Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Fiillerin (Eylemlerin) Yapısı
Basit Fiiller Türemiş Fiiller Birleşik Fiiller Kurallı Birleşik Fiiller Özel Birleşik Fiiller Yardımcı Eylemle Yapılmış Birleşik Fiiller Anlamca Kaynaşmış Birleşik Fiiller Deyim Biçiminde Birleşik Fiiller Eylemler yapılarına göre üçe ayrılır: I. Yalın (yalınç, basit, kök, asıl) eylemler II. Türemiş eylemler III. Birleşik eylemler Basit (Yalın) Fiiller Aslında eylem olan; başka bir sözcükten türememiş, başka bir sözcükle birleşmemiş eylemlerdir. Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır; Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır: (Tevfik Fikret) Gel, gör, oku, aldım, yazacaksın, istemiyorum, kalsınlar... Bir eylemin sonundaki ekler (kip, kişi ekleri) atıldığında geriye kalan kısım, başka bir sözcükten ekle türememiş ve birleşme yoluyla var olmamışsa kök; yani asıl eylemdir. Asıl eylemler hece bakımından şöyledir: Bir heceliler: at-, al-dılar, kork-mayınız, gör-müşler, dur-, koş-... İki heceliler: oku-, işit-, ara-, kavra-dı, düşün-müyor, iste-mişler... Türemiş Fiiller Doğru-l-du, us-lan-mış, mor-ar-mak, tık-ır-da-dı... Bu örnekler adlardan, sıfatlardan, yansımalardan çeşitli eklerle türemiştir. Birleşik Fiiller İki ya da daha çok sözcükle birleşmiş eylemler sayıca çoktur. Bunlar yapılışlarına, kurala bağlanıp bağlanmadıklarına göre üçe ayrılır: I. Kurallı birleşik eylemler II. Anlamca kaynaşmış birleşik eylemler III. Deyim biçiminde öbekleşmiş eylemler (eylem öbekleri) 1. Kurallı Birleşik Eylemler Kurallı birleşik eylemler iki ana grupta incelenebilir: • Özel birleşik eylemler • Yardımcı eylemlerle yapılmış birleşik eylemler Özel Birleşik Eylemler Özel birleşik eylemler beş türlüdür: • Yeterlik eylemi • Tezlik eylemi • Sürerlik eylemi • İsteklenme eylemi • Yaklaşma eylemi Yeterlik Eylemi: “Bil-” eylemine -a, -e ekinin gelmesiyle yapılır. Ehliyetli ve mütevazı olmak güç değildir; güçlük hem ehliyetsiz hem mütevazı olabilmektedir. (Cenap Şahabettin) Ali, Horoz’la arkadaşının çabucak savuştuklarını gördükten sonra güçlükle yerinden kalkabildi. (Orhan Hançerlioğlu) Trene yetişebildiniz mi? Orhan da gelebildi mi? O kitabı okuyabildiniz mi? Bunu söyleyebilmek için iyice incelemek zorundayız. Bu birleşmede “bil-” eylemi kendi sözlük anlamından tamamen uzaklaşarak birleştiği gövdeye; • Gücü yeterlik, başarma anlamı katar: Orhan bu masayı kaldırabilir (= Kaldırmaya gücü yeter). Beş yaşında; gazete okuyabiliyor (= Okumayı başarıyor). • Temel eyleme olasılık anlamı katar: Bütün bu koşullardan daha acıklı ve daha korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler. (Söylev, Atatürk) • Geniş zaman kipinin sorulu biçimi ses tonuyla “İzin verir misiniz?” anlamlı çok ince bir dilek anlamı taşır: Odanıza girebilir miyim?... • Aşağıdaki örnekte yeterlik anlamı katmerleşmiştir: Hem gücü yetmezlik hem de yapmamak olasılığı birleşiyor: İngiliz adaları halkı kadar ileri demokrasiyi gerçekleştiremeyebiliriz. Ama bizzat kendimizden de geri kalmamız için sebep var mıdır? (Falih Rıfkı Atay) • Bütün eylemlerde olumsuzluk eki -mA’dır. Her eylem bu ekle olumsuzlaşır. Bu genel kurala uygun olarak yeterlik eylemlerinde de olumsuzluk eki -mA’dır. Yalnız yeterlik eyleminin olumsuzlaşmasında şöyle bir özellik daha vardır: Yeterlik eyleminin olumsuzunda -mA gövdeyi kuran eylemlerden birincisine eklenen -e, -a’dan sonra gelir: görebildi - göremedi, yazabilecek - yazamayacak, okuyabilmiş - okuyamamış... Biri ecdadıma saldırdı mı, hatta boğarım. - Boğamazsın ki? Hiç olmazsa yanımdan koğarım. (Mehmet Akif Ersoy) Yeterlik eyleminin olumsuzluğunda bil- eylemi kullanılmaz; fakat sözcükleri birleştirmeye yarayan geniş ünlü /e/, /a/ gövdede kalır. Olumsuz gövdelerde -mA’dan önce görülen bu /e/, /a/ hem biçimce birleşikliği hem de anlamdaki yeterlik kavramını göstermeye yarar. Yalın eylemlerin olumsuzlarından yeterlik eylemlerinin olumsuzlarını ayırmaya yarayan da bu /e/, /a/’dır: girmez-giremez, indirmez-indiremez, okumayacak-okuyamayacak... Girmeden tefrika bir millete düşman giremez; Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez. (Mehmet Akif Ersoy) Tezlik Eylemi: -i eki ve “ver-” eylemiyle oluşan eylemlerdir. Geç kalmam, geliveririm. Daha çok gecikmeyiniz. Yazıveriniz... Üzülür diye söyleyivermekten çekindim. Gençsiniz; yorulmadan pazara gidip geliverirsiniz... Bu birleşmede “ver-” eylemi kendi sözlük anlamından sıyrılarak birleşik gövdeye tezlik, çabukluk, apansızlık anlamı katmıştır: Geliveririm. = Çabuk gelirim. Yazıveriniz. = Çabuk yazınız. Koşuverdi. = Hemen koştu. • Aşağıdaki örnekte tezlik anlamı biraz daha azalmış, yerine önemsizlik, gelişigüzellik anlamı gelmiştir: İşte şurada şuracıkta... Arada cam olmasa elini uzatıverecek, ona dokunuverecekti. (Peyami Safa) Adapazarı treni kaçta gelir? Yarın öğreniver. (Refik Halit Karay) Derken Türklerin Asya’daki şarap şehri olan Fergana’dan tutturur, ilk şölenlere geçer, peder-şahi aileden asr-ı hazıra kadar uzanıverirdi. (Yahya Kemal Beyatlı) • Emir kiplerinde dilek anlamı sezilir: Sana bin kerre dedim koşma, yavaş git yaramaz! Haydi kalk ağlama, söz dinlesen olmaz mı biraz? Silkiver üstünü Ahmet bakıver ağlamasın. (Mehmet Akif Ersoy) • Tezlik eyleminin olumsuzu: Kapıyı açıvermedi, Gelivermezse ne yaparız? Gidivermemiş... Yukarıdaki örneklerde olumsuzluk eki -mA, birleşik tabanın sonuna gelmiştir; tezlik anlamı açıktır. Kapıyı açmayıverdi, Gelmeyiverirse ne yaparız? Gitmeyivermiş... Yukarıdaki örneklerde ise olumsuzluk eki -mA, birinci eylemin sonuna gelmiştir; önemsizlik, önem vermeyiş anlamı vardır. Sürerlik Eylemi: Eylem tabanına -a, -e eki ile “kal-, gel-, dur-” eylemlerinden birinin eklenmesiyle oluşan eylemlerdir. Uçağı kaçırınca arkasından bakakaldı. Yorgundum; uyuyakalmışım. Yıllardan beri okunagelen kitaplar... Şehrin en güzel yerinde başlanan otel, iskelet olarak kalakalmıştır. (Falih Rıfkı Atay) Kadınlar derin derin birbirinin yüzüne bakışakaldılar. (Cadı, Hüseyin Rahmi Gürpınar) Bedihe ile Kadir şaşırakaldılar. (Billur Kalp, Hüseyin Rahmi Gürpınar) Tepeden kuyruğu dikmiş inedursun danalar. (Mehmet Akif Ersoy) Bu yöntem birçok eğitimci tarafından yıllardır uygulanagelmiştir. Örneklerde olduğu gibi “kal-, gel-, dur-” eylemleri sözlük anlamlarından uzaklaşarak birleştikleri gövdeye sürerlik anlamı katmıştır. • Sürerlik eylemlerinde, anlam gerektirdikçe, gövdenin ikinci eylemleri olumsuzlaşmaktadır: Uyuyakalmasın. Koşup durmasın. Alıkoymayınız. • Kimi örneklerde birinci eylemlerin de olumsuzlaştığı görülür: Bir milletin başına büyük bir felaket gelmeyedursun; bütün ahlak ve karakter değerleri öylesine karışıyor ki... (Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu) İsteklenme Eylemi: -eceği yapılı eylemsi ve o anlama gelen -esi yapılı sözcükler “gel-” eylemiyle öbekleşmektedir. Bu, bir özne ile yüklem öbekleşmesi olmakla birlikte aynı zamanda bir isteklenme anlamı da taşımaktadır. Göreceği gelmek, göreceğim geldi... ... Ona adeta acıyasım geldi. (Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Ata binesim geldi Köye gidesim geldi. (Bir Halk Türküsü) Gönlümü yâre salasım geldi Bahrine aşkın dolasım geldi. (Kuddusi, XIX.) • İsteklenme eylemlerinde olumsuzluk eki gövdelerin sonuna gelir: Göreceğim gelmedi. Yaklaşma Eylemi: Eylem tabanlarına bir düz geniş ünlü /e/, /a/’dan sonra “yaz-” eyleminin eklenmesi ile oluşan eylemlerdir. 1918’de İstanbul elimizden gideyazdı. (Falih Rıfkı Atay) Ayağım kaydı; düşeyazdım. Bardak kırılayazdı. Bayılayazmak Öleyazmak... • “Yaz-” eylemi, sözlük anlamından sıyrılarak birleştiği gövdeye “yakınlık” anlamı katar: Düşeyazdım. = Az kalsın düşüyordum. Yardımcı Eylemlerle Yapılmış Birleşik Eylemler Ad soylu sözcüklere iş, hareket, oluş, kılış, yargı anlamı katan; asıl görevi bu olan sözcüklere yardımcı eylem denir. Düşkünlere yardım etmeliyiz. Sabret, muvaffak olursun. Tanrı muvaffak eylesin!.. Bir rahm kılmadın ciğeri kan alanlara Gurbette rüzgârı perişan olanlara. (Fuzuli XVI.) Yardımcı eylemlerin başlıcaları şunlardır: Et-, eyle-, ol-, kıl-. “Et-” Yardımcı Eylemiyle Yapılan Birleşik Eylemler: Dilimizde yardımcı eylemlerle yapılmış birleşikler çoktur. Türkçe ad soylu birçok sözcük yardımcı eylemlerle birleştiği gibi yabancı birçok ad ve sıfat da bu biçimde birleşik eylem kurmaya yarar. Daha çok addan, ad soylu sözcüklerden birleşik eylemler yapılır. Aşağıdaki örneklerin hepsi de “et-” eylemiyle yapılmış birleşiklerdir. İşi berbat etti. Oyun etmiş. Göz ediyor. Telefon edelim. Orhan’ı yolcu ettik. Çalışan kol toprağı altın eder. Sonunda herkesi memnun edebildim. İki saatten beri bir tepe üzerinde Adana ovasını seyrediyordum. (Reşat Nuri Güntekin) • Yardımcı birleşik eylemlerin yabancı sözcüklerle birleşenlerine de sıklıkla rastlarız: sipariş et-, icap et-, tasviye et-, ikram et-, protesto et-, boykot et-... • “Et-”le birleşen, kimi sözcüklerin son harşeri ikizleşir: his - hissediyor, zan - zannederim... • “Et-”le birleşen kimi Arapça sözcüklerin ikinci hecelerinde bulunan dar ünlüler düşer: şükür - şükredelim, sabır - sabrediniz, kayıp - kaybetti, keşif - keşfetmiş, seyir - seyrediyordum, deŞ - defet... • İki sözcük birleşirken bir ses olayı olduysa sözcükler bitişik yazılır: şükür - şükredelim, sabır - sabrediniz, kayıp - kaybetti, keşif - keşfetmiş... • İki sözcük birleşirken bir ses olayı yoksa ayrı yazılır: yardım et-, gayret et-, sarf et-, terk et-... “Ol-” Yardımcı Eylemiyle Yapılan Birleşik Eylemler: Sözcükler “ol-” eylemiyle de birleşik eylem kurarlar. Tanrı’ya şükrolsun; düşmanlarımız mahvoldu... Hastamız iyi oldu. Memnun oldum... • İki sözcük birleşirken bir ses olayı olduysa sözcükler bitişik yazılır: his - hissolunan, kahır - kahrolsun!... İki sözcük birleşirken bir ses olayı yoksa ayrı yazılır: Var ol!, Mevcut olan... “Eyle-” Yardımcı Eylemiyle Yapılan Birleşik Eylemler: Sözcükler bazen “eyle-” eylemiyle de birleşik eylem kurarlar. Ancak kullanımları azdır. Canı canan dilemiş vermemek olmaz ey dil Ne niza eyleyelim ol ne senindir ne benim. (Fuzuli, XVI.) Mevla görelim neyler; neylerse güzel eyler. “Eyle-” sözcüğüne daha çok eski metinlerde rastlanır. Günümüzde azalmış, yerini “et-” eylemine bırakmıştır. “Kıl-” Yardımcı Eylemiyle Yapılan Birleşik Eylemler: Daha çok eski edebiyatımızda örneklerine rastladığımız, günümüzde kullanımı yok denecek kadar azalmış yardımcı eylemlerden biri de “kıl-” sözcüğüdür. Esir-i cam olan rinde hakaretle nazar kılma Ki her rind-i bela-keş kendi vadisinde bir Cem’dir. (Ruhi, XVI.) Ger ölümden kurtulam dersen yürü var âşık ol Döne döne aşk oduyla cism ü canı kıl kebap. (Niyazi, XVI.) 2. Anlamca Kaynaşmış Birleşik Eylemler Anlamca kaynaşmış birleşik eylemler iki ana grupta incelenebilir. • Sözcüklerden ikisi de kendi sözlük anlamlarından sıyrılmış, başka anlamlı bir gövde kurmuşlardır: alıkoy-, elver-, öngör-, aşer-, varsay-, vazgeç-... Hiç, hiçbir şey onları zevklerinin en küçüğünden alıkoymaz. (Falih Rıfkı Atay) Ya Rab çekemem bu ıstırabı, Hatta çekemem huzur u habı Tebdil buyur bu hali artık; Elverdi bu gördüğüm karanlık. Kabrinde onun beni şehit et; Elverdi türabının azabı. (Makber, Abdülhak Hâmit Tarhan) • Yalnız ikinci sözcükler, sözlük anlamlarından uzaklaşmıştır. Bununla birlikte anlamca birleşmişlerdir: hasta düş-, yorgun düş-, hoş gör-... Terli iken soğuk su içtiği için hasta düştü. Dün hastanede karyoladan bir hasta düştü. Yukarıda birinci örnekteki “hasta” sözcüğü tek başına cümlenin bir ögesi değildir; “düş-” eylemi ile anlamca kaynaşıp birleşik bir eylem oluşturarak cümlenin yüklemi olmuştur. Oysa ikinci örnekteki “hasta” cümlenin öznesidir. 3. Deyim Biçiminde Öbekleşmiş Birleşik Eylemler Konuluş, yapılış anlamlarından uzaklaşan, sözlük anlamlarını düşündürmeden kullanılan kalıplaşmış birçok söz öbeği vardır. Bunlara deyim denir. Sonuna ad-eylem eki -mek, -mak’ı alabilen tüm deyimler, deyim biçiminde öbekleşmiş birleşik eylemdir: gönül ver-, diş bile-, yüzü gül-, etekleri zil çal-, can çekiş-...
- Şeyhülislâm Yahyâ
İstanbul’da 1552’de doğdu. Şeyhülislam Ankaralı Bayramzade Zekeriya Efendi’nin oğlu. İyi bir öğrenim gördü ve devlet hizmetinde hızla yükseldi. Bir süre medreselerde görev aldı. Halep, Şam, Mısır, Bursa, Edirne kadılıkları yaptı. İstanbul’da da bir yıl kadılık yaptı. Anadolu ve Rumeli kazaskerliği görevlerine getirildi. 1622’de de bir yıllığına Şeyhülislam yapıldı. 2 yıl sonra bu kez 7 yıllığına yine Şeyhülislam oldu. IV. Murat döneminde bu görevden çekilmek zorunda kaldı. Üçüncü kez Şeyhülislam görevine getirildi ve ölüm tarihi olan 1644’e kadar bu görevde kaldı. 3 kasidesi, bir na’t, bir sakiname ve bir tahmis dışında divanı tümüyle gazellerden oluşur. Kendinden sonraki divan şairlerine örnek olmuştur. Dili temiz, söyleyişi zarif ve hayal bakımından zengindir. Esprili şiirleriyle bilinir. Bir devlet adamı olarak halk tarafından da çok sevilirdi. GAZEL Aşka kâbil dil mi yok şehr içre yâ dilber mı yok Mest yok meclisde bilmem mey mi yok sâgar mı yok Gonca-i dil açılıp hâtır nice şâd olmaya Bâğda güller mi yok gülşende bülbüller mi yok Görmeziz bir dil ki tûtî gibi güftâr eyleye Söyledir mi yok cihânda bilmezin söyler mi yok Sengden dil kem mi yâ seng-i siyâhı la’l eder Afitâb-i feyz-bahşâ-yı bülend-ahter mi yok Niçin ebkâr-i ma’ânî beslemez erbâb-i nazm Yoksa Yahyâ gibi üstâd-i sühan-perver mi yok GAZEL İrdi bahâr sen dahi şâd olmadın gönül Güllerle lâlelerle güşâd olmadın gönül Ol şâh-ı hüsn nice bilür kıymetin senin Bazâr-ı aşk içinde mezâd olmadın gönül Fevt itme nâ-murâdlığın bâri neşvesin Çün bâde nûş-i bezm-i murâd olmadın gönül Bîgânelikle yâd ider oldu rakîbi yâr Şükr it Cenâb-ı Hakk’a ki yâd olmadın gönül Ol şâh-ı hüsnün iremedin pây-bûsuna Yahyâ gibi ki hâk-nihâd olamadın gönül GAZEL Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler Uslanmadı gitti gör o dîvâne disünler Peymânesini her kişi doldurmada bunda Şimden gerü bu meclise mey-hâne disünler Dil hânesi yık koma taş üstüne bir taş Sen yap anı iler ana vîrâne disünler Gönlünde senin gayr ü sivâ sureti n’eyler Lâyık mı bu kim Kâ’be’ye büt-hâne disünler Yahyâ’nın olup sözleri hep sırr-ı mahabbet Yarân işidüb söyleme yabane disünler ÎDİYE Salınsun îd irişdi yine hubânı Stanbul’un Yine ârâte olsun kahramanı Stanbul’un Safâlar kesbidüp uşşâk olunsun merhabâ yer yer Vefâ meydânına gelsun cevânânı Stanbul’un Döner hûrşid-i âlem-tâbına gerdûn-ı gerdânun Binüp dolaba her bir mâh-tâbânı Stanbul’un Semend’i nâz ile yüğrük cevânlar seyre çıksunlar Pür olsun hûblarla Atmeydânı Stanbul’un Bu şi’run hak budur Yahyâ ki gayet bînazîr oldu Pesend eylerse lâyık ehl-i irfânı Stanbul’un
- Cenap Şehabettin
1870 yılında Manastır'da doğdu. Askerî okullarda okudu. Askerî Tıbbiyeyi bitirdi. Paris'te ihtisasını tamamladı. Çeşitli yerlerde hekimlik yaptı. Emekli olduktan sonra Darülfünûn'da Türk Edebiyatı Tarihi derslerini okuttu. Fransız sembolizmi etkisinde kaldı. Servet-i Fünûn dergisinde yazdı. 1934 yılında öldü. Edebi Kişiliği 1. Servet-i Fünun edebiyatının Tevfik Fikret'ten sonraki en önemli şairi olan Cenap Şehabettin, özel bir öğrenim görmüş, bu dönemin çığır açıcı örneklerini veren şair ve yazarı olmuştur. 2. Asıl mesleği hekimlik olmasına rağmen eğitim için gönderildiği Paris'te tıptan çok, şiirle ilgilenmiştir. Parnasizm ve Sembolizm gibi şiir akımlarını öğrenmiş; yurda dönünce Parnasizmin edebiyatımızdaki ilk örneklerini vermiş, Sembolizmin de öncülerinden olmuştur. 3. Cenap Şehabettin, sanat için sanat anlayışını benimsemiştir. Şiirlerinde sosyal konulara hiç değinmemiş, sadece kişisel konuları işlemiştir. Aşk ve tabiat onun şiirlerinin en önemli konularıdır. 4. Nazım biçimi olarak serbest müstezatı ilk ve en iyi o kullanmıştır. 5. Şiirlerindeki karamsarlı ve iç ahenk ondaki sembolizmin bir göstergesidir. 6. Şiirlerinde ahenge ve musikiye büyük önem vermiş; ahenk oluşturacak kelimeleri özenle seçmiştir. Bu yönüyle sembolist, biçim güzelliğine önem verdiği ve toblu çizer gibi şiir yazdığı için parnasyen bir şairdir. Ona göre şiir, sözcüklerle yapılmış bir resimdir. 7. Cenap Şehabettin, düzyazılarında nükteye, söz oyunlarına, zeka gösterişine önem vermiştir. Özgünlüğü çok önemsemiş, düzyazılarında da toplumcu bir anlayış yoktur. 8. Dil bakımından Servet-i Fünun anlayışına bağlıdır. Sanatlı ve ağır bir dil kullanmıştır. Eserleri: Şiir: Tâmât (1887), Seçme Şiirleri (1934, ölümünden sonra), Bütün Şiirleri (1984, ölümünden sonra) Tiyatro: Körebe (1917) Düzyazı: Hac Yolunda (1909), Evrak-ı Eyyam (1915), Afak-ı Irak (1917), Avrupa Mektupları (1919), Nesr-i Harp, Nesr-i Sulh ve Tiryaki Sözleri (1918), Vilyam Şekispiyer(1932)
- Cumhuriyet Döneminde Saf Şiir (Öz Şiir)
Türk edebiyatında “Saf Şiir” (Öz Şiir) eğilimi Ahmet Haşim’in “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” adlı makalesiyle (Türk edebiyatında ilk poetika örneği kabul edilir.) başlar. Sanatın bir form sorunu olduğuna inanan bu şairler için önemli olan iyi ve güzel şiir yazmaktır. • Milli Edebiyat Döneminin şiir hareketleri bu dönemin oluşmasında etkili olmuştur. • Şiir dili her şeyin üzerindedir. • Şiir bir biçim (form) sorunudur. Ahenk söyleyiş tarzı, ritim, kafiye ile sağlanır. • Amaç iyi ve güzel şiir yazabilmektir. • Dilde saflaşma, sadeleşme görülür. • Şiir, soylu bir sanat olarak kabul edilir. • En değerli şey dizedir. • Şairlerin kendilerine özgü bir imge düzenleri vardır. • İçsel bir yaklaşımla insan anlatılır. • Şiirin toplum için değil sanat için olduğunu iddia ederler ve şiirlerini sanat için yazarlar. • Şiirler ideolojinin esiri olmamalıdır. • Güzel şiir ancak çalışarak elde edilir. • Milli Edebiyat Döneminin şiir hareketleri bu dönemin oluşmasında etkili olmuştur. • Şiir dili her şeyin üzerindedir. • Şiir bir biçim (form) sorunudur. Ahenk söyleyiş tarzı, ritim, kafiye ile sağlanır. • Amaç iyi ve güzel şiir yazabilmektir. • Dilde saflaşma, sadeleşme görülür. • Şiir, soylu bir sanat olarak kabul edilir. • En değerli şey dizedir. • Şairlerin kendilerine özgü bir imge düzenleri vardır. • İçsel bir yaklaşımla insan anlatılır. • Şiirin toplum için değil sanat için olduğunu iddia ederler ve şiirlerini sanat için yazarlar. • Şiirler ideolojinin esiri olmamalıdır. • Güzel şiir ancak çalışarak elde edilir. Öz Şiir Anlayışını Sürdüren Şairler ve Edebi Topluluklar NECİP FAZIL KISAKÜREK (1905-1983) • Şiirleri ve tiyatrolarıyla ün kazanmış usta bir yazardır. • “Büyük Doğu” ve “Ağaç” dergilerini çıkarmıştır. • Fransız sembolistlerinden ve halk şiirinden yararlanarak heceyle kendine has, başarılı şiirler yazmıştır. • İlk dönem şiirlerinden sonra mistik konuları, madde ve ruh ilişkisini, insanın evrendeki yerini konu edinen şiirler yazmıştır. • “Kaldırımlar” şiiriyle geniş bir kesim tarafından tanınmış ve sevilmiştir. • Şiirlerini “Çile” başlığı altında bir kitapta toplamış ve bu kitapta şiir anlayışını düzyazı olarak anlatmıştır. Eserleri: Şiir: Çile, Kaldırımlar, Sonsuzluk Kervanı, Örümcek Ağı, Ben ve Ötesi, Şiirlerim, Esselam, Mukaddes Hayattan Levhalar Tiyatro: Künye, Sabırtaşı, Tohum, Ahşap Konak, Nam-ı Diğer Parmaksız Salih, Bir Adam Yaratmak, Reis Bey, Para, Mukaddes Emanet, Yunus Emre, Kanlı Sarık, İbrahim Ethem, Abdülhamit Han, Siyah Pelerinli Adam Hikâye: Birkaç Hikâye Tahlil, Ruh Burkuntularından Hikâyeler Roman: Aynadaki Yalan İnceleme-Monografi: Namık Kemal, İlim Beldesinin Kapısı Hazreti Ali, Son Devrin Din Mazlumları, Ulu Hakan II. Abdülhamit Han Makale-fıkra: At’a Senfoni, Çerçeve, Halkadan Parıltılar, 1001 Hadis, Cinnet Mustatili, Büyük Doğu’ya Doğru, Büyük Kapı, Peygamber Halkası, İdeolagya Örgüsü, Çöle İnen Nur, Hacdan, Hitabe Anı: Yılanlı Kuyudan, Babıâli Otobiyografi: Kafa Kâğıdı AHMET HAMDİ TANPINAR (1901-1962) • Şiir, öykü, roman, edebiyat tarihi, makale, deneme alanlarında eserler vermiştir. • Eserlerinde Doğu-Batı çatışması, “rüya” ve “zaman” kavramları, “geçmişe özlem”, “mimari” ve “musiki” öne çıkar. • “Ne içindeyim zamanın! Ne de büsbütün dışında” dizeleri onun zamanı kavrayışının özünü vermektedir. • “Bursa’da Zaman” şiiri geniş bir kesim tarafından sevilmiştir. • Ahmet Haşim’in özellikle de Yahya Kemal’in etkisinde kalmış, Sembolizmden etkilenmiştir. • Romanlarında psikolojik tahlillere önemle eğilen yazarın; kendine has bir üslubu vardır. • Yazarlığı dışında İstanbul Üniversitesi’nde edebiyat profesörlüğü, milletvekilliği de yapmıştır. • “Beş Şehir” adlı önemli deneme kitabında Ankara, Erzurum, Bursa, Konya ve İstanbul’u anlatmıştır. • “Huzur” romanı, aşkı, psikolojiyi ve Doğu-Batı karşıtlığını içerir; roman kişilerinin adlarının verildiği dört bölümden oluşur: İhsan, Nuran, Suat ve Mümtaz. Eserleri: Roman: Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Sahnenin Dışındakiler, Mahur Beste, Aynadaki Kadın Şiir: Şiirler Öykü: Abdullah Efendi’nin Rüyaları Deneme: Beş Şehir, Yaşadığım Gibi Araştırma: 19. Asır Türk Edebiyatı, Tevfik Fikret, Yahya Kemal, Edebiyat Üzerine Makaleler AHMET MUHİP DIRANAS (1908-1980) • Şiirleriyle tanınmakla birlikte tiyatro eserleri de vardır. Fransız sembolizmiyle Türk şiir geleneğini başarıyla kaynaştırmıştır. • Hece ölçüsüyle biçimsel mükemmelliğe önem verdiği şiirler yazmıştır. Aşk, insanın iç dünyası gibi bireysel duyguları işlemiştir. • Kar, Olvido, Ağrı ve Fahriye Abla şiirleriyle sevilmiştir. Eserleri: Şiir: Şiirler Oyun: Gölgeler, O Böyle İstemezdi CAHİT SITKI TARANCI (1910-1956) • Otuz Beş Yaş, Desem ki ve Gün Eksilmesin Penceremden şiirleriyle tanınır. • Şiirlerinin çoğunda ölüm konusunu işlemiştir. • Romantizm ve sembolizmden etkilenmiştir. • Hece ölçüsüyle yazdığı şiirleri de serbest şiirleri de vardır. • Şiirde biçime, kafiyeye ve ahenge önem vermiştir. Eserleri: Şiir: Otuz Beş Yaş, Düşten Güzel, Ömrümde Sükût, Sonrası Mektup: Ziya’ya Mektuplar YEDİ MEŞALECİLER 1928 yılında ortaya çıkan bu topluluk, şiir ve yazılarını “Yedi Meşale” adlı kitapta toplamışlardır. Türkiye’de Cumhuriyet döneminde “sanat sanat içindir” deyip öz şiir anlayışını benimseyen ilk grup Yedi Meşaleciler’dir. Bunlara göre şiir hiçbir fikir ve ideolojinin hizmetinde kullanılamazdı. Gerçek şiir, sanat için yazılan, samimi ve yenilik dolu olan şiirdir. Yedi Meşalecilerin özellikleri şunlardır: • Sanat, sanat için olmalıdır. • Edebiyatta taklitten kaçınılmalı, daima yenilik, içtenlik, canlılık aranmalıdır. • Batılı ilkelerle sanat yapılmalı, geleneksel temalar yerine yeni temalar bulunmalıdır. • Şiirde konu zenginliği sağlamak için hayalden yararlanılmalıdır. • Şiirde hece ölçüsünü kullanmışlardır. • Çarpıcı imge ve benzetmelerle zenginleştirdikleri şiirleri, ustalıkla yapılmış birer tablo değeri taşır. • Fransız sembolistlerin etkisinde kalmışlardır. • Edebiyatımızda kısa süreli bir yankı uyandıran Yedi Meşaleciler, hedeflerine gerçekleştiremeden dağılmışlardır. Topluluğun Sanatçıları: SABRİ ESAD SİYAVUŞGİL (1907-1968) • İlgi çeken ev içi eşya ve tasvirlerinden sonra özellikle çevirileri ve edebiyatı yakından takip eden denemeleriyle edebiyatla olan bağlantısını sürdürdü. Psikoloji profesörü olarak ilmi çalışmalara kendisini verdi Şiirlerini Odalar ve Sofalar adlı kitapta topladı. YAŞAR NABİ NAYIR (1908-1981) • Şiirlerini Kahramanlar ve Onar Mısra adlı kitaplarda topladı ve diğer edebiyat türlerinde eserler verdi. 1933 yılında çıkarmaya başladığı Varlık dergisini ömür boyu devam ettirdi. Bu dergi Türk edebiyatının gelişmesinde, yeni kabiliyetlerin yetişmesinde ve tanıtılmasında önemli rol oynadı. Ayrıca Varlık yayınlarıyla da bir edebiyat kütüphanesi kurdu. MUAMMER LÜTFİ BAHŞİ (1903-1947) • Topluluğun dağılmasından sonra bütünüyle edebiyattan koptu. VASFİ MAHİR KOCATÜRK (1907-1961) • Şiirlerini Tunç Sesleri, Geçmiş Geceler, Bizim Türküler, Ergenekon adlı kitaplarda topladı. Asıl çalışmasını edebiyat tarihi ve incelemesine ayırdı. CEVDET KUDRET SOLOK (1907-1992) • Birinci Perde adlı kitabında şiirlerini topladı. Roman ve tiyatro türlerinde de eser veren Cevdet Kudret, okul kitapları ve edebiyat tarihimizle ilgili ciddi eserler yazdı. ZİYA OSMAN SABA (1910-1957) • Grubun şiire en sadık şahsiyeti oldu. Sebil ve Güvercinler, Geçen Zaman, Nefes Almak adlı kitaplarında şiirlerini toplayan Ziya Osman Saba hikâyeler de yazmıştır. Özellikle ev içi şiirler yazdı ve kendisinden daha kabiliyetli bir başka şaire, Behçet Necatigil’e örnek oldu. Şair yalnızlık duygusunu ve hatıraları şiirlerinde başarıyla dile getirir. Heceyi, duraklarında değişiklik yapmadan kılınır. Serbest şiir örnekleri de vermiştir. Ziya Osman, bütün insanların mutlu olduğu ve herkesin hoşgörü içinde yaşadığı bir dünya özlemiyle yaşar. Bu yönüyle Yunus Emre ve Mevlana geleneğinin modern çağdaki sesidir. KENAN HULUSİ KORAY (1906-1944) • İçlerindeki tek hikâye yazardır. Yaşadığı sürede beş hikâye kitabı yayınlamış, “Osmanoflar” romanı ve kısa hikâyelerinin birçoğu gazete sayfalarında kaybolup gitmiştir. Gazeteciliğinin de etkisiyle küçük hikâye tarzını benimseyen sanatçı, Cumhuriyet döneminde korku türünde örnekler veren ilk hikâyecidir. Önemli hikâyeleri: Bir Yudum Su, Osmanoflar, Bahar Hikâyeleri, Bir Otelde Yedi Kişi.
- Itri
Ramazan ve Kurban bayramlarında camilerde söylenen bir tekbir vardır; bilirsiniz.’’Allahû ekber Allahû ekber. Lâ ilâhe illallâhû Allahû ekber. Allahû ekber ve lillâhi’l hamd’’ diye müzikal bir biçimde söylediğimiz ve bizimle birlikte milyonlarca Müslüman insanın söylediği tekbirin bestecisi odur. O, yani Itrî. Sadece tekbir değil, segâh Mevlevi ayini ve Na’t-ı Mevlâna bestelerinin sahibi de yine odur. İslam dünyasında en çok tekrarlanan bu besteler, onu Türk müziğinin ünlü bestecileri arasına sokmuştur. Tabii yine onun bestelediği ve birçoğumuzun söylediği, ‘’Tuti-i mucize-guyem ne desem laf değil’’ şarkısını da unutmamak lazım. Bu şarkının sözleri ünlü şair Nef’î’ye aittir ve ‘’Ben mucizeler söyleyen bir papağanım; söylediklerime kulak ver, onları sıradan laflar zannetme!’’ demeye gelir. Asıl adı Mustafa olan ve Itrî mahlasını kullanan besteci, zengin bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da dünyaya gelmiştir. İyi derecede eğitim alan ve mahallesine yakın olan Yenikapı Mevlevihanesi’ne düzenli olarak giden Itrî, burada dinlediği dini ayinlerde musikiye karşı olan ilgisini canlı tutmuştur. Aynı zamanda güzel yazıya olan düşkünlüğü onun hat sanatına ilgi duymasını sağlamıştır. Genç yaşta musiki alanında üne kavuşan Itrî, o dönemde Osmanlı tahtında oturan Sultan 3. Mehmed’in dikkatini çekmişi üslup ve söyleyişindeki yenilik, nağmelerindeki yüksek tuh ve derin mana ile dinleyen herkesi hayran bırakmıştır. Böylece sık sık saraya davet edilen ve itibar gören Itrî, aynı zamanda Kırım Han’ı Selim Girat tarafından da saygı görmüştür. Padişahın bir arzusu olup olmadığını sorması üzerine Esiciler’in sorumluluğunu istemiş, böylece bir yandan hassas yüreğine uygun bir merhamet kapısı kendisine açarken diğer yandan İstanbul’a gelecek esirleri görüp, onlar sayesinde başka ülkelerin folklor müziklerini dinleyip öğrenme ve musiki yeteneği olanları alıp yetiştirme görevini kendisine ilke edinmiştir. Binin üzerinde semai ve kâr besteleyen sanatkar, cami ve Mevlevî müziğinde, söz ve saz müziğinde, türkü ve şarkı alanında önemli eserler ortaya koymuştur. Ancak ne acıdır ki İtrî’den günümüze yalnızca 42 beste kalmıştır. Bu bestelerden 10 tanesi dini içerikli, 4’ü saz eserleri,28’i de sözlü din dışı eserlerdir. Müzik hayatı dışında vaktinin büyük kısmını İstanbul surları dışındaki bahçesinde geçiren Itrî, bir bahçıvan olarak da maharetlidir. Çok zengin görünümlü köşkünün bahçesi dillere destan olmuş, çiçek ve meyveleri dilden dile dolaşmıştır. Marifetli bir çiçek ve meyve yetiştiricisi olduğunu gösteren Itrî, İstanbul’un meşhur Mustafabey armudunu yetiştirmiş ve bu armut onun adını alarak günümüze kadar ulaşmıştır. Ağzımıza armudun, kulağımıza tedbirlerin lezzetini bırakan bu büyük bestekâr, İstanbul’da vefat etmiştir. Klasik Türk musikisinin üstatlarından Itrî, eserleriyle devirler ve zevkleri aşarak muhteşem bir ses olarak günümüzde de önemini korumaktadır.
- Sıfat Tamlaması (Sıfat Takımı)
• Sıfatların asıl görevi adları tamlamaktır: engin deniz, kırmızı çiçek, yiğit Türk, on iki öğrenci, beşinci sınıf, birkaç kuruş, Mithat Paşa, Nasrettin Hoca... • Sıfatlar adılları tamlar: zengin kimseler... • Sıfatın adları ya da adılları tamlamasıyla ortaya gelen söz öbeğine sıfat tamlaması (sıfat takımı) denir. Sıfat tamlamaları, kuruluş eki almaz; bu bakımdan takısız ad tamlamasına benzer. aslan asker, altın kalem, demir bilek, yün kumaş... yiğit asker, güzel kalem, kuvvetli bilek, sağlam kumaş... Yukarıdaki örneklerden birinci satırdakiler takısız ad tamlamasıdır. İkinci satırdakiler ise sıfat tamlamasıdır. Bunlar, ancak tümleyen sözcüklerin çeşidine göre adlandırılır. Sıfat tamlamalarında sıfat önce, ad sonra gelir. Ancak sövme, aşağılama ve azarlamalarda sıfatın addan sonra geldiği de olur. Sonra gelen sıfat iyelik eki alır; bu suretle de belirtisiz ad tamlaması durumuna girer: Yalvardılar... Temür bedbahtı kendilerine uydurdular. (Aşıkpaşazade Tarihi, XV.) Bunları bizim hizmetçi budalası yapmış. Aykut yaramazı gene kitapları alt üst etmiş. Ad tamlamaları gibi durum ekleriyle de çekimlenirler: Temür bedbahtını, hizmetçi budalasına, Aykut yaramazından... • Sıfat tamlamaları -her tamlama bir ad sayıldığı için- ad tamlamalarında tümleyen ve tümlenen de olurlar: komşunun güzel evi, güzel evin kapısı, güzel evin açık kapısı... • Her tamlama -söz dizimi bakımından- bir bütün, bir ad sayılır ve çekimlenir: güzel kalem; güzel kalemleri, kalemlerinizi, kalemlerim, kalemlerini, kalemlerinden, kalemlere... Türer: yeni elbiseli çocuk • Bir sıfat, görevdeş birkaç adı niteler ya da belirtir: Geniş odalar, sofalar, salonlar pek güzel döşenmişti. Şu kitapları, defterleri, dosyaları yerlerine kaldırınız. • Durum ekleriyle çekimlenmiş sıfat tamlamalarının başka bir adı niteledikleri de görülür: Az sayıda arkadaşla gezmeye gittiler. • Bir tamlamada art arda birkaç sıfat gelebilir. Bir adı tamlayan sıfatlardan: Bir türden olanlar virgülle, uygun bağlaçlarla sıralanır: Uslu, terbiyeli, genç ve bilgili bir adam. Hem güzel hem kokulu gül... • Sıfatlar ayrı türlerden ise önce belirtme, sonra niteleme sıfatları gelir: Şu büyük bahçe... Her yiğit asker... Karşıdaki kırmızı ev... • “Bir” sözcüğünün belirtme görevine önem verilmek istenince sıfatların yerleri değişir: bir güzel çiçek - güzel bir çiçek bir çalışkan öğrenci - çalışkan bir öğrenci... Niteleme sıfatları birden fazla olunca ya da belirtmeyi güçlendirmek gerekince belirtme sıfatı sonra gelebilir ve böylece belirtmeye önem kazandırır: Yanımdaki uzun masaya, kadınlı erkekli on kişi birden geldi. (Aziz Nesin) Dar, kirli, bakımsız bu sokakları kim temizleyecek? Kırmızı kapılı şu ev... • Ortaç görevli niteleme sıfatları, belirtmelerden önce gelir: dün gelen iki konuk, uçaktan inecek her yolcu... Sizi arayan o adam gene geldi. • Tamlama kuran sıfatlarda sözcük vurgusu daha belirgin olur: coşkun dere, korkak çocuk, güzel çiçek, boş oda, hangi arkadaş...
- Faruk Nafiz Çamlıbel
Faruk Nafiz Çamlıbel, 1898 'de İstanbul'da doğdu. Babası, Orman ve Maadin Nezareti memurlarından, Süleyman Nazif Beydir. İlk ve orta öğretimini Bakırköy Rüştiyesi ile Hadika-i Meşverette yaptıktan sonra Tıp Fakültesine girdi ise de, bitirmeden ayrılarak, gazeteciliğe başladı. Bu sırada şiirlerde yazıyordu. İlk şiiri 1915 de, ilk şiir kitabı "Şarkın Sultanları" da 1918 de çıktı. Şarkın Sultanları şiirinden bir bölüme yer verelim. Bütün eşyaya hazan indi. Sular dermansız. Şimdi bir gölgeyi bekler, gezerim ben yalnız... Solgun arzın deliyor kalbini matemli bir ok, Gök bulutlandı... Boş evler zira yok, ses yok. Mavi bir sis çiziyor bahçeler üstünde sabah, Geziyor gölgeli sahilde hazin bir seyyah. (Şarkın sultanları) Beğenilen ve çok verimli olan şair, bir yıl sonra, ikinci şiir kitabı olan "Dinle Neyden" (1919) i yayımladı. Bunu, aynı yıl "Gönülden Gönüle (1919)" takip etti. 1912 de Kayseri lisesine edebiyat öğretmeni oldu. Böylece genç şair, İstanbul'dan ayrılıp Anadolu'ya geçmiş ve Milli Mücadelenin canlı havasına girmiş bulunuyordu. "Han Duvarları" gibi çok başarılı ve çok sevilmiş manzumeler ve Anadolu köylüsünün ıstıraplarını tiyatro edebiyatımızda ilk defa dile getiren ve kuvvetli bir realizm-lirizm kompozisyonu taşıyan "Canavar" (1924-1926 1944-1965), bu yılların mahsulleridir. 1924 de, Kayseri'den Ankara İlk Öğretim Okulu edebiyat öğretmenliğine geçti. 1932 ye kadar kaldığı Ankara'da, yeni kurulmakta olan Türkiye'nin büyük dinamizmi içinde yaşadı. 1926 da "Çoban çeşmesi", 1928 de de "Suda Halkalar" adlı şiir kitaplarını neşretti. ÇOBAN ÇEŞMESİ Derinden derine ırmaklar ağlar, Uzaktan uzağa çoban çeşmesi, Ey suyun sesinden anlayan bağlar, Ne söyler şu dağa Çoban Çeşmesi? Gönlünü Şirin'in aşkı sarınca Yol almış hayatın ufuklarında O hızla dağları Ferhat yarınca Başlamış ağlamaya Çoban çeşmesi... ... Vefasız Aslı'ya yol gösteren bu, Kerem'in sazına cevap veren bu, Kuruyan gözlere yaş gönderen bu... Sızmadı toprağa Çoban çeşmesi ... Ne şair yaş döker, ne aşıklar ağlar, Tarihe karıştı eski sevdalar: Beyhude seslenir beyhude çağlar Bir sola, bir sağa Çoban çesmesi!... 1932'de öğretmenliğini Ankara'dan İstanbul'a naklederek Vefa ve Kabataş liseleri ile Amerikan Kolejinde bulundu. Aynı yıl "Akın ve Öz yurt" piyeslerini; 1933 de de Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü marşını yazdı. Aynı yıl "Bir Ömür Böyle Geçti" isimli seçme şiirlerini yayınladı. 1933 de, Atatürk'ü canlandıran "kahraman" piyesini meydana getirdi. 1934 de basılmış şiirlerden yaptığı seçmeyi "Elimle Seçtiklerim" ismi ile yayınladı. 1936 da tek roman olan "Yıldız Yağmuru" nu yazdı. 1937 de "akarsu, 1938 de "Akıncı Türkleri" şiir kitabı takip etti. 1938 "Tatlı Sert", 1945 "Yayla Kartalı" nı neşretti. 1946 da İstanbul millet vekili seçildi. 1959 da "Heyecan ve Sükun" u yayınladı. 1960'daki hükümet darbesine kadar millet vekilliği yaptı ve yassı adaya sürüldü. Bir buçuk yıl sonra suçsuzluğu anlaşılarak serbest bırakıldı. 1967 de "Zindan Duvarları" nı, 1969 da "Han Duvarları" nı bastırmıştır. YASSI ADA Bilmiyor gülmeyi sakinlerin binde biri; Bir vatan derdi birikmiş bir avuçluk karada Kuşu hicran getirir, dalgası hüsran götürür; Mavi bir gölde elem katrasıdır Yassıada (Zindan Duvarları) Şiire Birinci Dünya Savaşı yıllarında aruzla başladı. Duygu ve düşünceyle bir arada yürüten, romantik ve realist konu ve hayatları işleyen şiirleriyle kendisine yaygın bir ün sağladı. Heceyle ilk şiirleri de gene 1918-1921 yılları dergilerinde çıktı. Hecenin Beş Şair' inden biri olarak bilindikten sonra da zaman zaman aruzla yazdı. Özellikle son şiirleri hep aruzladır. Şair her iki vezni de ustalıkla kullanmıştır. Savaş yıllarından sonraki şiirleri Güneş (1927), Hayat (1926-1929) ve daha yeni dergilerde çıktı; Akbaba dergisinde Çamderviren ve Deliozan adlarıyla mizah şiirleri de yazdı. 1933 yılında Anayurt adında haftalık bir sanat dergisi de çıkarmıştır. 20 yüzyılın en usta şairlerinde Faruk Nafız Çamlıbel 8 Kasım 1973 'te Akdeniz'de bir gezideyken gemide kalp yetmezliğinden vefat etmiştir. "Faruk Nafız şiirini 1925-1935 yıllarında geniş kalabalığa götüren, bir bakışta anlaşılabilir olması, ilk okunuşta okurun dünyasıyla ilinti kurabilecek dış öğelerden yararlanmasıdır... Buna karşın, Yenilik Edebiyatımızın geçiş döneminde dili, tekniği ve romantik İstanbullu kişiliğiyle de olsa, Anadolu gerçegine açılması özellikleriyle dilimizin gelişme aşamasında yeri yadsınamaz.'' Faruk Nafiz Çamlıbel birinci dünya savaşı yıllarında Milli Edebiyat Hareketinin İçinde yer almıştır. Faruk Nafiz, son çıktığı bir yurt gezisinde, 8 Kasım 1973'de vapurda ölmüştür. Şiir Kitapları: Şarkın Sultanları (1918), Gönülden Gönüle (1919), Dinle Neyden (1919), Çoban Çeşmesi (1926), Suda Halkalar (1928), Bir Ömür Böyle Geçti (1933), Elimle Seçtiklerim (1934), Akarsu (1937), Tatlı Sert (Mizah Şiirleri, 1938), Akıncı Türküleri (1938), Zindan Duvarları (1962), Han Duvarları (Seçme Şiirler, 1969) Oyunları: Canavar (1925), Akın (1932), Özyurt(1932), Kahraman (1933)
- Cem Sultan
Şehzade Mustafa vefat ettiğinde Şehzade Bayezid 34 yaşında İstanbul'da tahta oturur. 23 yaşındaki Konya valisi Şehzade Cem , Bursa üzerine yürüyerek adına hutbe okutup ve ağabeyine elçiler göndererek kendisinin Anadolu'da , onun da Rumeli'de hükümran olmasını teklif eder. Sultan II. Bayezid devletin taksim kabul etmeyeceğini söyleyerek teklifi reddeder. Sultan II. Bayezıd, Bursa üzerine yürür, Cem Sultan yenilir ve Konya'ya çekilir. Daha sonra Kahire'ye geçer . Orada iken hacca gitmeye niyet eder. Hacı olan ilk Osmanoğlu'dur. Duygularını şiirlerinde şöyle ifade eder. Olsan şahenşah-ı Rum olmazdı hacc nasibin ....................................................................... Kabetullah'a varıp bir kez tavaf itdüğin Bin Karaman bin Acem bin mülk-i Osman'dur Cem Sultan böyle söyler ama , devlete sahip olma iddiasından da vazgeçmez. Konya'yı Ankara'yı kuşatır. Sultan Bayezid "Kudüs'te otur , tahsilatını vereyim, saltanat davasından vazgeç." Diye elçi gönderir. Kabul etmez . Daha sonra Rodos'a geçer. Şövalyeler onun Fransa'ya götürürler. Rodos şövalyeleri , Sultan'ı Fransa kralı ile anlaşmış olan Papa'ya teslim ederler. Roma'ya getirilir. Papa Cem Sultan'a Hıristiyanlık teklif eder . Büyük bir Haçlı ordusunun hazırlandığını, İstanbul üzerine yürüyeceğini , kendisini de padişah yapacaklarını, bunun için onlara yardımcı olması gerektiğini söyler. Cem Sultan "Ben dinimi , değil Osmanlı Sultanlığı için , dünya padişahlığı için bile değişmem. "Cevabını verir. Yaptığı yanlışın farkına varan Sultan , varlığının Osmanlı aleyhine kullanılamasına engel olmak için , öldüğü haberini etrafa yaymağa çalışır. Bu hazin hikayenin bilinen yönü. Bir de iki düşman kardeşin birbiriyle mısralar vasıtasıyla mektuplaşması vardır. Cem Sultan, Bayezid Han'a Sen bister-i gülde yatasun şevk ile handan Ben kül döşenem külhan-ı mihnette sebeb ne diye sorar. Hakan ağabeyi cevap verir. Çün zur-ı ezelde kısmet olınmuş bize devlet Takdire rıza vermeyesün böyle sebeb ne Haccü'l-haremeynüm deyüben davi kılırsun Bu saltanat-ı dünyeviye bunca talep ne Birbirleriyle atışmaları da kavgaları da nezaket içindedir. Elbette saray ehline yakışan da budur.
- Sıfatlar (Önadlar) ve Sıfat Türleri
Güzel çiçek, kokulu elma, dokuzuncu sınıf, beş lira, şu ev... sözleri birer tamlamadır. İkinci sözcükler addır. Birinci sözcükler bu adların nasıl olduklarını gösteriyor, bu adları niteliyor: güzel, kokulu. Sırasını, sayısını, yerini belirtiyor: dokuzuncu, beş, şu. Varlıkları niteleyen ya da belirten sözcüklere sıfat denir. Sıfatlar görevleri bakımından ikiye ayrılır: • Niteleme sıfatları • Belirtme sıfatları SIFAT TÜRLERİ Niteleme Sıfatları Nevin’in solgun yanaklarından akan yaşlar maşrapadaki bulanık suya karışıyor; ince dudaklarının kenarlarından sızarak boğuk hıçkırıklarla titreyen boynuna, göğsüne damlıyordu. (Reşat Nuri Güntekin) Cümlede italik harflerle dizilmiş sözcükler, kendilerinden sonra gelen adları niteliyor; yani adların nasıl olduklarını gösteriyor. Varlıkları niteleyen; yani varlıkların durumlarını, biçimlerini, renklerini, özelliklerini gösteren sözcüklere niteleme sıfatı denir. Sıfatların anlatıma kattığı değeri daha iyi anlamak için yukarıdaki örneği sıfatları atarak okuyalım. Eylem anlamlı iki sıfatı (akan, titreyen) atamayız. Buna karşılık solgun, bulanık, ince, boğuk sıfatları atılabiliyor; cümle bozulmuyor, anlatımda önemli bir aksaklık da olmuyor. Yalnız yanak, su, dudak, hıçkırık sözcükleriyle adlandırılan varlıkların nitelikleri, nasıl oldukları anlaşılmayacağı için imgede istenen biçimde canlandırılamıyor. Bu deneme gösteriyor ki birer soyut kavram olan sıfatlar -adlarla eylemler gibi- cümlenin ögesi değildir. Görevi, cümledeki adları - adların gösterdikleri varlıkları- türlü yönden tamlamaktır. Belirtme Sıfatları Nitelenmemiş, bir adla ya da belirtici bir sıfatla tamlanmamış adlar belirtisizlik içinde kalır: Ağaç yeşeriyor, çiçek açıp meyve verecek. Kuş uçacak. Balık yüzer. Bu cümlelerde adlar, nitelikleri gösterilmediği; yerleri, nicelikleri belirtilmediği için sınırsız bir genellik içindedir. Bu sınırsız genellik, daha çok belirtici sıfatlarla kısılınca varlığın tanınması kolaylaşır. Varlıkları türlü yönlerden belirten sözcüklere belirtme sıfatı denir. Belirtme sıfatları görevleri bakımından şu bölümlere ayrılır: • İşaret (İm) sıfatları • Sayı sıfatları • Belgisiz sıfatlar • Soru sıfatları İşaret (İm) Sıfatları Varlıkları tanıtmak, göstermek için en kesin yol jestlerdir. Ancak yazıda, jestler kullanılmadığı için sözcüklerden yararlanılır. Bu ev, şu ağaç, o ırmak, o tepe, şu duvar, bu çocuk ... örneklerinde bu, şu, o sözcüklerini kullanırken, çok kez, işaret parmaklarımızla da varlıkları gösteririz. Anlamca birbirine yakın olan bu üç işaret sözcüğü arasındaki ayrımlara dikkat edelim: bu çocuk, şu çocuk, o çocuk; bu ev, şu ev, o ev ... Örneklerde de görüldüğü gibi “bu” sözcüğünü yakın için, “şu” sözcüğünü biraz daha uzak için, “o” sözcüğünü de daha uzak için ya da göz önünde bulunmayan varlıkları göstermek için kullanırız. Ancak bu kullanım ayrımı kesin değildir. Eşit durumlarda bu sözcükler birbirinin yerine de kullanılabilir. Ancak geçmiş konular için “bu” , sonra gelecekler için “şu” ayrımının gözetilmesi doğru olur. • İşaret sıfatlarının belirttikleri adlara, kavramlara duygu değeri katmak için kullanıldıkları da olur: Halk bizim için hâlâ o eski meçhul, hâlâ o çözülmez bilmece... (Falih Rıfkı Atay) Ses yok, haber yok. Sessizlik ve habersizlik ümitsizliğe dönmek üzere. Neden susar bu Anadolu? Neden bir kelimesi duyulmaz bu Mustafa Kemal’in? Hilali Ahmer’e gidiyoruz düşünen düşünene. (Falih Rıfkı Atay) • Yinelenen görevdeş ögeleri belirtirken anlatıma katılan duygu abartılmış olur: Yanağı gülgûn ü lalin dudaklar O simin sak o ter sib-i zenahlar. (Aşıkpaşazade Tarihi, XV.) • İşaret sıfatlarıyla belirttikleri adlar arasına tamlayıcı sözcükler girer: bu yaramaz çocuk, şu ele avuca sığmaz çocuk, o kırmızı boyalı ev ... “İşte” sözcüğü işaret sıfatlarını pekiştirir: işte şu bahçe, işte bu adam ... Sayı Sıfatları Varlıkları, sayı ile ilgili çeşitli yönlerden belirten sözcüklerdir. Sayıların başlangıcı sıfırdır. Sayılar, sıfırın üstünde ve altında sonsuzluğa uzar gider. Dilimizde sayılar onlu düzene bağlıdır. Asıl Sayılar: Varlıkların sayılarını bildiren sözcüklerdir: beş parmak, yetmiş iki kuruş, on bin altı yüz kırk kilo, beş buçuk milyon lira ... Asıl sayılar yapıları bakımından üç çeşittir: Bir sözcüklü sayılar: bir, beş, on, yirmi, doksan, yüz, bin ... Sıfat takımı biçiminde olan çarpımlı sayılar: üç yüz, yedi bin, dokuz yüz, seksen bin, beş yüz milyon ... Öbekleşmiş, toplamlı sayılar: on iki, kırk üç, altmış beş, yüz on dokuz, bin yüz kırk altı, üç bin altı, yüz otuz iki, kırk sekiz milyon dört yüz on altı bin sekiz yüz elli üç ... • Asıl sayılar, varlıkların sayılarını belirttikleri için kurdukları tamlamalardaki adların çoğullanmaması gerekir. Ancak sayılar ve sayılarla kurulan sıfat tamlamaları birer toplam, birer deyim, birer terim değerinde klişeleşmiş olunca -ler ekiyle çoğullanır: kırklar, yediler, binler, on binlerin dönüşü, üç büyükler toplantısı, kırk haramiler, üç aylar, yedi deliler, Beşevler ... • Sayı sıfatlarından sonra gelen adlar, daha önce geçen tümleyenlerine uymak için de çoğullanırlar: Size karşı erkeklerin haiz oldukları bir haklarını söyleyeyim. (Cadı , Hüseyin Rahmi Gürpınar) • Asıl sayılar, üleştirme anlamında kullanılınca ya da ayrı varlıktaki sayı ile ilgili şeyleri anlatma durumunda olunca tümlenenler çoğul kullanılır: Y. ile V. iki elleriyle kalçalarını tutarak sarsıla sarsıla gülüyorlardı. (Billur Kalp, Hüseyin Rahmi Gürpınar) • Belirtme sıfatı “bir”den sonra kimi sözcüklerin çoğullanması anlatıma abartı katar: Ben onu bir yerlere içgüveyisi veremem. (Tutuşmuş Gönüller, Hüseyin Rahmi Gürpınar) • Abartmayla çoğullanmış sayıların belirttikleri adlar da çoğul olabilir: Binlerle, binlerle liralar verdiler. (Eşkiya İninde, Hüseyin Rahmi Gürpınar) • Yarım, çeyrek gibi nicelik bildiren sözcükler de sayı sıfatı görevindedir: yarı m saat, yarım elma, yarı gece, çeyrek saat, iki buçuk kilo ... • Asıl sayılarla belirtilmiş ölçü ve tartı tamlamaları birer belirtme sıfatı gibi kullanılır: üç metre kumaş, iki kilometre yol, on beş kilo şeker... Sıra Sayıları: Varlıkların sıralarını belirten sayılardır: onuncu yıl, beşinci sınıf, yirmi sekizinci okul, altıncı ev ... • Ünsüzle biten asıl sayıların sonuna -inci eki gelir: birinci, üçüncü, beşinci, dokuzuncu, sekizinci, yetmişinci, yüzüncü... • Ünlüyle bitenlerde iki ünlünün yan yana gelmemesi için -i düşer: ikinci, altıncı, on yedinci, yirminci, ellinci ... • Her ek gibi -inci eki de ünlüler uyumuna göre değişir: birinci, kırkıncı, dokuzuncu, yüzüncü ... • Rakamdan sonra gelen nokta, -inci ekinin yerini tutar: XVII. yüzyıl, 3. sınıf, V. kilometre ... • “İlk” sözcüğü “birinci” sözcüğü yerine kullanılınca sıra sayısı görevinde kullanılmış olur. • “kaçıncı, onuncu, ortanca ...” sözcükleri de sıra anlamlıdır. Üleştirme Sayıları: Varlıkların eşit bölümlere ayrıldığını belirten sayılardır: üçer elma, on ikişer lira, altışar dönüm, dörder arkadaş, yüz elli sekizer ... • Üleştirme sayıları -er ekiyle türer. Bu ek, ünsüzlerle biten asıl sayılardan sonra -er; kalın hecelerden sonra -ar olur: birer, üçer, yüzer, biner; otuzar, kırkar, doksanar ... • Çarpımlı sayılar “beş yüz-er, elli bin-er, sekiz bin-er...” veya “beş-er yüz, ellişer bin, sekiz-er bin ...” biçiminde türer. Yarım, az, tek, kaç, çift, birkaç... sözcüklerinin üleştirme biçimleri de yarımşar, azar azar, teker, kaçar, çifter çifter, birkaçar ... biçimlerinde türer: Birkaçar kadehle neşelendik. (Eşkiya İninde, Hüseyin Rahmi Gürpınar) Bizim çifter çifter hizmetçimiz yok ya... (Billur Kalp, Hüseyin Rahmi Gürpınar) • “milyon, milyar...” gibi büyük sayılarla öbekleşmişlerde öncül sayılar üleştirme ekini alır: yedişer milyon, on sekizer milyar, sekiz yüz kırk altışar milyon... • Üleştirme sayılarıyla kurulan sıfat tamlamalarında adlar çoğullanmaz: onar lira... Kesir Sayıları: Varlıkların bölümlerini belirten sayı öbekleridir: dörtte üç, onda dokuz, yüzde on iki, binde bir, yüzde beş faiz... • Kesir sayıları, birinci sayıya gelen -de ekiyle türer. -de eki, ünlülerin uyumuna ve ünsüzlerin benzeşmesine göre değişerek -de, -da; -te, -ta olabilir: binde altı, otuzda dört, dörtte iki, 10516’da 295 hisseli ... • -de ekini alan sayılar, varlığın kaça bölündüğünü, sonra gelen sayılar bundan kaç bölümün söylenmek istendiğini anlatmaya yarar. Topluluk Sayıları: Topluluğu gösteren sözlerdir: ikiz kardeşler, üçüzlerin biri, dördüz doğurmak, Kanadalı beşizler... Belgisiz Sıfatlar Varlıkları tam olarak değil de aşağı yukarı belirten sözcüklerdir: birkaç öğrenci, bütün insanlar, bir kimse, her çocuk, başka gün, kimi kez, birçok, birtakım, herhangi bir, hiçbir, bazı, falan... Belgisiz sıfatların belirttikleri adların çoğullanıp çoğullanmamaları kurallara bağlıdır: • Her, birkaç, hiçbir, her bir, herhangi bir, biraz ... sıfatlarının belirttiği adlar çoğullanmaz: Her koyun kendi bacağından asılır. (Atasözü) Seçimlerde hür vatandaşlık hakkını kullanan hiçbir seçmen seza görmez. (Falih Rıfkı Atay) • Ancak daha önce geçmiş sözcüklerle uyum sağlanması için çoğullanması gereken cümleler olabilir: Lord Byron gibi, Victor Hugo gibi Alfred de Musset gibi, her kitapları iki üç yılda bir kere üç yüz bin nüsha basılmakta olan ... (Namık Kemal) • Bütün, birtakım ... belgisiz sıfatlarının tamladığı adlar çoğul olur: bütün insanlar, birtakım kimseler ... • Bir sözcüğünün cümleye kattığı anlama göre vurgusu da farklı olur: Bir kalem aldım. Vurgusuzdur (herhangi bir anlamında), belgisiz sıfattır. Hastanın yanında bir kişi kalabilir. Vurguludur, sayı sıfatıdır. Bir fırtına, bir sağanak, bir dolu!.. Nereye sığınacağımızı bilemedik. Kuvvetli belirtme vurgusuyla söylenir, abartılı bir niteleme özelliği vardır. Bir ev almış ki görmelisin. Çok güzel anlamında niteleme özelliği vardır. Soru Sıfatları Varlıkların durumlarını, yerlerini, sayılarını soru yoluyla belirtmek için kullanılan sözcüklerdir. Nasıl çocuk? Hangi okul? Kaç kuruş? Ne zaman? Ne biçim söz? Ne türlü davranış? • Ne sıfatının soru görevinden sıyrılarak anlatıma abartı kattığı sık görülür: Ne şandır hak yolunda halka bezl-i can edip durmak Ne devlettir şehid-i zi-hayat olmak bu âlemde. (Namık Kemal) • Ne soru sıfatı “kadar, denli, gibi, biçim...” sözcükleriyle öbekleşebilir: Ne kadar para verdiniz? Ne gibi kitaplar aldınız? • Ne sıfatı ile kurulan yanıtsız soru takımları olumsuzluk anlamı sezdirebilir: Ne çare? (Çare yok.) Ne hakkı var? (Hakkı yok.) Ne fayda? (Fayda yok, faydasız.) Ne vazifem? (Vazifem değildir.) • Kaç sözcüğü varlıkların sayılarını belirtme sorusudur; eklerle türeyerek sıra, üleştirme ve kesir sayılarını bulmamıza yardımcı olur: kaçıncı kat, kaçar lira, kaçta kaç hisse... Unvan (San) Sıfatları İnsanların rütbe, derece, görev ve sosyal durumlarına göre adlarına takılan saygı ve tanıtma sözleridir. Bu sıfatlar da bir çeşit niteleme sıfatıdır. Unvan sıfatlarının adlarla kullanılışları şöyledir: • Unvan sıfatları, bütün sıfatlar gibi adlardan önce gelir: Bay Turgut, Bayan Sevim, Şehzade Cem, Aksak Timur, Yıldırım Beyazıt, Deli Petro, Doktor Baykal, Mareşal Çakmak, Ulu Önder Atatürk... • Ancak adlardan sonra gelen unvan sıfatları da vardır: Namık Kemal Bey, Nigar Hanım, Ali Dayı, Zeynep Hatun, Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Dursun Onbaşı, Mehmet Ağa, Elif Bacı... • Hem addan önce hem de sonra gelen unvan sıfatları da vardır: Sultan Murat, Kösem Sultan, Fatih Sultan Mehmet, Valide Sultan; Oğuz Han; Han Ahmet; Çelebi Mehmet, Evliya Çelebi; Osman Gazi; Gazi Osman Paşa; Ali Hoca; Hoca Ali... Pekiştirmeli Sıfatlar Sıfatlar, belirteçlerle derecelendikleri gibi kimi ön eklerle de pekiştirilir: yemyeşil ova, ipince bir kalem, tertemiz, kaskatı, bembeyaz, besbelli, apak... Bitkin bedeni ile dipdinç dimağı, karşımda müthiş tezat hâlinde duruyordu. (Atatürk’ün Hastalığı, Ruşen Eşref Ünaydın) • Bazı niteleme sıfatlarının ilk ünlü sesine kadar olan kısmı /m/, /p /, /r/, /s/ harflerinden uygun olanı ile kapanır ve bir ön ek biçimine gelerek sıfatın başına eklenir: bem-beyaz, kıp-kızıl, ter-temiz, dos-doğru... • Bir ünlü ya da bir -ıl artmasıyla şu biçimde pekişenler de vardır: sapasağlam, düpedüz, çırılçıplak, yapayalnız... • Bunlara yakın biçimde öbekleşmiş adlar da vardır: güpegündüz, tortop, çepeçevre... • Sıfatlar, kendilerinden yapılmış bu ön eklerle pekiştirildikleri gibi yinelenme (ikileme) yoluyla da pekişirler: kara kara gözler, iri iri karpuzlar, türlü türlü insanlar... Kızıl kızıl develer. (Dede Korkut) Serin serin Kapalıçarşı Cıvıl cıvıl Mahmutpaşa Güvercin dolu avlular (Orhan Veli Kanık) • İkileşmiş adlar da pekiştirme sıfatı olarak kullanılabilir: Tavla tavla şahbaz atlarım sana binit olsun. Katar katar develerim sana yüklet olsun. (Dede Korkut) • Yinelenen sıfatların birincisine soru eki katılınca pekiştirme daha canlı olur: Burada (Bolu ormanlarında) ikinci bir Bursa doğuyor. Bir Bursa ki havası, fırdolayı çam ormanlarıyla çevrilmiş olmasından ve denize 710 metre yükseklikte bulunmasından dolayı temiz mi temiz, sağlam mı sağlam... (Refik Halit Karay) • Yinelenmiş adlar -ikilemeler- da çokluk bildiren pekiştirme anlamlı sıfat olur: kucak kucak çiçek, avuç avuç para, bardak bardak şerbet, dilim dilim kavun... Salkım salkım tan yelleri estiğinde... katar katar develer... (Dede Korkut) • Yakın anlamlı sözcüklerin yinelenmesiyle ve yakıştırma ikizlemeleriyle de pekiştirme anlamı elde edilir: anlı şanlı bir zafer, iri yarı bir genç, kırık dökük, yarım yamalak, abuk sabuk, süklüm püklüm, yorgun argın, ulu orta, kaba saba, açık saçık, boz bulanık, kara kuru, irili ufaklı, ileri geri... • İkileme ve ikizleme biçiminde belirteçler de pekiştiricidir: Derin derin düşündü. Üçer üçer sıralandık. Koşa koşa gidiyorduk. Ağlaya sızlaya anlattı. Düşe kalka hasta-i gam... (Şeyh Galip, XVIII.) Küçültme Sıfatları Sıfatların anlamları, dereceleme ve pekiştirme yollarıyla kuvvetlendiği gibi eklerle de küçültülebilir: güzelce ev, kısacık boy, ekşimsi, mavimtırak... Yukarıdaki örneklerin anlamı şudur: Güzelce = oldukça güzel, kısacık = hayli kısa, ekşimsi = biraz ekşi, çok ekşi değil; mavimtırak = maviye çalar... • Küçültme ekleri örneklerde görüldüğü gibi -ce, -cik, -imsi, -(i)mtraktır. Bu eklerden -ce, ünlü uyumuna ve ünsüzlerin benzeşmesine göre değişerek -ce, -ca, -çe, -ça olur: serince, uzunca, sertçe, yıkıkça, düzgünce, genişçe... • Bu ekin konuşma dilinde -cene biçiminde uzatılmışı da görülür: güzelcene, düzgüncene... • -cik eki, ünlü uyumuna ve benzeşmeye göre değişebilir; -cek de olur. Sözcük sonlarındaki /k/ çok kez düşürülür: kısacık, yavrucuk, yavrucak, büyücek, çabucak, ufacık... • Bir heceli birkaç sözcükte, ekten önce /i/, /a/ geldiği görülür: bir-i-cik , az-ı-cık, dar-a-cık... • Küçük, kısa, ufak, az gibi aslında küçüklük anlamı veren sıfatlara -cik eki aşırılık anlamı katar: küçücük = çok küçük, ufacık = çok ufak, azıcık = çok az, körpecik = pek körpe... İçinde ılık, incecik bir ürperti vardı... (Yer Demir, Gök Bakır, Yaşar Kemal) • -cik eki, “bura, şura, ora” adıllarına yakınlık anlamları katar: Şuracıkta, köşe başındaki evde. • -cek eki zaman belirteçlerini de pekiştirir: demincek, çabucak... • Ekin -cecik, -cicik biçiminde uzadığı da olur: hemencecik, ufacıcık, yakıncacık... • -(i)msi eki, sözcüklerin son hecesine uyar. Ünlülerle biten sözcüklerde /i/ düşer:yeşil-imsi, mor-umsu, sarı-msı, mavi-msi, acı-msı, kekre-msi, tatlı-msı, kadife-msi, köylü-msü, çoban-ımsı... • -si olarak da kullanımı vardır: Bu kır saçlı adamın çocuksu hâllerinden hoşlandığı için... (Nilgün, Refik Halit Karay) • -(i)mtırak eki ünlü uyumuna aykırıdır. İnce ünlülü sözcüklerden sonra da kalınlığı değişmez: ekşimtırak, acımtırak...
- Tahsin Nahit
1887 yılında İstanbul’da doğdu. Galatasaray Lisesi'ni bitirdikten sonra bir süre hukuk öğrenimi gördü. Öğrencilik yıllarında edebiyat ve politikayla ilgilendi, İttihat ve Terakki Partisi'ne girdi ancak partinin çalışmalarından hoşnut olmayınca politikayı bıraktı. I. Dünya Savaşı yıllarında İaşe Müfettişliği’nde bulundu. Büyükada'da doğup yetişmiş Şahika Hanım ile yaptğı evlilikten bir kızı oldu. 12 Mayıs 1919 günü, Rakibe adlı oyunun Darülbedayi'deki provaları sırasında hayatını kaybetti. Mezarı Büyükada'dadır. Tahsin Nahid, yazın yaşamının başlangıcında şiirle ilgilendi. II. Meşturiyet'ten sonra oyun yazarlığna yöneldi. İlk şiirleri Selanik’te çıkan Çocuk Bahçesi dergisinde “T. Nahide” adıyla yayımlandı (1905). Hale, Muhit, Resimli Kitap dergilerinde şiir ve öyküleri yayımlandı. Aşiyan’da yayımlanan “Ben, Rûh-ı mağdur, Şiirlerim için, Serab-ı müstakbel, yaz gecesi” gibi manzumeleri daha geniş bir çevrede tanınmasını sağladı. Genellikle aşk üzerine şiirler yazan şaire en çok ün getiren şiiri “Adalar, Kamer ve Zühre ” oldu. Şiirlerinde Ahmet Haşim etkisi vardır. Son şiirleri Şair (1918) ve Nedim (1919) mecmualarında yayımlanmıştır. Tiyatroya olan ilgisi onu başka yazarlarla ortak eserler vermeye yönelltti. Fecr-i Ati'nin kadn yazarlarından Ruhsan Nevvare ile üç perdelik Jön Türk adlı oyunu yazdı (1908). Bu oyun, Ferah Tiyatrosu'nda sahnelendiğinde bir sanat olayı olarak nitelendi. Ruhsan Nevvare ile Aşkımız (1907) ve Sanatkârlar isimli basılmamış birer perdelik iki komedisi daha bulunmaktadır. Başka yazarla ortak yazdığı eserlerin en ünlüsü Şahabettin Süleyman ile birlikte yazdığı Kösem Sultan adlı tarihi piyestir (1910). Tiyatro alannda etkisi altında kaldığı Şahabettin Süleyman başka ortak eserler de vermiştir. Tahsin Nahid’i asıl tanıtan eseri üç perdelik Rakibe adlı oyundur. Rakibe, Henry Kıstemaeckers ve Eugene Delard’ın La Rivale adlı dört perdelik oyunundan adapte edilmiştir. Eser, yazarn ölümünden sonra 16 Haziran 1919’da oynandığı zaman çok başarılı sayılmıştır. Tahsin Nahid sayısı az da olsa Fecr-i Âti ve Servet-i Fünûn mecmualarında tiyatro eleştirileri de yazmıştır. Oyun Yakarım Bu Şehri Evlendiğin Gün (1906) Aşkımız (R. Nevvare ile, 1907) Hicranlar (1908) Sanatkarlar (1908) Jön Türk (1909) Firar (1911) Kösem Sultan (1912) Kırk Muhafaza (1913) Osman-ı Sani Talak Bir Mücadele-i Hissiye Şiir Ruh-ı Bikayd (1911) Çocuk Bahçesi dergisinde Fener şiiri (1905)
- Bozkurt Destanı
Türk Destanları Ana Sayfası Bu destan eski Çin kaynaklarında rivâyetler halinde yer alır. Aynı kaynaklarda bu rivâyetleri destekler veya bütünler mahiyette başka bilgiler de vardır. Destanın esası, yok olmak felâketine uğrayan Göktürk soyunun yeniden toparlanıp çoğalmasında bir boz kurdun oynadığı roldür. Birbirine konu itibariyle çok benzeyen üç destanın konusu kısaca şöyledir: “Göktürkler, eski Hunların soylarından gelirler ve onların bir koludurlar. Kendileri ise, Aşina adlı bir aileden türemişlerdir. Sonradan çoğalarak, ayrı oymaklar halinde yaşamağa başladılar. Daha sonra Lin adını taşıyan bir memleket tarafından mağlup edildiler. Mağlubiyetten sonra Göktürkler, bu memleket tarafından soyca öldürüldüler. Tamamen öldürülen Göktürkler içinde, yalnızca on yaşında bir çocuk kalmıştı. Lin memleketinin askerleri, çocuğun çok küçük olduğunu görünce, ona acımışlar ve onu öldürmemişlerdi. Yalnızca çocuğun ayaklarını kesmişler ve bir bataklık içinde- ki otlar arasında bırakarak gitmişlerdi. Bu sırada çocuğun etrafında bir dişi kurt peyda oldu ve ona et vererek çocuğu besledi. Çocuk bu şekilde büyüdükten sonra da, dişi kurtla karı-koca hayatı yaşamağa başladı. Kurt da çocuktan bu yolla gebe kaldı. Göktürkleri mağlup eden ve hepsini kılıçtan geçiren Lin memleketinin kralı, bu çocuğun halâ yaşadığını duydu ve onun da öldürülmesi için askerlerini gönderdi. Çocuğu öldürmek için gelen askerler, kurtla çocuğu yan yana gördüler. Askerler kurdu öldürmek istediler. Fakat kurt onları görünce hemen kaçtı ve Kaoch-’ang (Turfan) memleketinin kuzeyindeki dağa gitti. Bu dağda derin bir mağara vardı. Mağaranın içinde de büyük bir ova bulunuyordu. Ova, baştan başa ot ve çayırlarla kaplı idi. Çevresi de bir kaç yüz milden fazla değildi. Dört yanı çok dik dağlarla çevrili idi. Kurt, kaçarak bu mağaranın içine girdi ve orada on tane çocuk doğurdu. Zamanla bu on çocuk büyüdüler ve dışarıdan kızlar getirerek, onlarla evlendiler. Bu suretle evlendikleri kızlar gebe kaldı ve bunların her birinden de bir soy türedi. İşte Göktürk Devleti’nin kurucularının geldikleri Aşina ailesi de bu On-Boy’dan biridir. Onların oğulları ve torunları çoğaldılar ve yavaş yavaş yüz aile haline geldiler. Bir kaç nesil geçtikten sonra, hep birlikte mağaradan çıktılar. Juan-juan (Moğol kökenli bir topluluk) devletine tabi oldular. Altay (Chin-shan) eteklerinde yerleştiler. Bundan sonra da Juan-juan devletinin demircileri oldular.” Bir başka “kurttan türeme” efsanesi de şöyledir: Türk Kağanı’nın çok akıllı iki kızı vardır. (Bazı kaynaklara göre üç.) Bu kızlar o kadar akıllı ve iyilermiş ki; kağan bu kızların bir insanla değil de ancak bir tanrıyla evlenebileceğini düşünmektedir. Bu düşüncedeki kağan, kızlarını götürmüş ve bir te- penin üzerine koyar. Burada kızları evlenmek için Tanrıyı beklemeye başlarlar. Aradan epeyce zaman geçtiği halde, ne Tanrı gelir ne de kızlarla evlenir. Kızlar böyle bekleşirken tepenin etrafında ihtiyar ve erkek bir kurt peyda olur. Kurt tepenin etrafında dolanıp durur ve bir yere de gitmez. Küçük kız, bu kurdun Tanrı olduğunu düşünür ve ablasının ısrarlarına rağmen gider ve kurtla evlenir. Türkler de bu kızla evlenen kurttan türerler. Görüldüğü gibi, daha önce anlattığımız efsanede kurt dişiydi. Burada ise erkektir. Diğer Göktürk efsanelerinde de kurt dişidir. Öte yandan Türkler “kurt” tabirini, küçük kurtçuklar için kullanırlardı. (Fındık kurdu, elma kurdu gibi.) Türkler, Çinlilerin dile getirdiği anlamdaki vahşi hayvan olan kurta “böri” derlerdi. Çinlilerin buna rağmen neden Türkleri “kurt”tan türetmeye çalıştığı üzerinde düşünülmeye değer.
- Ergenekon Destanı
Türk Destanları Ana Sayfası Bozkurt Destanı’nın daha zengin bir şeklidir. Destana göre Ergenekon, Türklerin yüzyıllarca çift sürerek, avlanarak, maden işleyerek yaşayıp çoğaldıkları, etrafı aşılmaz dağlarla çevrili, kutsal bir toprağın adıdır. Ergenekon, Moğolcada “geçilmesi güç dağ” anlamına gelmektedir. Ergenekon, “konulan, yerleşilen yer” olarak da ifade edilmektedir. Bu destanı ilk olarak 13. yüzyıl Moğol tarihçisi Reşîd-üd Din “Câmiü’t-tevârih” adlı Farsça eserine almıştır. Yazar, destanı halk arasındaki rivayetlerden topladığını söyler. Bu destanı, 17. yüzyılda Ebu’l-Gazi Bahadır Han’ın “Şecere-i Türk” eserinde Türkçeye çevirdiğini görüyoruz. Ergenekon’dan çıkış günü bir rivayete göre, 21 Mart günüdür. Bugün, aynı zamanda güneşin balık burcundan, koç burcuna geçtiği ve gündüz ile gecenin eşit olduğu gündür. İşte bu gün “Nevrûz Bayramı” olarak kutlanan gündür. Türkler, demirden bir dağı eriterek Ergenekon’dan çıkışlarının anısına, örs üzerinde kızgın demir döğerek bu günü kutlamaktaydılar. Bugün de demirci için örs kutsaldır. Örsün üzerine oturulmaz, basılmaz. Ergenekon Destanı’nda, Bozkurt Destanı’na ilâve olarak, nüfus artışı yüzünden Ergenekon adını verdikleri yurtlarına sığamayan ve buradan çıkış yolu arayan Türklerin yakında bulunan bir demir dağı eriterek Ergenekon’dan çıkmaları ve Ergenekon’dan çıkışlarından sonra ne yana gideceğini bilemeyen Türklere bir Bozkurt’un yol göstermesi temaları yer alır. Türklerde kutsal dağ ve kutsal mağara anlayışı hakimdi. Ergenekon da büyük bir mağaradan başka bir yer değildir. Çin kaynaklarından Hunlara ait bir kutsal mağara olduğunu, Türk Kağanı bu kutsal mağarayı ziyaret ediyor ve önünde yapılan dinî töreni bizzat idare ediyordu. Bir başka destan kahramanı Basat, Türk halkının büyük düşmanı Tepegöz’ü bir dağın tepesinde yaşadığı mağarasında öldürür ve bu zaferini, dağın başında büyük bir ateş yakarak halkına duyurur. Kürtlerin kahraman olarak kabul ettiği Demirci Kawa’nın da Kürt halkının büyük düşmanı Dohak (veya Dohuk)’ı bir dağın tepesinde ve Dohak’ın yaşadığı mağarada öldürdüğünü ve onun da bu haberi dağda ateş yakarak duyurduğunu biliyoruz. Buradaki benzerlik de çok dikkat çekicidir. Efsanenin Sadeleşmiş Özet Hali: “Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk’e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türklerin üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi. Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beyleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: “Türklere hile yapmazsak halimiz yaman olur.” Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, “Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar” deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkleri görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkleri öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler. O çağda Türklerin başında İl Kağan vardı. İl Kağan’ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kağan’ın bir de Tokuz Oguz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oguz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: “Dört bir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım.” Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler. Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu. Türklerin vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı’ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini ye- diler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye Ergenekon dediler. Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oguz’un bir çok çocukları oldu. Kayı’nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oguz’un daha az oldu. Kayı’dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz’dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon’da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti. Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon’a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: “Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtlar varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon’dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.” Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon’dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: “Bu dağda bir demir madeni var. Yalınkat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir.” Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın al- tını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tengri’nin yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu. Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk’ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt’un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon’dan çıktılar. Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türklerin bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kağanı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar. Ergenekon’dan çıktıklarında Türklerin kağanı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler gönderdi; Türklerin Ergenekon’dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türklerin buyruğu altına girdi.












