Arama Sonuçları
Boş arama ile 692 sonuç bulundu
- Bağlı Cümlenin Özellikleri
Birden fazla cümlenin “fakat, ama, ancak, lâkin, ve, veya” gibi edatlarla bir özneye bağlanarak oluşturduğu cümledir. Her biri bağımsız cümle olan bu cümleler arasındaki ilgi, bağlama edatlarıyla kurulmakta ve pekiştirilmektedir: Konuşmayı erken öğrendim ama susmayı öğrenmem için yaşlanmam gerekti. Ölmek kaderde var, bize üzüntü vermiyor. Lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı zor. Ölmek kaderde var, bize üzüntü vermiyor. Lâkin vatandan ayrılışın ıstırabı zor. Hava bulutlu ve durduğumuz tepe rüzgârlı idi. Çocukluk günlerini hatırladı ve gözlerinde iki damla yaş belirdi. Okumayı bilmiyor veya numara yapıyor. "Ne doğan güne hükmim geçer Ne hâlden anlayan bulunur." Bu ev güzel, temiz, her şeyi yerinde bir ev; / ama / Şinasi Bey'in istediği ev değil. "Yatsam, acaba uyuyabilir miyim?" diye düşündü, yatıp da uyuyamamaktan korktu; / ama / korktuğu başına gelmedi. Sabaha kadar yattı, hem de uyudu. Burnu biraz basıkça, / fakat / gözleri derin ve güzel; alnı küçük ve dar, / fakat / saçları altından bir duman gibi yumuşak ve seyyal; dişleri biraz eğri, / fakat / dudakları çilek gibi küçük, toplu ve yuvarlak... Güzel değilse bile çirkin hiç değil. Onun bu sözlerinin samimî olduğuna hiç şüphe etmediler / ve / bir çocuk ruhu kadar temiz ruhundan gelen nutuklarını sessizce dinlediler. Dün resim yapmadı / da / maça gitti. Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde. Bağlı cümlelerin bir kısmında yüklemin kipi ve şahsı aynı, bir kısmında farklıdır. Hava bulutlu ve durduğumuz tepe rüzgârlı idi. Ayakkabılarını ayağına geçirdi ve kendini sokağa attı. İstediğiniz evrakları getireceğim, fakat okuyabileceğinizi sanmıyorum. Ben saatinde gelmiştim, ama o henüz ortalıkta yoktu. Unsurların biri veya birkaçı ortak olan bağlı cümleler de vardır. Ya okumayı bilmiyor ya numara yapıyor.
- Sözcük (Kelime) Bilgisi
Adlar (İsimler): Adlar, cümle içerisinde bir ad ögesi olarak işlev görürler ve çeşitli açılardan sınıflandırılabilirler: Gösterdikleri kavram açısından soyut veya somut bir nesnenin adı olabilirler. Özel ad veya tür adı olarak kullanılabilirler. Çokluk ve topluluk ifade edebilirler. Türkçede bayan, erkek, inek, öküz gibi bazı adların dişi veya erile has olması şeklindeki doğal cinsiyeti gösteren ayrım dışında başka dillerde bulunabilen dil bilgisel cinsiyet yoktur. Sıfatlar: Başka bir adı çeşitli açılardan belirginleştiren ad soylu sözcüklerdir. Çekim eki almaz, tek başlarına cümle ögesi olamazlar. Yapıca adlardan ayrılan yönleri yoktur. Bir grup ek, daha ziyade sıfat olarak kullanılabilecek adlar türetir. Kendilerinden sonra gelen adla olan ilişkilerine göre niteleme sıfatları ve belirtme sıfatları olmak üzere iki büyük gruba ayrılırlar. Belirteçler (Zarflar): Bir eylemi herhangi bir çekim eki almadan zaman, yer, durum, azlık çokluk, soru gibi çeşitli açılardan niteleyen ad soylu sözcüklere belirteç denir. Sıfatlar gibi belirteçler de kullanılırken herhangi bir çekim eki almazlar. Belirteç olmaları için, yukarıda da belirtildiği gibi, bir eylemi veya geleneksel anlayışa göre bir sıfatı veya başka bir belirteci niteliyor olmaları gerekir. Adıllar (Zamirler): En basit tanımla, ad veya ad öbeklerinin yerine kullanılan sözcüklerdir. Adılların kişi, soru, gösterme, belirsizlik ve dönüşlülük gibi türleri vardır. Dönüşlülük adılı olarak Türkiye Türkçesinde kendi kullanılır. Diğer kişi adıllarından farklı olarak dönüşlülük adılı iyelik eklerini alabilir. Adıllar sayıca en az olmakla birlikte işlev alanı en geniş sözcük türüdür; yani çok sınırlı sayıda adıl vardır; ama bunlar her türlü adın yerine kullanılabilir. Eylemler (Fiiller): Hareket, oluş, kılış bildiren sözcüklerdir. Ad soylu sözcüklerden ayrıldıkları en önemli yön, kök ve gövdelerinin sonlarına aldıkları çekim eklerinin farklı olmasıdır. Eylem kök ve gövdeleri ad kök ve gövdelerinden farklı olarak cümle içerisinde kullanılabilmek için mutlaka bir çekim eki almak zorundadırlar. Sadece emir kipinin teklik ikinci kişisinde ek yoktur. Bağlaçlar: Sözcükler, sözcük grupları ve cümleler arasında anlam ve biçim ilişkisi kuran ögelerdir. İşlevlerine göre genellikle sıralama bağlaçları, denkleştirme bağlaçları, karşılaştırma bağlaçları, cümle başı bağlaçları ve sona gelen bağlaçlar gibi gruplandırılabilirler. İlgeçler: Kendi başlarına anlamı olan sözcükler ve öbeklerden sonra gelip bunların başka sözcüklerle söz dizimsel ve anlamsal ilişkilerini gösteren, bu sözcüklerin anlamlarını güçlendirip sınırlayan sözcüklerdir. Cümlede öge olamazlar, çekim eki almazlar; ancak kendilerinden önceki sözcüğün belli bir çekim eki almasını gerektirebilirler. Ünlemler: Çeşitli duyguları, heyecanları ifade eden sözcüklerdir. Yansıma seslerden de oluşabilirler. Duyguları anlatan asıl ünlemler yanında seslenme, sorma, gösterme, yanıt işlevli ünlemler de vardır. Ünlem olarak kullanılan sözcükler ek almazlar; ancak çekimde iyelik eklerini alarak ad gibi kullanılabilirler.
- Mayıs Ayı Edebiyat Ajandası
1 MAYIS 1672: Joseph Addison doğdu. 1923: Romancı Joseph Heller (Catch-22 [Madde 22: Levent Denizci; YKY]), New York'un Brooklyn semtinde doğdu. 2 MAYIS 1844: William Beckford öldü. 1945: Fransız yazar Colette, 72 yaşında, Fransa'nın en önemli edebiyat kurumlarından biri olan Académie Goncourt'un ilk kadın üyesi oldu. 3 MAYIS 1228: Mevlana, babası Bahaüddin Veled'le birlikte Belh'ten Konya'ya göç etti. Bütün ömrünü orada geçirecekti. 1469: Hükümdar'ın yazarı, devlet adamı ve siyaset filozofu Niccoló Machiavelli, Floransa'da doğdu. 1810: Lord Byron, Hero ile Leandros efsanesinin erkek kahramanı Leandros gibi, Çanakkale Boğazı'nı yüzerek geçti. Kraliyet Donanması'ndan Teğmen Ekenhead'le yarışan Byron, dört millik mesafeyi bir saat on dakikada aldı. 1845: İngiliz şair Thomas Hood öldü. 1934: F. T. (Feridun Timur), Servet-i Fünun-Uyanış dergisinde Ercümend Behzad (Lav) için "Ercümend Behzad, Nâzım Hikmet'i, arkada bırakan bir merhaledir. Nâzım, bir sınıfın emel ve arzularını terennüm ediyor. Ercümend'se sınıf farkı gözetmeksizin yığınlara hitap ediyor" diye yazdı. 1945: Anne Frank öldü. O kadar çok istediği barışı göremeden. 1963: Boğaziçi'nin mehtaplarının, yalılarının ve geçmiş zaman köşklerinin yazarı, "Türkiye'nin Proust'u" Abdülhak Şinasi Hisar, doğup büyüdüğü İstanbul'da beyin kanamasından öldü. 4 MAYIS 1940: Nora Joyce, kocasına şöyle dedi: "Şey, Jim, kitaplarının hiçbirini okumadım ama bir gün okumam gerekecek, çünkü böyle iyi sattıklarına bakılırsa iyi olmaları lazım." (Kocası James Joyce'tu!) 1948: Norman Mailer'ın ilk romanı The Naked and the Dead (Çıplak ve Ölü) yayımlandı. 5 MAYIS 1813: Sören Kierkegaard doğdu. 1816: 21 yaşındaki şair John Keats'in yayımlanan ilk şiiri "O Solitude" (Ey Issızlık), The Examiner'da çıktı. 1818: Karl Marx, Rheinland'da Trier kentinde doğdu. Birkaç onyıl sonra, dünyanın çehresi tanınamayacak ölçüde değişecekti. 1895: Mahmut Yesari doğdu. 1953: Orhan Burian öldü. 6 MAYIS 1862: Henry David Thoreau öldü. 7 MAYIS 1812: İngiliz şair Robert Browning Güney Londra'da, Camberwell'de doğdu. 1986: Haldun Taner öldü. 8 MAYIS 1737: Edward Gibbon doğdu. 1948: Aydede yeni harflerle yayımlanmaya başladı. 9 MAYIS 1860: Peter Pan'in yazarı J. M. Barrie doğdu. 10 MAYIS 1933: Alman öğrenciler Yahudi (ya da öyle olduğu düşünülen) yazarların yazdığı 25.000 kitabı Berlin Üniversitesi önünde yaktılar. 11 MAYIS 1948: Hamamizade İhsan öldü. Hamsiname'sine özenip benzer bir şey yazmak istediğini söyleyen Kıbrıslı (ya da Merzifonlu) birine "Tabii, siz de bir 'Merkepname' yazabilirsiniz pekâlâ!" demişti. 1952: Sermet Muhtar Alus öldü. 1954: Sait Faik Abasıyanık öldü. 12 MAYIS 1919: Tahsin Nahit öldü. Mîna Urgan'ın babasıydı. 13 MAYIS 1840: Jack'ın (ve Değirmenimden Mektuplar'ın) yazarı Alphonse Daudet doğdu. 1958: Nâzım Hikmet, Paris'te Abidin Dino için bir şiir yazdı: "Abidin Dino'nun 'Yürüyüş' Adlı Tablosu Üzerine Söylenmiştir". 14 MAYIS 1265: Floransa'da yeni doğmuş bir çocuk, San Giovanni Battista Kilisesi'nde Durante Alighieri adıyla vaftiz edildi. Dünyanın "Dante" adıyla tanıyacağı bu çocuk, ilk yapıtı olan Vita Nova (Yeni Hayat: Işıl Saatçıoğlu; YKY) ile edebiyat tarihindeki ilk otobiyografik roman örneğini de verecekti. 1925: D. H. Lawrence'ın "St. Mawr" ve "Prenses" öyküleri birlikte yayımlandı. 15 MAYIS 1871: Arthur Rimbaud, Paul Demany'ye meşhur "Lettre du Voyant"ı (Kâhin'in Mektubu) yazdı: Bu mektupta "Gerçek şair ateşi çalmasını bilendir" diyor, Verlaine ve Baudelaire dışındaki bütün şairlerin üstünü çiziyordu. 1886: Emily Dickinson, Amherst'te nefritten öldü. 21 yıldır evinden dışarı çıkmamıştı. 16 MAYIS 1952: Memduh Şevket Esendal öldü. 1984: Şair, tiyatro oyuncusu ve yönetmen Ercümend Behzat Lav (Bütün Yapıtlar: YKY, 1996), 81 yaşında İstanbul'da öldü. 17 MAYIS 1880: Ziya Paşa öldü. 1957: Nurullah Ataç öldü. 1984: Vasıf Öngören öldü. 18 MAYIS 1898: Faruk Nafiz Çamlıbel İstanbul'da doğdu. 19 MAYIS 1795: Dr. Samuel Johnson'ın ("Sözlük Johnson") biyografi yazarı James Boswell öldü. 1897: Oscar Wilde, 25 Mayıs 1895'ten beri "ahlak dışı yaşam" suçlamasıyla kürek cezası çekmekte olduğu Reading Zindanı'ndan çıktı. Birkaç ay sonra Fransa'da başlayıp Napoli'de bitirdiği The Ballade of Reading Gaol (Reading Zindanı Baladı: Özdemir Asaf), ilk olarak Londra'da 24 Ocak 1898'de 400 adet basıldı. Wilde'ın son yapıtı olan kitapta imza olarak yazarın cezaevindeki sicil numarası bulunuyordu: C. 3. 3. (C bölmesi, üçüncü koğuş, üçüncü hücre). 20 MAYIS 1609: İngiliz yayıncı Thomas Thorpe, Shakespeare'in soneleri için basım izni aldı. 1799: Honoré Balzac, Fransa, Tours'da doğdu. 1819'da, ailesine noter yardımcılığını bırakıp yazar olacağını söyledi. Eski imparatorun bir resminin altına "Napolyon'un kılıçla yaptığını ben kalemle yapacağım" diye yazdı. Sonra, soyadına "de" ekleyip soyluymuş gibi davranmaya başladı. 1845: Robert Browning, Elizabeth Barrett'ı ilk kez ziyaret etti Ğ despot babasının kapattığı yatak odasında! 1878: "Sarıklı İhtilalci", gazeteci Ali Suavi öldü. 1882: Norveçli romancı Sigrid Undset (1928'de Nobel Edebiyat Ödülü), Danimarka, Kalundborg'da doğdu. 1946: W(ystan) H(ugh) Auden ABD yurttaşlığına geçti. 21 MAYIS 1688: Alexander Pope doğdu. 1910: Colette, müzikhol sahnesinde bir deneyimden ve üç evliliğinden ilkinin bitişinden sonra, La Vagabonde'u La Vie Parisienne'de tefrika etmeye başladı. 22 MAYIS 1859: "Sherlock Holmes"un yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle, Edinburgh'da doğdu. 1885: Victor Hugo, Paris'te 83 yaşında öldü. Ölümü üzerine ulusal yas ilan edildi ve Hugo Panthéon'a gömüldü. 1912: Şair Eşref öldü. 23 MAYIS 1891: İsveçli yazar Par (Fabian) Lagerkvist (Cüce, Barabbas, Tanrı Gelini Sibyl), Vaxjö'de doğdu. 1906: Norveçli oyun yazarı Henrik Ibsen öldü. 1912: D. H. Lawrence'ın The Trespasser ("Yoldan Geçen") romanı çıktı. 1943: Öykücü Kenan Hulusi (Koray) öldü. 24 MAYIS 1957: Son Şairler, Son Hattatlar ve Son Sadrazamlar yazarı ve "cihan kaynanası" İbnülemin Mahmut Kemal İnal öldü. 25 MAYIS 1742: Şair Osmanzade Taip öldü. 1803: Amerikalı yazar ve düşünür Ralph Waldo Emerson doğdu. 1895: Cevdet Paşa öldü. 1983: Necip Fazıl Kısakürek öldü. 26 MAYIS 1703: Samuel Pepys öldü. 1905: Necip Fazıl Kısakürek doğdu. 27 MAYIS 1849: Dashiel Hammett (İnce Adam) doğdu. 1912: John Cheever (Yüzücü) doğdu. 1930: John Barth doğdu. 28 MAYIS 1941: Virginia Woolf, kocası Leonard'a dokunaklı bir veda mektubu bıraktıktan sonra, ceplerine taş doldurup Ouse Irmağı'nda intihar etti. 1986: Edip Cansever öldü. Cemal Süreya'ya göre: "Her şeyin fazlası zararlıdır ya / Fazla şiirden öldü Edip Cansever!" 29 MAYIS 1874: Peder Brown detektif öykülerinin yaratıcısı G. K. [Gilbert Keith] Chesterton doğdu. 1880: Tarihçi Oswald Spengler (Batının Çöküşü) doğdu. 30 MAYIS 1744: Alexander Pope öldü. 1956: Öykücü, "bilimkurgu" sözcüğünün mucidi Orhan Duru Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi'nden mezun oldu. 31 MAYIS 1819: Walt Whitman, Long Island'ın West Hills bölgesindeki bir çiftlikte doğdu. 1951: Şair Gültekin Emre Konya'da doğdu.
- Paragrafta Düşünceyi Geliştirme Yolları
Paragrafa yerleştirilen olaylar, fikirler, yorumlar ve betimleme çok farklı yollarla paragraflarda ver alırlar. Bu yerleştirme yazarın anlayışına bağlı olduğu gibi paragrafta yer alan içerikle de ilgilidir. Paragrafta olaylar olduğu gibi, hiç bir şey katmadan verilebilir ya da yorumlanabilirler. Fikir ve duygular bir temel fikrin ve duygunun genel olarak ele alınıp ayrıntıya inilmesiyle açıklanabilirler. Bu fikir ve duygular ayrıntılarıyla ele alınıp genel yargılara ulaşılabilir. Bu açıklamalarda örneklendirme ağırlık kazanabilir. Ya da bu fikir ve duygular benzerleriyle karşılaştırılarak daha açık ve anlaşılabilir bir duruma sokulabilirler. Bazen fikir ve duyguların daha etkili ve inandırıcı olabilmesi için iğnelemelere sık sık başvurulabilir. Hatta olayların, fikirlerin ve duyguların anlatımında önem ve zaman sırasına yer verilebilir. Betimleme paragraflarında manzaranın ve eşyanın durumuna göre, mekândan eşyaya, eşyadan mekana bir düzenlemeye yer verilebilir. Paragrafın temelini oluşturan konu cümlesi paragrafın başında, ortasında, sonunda yer alabilir. Bütün bunlar teknik açıdan, birbirleriyle çok farklı kurulmuş paragrafları karşımıza çıkarabilir. Bu paragrafları belli bir gruplandırmaya tabi tutmak imkânı yoktur. Ancak, fikir vermek açısından bu tekniklerden bazısı uygulanmış paragraf örneklerini aşağıya alalım. 1. Tanımlama Kavramların tanımlar halinde verilmesi şeklinde ortaya çıkar. Tanımın ne olduğunu cümle anlamında görmüştük. Parça içinde bir tanım cümlesi varsa, tanımlama var sayılır; bütün paragrafın tanım olması gerekmez. 2. Karşılaştırma İki farklı düşünce, kavram ya da durumun mukayese edilmesiyle ortaya çıkan bir yöntemdir. Karşılaştırmada, karşılaştırılan olgular arasında bir derecelendirme söz konusudur. Bir kavram diğerinden üstün, aşağı ya da diğeriyle aynı seviyede olması yönünden başka bir kavramla karşılaştırılır. Üslup olarak "Bu böyledir; şu ise şöyledir. " ifadesi hakimdir. 3. Örneklendirme Anlatılan konuyla ilgili örneklerin verilmesiyle ortaya çıkar. Konuyu daha anlaşılır ve zihinde daha iyi kalıcı bir niteliğe kavuşturur. Verilen örneğin okur tarafından bilinen, çağrışım yaptırıcı bir nitelik taşıması gerekir. Bazen bir fıkra, bir öykücük bile örnek olarak verilebilir. 4. Tanık Gösterme Yazarın, düşüncesini inandırıcı kılmak için, o konuda sözüne güvenilir birinin sözünü parçasına alıntı yaparak almasıyla oluşur. Genellikle bu söz tırnak içinde verilir. Sözün olmadığı yerde tanık gösterme de olmaz. 5. Benzetme Bir olguyu anlatırken başka olgularla benzerlik kurma şeklinde oluşur. İki olgu arasında sağlam bir benzerlik olmalıdır. 6. İlişki Kurma İki kavram arasındaki ilgiden üçüncü bir hüküm çıkarma durumudur. Genellikle kavramlar arasında ilişki kurulduğu için bu adla verilir. Kanıtlama ağırlıklı paragraf: “Ümmid iledir cihanda her şey’ demiş şair. Doğru, her şey onunladır. Büyük, küçük, herkesin her canlı mahlukun bir ümidi vardır. Sabahleyin, yatağımızda gözlerimizi açıp da uyandığımız zaman eğer kalkmaya davranıyor, işimize geç kalmamak için acele ediyorsak bir ümidimiz olduğu içindir. Daha iyi bir hayat sürmek ümidi, çoluk çocuğumuzla daha iyi günler görmek ümidi, bir iş başarmak, daha çok muvaffak olmak, herkesin takdirini kazanarak yükselmek ümidi bizi işimizin başına koşturuyor. İcatçıya yeni şeyler düşündüren, hekime yeni tedavi yolları arattıran, hocaya mektepte ders verdiren, marangoza güzel, daha güzel mobilyalar yaptıran sanatkâra ölmez eserler vücuda getirten, hep ümittir. İnsanlığa faydalı olmak ümidi, hastalara şifa vermek ümidi, yeni nesilleri daha iyi yetiştirmek ümidi, meşhur olmak ümidi ve ölmez eserler vücuda getirerek ölümsüzlüğe kavuşmak, ebedi olmak ümidi.” Şevket Rado Zıt görüşler ağırlıklı paragraf: “Büyük sanatçı, güçlüğün oluşturduğu, engeli kendisine sıçrama tahtası yapan adamdır. Derler ki Michelangelo’yu Musa’nın ellerine toplu bir hareket vermeye zorlayan, mermersizlik olmuştur. Sahnede hep birden kullanılacak ses perdelerinin sayılı olusudur ki Eschyle’i, Kafkas dağlarında zincire vurulan Prometheus’un susuşunu icat etmek zorunda kalmıştır. Eski Yunanlılarda saza bir tel ekleyen adam şiddetle cezalandırılırdı. Sanat baskıdan doğar, dövüşle yaşar, hürlükten ölür.” Andre Gide Fikir tekrarı ağırlıklı paragraf: “İnsanoğlu düşünen bir varlıktır, yaradılışı gereği düşünmek ihtiyacını duyar. Ama pek sevmez düşünmeyi, korkar düşünmekten. Nasıl korkmasın? Düşünmek yorucu olmakla kalmaz, şaşırtıverir kişiyi, türlü şüphelere düşürür. Bir yol düşünmeye başladınız mı, kolay kolay kesip atamazsınız. Yüzyıllar boyunca ortaya atılmış birbirine uymaz, birbirini çürütür bütün iddiaların doğru birer yanı vardır, hepsi de insanoğullarından birinin bir görgüsüne, bir gözlemine dayanır nerelerinin niçin yanlış olduğunu da hemen göremezsiniz. Hangisini seçeceksiniz? Hepsinin de hem bir çekiciliği, hem bir iticiliği vardır.” Nurullah Ataç Fikir birliği iyi sağlanmış paragraf: “Kepler’in üç meşhur kanunundan birincisi, gezegenlerin yörüngelerinin o zamana kadar sanıldığı gibi daire olmayıp bir elips şeklinde olduğuna ve Güneş’in bu elipsin odak noktalarından birinde bulunduğuna dairdi. Bu basit gözüken kanun, o zamana kadar bütün evrende Yunanlılar için en muntazam ve mükemmel bir geometri şekli olan daireden ayrılmayı gerektiriyordu. Yunanlılar ve onların varisleri olan ortaçağ bilginleri daireyi hem en tam eksiksiz, hem de en güzel bir şekil olarak kabul etmişlerdi. Kepler ise göğün önemli eğrisi olan yörüngeleri dairelikten çıkarıyor, elips şekline sokuyordu. O zamanların, Yunan bilim ve sanatından kalma estetik ihtiyaçlarını bir tarafa bırakarak bağımsızca gözleme dayanan bir düşünceyi ortaya koyması bakımından, Kepler, bu kanunla da bağımsız bir adım atmış oldu.” Adnan Adıvar Tüme varım yoluyla kurulmuş paragraf: Uydu kentler kurmak, giderek artan insan nüfusunu ev sahibi yapma, konut problemini çözme yollarından bir tanesidir. Bu iş için, bir şehre yetecek büyüklükte bir arsa bulunuyor; bu arsanın planı hazırlanıyor; plan doğrultusunda kanalizasyonu, suyu, elektriği, telefonu döşeniyor. Üç - beş yıl sonra bakıyorsunuz, hiç yoktan pırıl pırıl bir şehir doğuyor. Tümden gelim yoluyla kurulmuş paragraf: Bugün, yüzyıllar öncesinde kurulmuş büyük şehirlerimizden hangisine baksanız problemler yumağıdır: Plansızlık var; susuzluk var; kanalizasyonsuzluk var; zamanında getirilmemiş altyapı hizmetleri yüzünden, delik deşik edilmiş sokak ve caddeleriyle yolsuzluk var; düzensizlik ve anarşi var. Çağdaş insanı, bir tanesinin bile hayatından bezdirecek bu eksiklikler, bu problemler niçin oluşmuştur? Başlangıçta küçük gibi görünen problemleri önemsememekten ve onları zamanında çözmemekten.
- Üslubun Başlıca Unsurları
Üslup bir bütündür. Ama bu bütünü oluşturan pek çok parçanın bulunduğu da bir gerçektir. Nasıl kültür dediğimiz bütünü oluşturan parçalar varsa, Üslubu oluşturan parçalar da vardır. Üslubu oluşturan bu önemli parçalara üslubun özellikleri veya unsurları denir. Bu unsurları Recaizade Mahmut Ekrem, altı başlık altında toplamaktadır. Seyit Kemal Karaalioğlu ise, bazı üslup unsurlarını birleştirerek dörde ayırıyor. Burada Mahmut Ekrem’e bağlı kalarak üslup unsurlarını özetlemeye çalışalım. Üslup altı önemli unsurdan oluşmaktadır: 1. Dil bilgisine uygunluk (Fesahat) 2. Açıklık (Vuzuh) 3. Doğallık (Tabiiyyet) 4. Duruluk (Münkahiyyet) 5. Akıcılık (Aheng-i selaset) 6. Uyumluluk (Muvafakat) 1. Dil bilgisine uygunluk (fesahat): Ekrem, “üslup, fesahat, sağlıklı anlatımdan ve sözlerin uygunluğundan oluşur.” diyor. Fesahat kavramı içinde, alt başlıklar şeklinde yer verdiği hususlar, bugünkü kuşağın anlayacağı bir dille özetlenirse; yazar fesahat için, yazıda dil ve imla kurallarına uygunluğu, yabancı dil kurallarına Türkçe anlatımda yer vermemeyi, sözler arasında karışıklık ve kopukluk oluşturmamayı, söz sanatlarına düşkünlük sonucu, sözü anlaşılmaz hale getirmemeyi, tamlamaları uzun kurmamayı, sözcük tekrarından kaçınmayı, çirkin ve kötü sözlere yer vermemeyi, İstanbul lehçesini esas almayı, sözcüklerin diğer lehçelerdeki ya da değişik yörelerdeki söylenişlerine itibar etmemeyi gerekli görüyor. Bu kısa özetten anlaşılacağı gibi fesahat, açıklıktan farklıdır. Çünkü dil bilgisi kurallarına uygun yazılmış bir yazı açık olamayacağı gibi dil ve imla yanlışları bulunan bir yazı da açık ve anlaşılır olabilir. Daha net söylersek fesahat, yazıda dil kurallarına uygunluktur. Örnek: Son Yüzyılda Roman “Roman, yüz yıldan beri o derece gelişmiştir ki, edebi türlerin hiçbirinde görülmeyen bu zengin ve çeşitli gelişme onu sınıflandırmaya, sonra da, her biri kişisel yeni bir zevkin ürünü olan bugünün romanlarını, o sınıflardan birine mal etmek elde değildir. Birinci Dünya Savaşı’na kadar oldukça elverişli bir sınıflandırma yapılabiliyordu. Hele büyük mesleklerle iddialı savların etkisi altında kaleme alınan romanları, belli kategorilere ayırmak çok kolaydı. Taşıdığı niteliğe göre, ona romantik, ya da romanesk, realist ya da natüralist, idealist ya da psikolojik adı takmakta zahmet çekilmiyordu. Şimdi öyle mi? Gerçi gene her romanda birer üstün nitelik bulmak mümkündür. Fakat bu nitelik, çeşitli özellikler arasında o kadar sıkışıp kalmıştır ki, bu üstünlük üzerine her zaman tartışılabilir. Dahası var, Eskidiği için bırakılan ve yenisi sürümde olduğu için bırakılıp unutulan meslekler, yeni birer kılığa bürünerek tekrar sahneye çıkıyor. İlk görüşte onu birdenbire tanıyamıyoruz; fakat dikkat edince anlıyoruz ki o, hiç de bizim yabancımız değildir. Eski tanıdık, şimdi değişik adlar altında gene karşımıza çıkmıştır. Aradaki fark, zamanla daha da gelişmiş olmasıdır. Zevkler sürekli olarak değişiyor. Sanat yapıtları, bu değişikliği izleyerek biçimden biçime giriyor. Oysa sanatta değişen, ancak ruh ve sentezdir. Ögeler hep aynı ögelerdir. Yeni, eskinin hal değiştirmesinden başka bir şey değildir. Kimi kez aradığımız ve ona döndüğümüz de oluyor. Kuşkusuz, başka bir özlemle. Bu dönüş, aynı görünüşü seyretmekten yorulan ruhun, belki de kaynaklara inmek için duyduğu ihtiyaçtır ve ruhun ögelere karşı beslediği özleyiştir. Yaşamı keyfe göre değiştirip güzelleştirerek tatlı bir masal halinde hikâye eden, kahramanları kötü ve çirkin tipler arasında bir daha ülküleştirerek, yeğleme özgürlüğü bırakmadan bize kabul ettiren acıma, sevme, kızma ve tiksinme duygularımızı avlayarak, yarattığı heyecanlı sahnelerle bizi şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüren romantik ve romanesk romanın modası geçeli yüz yıl oldu. Oysa modern romanlar arasında, bizi bugün de olağanüstü görünüşlere sürükleyen canlı ve anlamlı romanesk romanlar az mıdır? Agâh Sırrı Levent 2. Açıklık (Vuzuh) : Anlamda mutlak açıklık, netlik, kesin anlaşılırlık demektir. Sözün ve yazının, dikkatsiz dinleyici ve okuyucunun bile hemen anlayacağı derecede olmasıdır. Bu durum, sözcüklerin yerli yerinde kullanımı, anlatılmak istenen duygu ve fikirlerin tam karşılığı olan sözcüklerle sağlanır. Daha doğrusu yazıda açıklık, fikirlerde olgunluk, sağlamlık, doğruluk gibi niteliklerle gerçeklenir. İnsan açık yazmak istiyorsa önce düşüncelerinde açıklığa ulaşmalıdır. Örnek 1: Yeni Türk Şiiri “Fazıl Hüsnü Dağlarca, Cahit Sıtkı Tarancı gibi, şekillerine ve ritimlerine alışık olduğumuz, şiirleriyle gözlerimizden perdeyi düşürerek içimizi varlığın esrarı ile dolduran şairlerimizin yanı başında, şeklini arayan, yolunu açmaya çalışan şairlerimiz de var; işte yeni şiirle bu sonuncu şairlerin verdiklerini, ‘olmuş’u değil ‘oluş’u gösteren şiirleri kastediyorum. Çoğu okuyucunun yadırgadığı bu yeni şiirin ne dereceye kadar başarı gösterdiğini anlamak için, onun her şeyden önce ne istediğini anlamak gerekir. Burada, yeni kelimesini, bir değer hükmü olarak değil, sadece yeni bir çabayı ifade eden bir kelime olarak kullanıyorum. Yeni şiir ne istiyor? Hemen söyleyelim: Eskiyi yıkmak. Her yeni sanat hareketi eskiyi yıkmakla başlar. Yeni şiir sıkıcı ve bunaltıcı bulduğu eski şiire sert bir tepkidir; eski şiir vezinsiz, kafiyesiz, musikisiz, şairanesiz şiir olamayacağına inanırdı. Eski şiir neyi saymış, neye güvenmişse, yeni şiir onu alaya almıştır. İlk iş, şekli mafsallarından ayırmak, vezin ve kafiyeyi atmak, musikiyi susturmak şairane sayılan düşüncelere el koymak oldu. Kendilerinden konuşulsun diye taklit yoluna saparak acayip şiirler yazan bazı şairler bulunmakla beraber yeni tarzda yazan birçok şairlerimizin garabet olsun, kendilerinden konuşulsun diye garip şiirler yazdıkları söylenemez. Vezinli, kafiyeli, musiki şiirleri yazamadıkları için de bu yolu tuttukları ileri sürülemez. Onların alışık olduğumuz tarzda yazmış oldukları çok güzel şiirleri vardır. Hücuma ilk hedef olarak, vezinle kafiyeyi görüyoruz. Vezinsiz ve kafiyesiz şiir olmaz mı? Elbette olur! Elbette şiiri şiir eden ne vezin ne de kafiyedir. Fakat ne vezin ne de kafiyeden ibaret olmayan şiir, vezinsizlik ve kafiyesizlikten de ibaret değildir. Vezinsiz ve kafiyesiz çok güzel şiirler olduğu gibi vezinli ve kafiyeli olan çok güzel şiirler de vardır. Ama şiir; veznin ve kafiyenin aldatıcı ahengine kapılarak kuru bir nazma düşebilirmiş? Vezinsiz ve kafiyesiz yazmakla da düpedüz nesre düşmek yok mu? Suut Kemal Yetkin Örnek 2: Dilek Mesut olmuş görmek isterdim hepinizi Bu bahar gününde dertliyi, ümitsizi. Terfi etmiş memur, sınıf geçmiş öğrenci. Kadını erkeği, yaşlısı genci Bir bayram sevinciyle kol kola sokaklarda, Subaşlarında, ağaç altlarında, parklarda Sevgililer, baş başa; muratlarına ermiş. Çocuklar e! ele, bir halka olu vermiş. Görmek isterdim camlardan, odalarda oturmuş, Radyoyu açmış; küçük sofrayı kurmuş. Yol, meydan, dere tepe, dağ bayır; kır... Vapurlar limanlarda yola çıkmaya hazır, Gazinolar plajlar, sinemalar açık, Her dilde şiir şarkı, her dudakta bir ıslık. Ne yoksul ahı, ne dul hıçkırığı, ne hasta iniltisi, Mesut olmuş görmek isterdim hepinizi... Ziya Osman Saba 3. Doğallık (Tabiiyyet) : Duygu ve fikirleri, yapma süslerden uzak, serbestçe anlatmaktır. Yazıda sadelik, anlatımda gösterişsizliktir. Konuşmak ve yazmak istediğimizde düşünce ve duygularımızı özentiye kapılmadan içimizden geldiği gibi anlatmaktır. Doğallık anlatımda samimiliktir. Doğal anlatımın en iyi örneklerini deneme türünden eserlerde görüyoruz. Şiirde böyle bir anlatıma eski karşılığı ile “sehl-i mümteni” denir. Bu tip şiirlerde şair içinden geldiği gibi son derece güzel, etkili ve rahat şiirler söyler. Ama böyle şiirlerin bir benzerini ortaya koymak son derece güçtür. Örnek 1: Birçoklarına göre eserin beğeniyle hiçbir ilgisi yoktur. Eserin amacı kendindedir. Ve beğeni bize, eserin değeri üstüne hiçbir şey öğretmez. Çünkü o, zamana, çevreye ve birtakım dış koşullara bağlıdır; oysa dahi, bir dönem, bir çevre için değil, bütün dönemler ve bütün çevreler için yaratır. 0, toplumun gizli eğilimlerini, bir peygamber gibi, sezdiği ve dile getirdiği için, zorunlu olarak zamanına aykırı gelir. Diderot’ya göre: ‘Dahi, çevresindekilerin değil, gelecek kuşakların malıdır.’ İşte bu yüzden şaheserlerin beğenilmesi bir yankı gibi her zaman geç kalır. Beğeni bir moda gibi gelir geçer; şaheser ise her zaman için yenidir. Eseri beğeniden ayıran bu tez en ateşli taraflılarını romantiklerde bulmuştur. Aramızda hala yaşayaduran beğeni düşmanlığı romantizmin bir yaftası sayılabilir. Romantiklere göre beğeni, hiçbir görünüşü olmadığı gibi, sanatı küçülten bir olaydır: Kendini beğendiren eser, başkaları için yazılmış bir eserdir. Bundan ötürü, beğenilmemek daha çok hayra alamettir. Nitekim kendilerini dahi sanan bazı sanatçılar, ıslık seslerinde ölmezliğin müjdesini duyarlar. Onlara göre beğenilmek, sanattan ekmek parası çıkarmak kadar ayıp bir şeydir. İkinci teze göre, eserin değeri ile beğeni arasında tam bir uyumluluk vardır: Değer, beğeni ile ölçülür. Bu düşünce doğrudan doğruya nesnel sanat akımlarına bağlıdır. Klasikler beğeniyi en doğru eleştiri sayıyorlardı. Molliere’e göre “boşa gitmek” sanatın ilk ülküsü idi. Romantizmin körlettiği bu gelenek pozitivizmin getirdiği toplumsal sanat kurumlarıyla yeniden yaşamaya başlamıştır. Sanat toplumun ürünü (Taine) ve devrimin aynası olduğuna göre, beğenilmek sanatçı için bir zorunluluktur. Sabahattin Eyüboğlu, “Edebiyat Üzerine Denemeler’den Örnek 2: Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı; Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı... Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde. Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık; Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık. Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım; Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım: Garibim namıma Kerem diyorlar Aslı’mı el almış harem diyorlar Hastayım derdime verem diyorlar Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında; Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında! Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı, Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı.” Faruk Nafiz Çamlıbel, Han Duvarları’ndan 4. Duruluk (Münkahiyyet) : Anlatımda gereksiz unsurlara yer vermemektir. Bir metinde. Gereksiz hiçbir sözcük bulunmamasına, amacın eksiksiz anlatılmasına duruluk denir. Anlatımda az sözcük kullanılmalı, anlatım gereksiz sözcüklerden ayıklanmalıdır. Metinde çapraşık cümleler kullanmaktan kaçınmalı, duygu ve fikir en kısa yoldan, en açık bicimde anlatılmalıdır. Anlatımda söz gereğinden fazla uzatılmamalı, yazı bitirildikten sonra dikkatle okunmalı, yersiz kullanılmış sözcükler metinden çıkarılmalı, sözcük israfından kaçınılmalıdır. Atasözlerimizin, özdeyişlerin her biri, duru anlatımın en iyi örneğidir. “Yalnız seni sevenleri sevmek, muhabbet değil, mübadeledir.” Cenap Sahabettin 5. Akıcılık (Aheng-i Selaset) : Yazı içinde sözcüklerin kulağa hoş gelecek şekilde uyumlu düzenlenmesidir. Bir yazıda, sözcüklerin hiçbir engele çarpmadan akıp gitme özelliğine, metnin hiçbir ses pürüzü olmadan söylenir olma haline “akıcılık” denir. Akıcılık özellikle şiir türü için çok önemlidir. Çünkü şiirin müzik değerinin yüksekliği, şiirin değerliliği ile paralel düşünülür. Şiir bir bakıma sözcükleri, sesleri açısından ölçülü, tartılı söylemektir. Şiirde müzik anlamı güçlendiren, hatta çeşitlendiren, hayali zenginleştiren bir unsurdur. Şiire bestesiz şarkı gözüyle bakılır. Şiir yazarken dikkat edilen en önemli husus, sözcükler sıralanırken sağlanacak uyumdur. Şiirin ruhumuzda koparacağı fırtına kulağımızda başlar. Şiir kadar olmasa da sözcükler arasındaki uyum düz yazı için de geçerlidir. Düz yazıda konuya uygun bir ses yaratmak akıcılıkla sağlanır. Divan edebiyatında, özellikle sanatlı nesirde buna çok dikkat edilir. Düzyazıda akıcılık daha çok “seci” denilen iç kafiyelerle sağlanmış, zamanla bazı cümlelerin aruz kalıplarına uygunluğuna, uzunluklarının denk olmasına çalışılmıştır. ‘Bugün edebiyatımızda böyle bir anlayış sürdürülmemekle beraber, nesirde ses güzelliklerini sağlamak için bazı yazarlar, iç kafiyeye yer vermektedirler. Dini metinlerde; dua ve hutbelerde secili anlatım bugün de görülmektedir. Şiir ve düz yazıda hem akıcılığın sağlanması, hem de bu konuda ölçüyü kaçırmamak için şu hususlara dikkat edilmelidir: a. Yazıda, sesçe uyumlu sözcükler kullanılmalı, b. Metin özenerek yazılmalı, bunun için açık anlamlı kolay söylenen sözcükler seçilmeli, c. Aynı sözcükler sık sık tekrar edilmemeli, d. Aynı edat ve fiilleri, monotonluk yaratacağı için çok kullanmamalı, e. Ölçü kaçırılmadan, doğallık bozulmadan iç kafiyelerden faydalanılmalı, f. Nesnelerin sesleri, -su, rüzgar- doğal ölçüleri içinde, yerine göre tekrar edilmeli, g. Aliterasyonlardan ve asonanslardan faydalanılmalıdır. Örnekler: Tazarru’name “Alemi Hakk’m bir yinesi bilmek gerek ve ol yinede anı muayene görmek gerek. Cihan bağını anın nemisinden bir nefha bilmek gerek ve on sekiz bin alemi anın vücüdundan bir şemme bilmek gerek. Oyle olıcak dünya kişiye hoşdâr olur; ucdan uca gül ü gülzar olur. Her deminde büd-ı sabü can kohısun alır. Her nefeste nesim-i seher canan kohısun alır. Keman gördüğünce kaşların sanır, inci gördüğünce dişlerin sanır. Amber gördükçe zülf-i müşk-bûsın anar, ar’ar gördükçe kadd-i dil cûsun anar. Gül gördükçe güler yüzün fikreder, şeker tattıkça tatlı sözün zikreder. Sinan Paşa 6. Uyumluluk (Muvafakat) : Anlatımı duygu ve fikirlerle uygun duruma sokmak, konuya uygun bir anlatım yolu tutmaktır. Bazı konular özentiden uzak, sade, herkesin anlayacağı bir üslupla, bazı konular sanatlı, belli bir kültür düzeyine ulaşmış insanların anlayacağı bir üslupla, bazı konularsa coşturucu, yüce duygu ve fikirleri kalplerde, kafalarda perçinleyecek bir üslupla anlatır. İşte böyle bir anlatım yolu izlemeye uyumluluk denir. Öğretme amaçlı konuşma ve yazılarda süssüz, gösterişsiz, sade bir üslup kullanılır. Duyguyu konu alan konuşma ve yazılarda, özellikle şiirde, yerine göre sanatlı, heyecanlandırıcı, hattı müphem veya gizemli bir anlatıma baş vurulur. Kutsal sayacağımız ideallerimizi oluşturan, vatan, millet, kahramanlık ve bazı dini konularda ise daha yüce bir anlatım kullanılır. Recaizde Mahmut Ekrem, bu özelliklerden hareketle üslubu, “sade-müzeyyen-âli” olmak üzere üçe ayırıyor. Üslubu; “halk üslubu, narin üslup, öğretici üslup, tarihi üslup, trajik üslup, edebi üslup, hitabet üslubu, alaycı üslup, lirik üslup, destansı, üslup, komik üslüp” biçiminde gruplandıranlar da vardır. Bir yüce üslup örneği: Bayrak Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü, Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü, Işık ışık dalga dalga bayrağım, Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım. Sana benim gözümle bakmayanın Mezarını kazacağım. Seni selamlamadan uçan kuşun Yuvasını bozacağım. Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder... Gölgende bana da, bana da yer ver! Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar: Yurda ay yıldızın ışığı yeter. Savaş bizi karlı dağlara götürdüğü gün Kızıllığında ısındık; Dağlardan çöllere düşündüğü gün Gölgene sığandık. Ey şimdi süzgün, rüzgarlarda dalgalı; Barışın güvercini, savaşın kartalı... Yüksek yerlerde açan çiçeğim; Senin altında doğdum, Senin dibinde öleceğim. Arif Nihat Asya Sanatlı üslup örneği: Nihal yanılmıyordu: Beşir hasta idi. Onu gittikçe incelten, sanki seneler geçtikçe bir netice-i ma’küse ile küçülten bir şey vardı ki, bu rakik, zarif, minimini Habeşi, mafsalları kopmuş zannolunan sarkık kollarıyla, şimdi merdivenleri sürte sürte çıkan gevşek bacaklarıyla, bütün vücudunun, güya omuzlarında mütemadi bir yükün kahr-ı taabı eziyormuşçasına, derin bir çöküklüğüyle, kırılmış bir oyuncağa benzetiyordu. Halit Ziya Uşaklıgil, Aşk-ı Memnu’dan’ Sade üslup örneği: “Psikolojinin konusu canlı varlıkların duyuş, düşünüş ve davranışlarıdır. Psikolojinin amacı da duyuş, düşünüş ve davranışların bağlı bulunduğu kanunları bulmaktır, Bu bilim kurulalı beri psikolojinin konusunu bütün psikologların onaylayabileceği bir biçimde tanımlama zor olmuştur. En çok tanınmış ilk psikologlardan biri olan William James psikolojiyi, “ruhsal yaşamı inceleyen bir bilim” olarak tanımlamıştır. Aslında psikoloji, “psyche ruh-” ve “logos -bilgi-” olmak üzere iki sözcükten meydana gelmiş olup, “ruh bilgisi” anlamına gelmektedir. Ancak “ruh” sözcüğünün tabiatüstü bir varlık anlamında kullanılması bakımından birçok psikologlar “ruh bilgisi” teriminin, bugünkü psikolojinin konusunu iyi anlatmadığı kanısındadırlar. Modern bir birim olarak kurulduğundan bu yana psikolojinin konusu, çeşitli devirlerde çeşitli psikologlar tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Bunlardan en çok rastlanan birkaç tanım aşağıya alınmıştır. Psikoloji zihinde geçen bilinç olaylarının incelenmesidir. Psikoloji, insan ve hayvanların davranışlarının bilimsel olarak incelenmesidir. Psikoloji, kişiler arası ilişkileri inceleyen bir bilim dalıdır, Psikoloji insan ve çevresi arasındaki ilişkileri inceleyen bir bilim dalıdır." Feriha Baymur
- Paragrafta Ana Düşünce ve Yardımcı Düşünceler
Paragraf, bir düşünceyi tam olarak anlatabilmek için bir araya getirilen cümleler topluluğudur. Yani paragrafın bütün cümleleri aynı konuyu işler ve aynı düşünceyi açıklar ya da destekler. Tek bir düşünce etrafında oluştuğundan kendi içinde bir bütünlük gösterir; kendinden önceki ya da sonraki paragraflara bir bağlılık göstermez. PARAGRAFIN ANA DÜŞÜNCESİ Ana düşünce, parçada yazarın okuyucuya vermek istediği mesajdır. Buna yazarın paragrafı yazma amacı da diyebiliriz. Her paragrafın belli bir ana düşüncesi vardır. Bu düşünce bazen paragrafın herhangi bir yerinde bir cümle halinde verilir. Diğer cümleler bu düşünceyi açıklar ya da destekler. Bazen ise belli bir cümleyle verilmez, paragrafın bütününe sindirilir. Paragrafın ana düşüncesini bulabilmek için kendimize "Yazar bu parçayı hangi amaçla yazdı?", "Bize ne demek istedi?" gibi soruları sorabiliriz. Ana düşünce, değişik soru biçimleriyle karşımıza çıkar. "Bu paragrafın ana düşüncesi aşağıdakilerden hangisidir?" "Bu paragrafta anlatılmak istenen aşağıdakilerden hangisidir?" "Bu parçada aşağıdakilerden hangisi vurgulanmıştır?" gibi sorular ana düşüncenin sorulduğu soru tiplerinden bazılarıdır. Ana düşünceyi veren cümleler kesin bir yargı bildirir, açık ve anlaşılır bir anlam taşır. Ana düşünce, parçada sözü edilenleri en kapsamlı bir biçimde bildirir. Parçada olmayan konular ana düşünce içinde yer almayacağı gibi, parçanın bir kısmını bildiren cümleler de ana düşünceyi vermez. Parçanın tümünü kapsayacak biçimde olması gerekir onun. "Bir dilin söz dağarcığıyla o dili konuşan toplumun yaşama biçimi arasında çok sıkı bir ilişki vardır. Sözgelimi sözcük sayısı Türkçeye oranla çok fazla olan İngilizcede yeşil için birkaç sözcük bulunurken, Türkçede, doğayla içli dışlı olmanın bir sonucu olarak yosun yeşili, çağla yeşili, tirşe, ördekbaşı gibi birçok sözcük vardır. Bunun gibi, söz dağarcığını oluşturan öğelerin somutluğu, soyutluğu da yine toplumun yaşama biçimine bağlıdır." Yukarıdaki parçaya baktığımızda toplumun yaşayış biçimiyle söz dağarcığı arasında ilgi kurulduğunu görürüz. Yazar bize vermek istediği mesajı ilk cümlede vermiş. Daha sonra "sözgelimi" diyerek ileri sürdüğü bu düşünceyi örneklendirmiş. İlk cümlenin genel ve kesin bir yargı bildirmesi de ana düşünceyi vermesinin diğer bu yanıdır. Bu parçadan "Türkler doğayla iç içe yaşadığı için doğayla ilgili birçok sözcüğe sahiptir." yargısını çıkarabiliriz. Ancak bu yargı ana düşünce olmaz; çünkü parçanın sadece bir kısmını karşılar. "Söz dağarcığının genişliği toplulukların gelişmişlik düzeyini gösterir." gibi bir yargı ise gerçekte doğru olsa bile parçada sözü edilmediğinden parçanın ana düşüncesi olamaz. PARAGRAFIN YARDIMCI DÜŞÜNCELERİ Her paragrafın tek bir konu üzerinde durduğunu ve bir ana düşünce etrafında döndüğünü söylemiştik. Paragrafta bunun dışında, ana düşüncenin daha iyi açıklanmasını sağlayan, onu daha belirgin hale getiren, işlediği konunun sınırlarını çizen düşünceler de vardır. Bu düşüncelere de paragrafın yardımcı düşünceleri denir. Bir paragrafta ana düşünce bir tane iken yardımcı düşünce sayısı birden fazla olabilir. Yardımcı düşünceyle ilgili sorular çoğu zaman olumsuz biçimdedir. "Bu paragraftan aşağıdakilerden hangisi çıkarılamaz?" "Bu paragrafta aşağıdakilerden hangisine değinilmemiştir?" "Bu parçadan aşağıdakilerden hangisine ulaşılamaz?" gibi sorular hep yardımcı düşünceleri sormaktadır. Bir parça üzerinde yardımcı düşünceleri inceleyelim. "Gündelik dil bilincimiz ile algımız, ister istemez birtakım toplumsal kalıplarla koşullanmıştır. Oysa şiirin, öykünün, romanın sunduğu kurmaca dünya, bizim yeni bir algı durumuna girmemizi gerektirir. Gerçekte, okuma sırasında bir beklentiden ötekine, bir varsayımdan ötekine geçerek sürdürdüğümüz bilinç etkinliği, bu yeni algı konumunun aranışından başka bir şey değildir. Haşim'in şiirindeki karanfil, bizim gündelik deneylerimizden tanıdığımız karanfil olmaktan çok uzaktır." Şimdi bu parçadan hangi düşüncelerin çıkabileceğine bakalım. a-Toplumsal kalıplar algımızı ve bilincimizi koşullandırır. b-Şiir, öykü, roman gibi türler bize kurmaca bir dünyanın kapılarını açar. c-Şiirin kurduğu dünya ile romanınki birbirinden oldukça farklıdır. d-Okuma sırasında bilinç etkinliğimiz sürekli değişir. e-Şiirin etkileme gücü, düzyazıdan daha çoktur. f-Gündelik hayatta karşılaştığımız nesneler, şiirde karşımıza farklı nesneler olarak çıkabilir. g-Haşim şiirinde karanfili en güzel biçimde betimlemiştir. Parçayı incelediğimizde, şiirle romanın karşılaştırmasının yapılmadığını görürüz. Öyleyse c'deki cümle parçadan çıkmaz. Eserlerin etkileme gücünden söz edilmediğinden e, Haşim'in karanfili nasıl betimlediğinden söz edilmediğinden g parçadan çıkarılamaz. Diğerlerine ise parçada yer verilmiştir.
- Paragrafın Yapı Özellikleri
Paragrafın; bir makalenin, denemenin ya da başka bir yazının küçültülmüş biçimi olduğunu önceki sayımızda söylemiştik. Nasıl bu tür yazıların giriş, gelişme ve sonuç bölümleri varsa, bir paragrafın da bu tür bölümleri vardır. İşte paragrafın yapısıyla ilgili sorular böyle bir bölümlemeyi ortaya çıkarmak için sorulur. Bir paragrafta yer alan düşünce veya duygu çok kez bir cümlede anlatılamaz. Fikir veya duygu önce belirlenir sonra açıklanmaya, tanımlanmaya çalışılır. O fikrin, o duygunun anlaşılır hale getirilmesi için değişik yollardan yararlanılır. Ancak bu sağlanırken kompozisyonda esas olan bütünlük yitirilmemeli, dağınıklığa düşülmemelidir. O nedenle her paragrafta giriş, gelişme, sonuç bölümleri yer alır. Bu bölümler paragrafta temel olan duygu ve düşüncenin ortaya konduğu, açıklandığı, sonuçlandırıldığı bölümlerdir. Böyle bir paragrafta fikir veya duyguya yer veren “esas cümle” mutlaka vardır. Bugün “konu cümlesi” de denilen bu cümle, paragrafın herhangi bir yerinde bulunabilir. Yazar, yazdıklarının etki durumunu düşünerek bu cümleyi başa, ortaya, sona koyabilir. Paragrafta “konu cümlesinde yer alan fikir veya duygu, tanım ve açıklama, tasvir, örnek verme, kanıtlama, zıt görüşlerle kanıtlama, konu cümlesindeki fikrin tekrarı ile açılabilir.” Her fırsatta belirtildiği gibi kompozisyonda bütünlük ve düzenlilik esastır. O yüzden iyi bir paragrafta cümleler birbirini bütünlemeli, birbirine iyi bağlanmalıdır. Fikir ve duygular düzen içinde anlatılmalı, fikirlerin etki durumu dikkate alınarak, paragrafta önemlerine göre sıralanmalıdır. Fikirlerin düzenlenişinde zaman sırası ve mantık ilkeleri esas alınmalıdır. Sözgelişi; fikirlerin düzeninde tümden gelim veya tüme varım ilkesinden faydalanılmalıdır. Paragrafta giriş — gelişme - sonuç: “Büyük bir dil devrimi içindeyiz. Dili her zaman, her yerde, her şeyde düşünmemiz gerekir (Giriş). Bir takvim yaprağında, bir sokak ilanında, parklara diktiğimiz levhalarda, lokanta listelerinde, hâsılı her yerde, bir bir dil davası karşısında bulunduğumuzu unutmamalıyız. Binlerce insan tarafından okunacak bozuk cümlenin birçok kişinin aklını çelebileceğini unutmamalıyız (Gelişme). Sağlam bir dile ancak böylelikle sahip olabiliriz (Sonuç) Orhan Veli Paragrafın yapısı değişik soru biçimleriyle karşımıza çıkar. Bazı sorular paragraf oluşturmayla ilgilidir. Yani bir paragraf oluşturabilecek cümleler dağınık olarak verilir ve öğrencinin bunlardan bir paragraf oluşturması istenebilir. Bu tip sorularda cümlelerin anlamca ve yapıca birbirine bağlanabilmesi aranmalıdır. Bir paragraf kendi içinde bir bütünlük oluşturur. Bu yüzden kendinden önceki veya sonraki paragraflara yapıca bir bağlılık göstermez. Öyleyse paragrafın ilk cümlesi onu kendinden önceki cümlelere bağlayan herhangi bir anlam veya bağlayıcı öğe taşımamalıdır. Bir başlangıç ifade etmelidir. Aynı zamanda kendinden sonraki cümlelere de anlamca bağlılık göstermelidir. Paragraf tamamlamanın sorulduğu bir diğer soru tipinde de son cümle sorulur. Parçanın son cümlesi bir bitiş bildirir. Ya anlatılanlardan bir sonuç çıkarılır ya da bir olayın bitişini gösterir. Bu soruların çözümünde cümlelerin anlamca bağlılığı yanında yapısal olarak bağlanmalarına da dikkat edilmelidir. Son yıllarda sorulan paragraf oluşturmayla ilgili diğer bir soru tipi, paragrafın içine cümle yerleştirme şeklindedir. Bu tip sorularda cümlelerin hem anlam hem yapı bakımından uygun olduğu yer aranmalıdır. Gittikçe soru sayısı artan diğer bir paragraf tipi, düşüncenin akışının bozulmasıyla ilgili olanlardır. Bir paragrafın tek bir düşünceyi aktardığını, cümlelerin hep bu düşünce etrafında döndüğünü önceki bölümlerde anlatmıştık. İşte bir paragraf içinde, paragrafın düşünce bütünlüğüne uymayan cümle varsa, bu cümle anlatımın akışını bozmaktadır. Düşüncenin akışıyla ilgili bir diğer soru tipi de, parçanın iki paragrafa bölünebilmesiyle ilgilidir. Bu tip parçalarda, parçanın bir bölümünde bir düşünce, ikinci bölümünde başka bir düşünce işlenir. Bazı tip sorularda ise düşüncenin akışı cümlelerin yanlış yerde bulunmasından dolayı bozulmuştur. Bu tür sorularda numaralanmış cümlelerin uygun bir biçimde düzenlenmesi istenir.
- Ögelerinin Dizilişine Göre Cümleler
Türkçe cümle yapısında öğe dizilişi şöyledir: Özne + tümleçler + yüklem Yüklem sonda bulunur. Ama meselâ şiirde yüklem cümlenin herhangi bir yerinde olabilir. Diğer öğelerin yeri önem sırasına göre değişebilir. Yüklemin cümle sonunda olup olmamasına göre cümleler ikiye ayrılır: 1. Kurallı (Düz) Cümle Yüklemi sonda bulunan cümledir. Dilimizin söz dizim özelliğine göre asıl öğe sonda, yardımcı öğeler de başta bulunur. Kapalıçarşı'da birkaç istikametten düdük sesleri gelmeye başladı. Bu, her akşam üzeri çarşı bekçilerinin verdiği bir işarettir ki, kapanma saatinin geldiğini ve dükkanını kapamaya geç kalanların acele etmesini ilân eder. O saatte Sahaflar Çarşısı tarafındaki büyük kapıdan içeri bir göz atmak korkunçtur. Yukarıdaki cümlelerde yüklem sondo bulunmaktadır. 2. Devrik Cümle Yüklemi sonda değil, herhangi bir yerinde bulunan cümlelerdir. Görmüyor musun sana doğru geldiğini? Bendim dün gece evinizin önünden geçen. - Şiirde ve günlük konuşmalarda çok kullanılır. Çok insan anlayamaz eski musikimizden Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden. Merdiven'den Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak... - Atasözleri de kafiye amaçlı devrik yapılabilir: Sakla samanı, gelir zamanı. Besle kargayı, oysun gözünü. - Ünlem cümleleri de devrik olabilir. Gel buraya! 3. Eksiltili (Kesik) Cümle Çoğu zaman yüklemi, kimi zaman da başka bir öğesi bulunmayan cümlelere denir. Eksiltili cümlelerde eksik olan öğeyi okuyan kişi tamamlayabilmelidir. Aksi halde o ifade cümle olmaz. İnsan böyle bir olayla karşılaşınca neler düşünmüyor ki... Eksiltili cümle - Okula dün sabah kim geldi? - Arkadaşım. (geldi) Eksiltili cümle
- Edebi Metinlerin Özellikleri
- Edebi metnin en temel özelliği kurmaca olmasıdır. Kurmaca: Gerçek yaşama bağlanan; ama gerçek yaşamı birebir anlatmayan, o yaşama alternatif bir dünyadır. Gerçek, sanatçının amaçladığı anlam kurgusu içinde değişikliğe uğrar. - Sırf kurmaca olması da edebi olma özelliği kazandırmaz metne. - Edebi metnin soyut anlam boyutu vardır. Bu nedenle anlam yüzeyde ve görünür değil, derinde ve gizlidir. ( Bu her şeyi imgeye boğmak, mecaza büründürmek değildir. ) - Bu yönüyle de sınırlayıcı değil, özgürleştiricidir. Tek sınır alıcının yorum gücündeki sınırlılıktır. - Bu durum onun çokanlamlılık boyutunu öne çıkarır. Edebi metinde çok anlamlılık hem anlam boyutuyla (bağdaşıklık) hem de dil bilgisel boyutuyla (bağlaşıklık) vardır. Yani çokanlamlı ve de çok anlamlıdır. - Edebi (kurmaca) metnin yalnız kendi iç gerçekliği vardır. - Her edebi metin bir yönüyle kendinden öncekilere (art-alan) bağlanırken, bir yönüyle de gelecek metinlere (ön-alan) kaynaklık eder. - Farklı bir bakış açısıyla sunulması önemlidir edebi metnin. - Edebi metinlerde dil şiirsellik işleviyle kullanılır. - Yüksek bir söyleyiş (üslup) vardır edebi metinde. - Metindeki öğeler anlamsal, mantıksal ve biçimsel olarak birbirleriyle ilişkilidir. - Edebiyatın dolayısıyla edebi metnin malzemesi dildir. - Edebi metinde işlenmiş bir dil vardır. - İşlenmişlik aynı zamanda bir özen ve düzenleme gerektirir. - Edebi metinde dil birliklerinin ve metnin kendisinin çağrışımsal boyutu vardır. - Yararı görünür değil; ama yaşamsaldır “insan” için. - Hazza dayalıdır. - Estetik hep en önemli öğedir edebi metin için. - İnsana, insani olanı sezdirir; insanı insan yapmak gibi çok önemli bir işleve sahiptir. - Özneldir. - Özgündür. - Değerlidir. - Duygu ve hayale dayanır; ama akılla dizgeleştirilir. - Kalıcıdır; ama arkeolojik bir kalıcılık değildir bu. - Özel bir iletişim aracıdır. - Bilinç ve zevk değişimi sağlar. - Lezzet ve tat verir edebi metin. - Anlam kesinleşmesi hep erteleme halindedir edebi metinde. - Çeşitli uyum öğelerinden yararlanır. - Söz ve anlam sanatlarından yararlanılır. - Dilin ya da sözcüklerin farklı şekilde bağdaştırılmasıyla yeni anlatım olanakları yaratılır. - Dile sapmalar yaşatılır. - İnsana özgü bir yaratımdır ve amaçlıdır. - Dilin tüm olanaklarından yararlanılır. - İfade edilemez, denileni ifade ediştir. - İnsanın var oluş koşullarıyla mutlaka ilişkilidir. - Öğretici bir üslup kullanmaz; ama bilgi de verir. - Diğer bilimlere kaynaklık eder. - Öznesinden (yaratıcı) ayrı ve bağımsız bir varlıktır. Başka bir özne (okur) tarafından da yaratılır ve “estetik değer alanı “ oluşur.
- Üslup Teknikleri
Bir konuyu konuşmaya veya yazmaya başlamadan önce, o konuya hangi anlatım tekniğinin uygulanması gerektiğini belirlemek, ona göre bir anlatım yolu izlemek gerekir. Yahut geçmişte olanları anlatmak, olayları artarda sıralamak istiyorsak ona göre bir anlatım yolu seçilmelidir. Yaşanan veya yaşanılan yerleri okuyucunun gözünde canlandırmak, onları konuya uygun bir hayal dünyasına taşımak istiyorsak, sanatlı, imalı, çok çok betimlemelere yer veren bir anlatıma başvururuz. Eğer bir konuda bilgi vermek, ya da o konuyu öğrenme amacı taşıyorsak, bildiklerimizi süssüz, betimlemesiz, doğrudan anlatmaya çalışırız. Verdiğimi bilgilere dinleyici ve okuyucuyu inandırmak istiyorsak, söylediğimiz ve yazdığımız bilgileri kanıtlamaya çalışırız. Kanıtlama, anlattığımız bilgiler çerçevesinde inandırıcı birçok kanıt ortaya koyarak dinleyici ve okuyucunun bize inanmasını sağlamaktır. Bazen bu anlatım teknikleri karşılıklı olarak da kullanılabilir. Bir yazı içinde hikaye etme, sanatlı anlatma, doğrudan anlatma ve kanıtlama tekniklerine yer verilebilir. Bazen de konuya göre bu tekniklerin bir tanesi seçilir. Görülüyor ki başlıca anlatım teknikleri dört tanedir: 1. Hikaye yolu ile anlatım. 2. Betimleme yolu ile anlatım. 3. Doğrudan doğruya anlatım. 4. Kanıtlama yolu ile anlatım. 1. Hikâye yolu ile anlatma: Bu tür anlatımda fikir, olaylar yardımıyla anlatılır. Dinleyici ve okuyucular olaylar yoluyla bilgilendirilmeye çalışılır. Bu durumda anlatıma konu olan olay başlı başına bir hikayeyi oluşturur. Bu olaylar yaşanmış olduklarından, olayın anlatımına temel olan zaman, -di’li geçmiş zamandır. Hikaye zamanının kullanımı, yazarın seçimine göre değişebilir. Bu durumda yazar, hikayeyi ya hakim bakış açısından, ya üçüncü şahsın ağzından, ya da birinci şahsın ağzından yani kendi başından geçmiş gibi anlatır. Eğer olaylar başkalarından duyulmuş gibi, geçmiş zamanın rivayeti kipiyle anlatılırsa, o takdirde anlatılanlar hikaye olmaktan çıkar; masal olur. 2. Betimleme yolu ile anlatım: Betimleme canlı ya da cansız varlıkların dış görünüşünü, iç dünyasını sözcüklerle anlatmaktır. Betimleme tek başına pek kullanılmaz; diğer anlatım teknikleriyle birlikte kullanılır. Betimleme hikâye ve roman türünden eserlerde olaya canlılık kazandırmak, eserin uzamamasını sağlamak, okuyucuyu istenilen düşünce ve hayal ortamına sürüklemek, konuya duyulan merak ve ilgiyi doruğa çıkarmak için başvurulan bir anlatım tekniğidir. Bu betimlemeler gerçekçi oldukları gibi imgeci de olabilirler. Betimlemenin başarısı gözlem gücünün yüksekliğiyle orantılıdır. Dolaylı anlatımda betimlemenin yanı sıra diğer söz sanatlarına da yer verilir. Ortaya konulmak istenen eserin türüne, sanatçının mizacına ve sanat anlayışına göre sanatlı anlatım yoğunluk kazanır. Özellikle şiir türünden eserlerde sanatlı anlatıma fazla başvurulur. 3. Doğrudan doğruya anlatım: Tanım ve açıklamaya dayanan bir anlatım tekniğidir. Bu tür anlatımda amaç bir bilgiyi, bir fikri, bir haberi ilgililerine doğrudan, kesin ve net şekilde aktarmaktır. 0 yüzden bu tür anlatımda betimlemeyle sanatlı anlatıma pek yer verilmez. Bu tür anlatımda en önemli nokta, anlatılanların düzenli, mantıklı bir sıralamaya konmasıdır. 4. Kanıtlama yoluyla anlatım: Doğrudan anlatımın daha gelişmiş bir şeklidir. Bu tür anlatımda bir kuram ya da kanıtlamaya değer bir görüş, kanıtlar sıralanarak doğrulanmaya çalışılır. Bu durumda önce kuram ya da görüşün sınırları belirlenir. Bu sınırın içine girmeyen, konu dışı hususlara yer vermeye titizlik gösterilir. Görüş ve kuram çözümlenmeye çalışılır. Çözümleme sırasında inandırıcı, inkarı mümkün olmayan kanıtlara yer verilir. Kanıtların sıralanışı mantık çerçevesinde, ya tüme varım, ya tümden gelim yöntemiyle yapılır. Sonuçta kanıtlama için sıralanan bütün bilgiler ve kanıtlar toparlanarak, bir bakıma özetlenerek, son söz yani kuram ve görüş ile ilgili doğru ya da doğrular ortaya konulur. Bu tekniğin en çok kullanıldığı yazı türü eleştiri ve makalelerdir.
- Hikaye Türünün Genel Özellikleri
Hikâye (öykü); yaşanmış ya da yaşanabilir olay veya durumların kişi, yer ve zamana bağlı olarak zevk uyandıracak şekilde anlatıldığı kısa edebi türdür. XIV. Yüzyılda İtalyan edebiyatında Boccaccio’nun (Bokaçyo) yazdığı Decameron (Dekameron) adlı eser, hikâye türünün ilk örneği kabul edilir. Türk edebiyatında Tanzimat’tan önce hikâye türünün yerini halk hikâyeleri, destanlar, masallar, mesneviler ve Dede Korkut Hikâyeleri tutmaktaydı. Batılı anlamda hikâye, Türk edebiyatına Tanzimat’la girmiştir. Ahmet Mithat Efendi’nin Letaif-i Rivayat adlı eseri ilk hikâye örneklerindendir. Letaif-i Rivayat’ta yer yer geleneksel hikâyenin anlatım özelliklerine rastlanır. Teknik açıdan güçlü, Batılı örneklere benzeyen ilk hikâye ise Samipaşazade Sezai’nin Küçük Şeyler adlı eseridir. Hikâye türünün başarılı örnekleri Servetifünun Dönemi, Millı Edebiyat Dönemi ve Cumhuriyet Dönemi’nde verilmiştir. Günümüzde hikâye, yeni anlatım biçimleri ve teknikleri denenerek edebî türler içinde gelişimini sürdürmektedir. Hikâyenin bölümleri serim, düğüm, çözüm şeklindedir ancak bazı hikâyelerde bu bölümler bulunmayabilir. Serim bölümü; yer ve zamanın belirtildiği, kişilerin tanıtıldığı, olayın anlatılmaya başlandığı bölümdür. Düğüm bölümü, olayın okuyucuda merak duygusu oluşturacak şekilde işlendiği bölümdür. Çözüm bölümü, olayların düğümlerinin çözüldüğü bölümdür. Okuyucuda merak uyandıran sorular bu bölümde cevaplanır. Hikâyenin yapı unsurları kişiler, olay örgüsü, mekân (yer), zamandır. Hikâyede anlatılan olayları veya durumları yaşayan kahramanlar hikâyenin kişi kadrosunu oluşturur. Bu kişiler kurmaca kişilerdir. Olay örgüsü; hikâye kişilerinin başından geçen olaylar dizisidir, hikayedeki ana olaya bağlı küçük olayların peş peşe sıralanmasıyla oluşur. Mekân, olayın geçtiği yer ya da yerlerdir. Yazar, olayın akışı içinde ayrıntıya girmeden mekânı tanıtır. Zaman, olayın başlangıcından bitişine kadar geçen süredir. Olay, baştan sona doğru verilebileceği gibi bu sıralamaya uyulmadan da verilebilir. Zaman açıkça belirtilebileceği gibi sezdirilebilir de. Anlatıcı, hikâyedeki olayı anlatan kişidir. Anlatıcı, yazarın kendisi değil kurmaca bir kişidir. Hikâyede olaylar birinci veya üçüncü kişi anlatıcının ağzından anlatılır. Bakış açısı; anlatıcının hikâyedeki kişi, olay, yer ve zamanı ele alış biçimi ve bunlara karşı takındığı tutumdur. Üçe ayrılır: 1. Hâkim (Tanrısal / İlahi) Bakış Açısı: Anlatıcı, olaylara ve kahramanlara hâkimdir. Olayların nasıl gelişeceğini bilir ve görür. Olayları anlatırken kahramanların aklından geçenleri ve psikolojilerini yansıtır. Bu bakış açısında anlatıcı üçüncü kişidir. 2. Kahraman (Ben) Bakış Açısı: Olaylar, hikâye kahramanlarından birinin ağzıyla anlatılır. Olayları yaşayan kahraman, olaylar karşısındaki izlenim ve tutumunu kendi bakış açısıyla yansıtır. Bu bakış açısında anlatıcı birinci kişidir. 3. Gözlemci (Müşahit / Kameraman) Bakış Açısı: Anlatıcı; gördüklerini, tanık olduklarını aktarır. Hikâye kahramanlarının aklından geçenleri bilmez. Anlatıcının anlatımı gördükleriyle sınırlıdır. Nesnel bir tutum sergilenir. Bu bakış açısında anlatıcı üçüncü kişidir. Bir metinde birden fazla anlatıcı ve bakış açısı bulunabilir, anlatıcının değişmesine göre bakış açısı da değişebilir. Teması, konusu ve çatışma unsurları ile hikâye yazıldığı dönemin siyasi, ekonomik, kültürel özelliklerini yansıtır. Tema, hikâyedeki temel duygu veya düşüncedir, soyut ve geneldir: sevgi, dostluk vb. Konu, hikâyedeki duygu veya düşüncenin somut bir duruma bağlı olarak ele alındığı olgudur, temayı sınırlandırır: Türkiye’de aile bağları vb. Karşılaşma, olay çevresinde gelişen edebî metinlerde çatışmaları, olay halkalarını veya yeni durumları oluşturacak şekilde kahramanların yüz yüze gelmeleridir. Çatışma, hikâyede karşıt duygu, düşünce ve isteklerin; kişilik özelliklerinin bir arada sergilenmesi ile ortaya çıkan durumdur. Olayların dayandığı asıl ögedir, merak duygusunu canlı tutar: hayal-gerçek çatışması vb. Hikâye Türleri Hikâyeler genel olarak olay hikâyesi ve durum hikâyesi olmak üzere ikiye ayrılır: Olay Hikâyesi: Bu tarz hikâyenin temeli bir olay anlatımına dayanır. Olay hikâyesinde kahramanların ve çevrenin tasvirine önem verilir, okuyucuda merak ve heyecan duygusu uyandırılır. Fransız yazar Guy de Maupassant (Giy dö Mopasan) tarafından geliştirilen bu hikâye türüne Maupassant tarzı hikâye de denir. Olay hikâyesinin Türk edebiyatındaki başlıca temsilcileri Ömer Seyfettin, Refik Halid Karay ve Reşat Nuri Güntekin’dir. Durum Hikâyesi: Olaylardan çok, günlük yaşamın bir kesitini ele alıp anlatan hikâye türüdür. Durum hikâyesinde ruhsal çözümlemelere ağırlık verilir, olay ikinci planda kalır. Bu tarz hikâyede serim, düğüm, çözüm bulunmaz; okuyucunun merak duygusuna seslenilmez. Rus yazar Anton Çehov tarafından geliştirilen bu hikâye türüne Çehov tarzı hikâye de denir. Durum hikâyesinin Türk edebiyatındaki başlıca temsilcileri Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik Abasıyanık’tır. Anlatım Biçimleri Öyküleyici metinlerde öyküleme ve betimleme anlatım biçimlerinden yararlanılır. Öyküleyici Anlatım (Öyküleme): Olay anlatımına dayanan anlatım biçimidir. Bu anlatım biçiminde okuyucuyu olay içinde yaşatmak amaçlanır. Öyküleyici anlatımda kişiler, olay örgüsü, mekân ve zaman ögeleri bulunur; fiil ve fiilimsilere çokça yer verilerek kişiler hareket halinde yansıtılır. Betimleyici Anlatım (Betimleme): Varlıkları, durumları zihinde canlandırmayı amaçlayan anlatım biçimidir. Betimleyici anlatımda sıfatlar kullanılarak varlık ve durumlar ayırt edici özellikleriyle verilir. Öznel olanlarına izlenimsel, nesnel olanlarına açıklayıcı betimleme denir. Öznel anlatımlı betimlemelerde okuyucuya izlenim kazandırmak, nesnel anlatımlı betimlemelerde bilgi vermek amaçlanır. Anlatım Teknikleri Öyküleyici metinlerde gösterme (diyalog, iç konuşma, bilinç akışı), tahkiye etme (kişi tanıtımı, olay anlatımı, geriye dönüş, iç çözümleme, özetleme), pastiş, parodi ve ironi gibi anlatım tekniklerinden yararlanılır. Gösterme (Sahneleme): Olaylar, kişiler, varlıklar okuyucuya doğrudan sunulur. Anlatıcı, okuyucu ile eser arasına girmez. Okuyucunun dikkati eser üzerinde yoğunlaşır. Bu teknikte kişilerin konuşmaları ve hareketleri yansıtılarak okuyucunun kendisini eserin kurmaca dünyasında hissetmesi sağlanır. Gösterme tekniği; diyalog, iç konuşma veya bilinç akışı şeklinde olabilir. Diyalog: Kahramanların karşılıklı konuşmalarına dayanan anlatım tekniğidir. Metne akıcılık kazandırır. Diyalog tekniğinde konuşmalar, kitabi değildir. Kahramanlar, sosyal statülerine uygun biçimde konuşturulur. İç Konuşma: Kahramanların içsel konuşmalarını aktarmaya dayanan anlatım tekniğidir. İç konuşma tekniğinde, kahramanın duygu ve düşünceleri sesli düşünme şeklinde yansıtılır. Bu anlatım tekniğinde kahraman, karşısında biri varmış gibi kendi kendine konuşur. Bilinç Akışı: Genellikle XX. Yüzyıl modern roman ve hikâyesinde kullanılmış bir anlatım tekniğidir. Bu teknikte de iç konuşmada olduğu gibi kişilerin iç dünyaları, zihinlerinden geçirdikleri doğrudan o kişilerin ağzından, kendi kendilerine konuşmaları şeklinde verilir. Kahraman anlatıcı ve bakış açısı söz konusudur ancak bilinç akışında iç konuşmadan farklı olarak cümleler arasında mantık ilişkisi zayıftır. Daha çok serbest çağrışım yoluyla bir düşünceden bir başka düşünceye atlanır. Bu teknikte dış dünyaya ait nesneler, motifler bilinçaltını harekete geçiren serbest çağrışım ögeleri olarak işlev görür. Bilinç akışı ile iç konuşma tekniği genellikle iç içe kullanılır. #DurumHikayesi #Hikaye #HikayeTürününGenelÖzellikleri #OlayHikayesi
- Oğuz Kağan Destanındaki Mitolojik Unsurlar
ÜLGEN: Altay ve Yenisey çevrelerinde kullanılmaktadır. Kayrakan (büyük han) veya Tengere Kayra Han olarak da anılmaktadır. Güney Altay şamanistleri Ülgen’e “kuday” derler. Bazı kamlara göre ise, “Kayrakan” en büyük tanrıdır ve ülgen, kızagan ve mergen bu tanrının oğullarıdır. A.Anohin’e göre ülgen iyilik eden bir varlıktır. Ay ve güneşin ötesinde, yıldızların üstünde yaşar. Onun huzuruna giden yolda yedi, bazı rivayetlere göre dokuz engel vardır. Ülgenin huzuruna giden bu yol ancak erkek şamanlara, ayin yaptıkları zaman açıktır. Bununla birlikte erkek şaman bile ancak beşinci engel olan demir kazık (altın kazık=kutup yıldızı) yıldızına kadar ulaşabilir ve oradan geri döner. Ülgenin sarayı ve altından tahtı vardır. Kendisi insan şeklindedir. Şaman dualarında ” ak ayaz”, “ayazkan”, “şimşekçi”, “yıldırımcı”, “yaratıcı” (yayuçı) olarak da vasıflandırılır . Ülgen yaradıcı (halik)dır. Bütün varlığı yaradan odur. UMAY: Altaylı kavimlere göre Umay çocukları ve hayvan yavrularını koruyan dişi tanrıdır (tanrıça). Umay ismini Tonyukuk yazıtında şu ifadelerle görüyoruz. “Geri dönelim. Ere nefsini saklamak yektir dedi. Ben (ise) böyle derim! Ben Bilge Tonyukuk Altun ormanını aşarak geldik, İrtiş Irmağı’nı, geçerek geldik. (buraya) gelenler (=düşmanlar) cesur dedi (=demişler); (bizim geldiğimizi ise) duymadılar. Tanrı, Umay kutsal yer, sular (bizim için onlara) gaflet verdi. Neye kaçarız.(Onlar) çok diye niye korkarız. Az[ız] diye niye basılalım. Taarruz edelim dedim. Taarruz ettik, perişan ettik. Ertesi günü çok geldiler… SUYLA: Suyla adı verilen ruh, insanları korur ve yerde bulunur. Gözleri otuz günlük mesafeden görür, at gözlerine benzer. Ay ve güneşin kırıntılarından yaratılmış “suyla”nın görevi insanların hayatında ortaya çıkabilecek değişiklikleri haber vermek ve insanları göz altında bulundurmaktır. Âyin esnasında şaman göklere yahut yer altına giderken “suyla” şamanın yolunu kesen kötü ruhlara müdahale ederek onları kovar, “Yayık” ile birlikte kurbanın canını göklere götürür. Âyin esnasında “suyla” şerefine saçı olarak “rakı” kullanırlar. Karlık adı verilen ruh “suyla”nın en yakın arkadaşıdır. KÖK-BÖRİ: Totem devri yaşayan Türklerin totemi bozkurt, destanlarda hayat ve savaş gücünü temsil eder. Bozkurt, destanlarda Tanrı kurt ,anne kurt, ordular önünde yürüyen kumandan olarak geçer. Türkler boz kurta önce Tanrı diye tapmışlar, sonra kendilerinin bozkurt soyundan geldiklerine, böylelikle birer bozkurt olduklarına inanmışlardır. IŞIK: Bu motif destanların kuruluşunda kutsiyetten kaynaklanan hayat verici bir özelliğe sahiptir. Destanların büyük kahramanları; bu kahramanlara kadınlık ve mukaddes Türk çocuklarına annelik yapan kadınlar ilahî bir ışıktan doğarlar. Şamanist inanca göre yerden on yedi kat göğe doğru gittikçe aydınlanan bir nur âlemi vardır ki bunun on yedinci katında bütün göz kamaştırıcı ışığıyla Türk Tanrısı oturur. Yeryüzünde iyilik yapan ruhlar da bir kuş şeklinde bu nur âlemine uçarlar. RÜYA: Destanın bütününü etkileyen ve destan kahramanlarının hareket alanını belirleyen bir motiftir. Bir mücadele üzerine kurulu destanlarda kazanılacak başarı veya yaşanacak bir felaket düş yoluyla önceden öğrenilir. Kadercilik anlayışı düş motifiyle destanlarda işlenir. AĞAÇ: Destanlarda ağaç motifi üç yönüyle yer alır: Sığınak (Oba), Ana ya da Ata, varlığı, devleti temsil eden sembol. İnsanlığın yaratılışı hakkındaki Türk düşüncesine göre Tanrı, yeryüzündeki dokuz insan cinsini, bu insanlardan önce yarattığı dokuz dallı ağacın gölgesinde barındırmıştır. KIRKLAR: Bu motif, kahramanlar etrafındaki gücü temsil eder. Kırk sayısı bazı eşya ve davranışları sınırlar. Oğuz Kağan’ın kırk günde yürümesi, konuşması gibi. Kırk sayısı görünmez aleminden gelen koruyucu, güç verici kutsiyete erişmiş şahısları da simgeler. AT: At destanlarda önemli bir konuma sahiptir. Bunun temelinde göçebe kültürün yarattığı zorlayıcı koşullar vardır. Ata bir tür dinsel totem özelliği kazandıran Şamanist inançtır. At, kahramanın başarıya ulaşmasında en etkin güçtür. Sahibini korur, ona yol gösterir, tehlikelere karşı uyarır. OK-YAY: Destanlarda maden isimlerinin sıkça geçmesi Türklerin savaşçı bir ulus oldukları kadar savaş aracı üretmede de usta olduklarını gösterir. Destanlardaki maden isimleri tamamıyla Türkçedir. Bu da Türklerin çok eskiden beri madencilikle uğraştıklarının delilidir. Ok-yay motifi destanlarda sadece savaş aracı olarak geçmemiş, Türk üstünlüğünü ifade etmiş, hukuki bir sembol haline gelmiştir. MAĞARA: Bu motif destanlarda sığınak ve ana karnını temsil eder. Bazen de ilahî buyruğun tebliğ edildiği yer olarak karşımıza çıkar. AK SAKALI İHTİYAR: Destanlarda hakanların akıl danışıp öğüt diledikleri gün görmüş yaşlılar vardır. Derin tecrübeli bu kimseler, geç hakanlara yol ve iz gösterirler. , Türklerin alimlere mukaddes insan gözüyle bakıp ilme değer verdiklerini gösterir. YADA TAŞI: Bu taş destanlarda millî birlik ve bütünlüğü, halkın mutluluğunu ve devletin idealini temsil eder. Bu taş ülkeden çıkarıldığında birlik ve bütünlük bozulur ve kıtlık baş gösterir. #Mitloji #OğuzKağanDestanı #türkmitolojisi