Manas’ın torunu “Seytek”, “Colay” ve “Töştük”ün hikâyeleri teşkil etmektedir. Colay ve Er Töştük hikâyeleri ile ilgili bölümlerin “Colay” adında bir Manaşçıdan derlendiği sanılmaktadır. Bu destanı söyleyen saz şairlerine (Manasçı, Ircı, Akın, Bahşı veya Baksı) göre, Er Manas savaşta kimseye yenilmeyen bir dünya kahramanıdır. O hemen hemen bütün milletlerle savaşmış; Çinlileri, Sartları, İranlıları yenmiştir. “O’nun elbisesi ak zırhdır.” ve destanda “ak zırha ok geçmiyor” mısraı sıkça tekrarlanmaktadır. Türk destanlarının en uzunu olma özelliğini de taşıyan Manas Destanı şu bölümlerden meydana gelir: Manas’ın Doğuşu, Almambet’in Müslüman olarak önce Gökçe’ye sonra Manas’a sığınması, Manas’ın Almambet’in eski arkadaşı Er Gökçe ile savaşması, Manas’ın evlenmesi, Manas’ın en sadık ve vefalı olan arkadaşı Kanikey’in bir sözünü dinlemeyerek hata yapması ve ölmesi, ancak bir üstün insan oluşu dolayısıyla yeniden dirilmesi, Oğlu Semetey’in doğması, Manas ebediyete göçtükten sonra oğlu Semetey ile torunu Seytek’in maceraları.
- Türk Destanları ve Özellikleri
Eski Türk destanlarının bugün elimizde bulunan parçaları çeşitli kaynaklardan derlenmiştir. Bu kaynakların en önemlileri, eski Çin yıllıklarıdır. Arap, İran tarihi ve edebiyatına ait el yazması eserlerde, Bizans tarihleri gibi bazı kaynaklarda da Türk destan parçaları yer alır. Destanlarımızın diğer mühim bir kısmı da bizzat Türk aydın ve yazarları tarafından tarihin çeşitli devirlerinde türlü sebeplerle, çeşitli dil ve yazılarla yazılı edebiyata geçirilmiştir. Bu destanlardan bazıları Çin, İran, hatta Türk yazmalarına, Türk milletinin tarihi sanılarak alınmıştır. Türk destanlarından çoğu, yazılı edebiyata, oluştukları tarihten çok sonra geçmiştir. Ancak destanlar, halk dilinde asırlarca yaşadıktan sonra yazıya geçirilmişlerdir. Bu zaman içinde destanlar Türklerin duygu, düşünce, görgü, hayâl ve hatıralarıyla zenginleşir. Tarihin ister istemez birbirine benzeyen nice kahramanları ve kahramanlık olayları, bu destanlarda birbiriyle kaynaşmış ve tarih içinde Türk fazilet ve kahramanlığını özetleyen birer örnek olmuştur. Aslında, bir destanın doğduğu zamanla yazıya geçirildiği zaman arasındaki mesafe ne kadar olursa olsun, destan meydana geldiği çağın ürünüdür. Yani destanları kaleme alındığı veya dinlendiği çağlarda değil, ortaya çıktığı çağların şartlarında düşünmek zorundayız. Çünkü destanların temel olayları doğdukları devre aittir. Aradan geçen asırlar, bu ana olayları ya halk dilinde yaşayan eski destan ve efsane miraslarıyla süsler veya az çok değiştirip zenginleştirir. Fakat destanlardaki ana olaylar daima korunur. Türk destanları genellikle Türk tarihinin ilk devirlerini hikâye eden eserlerdir. Türk Destanları iki bölümde incelenebilir: İslâmiyet’ten Önceki Türk Destanları Bu destanlar, Saka, Hun, Şu, Göktürk ve Uygur devirleri ile ilgili destanlardır. Alp Er Tonga ve Şu devreleri hakkında bilgimiz yok denecek kadar az olmasına rağmen Hun, Göktürk, Uygur devreleri hakkında sağlam tarihî bilgilerimiz olduğundan, bu devrelerin destanlarını tarihî gerçekler ile karşılaştırma imkânına sahibiz. Türk Yaratılış Destanı Alp Er Tunga Destanı Şu Destanı Oğuz Kağan Destanı Bozkurt Destanı Ergenekon Destanı Uygur Destanları İslâmî Türk Destanları: İslâm medeniyetinin Türkler arasında benimsenerek yayılışı, duygu, düşünce ve geleneklerde bir değişiklik meydana getirmemiş, ancak ele alınan konuları İslamileştirmiştir. İslâmiyet’in kabulünden sonra Türk Destanları Millî-İslâmî destanlardır. Türkler, Oğuz Destanı gibi en tanınmış eski destanları İslâm'dan sonra, İslâm kültürü ve İslam ideolojisiyle birleştirerek bu destana geniş ölçüde İslâmî bir ruh vermişlerdir. Türkler, bir taraftan, eski millî destanlarına İslâm ruhu katarken öte yandan, yeni dinin kabulü ve yayılışı olaylarının doğurduğu savaşlar ve türlü karışıklıklar dolayısıyla da yeni ve İslâmî destanlar söylemişlerdir. Divânü Lûgati’t-Türk’de Türk kavimleri arasındaki ilk din savaşlarının üzerine söylenmiş destanlardan parçalar vardır. Ayrıca İslâmî devrede oluşmuş daha çok dinî kahramanlık hikâyeleri şeklinde uzun destanlara da rastlıyoruz. Bunlardan en önemlileri, Manas Destanı, Battal Gazi Destanı, Danişmendnâme, Dede Korkut Hikâyeleri ve Köroğlu Destanı olarak gösterilebilir. Manas Destanı Battal Gazi Destanı (Battalnâme) Danişmend Gazi Destanı (Danişmendnâme) Dede Korkut Destanı Köroğlu Destanı Hz. Ali Destanları
- Battal Gazi Destanı: Battalnâme
Türk Destanları Ana Sayfası Halk arasında “Battal Gazi Destanı” diye de anılan hikâyenin kahramanı “Battal Gazi”dir. Bu kişinin kahramanlıkları etrafında meydana gelen menkâbeler ilk defa Arapça “Zelhimme” adlı kitapta toplanır. Kitabın ilk bölümünde Seyyid Battal Gazi’nin kahramanlıkları, 8. yüzyılda Bizanslılarla yaptığı savaşlar ve İstanbul’u kuşatan Emevi kumandanı Mesleme’nin silâh arkadaşı Sahsâh’ın başından geçen olaylar anlatılır. Bir destan kahramanı olması dolayısıyla, kitabın ikinci bölümünde, o devirde ve daha sonraki devirlerde cereyan eden bir çok olay da Battal Gazi’ye mâl edilir. Görüldüğü gibi destanın kahramanı Arap cengâveri olmasına rağmen, Türk halkı ona Anadolu gazilerine uygun bir unvan olmak üzere Battal Gazi adını verir. 12. yüzyılda Dânişmendliler Devleti’nin gazi hükümdarları da Haçlılar ve Bizanslılara karşı çetin mücadeleler verdikleri için, yaptıkları bu gazâlar halk arasında Emevî-Bizans ve Abbasî-Bizans savaşlarının devamı gibi gösterilmiş ve bu devirde geçen olaylar da Battal Gazi Destanı’na ilâve edilmiştir. Böylece, 12. ve 13. yüzyıllarda Dânişmendliler Devleti bünyesinde nesir halinde yazıya geçen “Battalnâme” adındaki Türkçe destan bu şekilde meydana gelir. Yazıya ne zaman ve kimin tarafından geçirildiği bilinmeyen ve Türkçede çok çeşitli yazma ve basma nüshaları bulunan eser Türk halkı arasında büyük rağbet görmüş, bazı hikâyeler saz şairleri tarafından çeşitli meclislerde şifâhen (ağızdan, sözle) okunarak yayılması sağlanmıştır. Destanın esas kahramanı Battal Gazi tipi ayrıca bazı din kitaplarına, Yeniçeri Ocağı’nda okunan destanî hikâyelere ve bazı tasavvufî şiirlere kadar da girmiştir. Battal Gazi Destanı, daha sonra, 18. yüzyılda Dârendeli Bekaî adlı bir halk şairi tarafından manzum olarak ve 7000 beyit halinde yeniden kaleme alınmıştır. Destanın esas hikâyesi, idealist bir İslâm cengâverinin olağanüstü olaylarla dolu macerasından ibarettir. Hikâyenin aslî kahramanı ise, İslâm dini uğrunda sadece Rumlar ve diğer kâfirlerle değil, cinler, devler, cadılar ve ifritlerle de çarpışmak zorunda kalır. Hikâyede ayrıca Battal Gazi’nin atı “Aşkar Devzâde” de önemli bir yer tutar. Türk edebiyatı tarihinde Türklerin İslâmiyet’i kabul ettikleri ve yerleşik medeniyete geçtikleri dönemin yazılı ürünü olması bakımından ayrı bir önemi olan destanda, önceki dönemin alp tipi yerine, bu defa İslâm uğrunda gazâ eden gazî ve velî tipi geçer.
- Dede Korkut Destanı
Türk Destanları Ana Sayfası 12., 13., 14. yüzyıllarda Oğuz Türklerinin Doğu Anadolu’ya gelip yerleştikleri zamanlardan kalma, Türkler arasında sözlü olarak yaşamış, işlenmiş ve yayılmış, 12 bağımsız hikâyeden meydana gelen destan mahiyetindeki eserdir. Dünyanın ünlü destanları arasında kabul edilir. Bu hikâyelerde Oğuz Türklerinin Gürcüler, Abazalar, Rumlar ve Ermenilerle yaptıkları savaşlar ile yeni edinilen vatan toprakları üzerindeki çatışmalar anlatılır. Hikâyelerin oluşumu ile yazıya geçirildiği tarih arasında uzun bir zaman varır. Oğuz Boylarının, Akkoyunlu ve Karakoyunlu Türkmenlerinin Doğu Anadolu’ya gelip, oraları yurt edinmeleri 12.-14. yüzyıllar arasındadır. Oysa hikâyelerin dili ve anlatılan tarihî olaylardan anlaşıldığına göre bu destanlar 15. yüzyıl sonu ile 16. yüzyıl başlarında bilinmeyen bir kişi tarafından yazıya geçirilmişlerdir. Dede Korkut Hikâyelerinin elimizde Dresden ve Vatikan olmak üzere iki nüshası bulunmaktadır. Dresden yazmasında 12, Vatikan nüshasında ise 6 hikâye vardır. Her iki kitapta da aynı olan giriş bölümünde Dede Korkut’un tanıtılması ve Oğuz Türklerinin töresini yansıtan atasözleri ve çeşitli bilgiler yer alır. Giriş bölümünde ayrıca Allah’tan bahseden, Peygamber’i ve din ulularını yücelten bölümler yer alır. Bu kısımda Dede Korkut “Oğuz’un ol kişi tamam bilicisi idi. Ne derse olur idi.” şeklinde kimliği ve kişiliği anlatılır. Hikâyelerin dışındaki Dede Korkut hakkında kesin bilgimiz yoktur. Ancak Batı Göktürkler zamanında yaşamış, manevî nüfuzu yüksek bir şahsiyet olabileceği bir ihtimal olarak düşünülebilir. Dede Korkut’un 295 yıl yaşadığı, Hazreti Muhammed’e elçi olarak gönderildiği, Oğuzlar arasında İslâmiyet’i yaydığı da söylentiler arasındadır. Siriderya kıyısında, Derbend yakınlarında, Cebel-i Erbain’de ve Ahlat’ta Dede Korkut’a ait olduğu iddia edilen mezarlar vardır. Dede Korkut Kitabı’nın içinde yer alan hikâyeler şunlardır: Dirse Han Oğlu Boğaç Han destanı, Salur Kazan’ın Evinin Yağmalandığı Destanı, Kam Püre’nin Oğlu Bamsı Beyrek Destanı, Kazan Bey Oğlu Uruz Bey’in Esir Olduğu Destanı, Duha Koca Oğlu Deli Dumrul Destanı, Kanglı Koca Oğlu Kan Turalı Destanı, Kazılık Koca Oğlu Yigenek Destanı, Basat’ın Tepegöz’ü Öldürdüğü Destanı, Begil Oğlu Emre’nin Destanı, Uşun Koca Oğlu Segrek Destanı, SalurKazan Esir Olup Oğlu Uruz’un Çıkardığı Destanı, İç Oğuz’a Dış Oğuz’un Asi Olup Beyreğin öldüğü Destanı. Bütün bu destanların haricinde kitabın baş tarafında “Besmele” ile başlayan bir “Mukaddime” vardır.
- Köroğlu Destanı
Türk Destanları Ana Sayfası Geredeli Celâlî Köroğlu Ali Ruşen’in şahsiyeti etrafında meydana gelen bu destan, Dede Korkut Destanları gibi, Oğuz Türklerinin, başka bir deyişle Batı Türklerinin üç ayrı ülkede yaşayan torunlarının müşterek millî destanları özelliğini kazanmıştır. Köroğlu Destanı daha 17. yüzyılda İran Türkleri arasında yayıldı ve onlar tarafından da ilgi ile karşılandı. O derecede ki, onların da millî destanları haline geldi. Destanın ortaya çıkışı hakkında çeşitli araştırmacıların değişik görüşleri vardır. Fuad Köprülü ve Zeki Velidî Togan, Göktürkler zamanında Oğuzlarla Sasanîler arasındaki savaşların, Ziya Gökalp ise Gazneli Mahmud ile onun nedimi Ayvaz’ın başından geçen olayların Köroğlu rivâyetlerinin kaynağı olduğunu kabul ederler. Bazı yerli belgelerde Köroğlu’nun Celâlî Ayaklanmaları’na katılanlar arasında bulunduğu belirtilmiştir. Onun İranlı ya da Ermeni olduğunu ileri süren yabancı araştırmacılar da olmuştur. Prof. Dr. Faruk Sümer’in Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde bulduğu 1580-85 arasında yazılmış belgelerde, Köroğlu’nun adının Ruşen olduğundan, Gerede ve çevresinde devlete karşı ayaklandığından söz edilmektedir. Faruk Sümer, onun daha sonra Sivas-Tokat yolu üzerindeki Çamlıbel’e yerleşerek gelip geçen kervanlardan “bac” (haraç, vergi) aldığı görüşündedir. Köroğlu Destanı’ndaki bazı motifleri dikkate alırsak, hikâyenin aslında çok eskilere dayandığı, daha sonra uğradığı değişiklik ve eklemelerle gelişerek, 16. yüzyılda gerçekten yaşamış Ruşen adındaki Celâlî’nin şahsında bir kahraman durumuna geldiği, kahramanın ölümünden sonraki 17. yüzyılda da tam bir destan olarak halk arasında dolaşmaya başladığı anlaşılmaktadır. Balkanlar’dan Orta Asya’ya kadar yayılmış olan bu destanın konusu kısaca şöyledir: “Bolu Beyi, seyisi Yusuf’u kendisine cins atlar bulup getirmekle görevlendirir. Ama onun cins at olarak getirdiği, henüz gelişmemiş cılız bir kısrağı görünce öfkelenerek seyisin gözlerine mil çektirir. Yusuf’un oğlu Ruşen Ali bu olayın ardından yörede Köroğlu namıyla anılmaya başlar. Babasının gözlerinin açılmasını sağlayacağı ileri sürülen üç köpüğü almak için Aras Irmağı’na gider. Ama köpükleri kendisi içer. Böylece yiğitlik ve şairlik gücü kazanır. Bu arada babasının da yardımlarıyla, cılız hayvanı bakıp besleyerek yağız bir at haline getirmiştir. Babası gözleri açılmadan ölünce Köroğlu onun öcünü almaya ant içer. Çamlıbel’e yerleşir ve Bolu Bey’ine karşı savaşa girişir. Deli Hoylu, Demircioğlu, Kiziroğlu Mustafa, Koca Bey, Köse Kenan, Reyhan Arap gibi ünlü yiğitleri kendine bağlar. “Kır At” diye andığı atı ve yiğitleriyle birlikte girdiği bütün mücadeleleri kazanır. Ezilen halkın gözünde bir kahraman durumuna yükselir.” Köroğlu Hikâyesi, Anadolu dışında Azerbaycan, İran, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan ve Balkanlar’da da bilinir. Osmanlı Devleti, 16. yüzyılın sonlarında eski sosyal düzeninin yıkılmasına engel olamamış, devlet kudretini kaybetmiş ve Türk halkı zayıf ve yoksul düşmüştür. İşte Köroğlu bu mustarip cemiyetin destanıdır. Celâlî Köroğlu’nun şahsında halk Osmanlı’ya başkaldırışını dile getirmiştir. Köroğlu, halkın gözünde, devletin sağlayamadığı sosyal adaleti sağlayan, zenginden bileğinin hakkıyla aldığını fakirleşen halka dağıtan bir kahramandı. Kahramandan da öte, devletin görevini üstlenmiş bir güç timsaliydi.
- Hz. Ali Destanları
Türk Destanları Ana Sayfası “Hazret-i Ali Destanı”, halk arasında “Hazret-i Ali Cenkleri” olarak da bilinir. (Hazret-i Ali Kan Kalesi Cengi, Haz- ret-i Ali Gülistan Kalesi Cengi, Hazret-i Ali Hayber Kalesi Cengi, Hazret-i Berber Kalesi Cengi, vs. …) Türkler, İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra peygamberleri Hazret-i Muhammed’e duydukları saygı ve sevginin yanında; Hazret-i Peygamber’in amcasının oğlu ve damadı olan Ali’yi de aynı sevgi ve muhabbetle bağrına basmıştır. Müslüman Türkler Ali’yi “Allah’ın Arslanı” lâkabıyla ifade etmişlerdir. Hazret-i Ali Destanı ya da Hazret-i Ali Cenkleri’nin kim tarafından kaleme alındığı kesin olarak bilinmemektedir















