Arama Sonuçları
Boş arama ile 692 sonuç bulundu
- Türk Mitolojisinde Acun ve Dünya
“Soğuk geldi yaslandı, “Kutlu yazı kıskandı, “Karla Acun kaplandı…” 1. ACUN, İNSANLIK DÜNYASI “Acun”, esik Türkçede dünya anlamına gelirdi. Fakat bu dünya, maddî dünya olmaktan ziyade, “İnsanlık dünyası” idi. Toprak ve su yığınından ibaret olan dünya, eğer insansız kalsa idi, hiçbir manası olmayacaktı: “Bu dünya, insanlıkla birlikte düşünüldüğü için, insanların hayatı gibi fâni ve yine insanların talihi gibi dönek ve kahpe bir dünya idi”. Bunun için eski Türkler yeryüzünde yaşayan varlıkların tümüne, “Acunlar” demiş ve bu suretle Acun deyimi ile de, ne demek istediklerini daha açık olarak göstermişlerdi. Eski Türkler, yeryüzünde yaşayan insanlara “Acunluk” derlerdi. İnsanlar nihayet dünya için yaratılmış, dünyalık ve bu dünya içinde güçleri ile kuvvetleri yeter olan varlıklardı. Onların iyilik veya kötülükleri, Tanrının insanlara bahşettiği talihe, yani, “Kut”a bağlı idi. Tanrı onlara kut verirse, zaten herkes iyi olur; kurt kuzuya bile katılıp giderdi: “Acunluk belinge badı kurt kurı, “Kozı birle kadlıp yorıdı böri!” “İnsanlar bağladı kut kuşağını, “Kuzuya katılıp yürüdü börü (Kurt)” İnsanları idare eden ve bu işi meslek edinen hükümdara da “Acuncı” denir. Fakat, Acuncı unvanı, daha çok bütün insanlığın hükümdarına verilen bir ad idi. Eski Türklerde, “Cihanşümûl” (Üniversal) bir devlet fikri vardı. Onlara göre, “Türk Hakanı, Tanrı tarafından bütün insanlığı idare için gönderilmiş bir hükümdar idi”. Türk devlet felsefesi, bütün dünyayı ve insanlığı içine alan bir anlam, yani Universalismus ile dolu idi. Bunun için de Türk hükümdarının yine Tanrı tarafından bahşedilen faziletle dolu olması lâzım geliyordu: “Acunçıka erdem gerek ming tümen” “Acuncı’ya erdem gerek, on milyon!…” Unutmamalıyız ki, insanların iki dünyası vardı: “Biri bu dünya ve diğeri de, öbür dünya idi”. maddî dünya ise, bir tane idi. Bunun için Acun sözü, maddî dünyanın çok üstünde ve insanların gönlündeki diğer dünyayı da, ahireti de ifade ederdi. Bu sebeple eski Türkler, “Bu Acun” veya “Ol Acun” derken, bu iki dünyayı birbirlerinden ayırmağı da ihmal etmezlerdi. Fakat bu dünya fâni, öbür dünya ise ebedî bir dünya idi. bu sebeple de, öbür dünya ve ahiret için “Menggü Acun”, yani “Ebedî dünya” deyimini kullanırlardı. “Bu dünya, o dünya”, Anadolu’da da çok kullanılan bir deyimdir. Bektaşî edebiyatında ise, bunun yerine hemen hemen hiçbir arapça söz tercih edilmemişti. Şu güzel Bektaşî nefesinde, bunu açık olarak görüyoruz: “Bu dünyadan, o dünyaya giderken, “Tu yüzüne, lânet şanına Yezid! “Hak evini yıkıp harap edersin, “Tu yüzüne, lânet şanına Yezid!…” Teslim Sultan Abdal Türklerde bu deyimler X. yüzyıldan itibaren söylenmeğe başlanmıştı. Elbette ki bunların doğuşunda, İslâmiyet'in de büyük tesirleri vardı. Fakat bu deyimler, daha önceleri Müslüman olmayan ve Buda dinine inanan, Türkler tarafından da söylenmişti. Örnek olarak bunlardan bir tane verelim: “Togrup takı kalmadı menggü eren, “Ajun küni, yulduzı tutçı togar.” “Doğup da kalmamıştır, (dünyada) bir, tek insan, ebediyen yaşayan, “Acunun güneşiyle, yıldızlarıdır ancak, ebediyen ışıyan!…” Acun insanlar için ebedî değildir. Ebedî olan şey, her gün doğan ve dünyaya bağlı olan, güneş ve yıldızlardı. Burada “Dünyaya önem veren” (Geocentric) bir kâinat görüşü, kozmoloji vardır. Bu görüşü, İran edebiyatında görmüyor değiliz. Fakat Astronomi bakımından Ptoleme’nin sistemine bağlı olan bu inanış Çin’de de vardı. Asıl şaşılacak nokta şudur: Kutadgu Bilig’deki bu şiirlerde, eski Uygur anlayış ve deyimleri, en güzel bir şekilde ifade edilerek söylenmişti. “İran deyimleri” nin en ufak bir izi bile yoktur. Eğer bu şiirler, İran edebiyatının mana ve mefhumları kullanılarak yazılmış idiyse; nasıl oluyordu da, İran edebiyatının deyimleri ve terminolojisi, bu şiirlerde, en ufak bir “sızıntı ve görüntü bile gösteremiyordu”. Meselâ Ahmed Yesevî ile Yunus Emre’de, bu dil saflığını göremiyoruz. Çok eski de olsa, İran edebiyatının tesirlerini inkâr edemeyiz. Fakat bunun yanında, Kutadgu-Bilig’den önce de var olan, bir tür düşünce düzeni ile bir Türk şiir an’anesinin varlığını kabul etme zorunluluğa da vardır. 2. “ACUN”, DÖNMEK ZAMAN VE KAHPE FELEK “Süren, Erenler süreği, “Süre gelmiş, süre gider!…” Teslim Sultan Abdal “ Acun’un felek ve zaman anlamına kullanılması: Astronomi bakımından, “Felek” ile ilgili ayrı bir bölümümüz vardı. “Acun” deyimi dolayısı ile, burada bu konuya, yeniden döneceğiz. Türklerin Felek’e, astronomik görüşle, “Çığrı” dediklerini söylemiştik. Az önce de söylediğimiz gibi Türkler, dünyaya önem veren kâinat görüşleri (Geocentric) dolayısı ile, dönen feleği ve değişen gece ile gündüzü de, Acun sözünde toplamış ve Acun deyimi ile ifade ede gelmişlerdi. Değişen zaman, çağ ve talih de, artık, Acun sözü ile anlatılır olmuştu: “Ajun tüni kündüzi yedkin keçer “Kimni kalı satgasa küçin kever.” “Acunun gecesiyle, gündüzü gelip geçer, “Kimin üstüne varsa, gücünü ezip geçer!” Felekten kurtuluş yoktur. Kader pususunu kurarak fırsat bekler ve fırsatını bulunca da insanı can evinden yaralar. Ne yazık ki, insanoğlu bu yaranın, nereden ve kimin tarafından geldiğini bilemez. Yine de, çaresini ve yarasını sarmak için, gereken yakıyı İnsanoğlundan arar ve ister: “Urmuş Ajun pusuğın, kılmış anı balığ; “Em sem angar tilenip, sizde bulur yakığ.” “Kurmuş Acun pususın, kılmış anı yaralı, “İlâç, çare aranır, sizde bulur yakıyı!…” Çarkı felek ile dünya, kahpe ve dönektir. İnsanlar, rahat ve uzun yaşamasınlar diye zamanı bile çabuk geçiştir. “Acun, erlerin ve yiğitlerin değil; kötülerin dostudur”. Dünyayı iyi insanlardan ayırmak ve ayıklamak, sanki onların bir vazifesi gibidir. Kaşgarlı Mahmud’un verdiği şu çok eski Türk şiirini, bugünkü Türkçemize çevirmeğe çalışalım: “Zaman günleri çabuk, geçirip davrandırır, “İnsanoğlunun ise, gücünü yıprandırır; “Erleri seyrek yapar, Acun’dan hep kaldırır, “Kaçsa dahi yetişir, canlarını aldırır!…” Burada, Felek ve Acun yerine, “Zaman”, (Ödhlek) geçmiş ve onların vazifelerini, artık “Zaman” yapmağa başlamıştır. 3. ACUNCI, DÜNYANIN SAHİBİ “TÜRK HAKANI” “Acuncı, yani Dünyanın sahibi olan iyi bir Hakan, Feleğe karşı insanları korurdu: Az yukarıda da söylediğimiz gibi hükümdar, bütün dünyanın sahibi gibi görülüyor ve ona “Acuncı” adı veriliyordu. Bütün hükümdarlara, aynı ünvanın verilip, verilmediğini bilmiyoruz. Fakat bu deyim, eski Türk metinlerinde aynı anlam için birkaç defa kullanılmıştır. İranlıların “Efra siyab” ve Türklerin de “Alp Er Tonga” dedikleri büyük kahraman ve hükümdar için Acun Begi deniyordu. Bu deyimi, eski Türk metinlerinde sık sık rastlıyoruz. Alp Er Tonga ölünce, Acun sahipsiz kalmıştı: “Alp Er Tonga öldi mi? “Ödlek öçin aldı mı? “Issız Acun kaldımı? “Emdi yürek yırtılur!” “Alp Er Tonga öldü mü? “Felek öcün aldı mı? “Kötü Dünya kaldı mı? “Şimdi yürek yırtılır!…” Bu çok eski ve güzel Türk şiirinde, Acun’un arsız, utanmaz, kötü ve fena olduğu söylenmek isteniyor. Bunun için dünyaya, “Issız Acun” deniyor. Eski Türkçede “Isız” sözü, daha çok haylaz, yaramaz, terbiye ve söz almaz çocuklar için söylenen bir deyimdi. Eski Türkler, Dünyaya bu sıfatı vermekle, ona bir “Kişilik” de vermiş oluyorlardı. Tıpkı bizim “Kahpe dünya” diyerek, dünyayı kötü bir kadına benzettiğimiz gibi. Bu benzetmeler unutmayalım ki İran edebiyatında olduğu kadar Budizm'de de vardı. “Ödlek” deyimi burada da karşımıza çıkıyor. Esas itibari ile zaman için kullanılan bu söz, öyle anlaşılıyor ki, “Felek” karşılığı olarak da, dilden düşürülmüyordu. Diğer bir şiirde, yine Alp Er Tonga’nın ölümü için şöyle deniyordu: “Zaman artık inceldi, süzüldü, yufkalandı, “Cılız, zayıf erlerse, yavuz oldu davrandı! “Erdem artık kalmadı, atıldı savsaklandı, “Çünkü Acun’un Begi (Efrasiyab) yok oldu!” Şairi bilinmeyen bu çok eski Türk halk şiiri, faziletin ve faziletli kişilerin yok oluşunu, Hakan Efrasiyab, yani Alp Er Tonga’nın ölüşünü ve dünyanın sahipsiz kalışına bağlıyor. Şiirin esas metninde Efrasiyab’ın adı geçmiyor. Fakat şiirin söylenişinden, bö sözlerin Alp Er Tonga ile ilgili olduğu, açık olarak anlaşılıyor: “Acun, erleri ve yiğitleri ayıklayarak, dünyayı yiğitlerden temizlemeği, âdeta kendi için bir vazife bilirdi. Akıllı ve bilgi kişileri ise, istemezdi ve onlara yar değildi. Bilgili insanları yok edip, dünyadan kaldırmasa bile, onları kovalar, ısırır ve etlerini koparırdı. Bu sebeple bilge kişilerin de vücutlarında açılan yaralar, yavaş yavaş kopup çürümeğe başlarlardı”. Daha doğrusu şair demek istiyordu ki, bilgelerin kafalarında bilge bulunmasına rağmen, kokmuş vücutlarında artık fazilet barınamamağa başlamıştı. İşte, Acun’un bu marifetlerini anlatan şu çok eski Türk şiiri bize şöyle diyor: “Bilğe, akıllı kişi, artık hep yoksul kaldı, “Acun onları tutup, ısırdı, etin aldı, “Erdemli vücutlarsa, çürüdü, koku saldı. “(Tükendi artık gücü) yere değip sürtülür!” Yine çok eski ve çok manalı bir Türk halk şiirini Dede Korkut’un dilinden dinleyelim: “Kanı dedüğüm, Beg Erenler, “Ecel aldı, yer gizleri, “Dünya menüm diyenler. “Bu dünya kime kaldı!…” 4. “ACUN”, MADDİ DÜNYA ANLAMINA “Maddî Dünya anlamına kullanılan Acun sözü”: “Acun” sözü eski Türklerde, esas itibari ile, içinde doğduğumuz ve yaşadığımız Dünya anlamına gelirdi. Eski Türk şiirleri, her konuda dünyamıza bir kişilik verir ve dünyayı güzellikleri ile bezeyerek, öyle anlatırlardı. Meselâ şu çok eski Türk halk şiiri, tıpkı bir insan gibi, dünyanın nefesini ılındırmakta ve ondan sonra da baharı getirmektedir: “Kalkar kamug kölerdi, “Ajun tını yılırdı, “Taglar başı ilerdi, ” Tütü çeçek, çerkeşür!” “Kuru yerlerin hepsi, yağmur ile göllendi, “Dağların başı artık, göründü belirlendi, “Dünyanın soluğuysa ılındı, meltemlendi, “Türlü, türlü çiçekler, dizilip, demetlendi!…” Diğer eski bir Türk şiiri de, soğukların ve kışın gelişini, mevsimler arasındaki kıskançlık ve rekabete bağlıyor. Ona göre kış, yazın güzelliklerini kıskanmış ve bunun için de bütün şiddet ve kuvvetini toplayarak gelmiştir: “Tumlıg kelip kapsadı, “Karlap Ajun yapsadı, “Kutlug yayıg tepsedi, “Et, yin üşüp, emrişür!” “Soğuk geldi yaslandı, “Karla Acun kaplandı, “Kutlu yazı kıskandı, “Vücut üşür, titreşir!…” Mevsimlere “Kişilik” veren şair, yazı kıştan üstün tutarak, yaza “Kutlu yaz” diyor. Acun sözünü Uygurlar, “Acun” şeklinde yazıp söylerler iken; Kaşgarlı Mahmud bu sözü, “Ajun” şeklinde söylemeğe başlamıştı. #türkmitolojisi #TürkMitolojisindeAcunveDünya
- Mitoloji ve Özellikleri
Yunancada söz, öykü anlamına gelen mitos (mythos), ilkel insan topluluklarının evreni, yeryüzünü ve tabiat olaylarını kişileştirerek yorumlama ve henüz sırrını çözemedikleri yaşamla ilgili her türlü oluşumu anlamlı bir biçimde açıklama gereksiniminden doğmuş öykülerdir. Eski çağ insanlarında doğa güçlerinin fizik ve etik etkilerini yansıtan mitoslar, dinlerin de başlangıcıdırlar. İlkel insanın fizik atılımlarına ek olarak metafizik ve psikolojik davranış ile yer yer tarihsel ve sosyolojik unsurları da içerirler. Örneğin; Homeros’un ünlü İlyada ve Odysseia adlı iki eserinin çıkış noktasını Akhalar ve Troyalılar arasındaki ünlü savaş oluşturur. İlyada’da savaşın son günleri, Odysseia’da ise savaşın sona ermesinden sonra evine dönmeye çalışan Odysseus adlı kahramanın hikayesi anlatılır. Mitoslar taşıdıkları sezgi gücü, insanın doğasında var olan zaaf ve tutkuları ortaya koymasıyla çağlar üstü bir kesinliğe, çok yönlü bir kullanışa imkan verir. Bunun sonucu olarak mitoslar, günümüze değin sanatın yararlandığı bir ilham ve kültür kaynağı olmuştur. Mitoloji, mitoslar bilimi ve mitosların sistemli bir şekilde toplamı demektir. Mitos çok tanrılı bir dinin tanrıları üzerine anlatılan efsane, mitoloji de bu efsanelerin bir araya geldiği kitap olduğuna göre mitoloji ilkçağın din kitabı olabilir mi? Olamaz, çünkü bu efsaneler tek tanrılı dinlerde söz konusu edilen inanç düzeyine hiçbir zaman ulaşmamıştır. İlkçağın mitosu laiktir ve din adamının değil sanatçının uğraşıdır. Sözlü ya da yazılı edebiyat ve sanat kollarının hepsinde konu edilen ve işlendikçe değişen mitoslar ne kadar ozan, yazar ya da sanatçı varsa o kadar biçim almış hiçbir zaman tek tanrılı dinlerin kutsal kitapları gibi değişmez ve mutlak bir hale gelmemiştir. Öylesine bir çeşitlilik ve özgürlük vardır ki Tanrıça Artemis Batı Anadolu’da başka, Yunanistan’da başkadır. Bölge bölge tanrıların özellikleri değişir. Daha eski yerel bir inancın etkilerini, yeni inanca aktarılmış olarak bulmak mümkündür. Örneğin eski adı Kilikia olan Silifke-Adana arasındaki bölgede yoğun bir biçimde tapınılan Zeus Olbios bir fırtınalar tanrısıdır. Oysa başka hiçbir yerde Zeus’un bu özelliği bu denli vurgulanmamıştır. Mitosun gerçekle ilişkisi olup olmadığına gelince, mitosun gerçeği kendi içinde aranmalıdır. Çok sayıda kent devletine ayrılmış olan Yunanistan’ın her bölgesi kendi yerli mitosunu yaratmıştır. Helenistik dönemde çoğalan ve karmaşık bir hale gelen efsaneleri toplama ve derleme işine girişilmiştir. Bu dönem İskenderiye ve Bergama kitaplıklarının kurulup, çalışmaya açıldığı ve elyazmalarının çoğaldığı eleştirel bir dönemdir. Efsane oluşturma Roma döneminde de devam etmiştir. Roma, Yunan mitolojisinden etkilenerek kendi din ve mitolojisini kurmak ister. Yunan tanrılarını kendi tanrılarıyla bir tutarak isimlerini değiştirir, efsanelerinin kimini benimser, kimini atar ve kimini de yerli efsaneleriyle karıştırır. Mitoloji denince akla ilk gelen Yunan-Roma mitolojisidir. Bu hatalı bir anlayıştır. Aslında bir Akdeniz çevresi efsaneler topluluğu vardır. Onun Yunan ve Roma’ya mal edilmesi, bu efsanelerin Yunan ve Romalı yazarlar tarafından yazılmasından kaynaklanır. Bu efsanelerin çıkış yeri Anadolu, Girit, Mısır ve Mezopotamya’dır. Ayrıca Türk mitolojisi de üzerinde durulması gereken önemli unsurlar barındırmaktadır. Mitolojinin Özellikleri Efsaneler konu itibariyle tanrıları, kahramanları ve doğaüstü varlıkları konu alan anlatılardır. Uyumlu bir sistem içerisinde düzenlenmiş olup, çoğunlukla geleneksel sözlü aktarımlar yoluyla (ozanlar, baksılar, manasçılar, rahipler) yayılarak canlı kalırlar. Sıklıkla ilgili oldukları topluluğun dinî veya ruhânî yaşantıları ile bağıntılı olan mitler, topluluktaki bu ruhânî mevkilerini kaybettikleri zaman, yani topluluğun ruhânî yapısıyla aralarındaki bağ koptuğu zaman, mitolojik niteliklerini yitirir ve folklora ait söylenceler veya peri masalları haline dönüşürler. Folklor bilimcilere göre, -ki bu disiplin hem seküler hem de kutsal söylencelerin incelenmesini içerir- bir mit, gücünün bir kısmını topluluğun (en azından belirli bir kısmının) ona olan inancından ve doğru olarak kabul edilmesinden alır. Folklor incelemelerinde, tüm kutsal geleneklerin birikimi vardır ve terimin kullanımında, günlük kullanımındakine benzer, herhangi bir kötüleme, aşağılama bulunmamaktadır. Örneğin bir dinin hem kendi mitolojisinden hem de tekil olarak içerdiği mitlerden ayrı ayrı söz edilebilir. Bu durum tamamen bilimsel ve tarafsız bir yaklaşım olup, mitler açısından herhangi bir kötüleme ve aşağılama amacı da barındırmaz. Efsaneler sıklıkla gerek evrenin gerekse yerel bölgenin ortaya çıkışını açıklama amacı taşır. Örneğin sırasıyla yaratılış efsaneleri ve kuruluş efsaneleri gibi. Efsaneler ayrıca doğa olaylarının, başka şekilde açıklanamayan kültürel âdetlerin açıklanması amacını da taşır. Genel olarak efsanelerin doğal anlamda basit bir izah sunmayan herhangi bir şeyi açıklamak için kullanıldığı da söylenebilir. Mitoloji terimi Yunan mitolojisi veya Roma mitolojisi formunda olduğu gibi sıklıkla eski kültürlerin antik hikâyelerine atfen kullanılmaktadır. Bazı efsaneler orijinal olarak sözel bir geleneğin ürünüyken zamanla yazılı hâle gelmişlerdir. Çoğu efsanenin başlangıç noktası aynı iken değişik coğrafya ve kültürlerden etkilenerek farklılaşmış, birbirinden farklı anlatılar haline dönüşmüş, orijinal olanı ancak mitologların anlayabileceği kadar kompleks halde kalmışlardır.
- Servet-i Fünun Döneminin Sanat Anlayışları
Klasik Edebiyattan Yana Olanlar Yaşam tarzı ve dünya görüşü yönünden eskinin temsilcisi durumundaki bu şairler, divan edebiyatının zevk ve alışkanlıklarını savunarak yenileşmeye karşı çıkmışlardır. Bu sanatçılar klasik kültürün zayıf birer temsilcisi olmuş, eserlerinden çok giriştikleri tartışmalar ve eleştiri yazılarıyla dikkati çekmişlerdir. Muallim Naci’yi eskinin temsilcisi durumuna getirerek onun çevresinde toplanmışlardır. Ahmet Mithat Efendi, Sabah gazetesinde “Dekadanlar” adlı bir yazı yayımlar, Servet-i Fünûncuların hareketini edebiyatta bir geriye dönüş olarak niteler ve şairleri de taklitçilikle suçlar. Bu yazıya Cenap Şahabettin “Dekadanizm Nedir?” başlıklı bir makaleyle cevap verir. Tartışma giderek genişler. Birçok eski ve yeni edebiyat yanlısı sanatçı, bu tartışmaya dahil olur. Eski ile Yeni Arasında Yer Alanlar Bu grupta değerlendirilecek sa- natçılarnı başında Recaizâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit Tarhan gelir. Bu sanatçılar klasik edebiyatın dil, üslûp ve biçimsel özelliklerine büyük ölçüde bağlı kalırlar. Bunun yanında Batı edebiyatının etkisini de eserlerine yansıtırlar. Batılılar gibi düşünüp Türk gibi yazmayı; toplumsal koşullarımıza adet ve geleneklerimize uygun bir edebiyat yaratmayı öngörürler. Bir çeşit Doğu ve Batı edebiyatlarında bir sentez yapmak, taklitçiliğe düşmemek eğilimindedirler. Başlangıçta Muallim Naci de bu düşünceyle şiirler yazmıştır. Ancak, Recaizade Mahmut Ekrem’e karşı eski edebiyatı savunan çeşitli yazılar yazmış ve yeniye karşı eleştiriler yapmıştır. Ziya Paşa, Ahmet Mithat Efendi, Ahmet Rasim, Ali Kemal ve Recep Vahyî gibi sanatçılar bu görüşü temsil etmiştir. Yenilikçiler Recaizâde Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamit gibi öncülerden hareket etmişler, Türk edebiyatının bütünüyle Batılılaşması için yoğun bir çaba göstermişlerdir. Edebiyatımızı biçim ve içerik yönünden tümüyle değiştirmeye, yeni bir duyuş ve anlayış yaratmaya gayret etmişlerdir. Batı edebiyatlarını model alarak, yeniliğin çerçevesini bilinçli bir biçimde genişletmeye çalışmışlardır. Yapmak istedikleri yenilikleri büyük ölçüde gerçekleştirmişler, divan şiirinin biçimlerini tamamen ortadan kaldırmışlar, roman tekniğini güçlendirmişler, Batılı anlamda öykü örnekleri vermişlerdir. Yarattıkları eserler dönemin diğer sanatçılarına göre daha olgun örnekler oluşturmuştur.
- Servet-i Fünun Edebiyatının Oluşumu
“Servet-i Fünûn Edebiyatı” ya da diğer adıyla “Yeni Edebiyatçılar” anlamına gelen “Edebiyat-ı Cedide” döneminin başlaması, dönemin siyasî ve sosyal olaylarının doğal bir sonucudur. Edebiyatımızda Tanzimat’la başlayan yenileşme süreci, ikinci büyük aşamasını “Servet-i Fünûn” hareketi ile sürdürmüştür, Tanzimat edebiyatı ile başlayan “eski-yeni” çatışması, Servet-i Fünûn hareketinin temelini oluşturmuştur. Şöyle ki; Tanzimat Dönemi’nin iki büyük şairi Recaizâde Mahmut Ekrem’le Muallim Naci, Yeni Türk Edebiyatı’nın nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusunda iki farklı yol önermişlerdir. Recaizâde Mahmut Ekrem, yüzyıllardır süregelen edebiyat geleneklerinden kesinlikle vazgeçilmesi gerektiğini savunurken, Muallim Naci, edebiyatımızın süregelen geleneklerinden büsbütün kopmayı reddediyor; bazı yenilikleri kabul etmekle birlikte bunları edebiyat geleneklerimiz içinde eritmek gerektiğini düşünüyordu. Bu durum aslında devletin eğitim kurumlarının çeşitlenmesiyle de ilgilidir. Osmanlı İmparatorluğumun en eski eğitim kurumlarından olan medreselerde Arapça-Farsça öğretiliyor, eğitimde Doğu bilimleri ve divan gelenekleriyle yaratılan anlayış devam ediyordu. Diğer taraftan Tanzimat’la birlikte açılan yeni okullarda Batılı eğitim sistemi esas alınmış, Fransızca ve İngilizce öğretimine başlanmıştır. Böylece aldığı eğitim ve yetişme biçimi birbirinden çok farklı olan iki aydın çevre doğmuştur. Bu çevreler arasındaki duyuş, düşünüş ve dünya görüşü farklılığı yalnız edebiyatta değil, hemen her konuda bir çatışma yaratmıştır. “Ekrem-Naci Tartışmasının üzerinden çok zaman geçmeden Muallim Naci, 1893 yılında öldü. Ancak gerek onun gerekse Racaizâde Mahmut Ekrem’in yolundan giden gençler, edebiyatta birbirine karşıt iki görüş ve grup yarattı. Sonuç olarak “eski-yeni” çatışması yeniden alevlendi. Bu sırada iki karşı görüş sanatçıları arasında “Kafiye göz için midir, yoksa kulak için midir?” konusunda yeni bir tartışma başladı. Bu nedenle eski ve yeni taraftarları yeniden birbirine saldırıya geçti. Bu saldırıların en önemli hedefi de yenilerin koruyucusu Ekrem Bey’di. “Malûmat” dergisi etrafında toplanan Muallim Naci yandaşları her fırsatta Recaizade Mahmut Ekrem’i ve onun çevresindeki gençleri eleştiriyordu. Ekrem Bey, kendisini ve taraftarlarını onlara karşı savunmak için yeni bir yayın organına, gazete veya bir dergiye ihtiyaç duyuyordu. Recaizâde Mahmut Ekrem’in, Mekteb-i Mülkiye’den öğrencisi olan Ahmet İhsan Tokgöz, birkaç yıldır “Servet-i Fünûn” (Fenin- bilimin servetleri anlamına gelir.) adlı bir dergi çıkarıyordu. Ekrem Bey, eski öğrencisine, bu dergiyi bir sanat-edebiyat organı haline getirmeyi teklif etti. Bu önerinin kabul edilmesiyle Recaizâde Mahmut Ekrem, etrafındaki yenilik yanlısı sanatçıları bu derginin çevresinde toplayarak, derginin sanat ve edebiyat alanındaki yönetimini yine eski bir öğrencisi olan genç şairlerinden Tevfik Fikret‘e verdi. Yeni edebiyatı savunan gençler, kısa sürede bu derginin etrafında toplandı. Cenap Şahabettin, Hüseyin Suat, Ali Ekrem, Faik Ali, Süleyman Nesip, Ahmet Reşit, Celâl Sahir gibi genç şairlerin, Halit Ziya (Uşaklıgil), Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit (Yalçın), Ahmet Hikmet (Müftüoğlu), Saffet Ziya, Ahmet Şuayb gibi genç yazarların yeni bir edebiyat hareketi başlatmalarına öncülük etti. Hepsi de genç ve tahsilli olan Servet-i Fünûn sanatçıları, tam anlamıyla modern bir Türk edebiyatı yaratmak düşüncesiyle bir araya geldiler. Dönemin çok ağır olan siyasî koşullarına rağmen büyük bir başarı gösterdiler. 1896’dan 1901 yılına kadar süren kısa bir dönemde, Türk edebiyatında büyük bir yenilik yaratan, önemli yapıtlar üreten Servet-i Fünûn sanatçıları, modern Türk edebiyatını yaratmada önemli bir rol oynadı. Şiir, roman, hikâye, eleştiri ve anı türlerinde önemli yapıtlar verdiler. Halit Ziya, Mehmet Rauf romanlarıyla; Tevfik Fikret, Cenap Şahabettin şiirleriyle yeni edebiyat beğenisinin somut örneklerini verdiler. Servet-i Fünûn dergisi, 1901 yılında kapatılınca, bu edebî topluluk da dağıldı ve Servet-i Fünûn hareketi sona erdi. #ServetiFünunEdebiyatınınOluşumu #TevfikFikret
- Fecr-i Ati Şiiri
Fecr-i Ati şiirinin konusu, dili, ölçüsü Servet-i Fünun’dan farklı değildir. Yalnız Fecr-i Ati şairleri sembolizmi tanımaya ve uygulamaya çalışmalarıyla Servet-i Fünunculardan ayrılırlar. Fecr-i Ati şiirinin en önde gelen şairi Ahmet Haşim (1884-1933)’dir. A. Haşim, şiirin dilinin müzik ile söz arasında ve sözden çok müziğe yakın olduğunu öne sürer. Ona göre, sözcükler şiire anlamdan çok müzik değerleri ile girer. Konu, ise bir araç olmaktan öteye gitmez. Haşim, şiirlerinde çocukluk anılarını, aşk ve doğayı konu etmiştir. Dili önceleri Servet-i Fünun şiiri gibidir. Ancak sonra konuşma Türkçesine yönelir. Müzik yönünden yetersiz bulduğu için heceyi değil, hep aruzu kullanmıştır. Fecr-i Ati’nin öteki şairleri Emin Bülent (1886-1942) Tahsin Nahit (1887-1919) ve Mehmet Behçet (1890-1980)’tir. Hilâl-i Semen Daha pek yavru, pek küçükken ben, Büyük-annem tutardı alınımdan, “Bana bak, böyle dil-berimin!” derdi. Sonra, mâh-ı nev-incilâya bakar, Leb-i mağmûmu bir bükâ saklar, Bir hitâb-î semâyı dinlerdi. Ey, hayâtımda her doğan derdi Kalb eden bir ziyâ-yı hissîye, Bu duâsıydı eski bir rûhun Sis ve zulmette gizli âtiye. Leyle-î gayb, sırr-ı müstakbel Çeşm-i sâfında hasta bir çocuğun Gizli fecrin ziyâsında emel, Bir tesellî-i mihribân alacak, O harâbât-ı târ ü sâkiteye Doğacak belki bir ziyâ-yı şafak. Böyle bir nev-hilâli seyr etti O soluk göz ki şimdi topraktan Seyr eder başka bir hilâl-i semen. Ben ki efsâne-î tahayyülden Hep hayâtımda bir emel taşıdım, O solan şi’r-i sâf ü mağmûmu hep o mâzîyle duymak isterdim Gözünün samt-ı pür-sükûnunda. Gel, bu şâmın gümüş sükûtunda Bu sedeften hilâle karşı senin Bir yeşil bûse saklayan gözünün Göreyim cennetinde âtîmi. Ahmed Hâşim
- Tanzimat Öncesi Batılılaşma Hareketleri
Tanzimat Öncesi Batılılaşma Hareketleri Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıla dek dünyanın büyük devletlerinden biriydi. Ancak bu yüzyılın sonlarında ülke küçülmeye başladı. Karlofça Antlaşması'yla başlayan toprak kaybı, devlet adamlarını derin derin düşünmeye yöneltti. Toprak kayıplarının, nedeni ordunun savaş alanlarında yenilmesiydi. Bu tespit, olgunun bir yüzünü, askerî yönünü dışa vuruyordu. Oysa sadece askeri örgütler değil devletin çeşitli kurumları çağın ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaklaşmıştı. Ancak bunu görmek isteyenlerin sayısı son derece azdı. O nedenle Osmanlı İmparatorluğunda ki çağdaşlaşma hareketi askerî alanda başlatıldı. Amaç imparatorluğu eski gücüne kavuşturmaktı. Tanzimat devrine gelinceye kadar ülkede bazı yenilik hareketlerine girişildi. Ancak bunlar plânlı programlı çalışmalar olmadığı için, sadece yeniliği başlatan devlet adamının yaşamıyla özdeşleşti. Yenilikçi kişinin ölümü ile yenilikler de ortada kaldı. Askerî Alanda Yapılan Yenilikler Gerilemeden kurtulmak için yapılan yenilikler önce askerî alanda görülür. Bu yolda ilk çabalar Hendesehane (1731)yi açan I. Mahmut’a dek gider. Hendesehane’de orduya fen öğrenimi yapmış elemanlar yetiştirilmeye başlanırsa da Bu kurum, yeniçerilerin muhalefeti yüzünden çok geçmeden kapanır. Daha sonra Padişah III. Mustafa, Osmanlı donanmasının Ruslarca yakılması üzerine denizcilikte yenilik yapmanın gerekliliğini anlar. Bu amaçla 1773’te Fransızların yardımıyla Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’un kurulmasını sağlar. Çağdaş bilgilerle donatılmış Mühendishane-i Bahr-i Hümayun, kütüphanesiyle, araç gereciyle, eğitim kadrosuyla Türkiye’de kurulmuş batı tarzındaki ilk okul özelliğini kazanır. III. Selim padişah olunca, devletin yaşaması için kalıcı yeniliklerin yapılmasını kararlaştırdı. Bu amaçla görevde olanlardan, daha önce devletin çeşitli kademelerinde bulunanlardan birer rapor istedi. Elde edilen raporları oluşturduğu bir danışma meclisinde tartıştı. Sonunda Yeniçeri Ocağının yanında Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir askeri gücün oluşturulmasına karar verdi. Böylece modern bir ordunun temelleri atıldı. Ardından bu orduya hizmet verecek elemanları yetiştirmek için Mühendishane-i Berr-i Hümayun açıldı (1795). Daha sonra da hem donanma, hem bütün ülke için hekim yetiştirmek üzere Tıphane kuruldu (1806). III. Selim’in çalışmaları, yeniliklere açık olmayan bozuk düzenden yarar sağlayan unsurların tepkisine yol açtı. Bunlar isyan ederek III. Selimi öldürdüler; yenilikleri durdurmaya çalıştılar. Ancak, Alemdar Mustafa Paşa’nın ordusuyla İstanbul’a gelerek olayları yatıştırması II. Mahmut’u tahta geçirerek kendisinin de sadrazamlık görevini üslenmesi yeniliklerin devam ettirilmesine olanak sağladı. II. Mahmut, yıllardan beri ülkede yapılacak yeniliklere ayak bağı olan Yeniçeri Ocağını 1826’da, yeniçerilerin ayaklanmasını bahane ederek kaldırdı. Onun yerine çağdaş ölçülere uygun Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla yeni bir ordu kurdu. Yönetim Alanında Yapılan Yenilikler İlk kez III. Selim döneminde Paris, Berlin, Viyana gibi Avrupa başkentlerinde elçilikler açıldı (1793). Osmanlı İmparatorluğunun Batı ülkelerinde elçilikleri yoktu. Bu nedenle batılı devletlerdeki gelişmelerden, onların Osmanlı İmparatorluğuna yönelik amaçlarından doğru bilgi almakta zorlanıyordu. Bu nedenle III. Selim belli başlı bazı Batılı devletlerin başkentlerinde elçilikler açmayı kararlaştırdı. II. Mahmut bunu daha da geliştirdi. Böylece Batılı devletlerden aracısız somut bilgiler alınmaya başlandı. Buralara giden elçiler ve onların yanında bulunanlar yabancı dil öğrendiler. Avrupa başkentlerine gönderilen elçiler, elçilik görevlerinin dışında yeniliklere de katkıda bulundular. Devlet bürokrasisini düzene sokmak isteyen II. Mahmut, Fransa’yı örnek alarak hükümet sistemi oluşturdu. Hariciye, Dahiliye başta olmak üzere çeşitli nazırlıklar kurdurdu. Şeyhülislamlık makamını Fetvahane adıyla devlet dairesi konumuna getirdi. Ayrıca Dâr-ı Şûra-yı Askerî, Dâr-ı Şûra-yı Bab-ı Ali ve Meclis-i Vâlâ adlı meclisler oluşturdu. Daha sonra kamu hizmeti görenlerle ilgili yasalar çıkarıldı: Tarik-i İlmiyeye Dair Ceza Kanunname-i Hümayunu, Memurîne Mahsus Ceza Kanunu (1838). Böylece hukuk devletine gidiş için adımlar atılmaya başlandı. Toplumsal Alanda Yapılan Yenilikler Yenilikler toplumsal alanda da kendini gösterdi. Bu dönemdeki yeni işlerden biri, 1831’de Türkiye’de ilk kez nüfus sayımının yapılmasıdır. Ancak askerlik yükümlülüğü olmadığı için kadınlar sayılmamıştır. 1834’te posta sistemi kurulmuştur. Toplumsal alandaki yenilikler yaşam tarzında ve kıyafette de kendini gösterdi. Yeni ordunun ceket ve pantolondan oluşan bir üniforma giymesi bu dönemde kararlaştırıldı. Sonra buna fes eklendi. Daha sonra bir yönetmelik çıkarılarak, sivil kesim de yeni kıyafete yöneltildi. Ulema dışındaki memurlar için fes zorunlu tutuldu. Yalnızca ulemanın cübbe ve sarık kullanmasına izin verilirken, bunun dışındakiler için redingot, pelerin, pantolon, siyah derili potin kullanılması uygun görüldü. Önce Sultan II. Mahmut ve saray çevresi bu giysileri giydi. Sonra memurlar da böyle giyinmeye başladılar. Öte yandan divan ve yastıkların yanında Avrupaî tarzda masalar, sandalyeler ve koltuklar kullanılmaya başlandı. Artık sarayda yabancı diplomatlar Avrupa protokolüne göre kabul ediliyordu. Padişah yeniliklere öncülük ediyor opera ve balelere gidiyor, yabancı elçiliklerde verilen resepsiyonlara katılıyor sakalını keserek yurt içinde gezilere çıkıyordu. Kültürel Alanda Yapılan Yenilikler Bu dönemde yapılan kültür alanındaki yeniliklerin başında matbaanın kurulmasını saymak gerekir. Çünkü yazılı kültürün gelişmesi, paylaşılması ve üretilmesi buna bağlıdır. İmparatorluk içinde Paris Elçiliğinde görevli Mehmet Sait Efendi ile İbrahim Müteferrika’nın ortak çabasıyla 1727’de ilk kez Türkçe basım yapan bir matbaa kurulmuştur. Bu dönemde pek çok yeni okul açıldığını görüyoruz. Yukarıda andığımız askerî okullardan başka da askerî ve sivil okullar açıldı. II. Mahmut döneminde orduya hekim yetiştirmek üzere Askerî Mekteb-i Tıbbiye açıldı (1827). Sonra, bando için müzik elemanı yetiştirmek üzere Mızıka-i Hümayun (1831), ordunun subay kadrosunu hazırlamak için Mekteb-i Harbiye (1834) gibi yüksek okullar kuruldu. Bu okullarda yabancı dile büyük önem veriliyordu. Kimilerinde derslerin bir bölümü Türkçe, bir bölümü Fransızca idi. Zaten 1821’de kurulan Tercüme Bürosu da âdeta bir yabancı dil okuluydu. Öte yandan yurt dışına daha çok Fransa’ya öğrenci gönderiliyordu. Böylece aydınlar arasında Fransızca hızla yayılıyordu. Elçilik heyetlerinden birçok kişi de dil öğrenerek ülkeye dönüyordu. Böylece gerek yeni okullar, gerekse elçiliklerde çalışanlardan dil öğrenenler sayesinde Batı kültürü de yavaş yavaş Osmanlı İmparatorluğuna girmeye başladı. 1824’te eğitimle ilgili önemli bir yenilik yapıldı: İstanbul içinde ilköğretime zorunluluk getirildi. 1838’de ilk ortaöğretim kurumu olan rüştiyelerin açılması kararlaştırıldı. Ancak uygulama 1847’de gerçekleştirilebildi. Yalnız, Mekteb-i Maarif-i Adliye, Mekteb-i Ulûm-u Edebiye adlarıyla açılan iki orta dereceli okul ile bu eğitim için hazırlığa başlandı (1838-1839). Medrese dışındaki eğitim Nafia Nezaretine bağlandı. Devlet, gereken elemanları medrese dışında kendi kurduğu okullarda yetiştirmeye başladı. Türkiye’de gazetecilik 1831’de çıkarılan Takvim-i Vekayi ile başlamıştır. II. Mahmut döneminde kültürel alanda yapılan yeniliklerden biri de Takvim-i Vekayi adıyla resmî nitelikte bir gazetenin çıkarılmasıydı. İzmir’de ve İstanbul’da Fransızca, hatta Mısır’da Arapça gazeteler çıkarılıyordu. Mahmut’un bunlardan örnek alarak resmî nitelikte de olsa böyle bir adımı atması isabetli olmuştur. Her ne kadar söz konusu gazete devletin resmi işlerine ağırlık vermiş ise de zaman zaman Avrupa devletlerindeki gelişmelerden, teknolojik yeniliklerden söz etmiş ve bazı çağdaş kavramları Osmanlı aydınına tanıtmıştır. #Tanzimat #TanzimatÖncesiBatılılaşma
- Anlatımın Özellikleri
İyi bir anlatımı yakalayabilmek için anlatımın özelliklerini bilmek gerekir. Anlatım özellikleri, anlatımın nasıllığı ile ilgilidir. “Karşılıklı konuşmada, karşılıklı anlayış birliğine varabilmek için anlatım nasıl olmalıdır?” sorusunun karşılıkları bizi iyi bir anlatımın özelliklerine götürür. Anlatım özellikleri şöyle sıralanabilir: Doğallık Anlatılanların doğal olabilmesi için anlatıcının kendine güveninin tam olması gerekir. Kişi konuşmada ya da yazmada yapmacıklıktan uzak olmalıdır. Kişinin doğal konuşabilmesi için yaşama sevinciyle dolu olması, duygularını gizlememesi gerekir. Bunun için de kişi kendini sevmeli, dinleyicisini sevmeli, yaşamayı sevmelidir. Anlatacaklarını süslemeden, yalın bir dille fakat candan, yürekten anlatmalıdır. İlginçlik Kişinin anlatımı kendine özgü ise başkalarını taklit eder nitelikte değilse ilginç demektir. Anlatıcı, daha önceki söylenilenlerden, yazılanlardan ayrı konuları yakalamalı. Dili kullanımındaki kıvraklık, buluş kendine özgü olmalıdır. Tutarlılık Kişinin anlattıkları önceki anlattıklarıyla çelişmemelidir; yaptıklarına ters düşmemelidir. “Ya konuştuğun gibi ol, ya olduğun gibi konuş.” sözü kişi tutarlılığının ölçüsü olmalıdır. İnandırıcılık Kişinin anlatımının inandırıcı olması için; kişinin anlattıklarına güvenmesi gerekir. Bunun için de anlatacağı konuyu iyi bilmeli, anlattıklarının doğruluğuna güvenmelidir. Kişi ancak kendi inandığı bir konuda inandırıcı anlatımı yakalayabilir. Anlatılanları mantık çerçevesine oturtabilmek, inandırıcılık açısından çok önemlidir. Buradaki inandırıcılık bir düşünceyi alıcıya zorla benimsetme biçiminde de olmamalıdır. İnandırıcılık, etkileyiciliği yanında getirir. Bunun için de duygular sıcak, düşünceler açık, anlatım özgün ve söyleyiş güzel olmalıdır. İletişim Dilinde Yetkin Olmak Kişi kullandığı dilde yetkin olmalıdır. Kullanılan sözcükler cümledeki yerine tam oturmalı. Dilbilgisi yanlışları, anlamda kapalılığın nedenlerinden biridir. Akıcılık Anlatım kesik kesik, tutuk olmamalıdır. Akıcı bir anlatım ile dile getirilen görüş ya da düşünceler dinleyicinin ya da okuyucunun belleğinde kolayca yer eder. Duruluk Anlatımda kullanılan üslup süslemeli, özentili olmamalıdır. Cümleler gereksiz yere uzatılmamalıdır. Cümlelerde en az sözcük ile eksiksiz anlatımı yakalamaya duruluk denir. Bir cümledeki fazla sözcük sayısı anlamı dağıtır. Söylenenler doğru bile olsa kavramak güçleşir. Cümledeki eksik sözcükler de anlamı yok eder. Özlülük Söz ya da yazı gereksiz yere uzatılmamalıdır. Anlatılacaklar eksiksiz olmalı, fakat fazladan sözcük bulunmamalıdır. Açıklık Anlatımda kullanılan sözcükler iyi seçilmeli, anlamı bilinmeyen bir sözcük bile kullanılmamalıdır. Terim niteliğinde bir sözcük varsa terimin ilk kullanımında açıklanmalıdır. Cümleler doğru kurulmalı, inandırıcı, doğal, tutarlı olmalı, plan tam oturmuş olmalı ki anlatım açık olsun. Bir bakıma anlatımın diğer özellikleri hep anlatımda açıklığı yakalayabilmek içindir. #Açıklık #Özlülük #İletişimDilindeYetkinOlmak #Akıcılık #AnlatımınÖzellikleri #Tutarlılık #İlginçlik #İnandırıcılık #Doğallık #Duruluk
- Anlatım Yolları
Anlatım yolları ile anlatım türlerini karıştırmamak gerekir. Anlatım türleri sözlün anlatım, yazılı anlatım diye ikiye ayrılır. Anlatım yolları daha genel bir kavramdır. Hem sözlü anlatımda hem de yazılı anlatımda anlatım yollarından birine ya da birkaçına başvurulur. Bunlar şunlardır: 1. Açıklayıcı Anlatım, 2. Öyküleyici Anlatım, 3. Betimleyici Anlatım, 4. Tartışmalı Anlatım. Açıklayıcı Anlatım Bir konu üzerinde ayrıntılı bilgi vermek, öğretmek ya da olayı bildirmek, yorumlamak üzere yapılan anlatım türüdür. Bu anlatım yoluyla “ne, neden, niçin, nasıl, nerede, ne zaman” soruları açıklanır. Günlük konuşmalarda; edebiyat, felsefe ve ahlâk konularında, yaşanılan olaylarda sık sık açıklayıcı bilgi verir ya da başkalarının açıklayıcı bilgilerini dinleriz. Yine günlük konuşmalardaki sorulara verilen karşılıklar da açıklayıcı anlatıma girer. Açıklama yapmak için konuyu iyi bilmek, olayı görmek gerekir. Anlatım konusu yukarıdaki soruların karşılığı verilerek açıklanmalıdır. Savunulan düşünce iyi açıklanamazsa aynı düşünceler boş yere yinelenip durur. Bunu önlemek için anlatımın tümden gelim, tüme varım, benzetme gibi bilgi üretme yollarını kullanmalıyız. Şimdi de bu terimlerin ne anlama geldiğini öğrenelim. Tümden gelim: Genel bilgilerden, yargılardan, kurallardan özel bilgilere, yargılara, kurallara ulaşmaktır. Örneğin: “Çikolata diş çürütür.” gerçeğinden yola çıkarak “Ben de çok çikolata yersem dişlerim çürür.” gerçeğine vararak, “dişlerimi çürütmemek için çikolatayı çok yemem… ” gibi. Bazen benzer olaylardan, bazen bilimsel gerçeklerden hareket edilerek yeni gerçeklere, sonuçlara ulaşmaktır. Tüme varım: Tümden gelimin tersidir. Özel olay ve durumlardan genel yargılar elde etme yoludur. Yine “Çikolata diş çürütür.”, “Muhallebi diş çürütür.”, “Fondan şekeri diş çürütür.” gerçeklerinden sonra “Şekerli yiyecekler diş çürütür.” sonucu çıkar. Benzetme: Konuyla ilgili benzer olayların, durumların bir araya getirilmesi çalışmasıdır. Açıklayıcı anlatımda, şunlara da dikkat edilmelidir: • Konunun maddesi ve görüş açısı iyi belirlenmelidir. • Konuyu geliştirme ve temellendirme yollarından birinden ya da birkaçından yararlanılmalıdır. • Bunları yaparken kendi gözlemlerimizden, deneyimlerimizden ve öğrendiklerimizden yararlanılmalıdır. Öyküleyici Anlatım Yaşanmış ya da tasarlanmış bir olayın başkalarına söz ya da yazı ile anlatımıdır. Bu anlatım; olay, kişi, yer ve zaman ögelerine dayanır. Olay: Öyküleyici anlatımda öncelikle bulunması gereken ögedir. Anlatım, bir ana olay ile birçok yardımcı olay arasında kurulan ilişkilerle yapılır. Ana olay üç evrede anlatılır: Serim, düğüm, çözüm. Serim: Öyküleyici anlatımda “giriş” bölümüdür. Bu bölüm ana olayın başlangıcıdır. Öyküde yer alacak kişiler, olayın geçtiği yer ve zaman tanıtılır. Düğüm bölümünden kısa, çözüm bölümünden uzun bir bölümdür. Düğüm: Bu bölümde bir yandan ana olay yardımcı olaylarla genişlerken, bir yandan da dinleyici ya da okuyucuda merak uyandırılır. Uzun bir bölümdür. Bölümün uzunluğu ne olursa olsun, uyandırılan merağın sonuna kadar sürmesi sağlanmalıdır. Çözüm: Diğer bölümlerde uyandırılan merağın giderildiği, soruların karşılık bulduğu bölümdür. Anlatının en kısa bölümüdür. Kişiler: Öyküleyici anlatımda olayı yaşayanlardır. Olay birkaç kişi arasında geçer. Bunların kimileri olay için birinci derecede önemlidir. Olayın kolay anlaşılabilmesi için bu kişilerin anlatıda çok iyi tanıtılması gerekir. Olayların anlatımı sırasında kişiler bu niteliklerine uygun davranırlar ve konuşurlar. Yer: İnsanlar kendilerine uygun yerlerde yaşarlar, olaylar da ya bu yaşadıkları yerlerde ya da gezmeye gittikleri yerlerde geçer. Bu nedenle olayın geçtiği yer de anlatıda bulunmalıdır. Fakat bunlar öykünün anlatımını olumsuz etkilememeli, olayların akışını bozmamalıdır. Zaman: Zaman sonsuz bir akıştır. İnsan bu akış içine doğar, olaylar bu akış içinde geçer. Bu nedenle öykülemede zaman da belirtilir. Betimleyici Anlatım Bütün türlerde, tür bireyleri birbirine benzer. Yine de tek tek bakıldığında tür bireyleri arasında, kendine özgü ayırıcı nitelikler de vardır, ikizler de bile. İşte bunların söz ya da yazı ile anlatılmasına betimleme denir. Betimleme, insan ve insan dışındaki hayvan, manzara, eşya… gibi varlıkların benzerleri ile arasındaki ayırıcı, belirleyici özelliklerini anlatmaktır. Betimleme için tasvir etme de denir. Yazarın amacına göre iki türlü betimleme vardır. Bunlardan biri sanatsal betimleme, diğeri bilimsel betimlemedir. Sanatsal betimlemede okuyucunun duygularını uyandırmaya önem verilip içten bir uslup, öznel bir bakış açısı seçilirken, bilimsel betimlemede okuyucuya bilgi vermeye önem verilip, nesnel bir bakış açısını yakalamak gerekir. Betimleme söz ile resim yapmaktır. Böylece varlıklar gözönünde canlandırılabilecek duruma gelir. Betimlemede görme, tat, koku, işitme, dokunma gibi beş duyu organıyla sezilebilinen bütün özelliklere yer verileceği gibi duygulara da yer verilir. Bu da gösteriyor ki başarılı bir betimleme yapabilmek için iyi bir gözlemci olmak gerekir; çünkü betimlemedeki niteliklerin aslına uygun olması gerekir, abartma yoluna gidilmemelidir. Betimlemesi yapılan varlığın önce genel nitelikleri, sonra ayrıntıları, sonra da bizde bıraktığı duygusal etki verilmelidir. Bütün bunlar kişisel ve düzgün bir anlatımla verilmelidir. Betimlemede yer ve zaman ögeleri de bir arada bulunur. Mevsim betimlemesi: İlkbahar “Uzun süren kış ayları bitti. Köyün üzerini örten kara bulutlar gitmiş, yerini masmavi gökyüzüne bırakmıştı. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla akan derenin suları coşmuş, coşku türküleri söyleyerek akıp gidiyordu… Vadi rengârenk tomurcuk ve çiçeklere bürünmüştü. Uykudan uyanan böcekler yuvalarından çıkarak şimdiden kış hazırlıklarına başladılar. Karıncalar sıcak günlerin uzun sürmeyeceğini bildikleri için ambarlarını yiyecekle doldurma yarışına başladılar. Bizim tembel ağustos böceği de sabahın erken saatlerinde müzik şölenine başlamış, gece gündüz demeden güzel türkülerini söylüyordu.” (Sabri Oytan, Bal Sarısı -Zerik Taşı, s. 34) İnsan betimlemesine portre denir. Betimlemedeki tüm kurallar portre için de geçerlidir. Yine de şu noktalara dikkat edilmesi gerekir: • Portreye konu olan kişi, objektif olarak anlatılmalıdır. • Kişi için kullanılan sıfatlar gerçeğe uygun olmalıdır. • Kişinin iyi nitelikleri yanında kötü nitelikleri de gösterilmelidir. • Gereksiz ayrıntılar yazılmamalıdır. • Anlatım özentisiz, açık ve akıcı olmalıdır. İnsanı ele alışına göre üç türlü portre vardır: • Dış portre: Kişinin yalnız görünüşünü anlatan portredir. • İç portre: Kişinin iç dünyasını, olaylar karşısındaki tutum ve davranışlarını anlatan portredir. • Genel portre: Kişinin hem dış hem iç özelliklerini anlatan portredir. Portre bağımsız bir yazı türü olabileceği gibi, diğer yazı türlerinin -daha çok da öykü ve romanın- içinde yer alır: “Sarı Mustafa’nın sarı, gür saçlarına, tombul yapısına, sürekli gülen yüzüne karşılık; Kösenin Yusuf, buğday benizli, seyrek sakallı, ince yapılı, orta boylu, düşünceli görünen biriydi. Dor Ali ise, iri yarı, esmer, kara bıyıklı, sağlam yapılıydı. Huyları pek birbirine benzemese bile iyi anlaşmışlar, iyi arkadaş olmuşlardı. Düzlükte birbirine yardım ederek yaşayıp gidiyorlardı.” (Behzat Ay, Dor Ali, 1966, s.11) Tartışmalı Anlatım Bir topluluğun, belli bir konuda, gerçeğe ulaşmak için, kendi aralarında yaptığı düşünce alışverişine tartışma denir. Tartışmada, bir konunun en az iki bakış açısı vardır. Tartışma sonucunda konu bilimsel sonuçlara bağlanır. Bunun için tartışmada düşüncelerin açıkça ortaya konması, özgür bir ortamda tartışılması gerekir. #AçıklayıcıAnlatım #BetimleyiciAnlatım #ÖyküleyiciAnlatım #TartışmacıAnlatım
- Anlatım Biçimleri ve Özellikleri
Bir olay anlatımı ile düşünce anlatımı aynı yöntemle olmaz. Düşünce yazılarında ve resmi mektuplarda anlatım daha ciddi; özel mektuplarda, anılarda daha içten; olay yazılarında sürükleyici, heyecan doludur. Anlatımda kimi zaman konuşma dili, kimi zaman şiir dili kullanılır. Her ikisi için de iki anlatım biçimi vardır: Dolaylı anlatım, dolaysız anlatım. Dolaylı Anlatım Öykü, roman gibi yazın türlerinde, olayların bir anlatıcının ağzından anlatılmasıdır. Ayrıca sözcük ve kavram seçiminde de dolaylı anlatım seçilir çoğu kez. Bir sözcüğü, sözlük anlamının dışında kullanmak da dolaylı anlatımdır. İstiarelere (eğretileme), dolaylamalara yer vermek de dolaylı anlatımdır. Söz gelimi bayrağımız yerine hilâl, lületaşı yerine bayaz altın, askerimiz yerine Mehmetçik, aslanlar… Dolaysız Anlatım Öykü, roman gibi yazın türlerinde, olayların kahramanın ağzından anlatılmasıdır. #AnlatımBiçimleri #DolaylıAnlatım #DolaysızAnlatım
- Yazara Bağlı Yazım Aşamaları
Yazmaya başlamadan önce yazarın gerek yazı konusu belli olduktan sonra, gerekse daha önceki deneyimlerini değerlendirmesine yazara bağlı evreler denir. Bunlar; yazarın gözlemleri, okudukları, konu üzerinde düşünmesi, bu düşünmeden doğan buluşları, tasarladığı bir ana düşüncedir. Sonra yazar bunları düzene koyar, yani plân yapar, yazmaya karar verir, yazma çalışmalarına başlar. Gözlem Yapmak Konuyla ilgili varlıkları, olayları gözleyerek ulaştığımız sonuca gözlem denir. Gözlem, yazmaya başlamadan önce ilk yapılacak işlemlerdendir. Geçmişteki gözlemlerden de yararlanılabilir. Günlük yaşam içinde birçok insan bakar kör gibi yaşamaktadır. Gözlemek; bakmak değil, görmektir. Gözlem yapmakla doğru görme, çevreyi ve insanları doğru tanıma öğrenilir. Çevredeki insanlar, eşyalar, doğa, doğa olayları ve doğrudan kendimiz olmak üzere pek çok malzeme gözlenebilir. Bunlar içinde en güç olanı iç gözlem denilen kişinin kendi kendini gözlemesidir. Gözlemle ancak çevremizdeki varlıklarla, olaylarla ilgili bilgiye ulaşırız. Çevremizde ananas meyvesi yoksa ananası gözleyemeyiz. Gözlem yapma alışkanlığındaki kişilerde kavrayışta çabukluk, ileri görüşlülük yetileri gelişir; onlar insan ilişkilerinde de başarılıdırlar, çünkü kulaktan dolma sözlere değil de gördüklerine, gözlemlediklerine inanırlar. Dört türlü gözlem vardır: 1. Doğrudan doğruya gözlem, 2. Hayal kurma, 3. Düşünme, 4. Geçmiş yaşantılarımızdan yararlanma. Gözlem yaparken başta göz olmak üzere beş duyu organımız ile duygularımız; algılama, düşünme ve sezme merkezlerimiz yoğunlukla iş başındadır. Okumak Başka birinin, harf dediğimiz birtakım işaretlerle kalıcı kıldığı duygu, bilgi, gözlem, olay… gibi deneyimlerine bir tür şifre çözerek tanık olmaya okuma, bu eyleme okumak denir. Kişinin bilgisi, duygusu, hayal gücü ve dünya görüşü okumakla da zenginleşir. Okumakla dili zenginleşir, anlatım gücü artar. Okumak da bir tür gözlem yapmaktır. Okuyarak başkalarının gözlemlerinden yararlanılır. Düşünceleri sıralarken konuyla ilgili tanımlamalar, karşılaştırmalar, örneklemeler, alıntılar, istatistik bilgiler ve kanıt göstermelerle konu geliştirilip sonuca ulaştırılır. Kullanılan dilin cümle ve anlam yapısının; dilin anlatım malzemeleri olan sözcük, deyim, terim, atasözlerinin iyi bilinmesi konu anlatımında yararlı olur. Bütün bu anlatım zenginliğine okumakla ulaşılır. Düşünmek Bir konuda, sonuca ulaşabilmek için belleğin karşılaştırma, ilgiler kurma, yeni sonuçlar üretme… gibi yetilerinden yararlanmaya düşünmek denir. İnsanı düşünmeye iten neden meraktır; bu merak çoğu kez dış dünyadan kaynaklanır. Düşünmek bizi insan yapan en önemli niteliğimizdir. Anlatıma geçmeden önceki ilk adım düşünmektir. Düşünmede sözcükler dünyasından soyut ya da somut nesnelere, nesneler dünyasından sözcüklere geliş gidiş vardır. Düşünürken geçmiş deneyimlere, okuyarak öğrenilenlere yeniden biçim verilir. Bu eylem işitilmeyen konuşmadır. Düşünme sonucu düşünce üretilir. İnsanda düşünme yetisi doğuştan vardır, fakat düşünce sonradan kişinin çevresi, eğitimi, kendi zekâsı ve bilgisi ile oluşur, doğuştan getirilmez. Bu nedenle düşünce hem kişiden kişiye hem çevreden çevreye ayrılıklar gösterir. Türkiye’de yaşayan biri ile Amerika’daki birinin ürettiği düşünceler aynı değildir. Boileau “Yazmadan önce, düşünmeyi öğreniniz.” der. Bir konu ile karşı karşıya kalındığında verilen ilk tepki düşünmektir. Konu ile ilgili nelerin ne kadar bilindiği; araştırılacak, incelenecek bilgiler bu evrede ortaya çıkar. Buluş Anlatılacakların bellekte bütün ayrıntılarıyla canlandırılması, düşüncelerin konu üzerinde yoğunlaşmasıyla varılan özgün düşünce, herkesten ayrılan kendine özgü anlatım buluş demektir. Buluşta kişinin kültüründen de izler vardır. Buluş, araştırma ve incelemeler sonucunda anlatacaklarımızın, belleğimizde canlanması, konu ile ilgili olanların ayıklanıp toplanması, ana düşüncenin belirlenmesidir. İyi buluş yapabilmek için çok okumak, iyi gözlem yapabilmek ve sağlıklı düşünmek yeter; çünkü her insan ayrı bir dünya olduğuna göre, anlatacakları zaten kendine özgü olacaktır. Buluşun en önemli bir yönü de anlatacağı konu ile okuru arasındaki bağı güçlü kurmaktaki özgünlüktür. Bunun için yazarın yazı bitimine kadar, yazacağı ya da anlatacağı konuda yoğunlaşması gerekir. Önce konuyu anlamalı, özümlemeli; sonra konuyla sanki bütünleşmelidir. Buluş ne kadar güzel ise anlatım o kadar basmakalıplıktan kurtulur, yazara ve yazıya değer kazandırır. Buluşun gerçeğe uyması, doğal ve inandırıcı olması, kanıtlanabilir olması gerekir. Ana Düşünceye Ulaşma Düşünceleri iyi ve doğru yazmak yetenek işi değildir. Kullanılan dili iyi bilmek, yazma tekniğini bilmek, iyi düşünmek, konuyu kavramak, yazının amacını saptayarak düşünceleri bu amacı destekleyecek sırayla dizmek gerekir. Bu nedenle yazıya başlamadan ana düşünceyi belirlemek, bütün düşünceleri bu ana düşünceyi destekleyecek biçimde işlemek gerekir. Plânlama (Tasarlama) Anlatımda altıncı adımdır. Tasarlama, bir yazıda neyin, ne kadar yazılacağının önceden belirlenmesi ve sıraya konması için yapılan bir ön çalışmadır. Tasarlama, düşüncelerimizi karmaşıklıktan kurtarır. Dinleyen ya da okuyanla aramızdaki bağın daha sağlıklı ve tez kurulmasını sağlar. Karar Yukarıdaki çalışmalar sağlıklı yapılarak ana düşünceye ulaşıldı yazılacaklar tasarlandı ise, kişi anlatım yollarından birini seçerek konu ile ilgili düşüncelerini bildirmeye karar verir. Anlatımın en önemli adımıdır. Ancak karar olumlu ise güzel ve kalıcı bir yazı doğacak demektir. #YazaraBağlıYazımAşamaları #YazılıAnlatımAşamaları
- Yazılı Anlatımda Plan ve Önemi
Çağımız bilgi çağıdır. Bilgi, düzenli, plânlı çalışmalar ve araştırmalar sonucu kazanılır. Bir konuyla ilgili duygu, düşünce ve görüşlerimizi düzene koymaya plân yapma denir. Yazar, yazmak istediği bir konuda ön hazırlıklarını yaptıktan sonra, konu ile ilgili görüşünü destekleyecek düşüncelerini düzene koyar. Yazısını artık bu plân çerçevesinde yazar. Plânlı bir yazıda gereksiz bir cümle, hatta sözcük bile yoktur, konu bütünlüğü sağlandığı için okununca kolay anlaşılır. Plân, yazar için yazmayı, okur için okumayı zevk haline getirir, belleği düzenli çalışmaya alıştırır. Plân yapma gereğini çevremizden öğreniyoruz; çünkü biz çok düzenli, plânlı bir doğanın içine doğuyoruz. Tüm doğa olaylarının bir düzeni vardır. Geceden sonra gündüz, ilkbahardan sonra yaz gelir. Tohum ağaç olur, ağaç çiçek açar, meyve verir. Meyve olgunlaşarak yine tohum verir. Bu düzen hiç değişmeden sonsuza dek bu sırayla sürecek. Her söyleyeceğimizi ve yazacağımızı önceden plânlamamız bu yüzdendir. Plânsız yazılarda duygu, düşünce karmaşası -belki de zıtlıklar- olur; en önemli noktalar gözden kaçabilir, savunulan düşünce açık seçik savunulamayabilir, hatta yazar savunduğu düşünceyle ters düşülebilir. Bu nedenlerden ötürü plânlı yazmak çok önemlidir. Plânlı yazmada düşünceler bir sıra ile ana düşünceye ulaşır. Bu da okuyucu ile aramızda olan düşünce bağının tez kurulmasını ve kalıcı olmasını sağlar. Plânın Bölümleri Plân yapmanın amacı, yazıyı bölümlere ayırarak kolay anlaşılmasını sağlamaktır. Giriş/Serim Yazının konusunun belirtildiği paragrafa giriş denir. Okuyucu bu bölümde yazıya çekilirse sonrasını daha istekli okur. Çoğu kez giriş bir paragraftır. Bazen iki, üç paragraf olabilir. Olaylı yazılardaki giriş paragrafı ya da paragraflarına serim denir. Gelişme/Düğüm Konunun gövdesi sayılabilen bölüm gelişme olduğu için bir yazıda en az iki üç paragraftır. Bu paragraflar okuyucunun merakını artıracak, onu okumaya isteklendirecek biçimde yazılmalıdır. Gelişme bölümü bitene kadar okuyucu yeni düşünce, görüş ve örneklerle doyurulmalıdır. Olay anlatan yazıların gelişme paragraflarına düğüm denir. Kimilerinde betimlemelere yer verilir, kimilerinde çözümlemelere gidilir. Ana olay, ona bağlı yan olaylar ile desteklenir. Karşılıklı konuşma ve dramatizasyonların bulunduğu paragraflar da vardır. Olayların düğümlendiği yerlerde düğüm paragrafları vardır. Okuyucunun merakı bu paragraflarda doruğa ulaşmalıdır. Sonuç/Çözüm Sonuç düşünce yazılarının son bölümüdür. Konu bu bölümde bir yargı ile biter. Okuyucuyu asıl etkileyecek bölümdür. Onun için bu bölümün daha önceki giriş ve gelişme paragraflarında anlatılanlara ters düşmemesi gerekir. Yeni bir düşünce öne sürülmez. Önce söylenenler belleklerde yer edecek şekilde vurgulanır. Bir ya da birkaç cümlelik paragraftır. Olaya dayalı anlatımlardaki sonuç bölümüne çözüm denir. Yazının büyüklüğüne göre birkaç paragraflık bölüm, birkaç sayfa dolduracak sayıdaki paragraftan da oluşabilir. Plân Türleri Yazı yazarken üç türlü plândan biri uygulanır. Düşünce Plânı Makale, konferans, röportaj ve inceleme… gibi bütün düşünce değeri olan yazılarda uygulanan plândır. Yapısı üç bölümdür; giriş, gelişme, sonuç. Duygu Plânı Konu; duygu, hayal ve heyecan olarak ele alınacaksa duyguya dayalı plân yapılır. Sanat değeri olan yazıların; günlük, anı, gezi, röportaj gibi düşünce yazılarının; haber, mektup, rapor… gibi kimi yazışmaların içindeki paragraflarda uygulanan plândır. Duygu kimi zaman en doruk noktadan başlatılır, kimi zaman da duygunun kıpırdanışı, yoğunlaşması, doruk noktaya ulaşması, arkasından yaşanan durgunluk ile işlenir. Başarılı bir anlatımda yazarın ya da şairin duyguları ile okuyucu ya da dinleyicinin duyguları örtüşür. Böyle yazıları okurken ya da dinlerken kimi zaman kahkahalarla güleriz, kimi zaman ağlarız, kimi zaman durgunlaşırız. Olay Plânı Sanat değeri olan yazıların tümünde; günlük, anı, gezi, röportaj gibi düşünce yazılarında; haber, mektup, rapor… gibi yazışmaların içindeki kimi bölümlerde uygulanan plândır. Yapısı serim, düğüm, çözüm olmak üzere üç bölümden oluşur. #YazıdaPlan #YazılıAnlatımAşamaları
- Yazılı Anlatımda Yazma Aşaması
Yazım aşaması, yazmaya başlandığında konunun anlatım kuralları çerçevesinde işlenme sürecidir. Konu Üzerinde söz söylenen, yazı yazılan, sanat eseri oluşturulan duygu, düşünce, olay, sorun, ya da duruma konu denir. Konu olmadan yazı olmaz. Konu; yaşamın her kesitinden, toplumun her kesiminden seçilebilir. Çevredeki varlıklar, olaylar, toplumun sorunları, gözlemlerimiz, düşlerimiz ve her türlü düşünce konu olabilir. Konu için önemli olan ilginç ve geliştirmeye elverişli olması, anlatım kurallarına uygun yazılması ya da söylenmesidir. Konunun ana maddesi: Konuyu oluşturan varlık, olay, düşünce ya da sorundur. Konunun bakış açısı: Konunun ana maddesinin hangi yönden değerlendirileceğidir. Kişisel, toplumsal, sanatsal… gibi. Yazı türü: Bir konu makale, fıkra, mektup, şiir, öykü, anı… gibi türlerden her hangi biriyle anlatılabilir. Buna yazar karar verir. Konu Türleri Konu niteliğine göre türlere ayrılır: • Toplumsallık Bakımından Konular: Bu bakış açısıyla öznel sorunlara dayandırılmış konulara bireysel konular denir. Böyle yazılarda yazar kendi kişisel özelliğini yazı ile dışa vurur. Toplumun tümünü ya da bir bölümünü ilgilendiren konulara toplumsal konular denir. Böyle yazılarda yazar toplumun tümünün ortak sorunlarıyla ilgilenir. “Türk Parasından Üç Sıfırın Atılması” ile ilgili bir konu toplumsaldır. • Yerellik Bakımından Konular: Bir bölgeyi ilgilendiren konulara yerel konular denir. “İçanadolu Bölgesi Tarımında Verimliliğin Artırılması İçin Birkaç Öneri” gibi bir yazı yereldir. Konu “Türkiye Tarımında Verimliliğin Artırılması İçin Birkaç Öneri” olsaydı ulusal konu olurdu; çünkü evren içinde Türkiye’deki çiftçileri ilgilendiren bir yazıdır. Bir yönüyle de Türkiye’nin ekonomisini yakından ilgilendirdiği için yerelliği tüm Türkiye olarak düşünülmelidir. Bir konu bütün dünyayı ilgilendiriyorsa böyle konulara evrensel konular denir. “AIDS’ten Korunma Yolları” gibi bir yazı evrenseldir. • Somutluk Bakımından Konular: Bir konu nesnelse, beş duyu organıyla algılayabilecek nesneleri kapsıyorsa somuttur; bir konu nesnel değilse, beş duyu organıyla algılanamayacak kavramları kapsıyorsa soyuttur. Her konu bir yönüyle mutlaka insanla ilgili olduğuna göre konu türlerini birbirinden kesin çizgilerle ayırmak güçtür, ancak ağırlıklı olarak bireysel, ağırlıklı olarak evrensel ve soyuttan çok somut kavramlar işlenmiştir gibi bir yorum yapılabilir. Konunun Seçimi Biri tarafından önerilmiş konuyu yazmak çok güçtür. Bu nedenle yazmada başarılı olmak için konuyu, yazacak kişinin kendisi seçmelidir. Yazarları yazmaya iten neden genellikle gözlemleridir. Kimi zaman da kişi zorunlu olarak bir yazı türü seçer; gelen bir mektuba karşılık yazması, işe başvurmak için bir dilekçe ya da özgeçmiş yazması, görevlendirildiği bir konuda rapor yazması… gibi. Konunun Sınırlandırılması Konu seçiminde çoğu kez özgür olunamamakla birlikte, konuya bakış açısı seçme ve sınırlandırma bütünüyle yazarın kendine kalmıştır. Konu sınırlandırılmaz ise düşünceler her paragraf için ayrı ayrı yani dağınık olur, toparlanamaz. Sınırlandırılmadan yazılmış yazıları anlamak da güçtür. Konu sınırlandırıldıkça açıklık kazanır. Sözgelimi, çocuklar üzerine pek çok yazı yazılabilir, fakat konu “çocuk” olarak verilirse hiç bir şey yazılamaz, çünkü çok genel bir konudur. “çocuk”u önce ülke ile sınırlayalım: Türkiye’de çocuk. Sonra yaş ile sınırlayalım: 13-15 yaş grubu. “13-15 yaş çocukları” da konu olamaz, konu hâlâ sınırsız. “Sanayide çalışan çocuklar” diye çocuk sınırını çizelim. Üzerinde düşünülecek sorun ne? Sorun “suç işleme nedenleri” olsun. Her nedenin bir ilişki kaynağı vardır: Aile ilişkileri, mahalledeki arkadaşlık ilişkileri, konu komşu ilişkileri, iş çevresinde usta-çırak ilişkisi, çıraklar arası ilişkiler… Bunlardan “çıraklar arası ilişkiler”i seçelim. Şimdi konuyu toparlayalım. Üzerinde araştırma yapacağımız konu “Türkiye’de Sanayide Çalışan 13-15 Yaş Grubu Çocukların, Çıraklar Arası İlişkilerinde Suça Dönüşen Eylemleri”. Artık yazı için hazırlığa başlayabiliriz. Gözleme bu çevreden başlarız. Mahkeme kayıtlarından bu yaş grubuyla ilgili dosyaları inceleriz, suçları sınıflandırırız… gibi. Konunun Ana Düşüncesi Yazarı yazmaya iten asıl neden, yazının yazılış amacıdır. Buna ana düşünce denir. Yazarın amacı bu ana düşünceyi vermektir. Yazıyı araç olarak kullanmaktadır. Bakış Açısı Bir konu üzerinde birden çok kişiye yazı yazdırılsa, her yazan kendine göre bir ana düşünce geliştireceğinden, ortaya birden çok ana düşünce ve birden çok bakış açısı çıkacaktır. Aynı olaya bir yazar olumlu bakarken, bir yazar olumsuz bakabilir. Günümüzde “Türkiye’de Kesintisiz Sekiz Yıllık Eğitim” için herkesin söyleyecek birkaç sözü var, fakat kimseninki bir diğerinin aynısı değildir. Konu Başlığı Başlık yazının adıdır. Yazıyı okutan nedenlerden biri yazı başlığıdır. İlginç bir başlık okuyucuyu meraklandırır, okuyucu bu merak ile yazıyı okur. Onun için yazı yazarken içeriğinin iyi olmasına dikkat etmenin yanı sıra o yazıya iyi bir başlık bulmak gerekir. Başlık, düşünce yazılarında ana düşünceden çıkartılır. Ana düşüncedeki konunun maddesi (Ataç Dipdiri, Borsada Dalgalanma), vurgulanan amaç (Dünya Barışı) ya da sanatlı bir yazımla (Zeytin Dalı) ya da onları çarpıcı bir biçimde vurgulamaya yarayacak maddenin sıfatı, eylemin zarfı; konuyu vurgulayacak özlü bir söz (Devletin Fotoğrafı), bir deyim… konu başlığı olabilir. Olay yazılarında başlık bulmak için malzeme çoktur. Başlık kısa olmalı fakat konuyu tam kapsamalıdır. Başlığın kısalığı yazının türüne de bağlıdır. Bir düşünce yazısı, bir roman ile bir inceleme yazısının başlığı aynı kuralla verilemez; örneğin, inceleme yazılarında başlık açıklayıcı bir iki sözcükle başlar, gerçek başlık yazılır, tamamlayıcı bir iki sözcükle biter. Eskişehir İli Mihalıççık İlçesi ve Yöresi Ağızları (Ses Bilgisi-Metinler-İndeks). Bu örnekte gerçek başlık: Mihalıççık İlçesi ve Yöresi Ağızları’dır. Açıklayıcı bilgi: Eskişehir İli, tamamlayıcı bilgi: (Ses Bilgisi- Metinler-İndeks). Başlık yazının üstündeki sıraya, satır ortasına ya da satır başına yazılır. Ya her harfi büyük harfle yazılır ya da her sözcüğün ilk harfi büyük harfle yazılır. Konunun Anlatımında Yardımcı Olan Diğer Ögeler Yazmaya başladıktan sonra; yazar gerek konuyu daha iyi anlatabilmek, gerek okuyucuyu etkilemek için konu ile ilgili duygularını, hayallerini, düşüncelerini toparlamalıdır. Bu düşüncelerini destekleyebilmek için kullandığı eşyaları, olayları bir amaçta yani ana düşüncede birleştirmelidir. Sonra yazar bunları düzene koyar, yani kâğıt üzerinde bir plân (tasarı) yapar, yazacaklarını bu tasarıma göre yerleştirir ve yazar. Duygu: Kişinin kendi eylem ve düşünceleri dışında kalan duyumların; dıştan gelen eylemlerin, nesnel ve bireysel etkilerin kişinin iç dünyasında uyandırdığı duyumların tümüne duygu denir. Duygulanmak canlı olmanın en ilk ve en belirgin özelliğidir. İnsan birdenbire çok yüksek bir ses duysa önce korkar, sonra nedenini merak eder. Merak insanı düşünmeye iter. Olasılıklar üzerinde durur, bu hayal etmedir, eşya ve olayları araştırarak gerçeğe ulaşmaya çalışır. Aynı sesi bir hayvan duysa o da korkar fakat yapacağı ilk ve son iş kaçmaktır. Ancak ortalık sakinleştikten sonra yerine döner. Günümüzde kimi araştırmacılar bitkilerin de duygulandıkların ileri sürerler. Demek ki duygu yalnız insanlara özgü değildir. Düşünce: Düşünmenin biçim almasıyla düşünce oluşur. Bir kişinin yazı yazarken; gözlemleri, deneyimleri, okunanları değerlendirirken en büyük yardımcısı düşünme yetisidir. Konu ile ilgili malzeme düşünsel düzene oturtulmazsa yazıda bütünlük sağlanamaz. Eşya: İnsan; kemik ve etin deri ile örtülmesi; saç, kaş, tırnak ile bezenmesi ile yaratılmış bir doğa harikasıdır. Bu bedenin dışında kalan soyut, somut tüm varlıklar eşyadır. Bu geniş anlamıyla saçımızdaki tokadan, ayağımızdaki çoraptan evimize, bahçemize, kullandığımız tabak, kaşık, kilim, koltuk, örtüye, kitaba, çevremizdeki kuşlara, dağlara, denizlere, yıldızlara kadar, her varlık bir eşyadır. Eşyalar bizi güzellikleriyle, iyi ya da kötü durumlarıyla etkilerler; fakat insanlara bu yetmez, eşyalar arası düzeni, ilgiyi, dengeyi bulup çıkarmak için gözlemler yaparlar, deneyler yaparlar; bunları yazılarında malzeme olarak kullanırlar. Olay: Eşyanın biçim ya da konum değiştirmesine olay denir, çocuğun büyümesi, güneşin karanlığı aydınlatması, çiçeğin açması, trenin hereket etmesi… gibi. Gözlem içine olayı da alır. İyi bir gözlemde olayların neden-sonuç ilişkisi ortaya çıkarılır. Olayların akışı duygulara yer verilmeden aktarılırsa nesnel anlatım vardır; duygulara yer verilerek aktarılırsa öznel anlatım vardır. Olayları iyi gözlemleyebilmek yazı yazmayı kolaylaştırır. Hayal: İnsan duygulanır, düşünür, eşya ve olayları gözledikten sonra, belleğinde bu gördüklerinin benzerini canlandırır, buna hayal denir. Hayal, bellekte tasarlanan, canlandırılan ve gerçekleşmesi istenen düştür. Hayal etme gücüne muhayyile, tasarım; hayal etme eylemine tasavvur etme, tasarlama da denir. İyi bir hayal örgüsü ile anlatılan soyut bir konu sanki görünecek kadar, resmi yapılacak kadar somutluk kazanır. Bir hayal açıklanırken benzetmelerden, yakıştırmalardan, eğretilemelerden yararlanılır. Böylece aslında olmamış bir olay olmuş gibi, olmayan bir nesne varmış gibi bizi etkiler. Hayal etmek, düşünmekten ayrı bir boyuttur. Düşünürken bakış açımızı gözlemlerimiz, bilim ve teknoloji yönlendirir; hayal ederken bakış açımızı iç dünyamız ve duygularımız yönlendirir. Bir insan ancak kendisi gibi hayal edebilir, hayaller taklit edilemez. Bu nedenle yazarların iç dünyalarına, kişilik özelliklerine ancak onların yazdıkları hayaller ile ulaşılır. Amaç: Yaşamımızda hayalden sonraki adım amaçtır. Amaç, erişilmek istenen sonuçtur. Bir kere hayalledik mi artık onun gerçekleşmesi için çırpınırız. O hayale ulaşana dek yaşantımızı hayalimiz, gerçekleşmesi yönünde plânlarız. Yazma aşamaları da bu düzen üzerine kurulur. Konuyu belirleyip gerekli gözlem yapıldıktan, malzeme hazırlandıktan sondaki iş, konunun sınırlarının çizilmesidir. Bunun için de “Bu konuyu niçin yazıyorum?” sorusunu sorarak amaç belirlemek gerekir. Amacı belirtilmiş yazı sınırlandırılmış da olur. Yazmanın öncelikle beş amacı vardır: a. Öğretme, b. Haber verme, c. Savunma, d. Okuyanı kendi dünyamıza çekme. e. Yazdıklarımızın kalıcı olmasını sağlama. Yazı yazmak için hazırlıklar bittikten sonraki en vazgeçilmez amaç, o yazının bitirilip ortaya çıkarılması olmalıdır. #YazmaAşaması #YazılıAnlatımAşamaları #BakışAçısı #AnaDüşünce #Konu #KonuBaşlığı #KonununSınırlandırılması