Arama Sonuçları
Boş arama ile 853 sonuç bulundu
- Aşık Edebiyatındaki Geleneksel Olgular
Mahlas Alma Mahlas, şairlerin yazdıkları şiirlerde asıl adlarının yerine kullandıkları takma ada denir. Halk edebiyatında mahlas geleneğe bağlı uygulanan bir kuraldır. Aşıkların çoğunun asıl ismi unutulmuş, mahlasları isim olarak kullanılır olmuştur. Dadaloğlu’nun asıl adı Veli, Sümmani’nin Hüseyin, Gevheri’nin Mehmet vb.’dir. Aşık geleneğe uygun olarak kullanacağı mahlası şu yollarla alır: a)Mahlasını kendi seçerek alma: -Adını, soyadını mahlas olarak kullanır. -Yaşayışına ve sanatına uygun olarak kendi seçtiği herhangi bir ismi mahlas olarak kullanır. b)Bir usta aşıktan, imam, pir ya da mürşitten alma. – Usta aşık çırağı sınava tabi tutar. – Usta aşık çırağının durumuna göre bir mahlası uygun görür. – Şeyh ve pirin manevi tesiriyle mahlas alır. c) Rüyasında bade içerken alma. Rüya Sonra Aşık Olma (Bade İçme) Rüya motifi Türk Halk Edebiyatında sıkça karşımıza çıkan bir motiftir. Genellikle halk hikayelerinde yer alan bu motif bazı aşıkların hayat hikayeleri içinde de görülmektedir. Aşıklar aşıklığa başlamayı ya da yetişip usta aşık olmayı geleneksel bir unsur olarak gördükleri iki önemli yol, usta yanında yetişme ve/veya rüyada bade içerek badeli aşık olmadır. Bade, şerbet, su v.b. bir içecek olabileceği gibi elma, nar, ekmek, üzüm gibi herhangi bir yiyecek de olabilir. Aşık edebiyatında bade içme-rüya motifi bir gelenek icabıdır. Bade aşığa; – Bir pir tarafından, – Üçler tarafından, – Beşler tarafından, – Yediler tarafından, – Kırklar tarafından verilir. Usta – Çırak İlişkisi Aşık edebiyatında yüzyıllar boyu yaşatılan geleneklerin en önemlilerinden biri de usta çırak geleneğidir. Aşıklar genellikle bir usta aşığın yanında onun çırağı olarak, yetenekleri ölçüsünde olgunlaşırlar. Gelenek gereği icracılık ve aşığın şairlikteki ustalığı için üstat da denilen bir aşığın yanında ders almaları gerekmektedir. Genç aşığın ustasının yanında çok büyük bir sabır göstermesi gerekmektedir. Sabrın sonunda çırak ustasının hayır duasını alarak tek başına halk önüne çıkma iznine kavuşur. Aşık Karşılaşmaları (Atışma) Aşıkların doğaçlama olarak belirli bir kural çerçevesinde söyleşmelerine “atışma” denir. Atışma, aşıkların dinleyenler karşısında, deyişme sırasında birbirini iğneleyici fakat mizah çerçevesi içinde söyleşmeleridir. En az iki aşığın dinleyici huzurunda karşı karşıya gelerek birbirlerini sazda ve sözde belli kurallar çerçevesinde denemeleri esasına dayanır. Karşılamalarda, aşıklar rakiplerine üstün gelmek için onu mat etmenin yollarını ararlar. Leb – Değmez (Dudak Değmez) Aşıkların ustalıklarını sergilemek için bir nevi söz hüneri olarak başvurdukları bir biçimdir. İçinde (b,p,m,v,f) dudak ve diş-dudak sesleri bulunmadan söylenilen şiir demektir. Aşıkların dudakları arasına iğne koyarak yarıştıkları bir atışma biçimidir. Askı (Muamma) Çözme Muamma, halk şiirinde bir kimsenin ya da varlığın adını gizleyen şiir demektir. Aşık edebiyatında muammanın özel bir önemi vardır. Aşıklarca muamma düzenlemek ya da bir muammayı çözmek bilgi ve zeka ister.”Murat Uraz” muammanın uygulanışını şu şekilde anlatmaktadır: Kahvelerde muamma teşhir edildiği gecelerde; sigara ve nargile içilmez, kimse sesli konuşmaz, herkes intizam içinde oturur. Halk şairi tarafından hazırlanmış muamma büyük ve uzaktan okunabilecek bir yazı ile kağıda yazılır ve tahtaya yapıştırılır. Tahtaya bir milimetre kalınlığında bal mumu sürülür. Aşıklar nöbetle kahveye gelenlere işine ve halk arasındaki derecesine göre ağırlamalar söylerler. Ağırlanan kişi de ağırlığına göre muammanın etrafındaki bal mumu sürülmüş tahtaya para yapıştırır. Muammayı kim çözerse paraları alır ve muammayı tertipleyen aşık da bir taksim çıkarırdı. Şayet bu muamma birkaç gece kahve duvarında asılı kalır, kimse tarafından da çözülmemiş olursa sahibi olan aşık bunun ne olduğunu söyler ve bütün paraları alırdı. Dedim – Dedi Tarzı Söyleşi Halk şiirinde yaygın olarak kullanılan bir biçim olup koşma ve semailerdeki aşık ve sevgilinin (dedim-dedi ifadesine bağlı) karşılıklı söyleşmeleridir. Tarih Bildirme Aşık, kıtlık, yangın, sel felaketleri, salgın hastalık, önemli savaşlar vb. toplumu yakından ilgilendiren, sosyal hayatla ilgili olaylarla kendi doğum tarihini şiirlerinde tarihi birer belge olmasını istemiş ve genellikle ilk yada son dörtlükte bazen de ara yerde tarih belirtmiştir. Nazire Söyleme Nazire, bir şairin şiirine karşılık olarak başka bir şair tarafından aynı uyak ve ölçüde yazılan şiirdir. Saz Çalma Saz, aşık için ilhamı kamçılayan bir alet olup aşıklık geleneğinin en önemli unsurlarından biridir. #AşıkEdebiyatı #Mahlas #Atışma #LebDeğmez #MuammaÇözme
- Başlangıçtan Günümüze Aşık Edebiyatı – Dr. Doğan KAYA
Şamanizm inancının yaygın olduğu toplumlarda, dinî hüviyetteki kişiler düşüncelerini, içinde bulundukları ruh hallerini, güzel ve zihinlerde kalıcı sözlerle çevresindekilere nakletmeye çalışıyorlardı. Bunu da kulakta hoş name bırakacak ses ve heceleri tekrarlayarak sağlıyorlardı. Nesirden ziyade nazma başlangıç teşkil edecek olan ilk dinî-edebî terennümler böyle meydana geldi. XV. yüzyıla gelinceye kadar Âşık edebiyatının yerini iki gelenek tutuyordu. Bunlar, destan geleneği ile dinî-mistik edebiyat geleneği idi. Destan geleneğinin yegâne icracıları ozanlardı. Bugünkü hikâyeci âşıkların yaptıklarını şaman kültürünün hakim olduğu devirlerde ozanlar yapıyordu. Ozanlar, duyduğu ve bildiği kahramanlık olaylarını, zaferleri, felaketleri ve toplumu yakından ilgilendiren meseleleri derleyip nazm etmek, düzüp koşmakla mükellefti. Bunu kopuz eşliğinde yaparlardı. Ozanların musannif olma özelliklerinin yanında anlatıcılık vasıfları da vardı. Ayrıca ozanlar, özel toplantılarda ( düğün, şenlik…) da başka edebî türleri başarıyla uygulardı. Çeşitli Türk boylarında kam (Altay), baksı, bakşı, bahşi (Kırgız), oyun (Yakut), şaman (Tonguz), ozan (Oğuz) adlarıyla da anılan bu sanatçılar, toplum içinde etkili olup zaman zaman büyücülük ve hekimlik de yaparlardı. Dinî- mistik halk edebiyatı geleneğine gelince, bu, sözlü bir gelenekti. XII. yüzyılda Ahmed Yesevî (? – 1166) ve onun müritleriyle başlayan bu gelenekte şiir, musiki ile birlikte düşünülmüş, birlikte icra edilmiştir. Bu, bir bakıma önceki devirlerdeki şiir, musiki ve oyunun tezahürü gibiydi. Yesevî tarikatinde, Allah’a varma yolunda şiirler saz eşliğinde söyleniyor, kimi zaman da, müritler duydukları heyecanları dinî rakslarla ifade ediyorlardı. Toplantılarda söylenen hikmetler dil, vezin ve üslup bakımından, halk muhayyilesine uygun yapıdaydı. Türklerin İslâmiyet’i kabulü sonrasında, ilim alanında ve sosyal alanda halkın üzerinde değişimler ortaya çıktı. İlim dili Arapça olurken, Farsça da edebî alanda ağırlığını hissettirdi. Türk şairleri, dille birlikte Fars ve Arapların kullandıkları aruz veznini ve şiir şekillerini de aldılar. Böylelikle Anadolu’da yavaş yavaş klasik edebiyat dönemi başladı. Fakat bilhassa kırsal kesimlerdeki sanatçılar kendi vezinleriyle yani hece vezniyle şiir söylemeye devam ettiler. Dolayısıyla Anadolu’da Klasik Türk Edebiyatı ve Halk Edebiyatı diye adlandırdığımız iki ayrı edebiyat vücut buldu. Anadolu’da Âşık Edebiyatı önceleri dini motifler çerçevesinde gelişmeye başladı. Bunda, yukarıda sözünü ettiğimiz Ahmet Yesevî düşüncesi çerçevesinde, Diyar-ı Rum olarak adlandırılan Anadolu’da faaliyet gösteren Abdalan-ı Rum’un büyük oranda rolleri oldu. Dinî-mistik halk edebiyatı, birinci derecede; Kur’an, Peygamber kıssaları, evliya menkıbeleri gibi kaynaklardan beslendi. Tarihi metinlerde Selçuklu ordusunda ozanlar, kopuz eşliğinde epik şiir söyleyip askerleri eğlendirdikleri kaydedilmiştir. Halkın yerleşik hayata geçmesiyle göçebe kültürün ürünü olan epik şiirin yerini yavaş yavaş âşık şiiri almaya başladı. İslâm öncesi inanca ait pek çok motif ve unsur da İslâmî renge bürünerek şiirlerde kendisine yer buldu. Bir başka deyişle, Anadolu’daki âşıklık geleneği, ozan-baksı geleneğinin zaman, zemin, düşünce, dünya görüşü ve inancın değişmesiyle şekillendi, değişimle beraber yeni bir sanatçı tipi ve şiir tipi ortaya çıktı. Dinî-tasavvufî mahiyetteki edebiyat, Anadolu’da XV. yüzyıldan itibaren yerini âşık edebiyatına bıraktı. Bu yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyal ve siyasî sebeplerle yeni bir oluşum içine girerek âşık edebiyatı olarak şekillenmeye başladı. Anadolu’nun Türkleşmesinde ve İslâmlaşmasında önemli rol oynayan Kalenderî, Hurufî, Melamî, Haydarî, Cevlakî ve Bektaşî dervişleri toplum üzerinde etkili olmak için en etkili yol olan şiiri seçmiş ve şiirlerinin muhtevasında inançlarına ve düşüncelerine yer verildi. Senenin muhtelif zamanlarında yapılan ayin-i cemlerde sazlarıyla bu şiirleri terennüm ettiler; yaptıkları semahlarla bunu daha etkili kılma yoluna gittiler. Şekillenen bu yeni edebiyatla birlikte, “ozan”ın yerini “âşık”; “kopuz”un yerini de “karadüzen, bağlama, çöğür, tambura, cura” aldı. “Ozan” sözüyle “geveze, saçma sapan sözler söyleyen kişi”3 kastedilir oldu. Âşıklar şiir olarak türkü, varsağı, deyiş, kayabaşı, üçleme, koşma, mani gibi şekilleri kullandı. İlerleyen zaman içerisinde genel olarak âşık adı altında toplanan şairler, çeşitli özelliklerine göre; “âşık, Hak aşığı, halk aşığı, badeli âşık, saz şairi, halk şairi, Hak şairi, meydan şairi, kalem şairi, çöğür şairi, ozan, halk ozanı, sazlı ozan…” gibi adlarla anılmaya başladı. Dinî-tasavvufi halk edebiyatının temsilcileri -başta Yunus Emre olmak üzere- çağlar boyunca Anadolu’da etkisini devam ettirdi. Bu tarz şairler “âşık” olarak anılıyorlardı. Şiirlerini hece ve aruz ölçüsüyle ortaya koyuyorlardı. XVI. yüzyıldan itibaren salt bu konularda değil farklı konularda da şiirler vücuda getiren ve ellerinde kopuz yerine saz olan, hece ile şiirler söyleyen şairler ortaya çıktı. Bunlar âşık sözünün yanında saz şairi veya çöğür şairi sözleriyle anılmaya başlandı. Üzülerek söyleyelim ki, birkaç yüzyıl içinde (XII.-XVI.) ozan-baksı geleneğinin Anadolu’ya yansımış şekli hakkında elimizde bilgi bulunmamaktadır. XVI. yüzyılda, Anadolu’nun kırsal kesimlerinde İslamî kültürün etkisinde gelişen ancak Orta Asya kültüründen farklı bir kültür oluştu. Beri taraftan büyük şehirlerde de aynı kaynaklardan beslenmesine rağmen farklı bir kültür vücuda geldi. Böylelikle halk edebiyatı ve divan edebiyatı olarak iki ayrı disiplin ortaya çıktı. Her ne kadar birbirinden ayrı özelliklere sahip olsa da âşık şiirinin temsilcileri olup şehirlerde yaşayanlar, -kendilerine özgü estetik anlayışlarına rağmen- ister istemez buranın kültür hayatından etkilendiler. Divan şairlerinin kullandıkları ölçü ve nazım biçimlerine ilgi gösterdiler. Köyde yaşayanlar ise, tekke ve medrese kültüründen uzak kaldılar. Bu bakımdan dil ve muhteva yönüyle iki grup âşıklarının şiirlerinde belirli farklılıklar görülür. Şehirdeki âşıklar, genellikle kahvehanelerde, konaklarda, tekkelerde, imaretlerde ve panayırlarda boy gösterip birçoğu halktan taltif ve destek gördü. Yüzyılın ilk yarısında şekilde ve esasta halk edebiyatı unsurları oldukça kuvvetli idi ve dil halk dili idi. Köy ve kasaba âşıklarının şiirlerinde mahallî özellikler fazlasıyla yer aldı. Ancak yüzyılın ikinci yarısında klasik şiir ve tasavvufi şiir etkisini hissettirdi ve buna bağlı olarak Arapça, Farsça kelime ve terkipler kendisini gösterdi. Kimi şairler şiir tekniği olarak aruza özenmişlerse de bunda pek başarılı olamadı; asıl güçlerini hece vezninde gösterdi. Halk şairleri, kimi zaman şehre geldiklerinde toplum tarafından irdelendiler, bu yüzden asıl huzuru köy, dere, dağ, göl gibi mekânlarda buldular. Kırsal yörelerde yapılan eğlencelerde daima aranan simalar olan bu âşıklar, ancak kendi dünyasından olan insanların arasında huzurlu oldular. Bu hükmümüz, günümüz köylü âşıkları için de geçerlidir. Ancak köyünden kente göçüp buranın yaşantısına ayak uydurmaya çalışan âşıklar, köy hayatını özlemekle beraber, bütün gayretlerine rağmen, kendilerini günden güne başka hayat ve davranış içinde bulmaktadırlar. XVI. yüzyıldan itibaren sade Türkçe ile olaylar üzerine destanlar yazılmaya, beşeri aşkı ve sosyal hayatı konu alan şiirler söylenmeye başladı. Divan şairlerinin aksine, saz şairleri büyük yerleşim merkezlerinde, serhat kalelerinde, asker ocaklarında, Anadolu, Rumeli, Suriye, Mısır, hatta Garp Ocakları olarak nitelenen Kuzey Afrika gibi uzak diyarlara kadar gidip sanatlarını icra ettiler. Bu yüzyıla temsilcileri olan âşıkların özgeçmişlerine ait ayrıntılı bilgi olmamakla beraber, şiirlerinin, âşık şiirinin niteliği ve gelişimi (dil, konu, şekil…) hakkında fikir verecek boyutta olduğu söylenebilir. XI. yüzyılda orduya mensup âşıkların fazla oluşu ve bu dönemde tarihî ve edebî kaynakların artması, âşık edebiyatı tarihi açısından dönemin aydınlanmasında kolaylık sağlamıştır. Kaynakların yetersizliğinden dolayı, XVI. yüzyılda âşıkların çoğu hakkındaki bilgiler yetersizdir. Öyleki, bir kısmı (Bahşi, Ozan …) sadece bir veya birkaç şiiri ile bilinmektedir. Bu yüzyılda adından bahsedeceğimiz âşıklar şunlardır: Ahmetoğlu, Armutlu, Bahşî, Bahşioğlu, Çırpanlı, Dalışman, Geda Muslu, Hayalî, Hızıroğlu, Karaoğlan, Karacaoğlan, Köroğlu, Kul Çulha, Kul Mehmet, Kul Piri, Oğuz Ali, Ozan, Öksüz Dede, Pir Sultan, Sürurî. XVII. yüzyılda imparatorluğun toprakları, en geniş sınırlarına ulaşmışken, kültür ve medeniyet de bunun paralelinde doruk noktasına ulaşmıştı. Bu şiirde de aynı idi. Bu yüzyılda Bâkî, Fuzulî, Hayalî, Hayretî, Bağdatlı Rûhî, Nev’î, Taşlıcalı Yahya, Zatî gibi divan şiirinin dev simaları yetişti ve bu şairler imparatorluk sınırları içinde halk şairleri de dahil pek çok sanatçıyı etkiledi. XVI. yüzyılda başlayan bu etkileşim XVII. yüzyılda Gevherî ve Âşık Ömer gibi âşıkların şiirlerinde daha yoğunluklu olarak kendisini gösterdi. Aruzlu şiirlerde ister istemez heceli şiirlere nazaran daha ağır bir dil kullanıldı. Divan şiiri ve medresenin etkisiyle, yavaş yavaş divan şiirini taklit eden, saz çalmasını bilmeyen ve “kalem şuarası” olarak isimlendirilen şairler ortaya çıktı. Ancak âşıkların pek çoğu saz çalabiliyordu. Bu yüzyılda önceki yüzyıla nazaran daha çok âşık yetişti. Kemiyet ve keyfiyet bakımından XVII. yüzyıl Âşık Edebiyatının altın dönemidir. Üç kıtaya yayılan Osmanlı toprağı sınırları içinde yetişen yüzlerce âşık, gittikleri yerlerde, halkı şiiriyle ve sazlarıyla eğlendirirken bir yandan da onları bazı konularda yönlendirdi. Ordu içindeki yeniçeri, sipahi ve leventlerden de âşıklar kervanına dahil edeceğimiz âşıklar yetişti. Ancak kaynakların yetersizliği sebebiyle bu âşıkların pek çoğu hakkında, geniş bilgiye sahip değiliz. Âşıkları şiirlerinden edindiğimiz bilgilerle ve şairnamelerin verdiği bilgiler ölçüsünde tanıyabiliyoruz. Âşıklar, şiirlerinde genellikle yaşadıkları olayları ve savaşları konu ettiler; bu vesileyle pek çok destan vücuda getirdiler. Köy ve kasabalarda yetişen âşıklar ise, içinde bulunduğu ortamı dile getiren şiirle söylediler. Benzetme ve mecazlar -yüksek zümrenin tersine- havasa ait unsurlardı. Dil daha sade idi. Klasik şairler, sevgilinin verdiği tahammül edilemeyecek ölçüdeki aşk acısıyla yaşarken ve buna rağmen vuslatı talep etmezken, halk şairi vuslata talip oldu. İslamî motiflerden ve ahlak konularından uzaklaşmadı. XVII. yüzyıla ait pek çok âşık içinden adından söz edeceğimiz isimlerde bazıları Âşık Ömer’in Şairnamesinde, Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesinde zikredilmiştir. Bunlardan kimilerinin sadece adları bilinmektedir ve eserleri elimize geçmemiştir. Âşık, Âşık İbrahim, Âşık Mustafa, Âşık Ömer, Benli Ali, Bursalı Halil, Edhemî, Demircioğlu, Ercişli Emrah, Eroğlu, Gedayî, Gevherî, hakî, Haliloğlu, Kâmilî, Karacaoğlan, Kâtibî, Kâtip Ali, Keşfî, Kayıkçı Kul Mustafa, Koroğlu, Kul Deveci, Kul Süleyman, Kuloğlu, Öksüz Âşık, Piroğlu, Sun’i, Şah Bende, Şahinoğlu, Şermî, Tamışvarlı Gazi Âşık Hasan, Türabî, Üsküdarî, Yazıcı, Zaifî, vb. XVIII. yüzyılda, âşık sayısının çok olmasına karşılık, bir önceki yüzyılın âşıkları gücünde âşık yetişmedi. Her ne kadar bu yüzyılda, şiirin vücut bulmasına zemin teşkil eden pek çok sosyal olay ve olumsuzluklar cereyan etmişse de yüzyıla damgasını vuracak isim ortaya çıkmadı. Bunun sebebini; âşıkların pek çoğunun divan ve tekke şairlerinin etkisi altında kalmalarına, usta çırak geleneğinin yokluğuna bağlayabiliriz. Âşıklar, bu yüzyılda da aruz ölçüsüyle şiirler ortaya koydu, hatta bu, moda halini aldı. Ancak zamanla divan şiirlerinin bilhassa muhteva bakımından etkisi azaldı ve âşıklar bu yüzyılda şiirlerinde, daha hayati konulara ve sosyal temalara yer verir oldu. Bunun yanında âşıklar, devamlı olarak tekke şairlerinin nüfuzu etkisi altında kaldı. Kahvehanelerde, bozahanelerde, meyhanelerde ve panayırlarda elinde sazı, dilinde sözü ile âşıklar, kendilerini daha fazla göstermeye başladı. Kısmen de olsa -Nedim örneğinde olduğu gibi- divan şairlerinden bazıları hece ölçüsüne ilgi duydu. Bunun da ötesinde saz şiiri Osmanlı toprakları içinde yaşayan Ermenileri de etkiledi. Kendilerine “aşug” denilen ve adından söz ettirecek Civan, Vartan ve Mecnunî gibi Ermeni âşıklar bu yüzyılda yetişti. XVIII. yüzyıl öneli âşıkları arasında şunları zikredebiliriz: Abdî, Agahî, Ahmet, Ali, Âşık Halil, Âşık Sait, Âşık Süleyman, Bağdadî, Civan, Derunî, Derviş Musa, Halil, Kâmil, Nigarî, Nuri, Hocaoğlu, Hükmî, Kabasakal Mehmet, Kara Hamza, Kâtibî, Kıymetî, Küşadî, Levnî, Mağriplioğlu, Mahdumî, Mecnunî, Nurî, Nakdî, Neşatî, Nigârî, Ravzî, Sadık, Said, Seferlioğlu, Sırrı, Şem’î, Şermî, Talibî, Vartan. XIX. yüzyıl ise, Âşık Edebiyatının önemli simalarının yetiştiği yüzyıl oldu. Divan şiiri etkisini bu yüzyılda da sürdürdü. Halk şairleri, bilhassa Âşık Ömer ve Gevherî’nin etkisinde kalarak aruzla divan, semaî, selis, kalenderî ve satranç diye isimlendirdikleri şiirler yazdılar. Bunun etkisiyledir ki, hece ile yazdıkları şiirlerde dahi Arapça, Farsça kelime ve tamlamaları kullandılar. Önceki yüzyıllardaki âşıklara nazaran bu yüzyıla mensup âşıklar hakkında daha objektif bilgilere sahibiz. Bilhassa bu yüzyılda tutulan cönkler, âşıkların kimliklerini ve sanat güçlerini öğrenme hususunda büyük oranda faydalı oldu. Gezgin âşıklar, gittikleri yerlerde şiirleriyle ve ezgileriyle halkı eğlendirirken, bir yandan da kültür taşıyıcı özellikleriyle dikkati çekti. Âşık fasılları çerçevesinde karşılaşma yaptılar, hikâyeler, anlattılar, muammalar çözdüler, kahvelerde, düğün ve şenliklerde sazlarıyla halkı eğlendirdiler. Bunları icra ederken oradaki gençlerin üzerinde olumlu etki bırakıp bir kısmının bu yola girmesinde önemli rol oynadılar. Böylelikle, -Balkanlar dahil- geleneğin yaşamasında ve yayılmasında, önemli oranda katkıda bulundular. Bilhassa kahveler, şehirlerde bu edebiyatın sevilmesinde ve yayılmasında çok önemli bir fonksiyonu yerine getirdi. Köylerde ve kasabalarda ise bu işi, köy odaları yerine getirdi. Halk, bilhassa güz ve kış mevsiminde, çeşitli vesilelerle bu odalarda bir araya geldi, âşıkların şiirlerini, türkülerini ve anlattığı hikâyeleri dinledi. Âşıkların en belirgin vasıfları saz çalmaları ve irticalen şiir söylemeleridir. Çeşitli vesilelerle düzenlenen toplantılarda âşıklar, kendilerinin olduğu kadar, ustaların şiirlerini de icra ettiler. Geleneğin gereği âşıklar yanlarında çırak gezdirdiler. Bu yüzyılda yönetim ve toplumun ilgisi âşıklara karşı daha da arttı. 1826′ da II. Mahmud’un Yeniçeri Ocağı’nı kapatması, tekkelerin zamanla eski hüviyetini yitirmesi üzerine, âşıkların da yetişme kaynakları kurudu ve asker şairlerin sayısı giderek azaldı. Bütün yönleriyle yaşatılmaya çalışılan âşıklık geleneği, “semaî kahvelerine” kendisine yaşama ortamı buldu. Bilhassa Cuma ve Ramazan gecelerinde buralarda sanatını icra etme imkânı bulan “meydan şairleri” destan, koşma, semaî, kalenderî, yedekli maniler söyleyerek, muammalar çözerek, halkın ilgisini çektiler, sevgisini ve takdirini kazandılar. Semaî kahvelerinde güç gösterisi yapan âşıklar genellikle tulumbacı oldukları için buralara “tulumbacı kahveleri” de denildi. Semaî kahveleri genellikle Direklerarası ve Unkapanı’nda bulunuyordu. Daha sonraları, Tophane, Boğazkesen, Eyüp gibi semtlerde bu tarz kahveler açılmışsa da 1908Te ilân edilen meşrutiyetten sonra birer birer ortadan kalktı. Önceki yüzyıllarda olduğu gibi bu yüzyılda da tarihi olaylar, imparatorluğun sosyal durumu, devlet yönetimi, karşılaşılan olumlu ve olumsuz sahneler destanlara konu oldu ve bu yönüyle destanlar tarihe kaynaklık etti. Âşık Edebiyatı alanında derin izler bırakan Erzurumlu Emrah, Ruhsatî, Dertli, Dadaloğlu, Seyranî, Sümmanî, şenlik ve Bayburtlu Zihni gibi şahsiyetler bu yüzyılda yetişti. Hatta bazı simalar kendinden sonraki âşıklar üzerinde o derece etkili oldu ki, Şenlik, Ruhsatî, Emrah, Dertli, Deli derviş Feryadî, Sümmanî ve Derviş Muhammed gibi… kendi adlarıyla anılan âşık kolları ortaya çıktı. XIX. yüzyıldan adından söz edeceğimiz âşıklar şunlardır: Agahî, Arifî, Âşık Ali, Âşık Ömerî, Bahrî, Beyoğlu, Bedrî, Bezlî, Bezmî, Celalî, Ceyhunî, Dadaloğlu, Deliboran, Dertli, Devamî, Erzurumlu Emrah, Ferdî, Figanî, Gedaî, Hengamî, Hızrî, Kemalî, Kamilî, Kemterî, Kusurî, Lutfî, Mehmed, Mehmed Ali, Merdanî, Meydanî, Micmerî, Minhacî, Muhibbî, Nazî, Nigarî, Nuri, Pesendî, Remzî, Ruhsatî, Develili Seyranî, İspartalı Seyranî, Seyyid Osman, Sabri, Sururî, Sümmanî, Şermî, Şenlik, Tahirî, Tanburî Mustafa, Tıflî, Zehrî, Zihnî. XX. yüzyılda âşıklık geleneği gücünü muhafaza etti. Âşıklar, medeniyet ve teknoloji çerçevesinde seyreden değişikliklere ayak uydurdu. Her devirde olduğu gibi bu yüzyılda da âşıklar, toplumun aynası olma özelliğini korudu. Ülke sathına yayılan ve toplumu etkisi altına alan radyo, televizyon ve gazete gibi kitle iletişim araçlarının ağır baskısına karşı varlıklarını sürdürmeye çalıştılar. 1931, 1964 ve 1967 yıllarında Sivas’ta ve 1966 yılından itibaren Konya’da yapılan âşıklar bayramında var olduklarının ve geleneğin yaşadığının sinyallerini verdiler. Ülkenin dört bir yanında yapılan şenlik, festival, bilgi şöleni gibi sanat ve kültür faaliyetlerine iştirak ederek, tarihteki eğlendirme ve eğitme gayretleri içinde oldular. Doldurulan plak ve kasetlerle türkü repertuarına katkıda bulundular. Bu yüzyılda hece vezni yine vazgeçilmez ölçü oldu. Hemen her konuda ortaya konulan şiirler, sazlarla daha kalıcı ve etkileyici hale getirildi. Saz, irticalen şiir söyleme, mahlas kullanma, karşılaşma yapma bu yüzyılda da devam etti. Ancak, hikâye anlatma ve muamma çözme geleneği eski gücünü yitirdi. Aşk konusunun yanında geçim zorluğu, şehre göç, gurbet, yaşanılan problemler, toplum ve devlet işlerindeki düzensizlikler de ağırlıklı olarak şiirde kendisini göstermeye başladı. XX. yüzyılda iz bırakan âşıkları şöyle sıralayabiliriz: Abdülvahab Kocaman, Ahmet Poyrazoğlu, Ali İzzet Özkan, Âşık Veysel, Aziz Üstün, Bayburtlu Celali, Cemal Hoca, Davut Sularî, Derdiçok, Efkarî, Emsalî, Eyyubî, Fehmi Gür, Ferrahî, Gufranî, Gürünlü Gülhanî, Habib Karaaslan, Hacı Karakılçık, Hasretî, Hicranî, Huzurî, Hüdaî, Hüseyin Çırakman, İlhamî Demir, İlhamî, İsmetî, Kağızmanlı Hıfzı, Kul Gazi, Kul Nuri, Kul Semaî, Mahzunî Şerif, Maksut Feryadî, Mehmet Yakıcı, Meslekî, Mevlüt İhsanî, Meydanî, Murat Çobanoğlu, Musa Merdanoğlu, Müdamî, Mürsel Sinan, Nusret Korunî, Pervanî, Posoflu Zülalî, Reyhanî, Ruhanî, Rüstem Alyansoğlu, Sarıcakız, Sefil Selimî, Selmanî, Seyit Yalçın, Seyit Türk, Şeref Taşlıova, Talibî Coşkun, Yüzbaşıoğlu, Zakirî, Zülfikar Divanî. Aşık Edebiyatının Özellikleri Âşık edebiyatı, kendilerine âşık, ozan, saz şairi denilen sanatçılar tarafından meydana getirilmiş edebiyattır. Âşık edebiyatı, beş yüz yılı aşan bir zamandan günümüze kadar gelen ve Anadolu, Rumeli ve Azerbaycan ve İran’da gelişen bir edebiyattır. Âşık edebiyatı, geniş halk kitlelerinin derdine, inancına, heyecanına, ümitlerine dil ve duygu inceliğine cevap veren, birbirinden farklı çevrelere, çeşitli tarikat ve meslek mensuplarına, farklı beğeniye sahip insanlara seslenen, çeşitli zümreler arasındaki ortak bir edebiyattır. Âşıklar, koşma, destan ve semai adı verilen şiirlerle şiirlerini hece ölçüsüyle vücuda getirmişlerdir. Ancak XVII. yüzyıldan itibaren bazı âşıklar, divan şairleri gibi aruz ölçüsüyle de şiirler yazmışlardır. Birim olarak dörtlük kullanılmıştır. Ancak zaman zaman ikiliklerle yahut bentler halinde de ürünler ortaya konulmuştur. Kullanılan dil oldukça sade, ve halk Türkçesidir. Tasvirler, mecazlar yapmacıktan uzaktır ve halkın günlük hayatta kullandığı benzetme, yakıştırma, deyim, atasözü, yemin, tekrar sözleri vs. gibi kalıp ifadelerle sağlanmıştır. Halkın durumu, beklentisi, sevinci, acısı, yaşadığı olayları, kişiler ve diğer canlılar, tabiat, aşk hülasa halka ait bütün özellikler şiirlere konu edilmiştir. Âşıklar, geleneğin gereği, şiirlerinin sonunda mutlaka mahlas kullanmışlardır. Şiirler, saz eşliğinde terennüm edilmekle beraber, bazıları saz çalmamışlardır. Âşıkların pek çoğu şiirlerini irticalen söylemiştir. Pek çok âşık doğup büyüdüğü yerde kalmamış, sanatlarını ülkenin birçok yerini dolaşarak icra etmişlerdir. Kimi âşıklar hikâyeler gerek ustalarından öğrendiği, gerekse kendisinin tasnif ettiği hikâyeleri anlatarak halkı eğlendirme ve eğitme yoluna girmişlerdir. Kişiler, birçok sebeplerle âşıklığa başlamışladır. Bunların başında da gördükleri ve etkisinde kaldıkları rüyanın, bir usta yanında yetişmenin, sazlı- sözlü ortamın ve anlatılan halk hikâyelerinin önemli ölçüde rolü olmuştur.
- Aşık Edebiyatının Genel Özellikleri
Âşık edebiyatı, bir yanıyla toplumsal iş bölümünün arttığı, bir yanıyla da özellikle XV. yüzyılın sonları ve XVI. yüzyılın başlarında Osmanlı toplumsal düzeninde belirginleşen farklı kültür daireleri sonucunda oluşmuş bir edebiyat koludur. Âşık edebiyatı, bireysel yaratmayla olur. Saz şairi ve âşık kavramları anlamdaş kavramlardır. Bu bakımdan zaman zaman saz şairlerinin, âşıkların, halk edebiyatı kapsamında değil de edebiyat tarihi içerisinde ele alınmaları yönünde yaklaşımlar olmuşsa da genel eğilim bu edebiyat kolunun da halk edebiyatı kapsamı içerisinde ele alınması yönündedir. Âşık edebiyatı ürünlerinin en belirgin özelliği mani, ninni, ağıt, tekerleme gibi halk edebiyatının diğer türlerine göre söyleyeninin belli oluşudur. Kuşkusuz mani, ninni, ağıt gibi halk edebiyatı ürünlerinin de bir ilk yaratıcısı vardır. Ne var ki bu ürünler özellikle söylendikleri mekanlar ve söyleniş biçimleri ilk söyleyenin adını kayda geçirecek biçimde olmadığından, zamanla ortak bir yaratıya dönüşerek anonimleşmektedirler. Âşık şiirlerinde ise “tapşırma” denilen son dörtlük ya da bentte söyleyenin adı anılarak bu ürünün kime ait olduğu kayda geçirilmiş olur. 16. yüzyılda âşık tarzına dönüşen ozan şiiri, bu tarzdaki yetkin ürünlerini 17. yüzyılda verir. Halk, divan ve tekke edebiyatındaki unsurları bünyesinde birleştiren âşık tarzı, ozan şiir geleneğini kendine özgü bir kimlikle Cumhuriyet’e değin sürdürür. 19. yüzyıl başlarında büyük kentlerde eski önem ve etkinliğini yitiren âşık tarzı, varlığını özellikle oba, köy ve kasaba gibi kentdışı mekanlarda sürdürür. Cumhuriyetle birlikte, devletin halkçılık politikası paralelinde halk edebiyatına gösterdiği ilgi yeni bir heyecanı yaratmış olsa da, Âşık Veysel, Âşık Ali İzzet, Âşık Müdami gibi yer yer gelenekle buluşan ama değişen şartlarla birlikte yeni bir içerik de kazanan temsilciler bulmuştur. Özellikleri: Aşık veya ozan denilen kişilerin, saz eşliğinde söyledikleri şiirlerden oluşur. Genelde sözlü olmasına rağmen şairler, şiirlerini “cönk” dedikleri defterlerde toplamışlardır. Şairler, sazlarını omuzlarına alarak köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir dolaşmışlardır. Şiirlerde anlatım içten, canlı ve yalındır. Şairler, halkın içinden çıktığından halk dilini kullanmışlardır. Bu sade dil 18. ve 19. yüzyıllarda bazı şairler tarafından Divan Edebiyatı’nın etkisinde kalmasıyla eski arılığını kaybetmiştir. Nazım birimi dörtlüktür. Koşma, semai, destan, varsağı gibi nazım şekilleri kullanılmıştır. Hece ölçüsünün 7’li, 8’li ve 11’li kalıplarına ağırlık verilmiştir. Aşk, tabiat, gurbet, ayrılık, ölüm, özlem, kıskançlık, yiğitlik, toplumun sorunları, insan davranışları, bunlarla ilgili eleştiriler konu olarak işlenmiştir. Şiirlerin son dörtlüğünde şairin adı veya mahlası geçer. Göz kafiyesi anlayışı yerine, kulak kafiyesine ağırlık verilmiştir. Yani kafiye için aynı sesin kullanılmasına gerek yoktur. Buna göre p/b , ç/ş, t/d, l/ n gibi seslerle de kafiye yapılmıştır. Genellikle yarım ve cinaslı kafiye kullanılmıştır. Benzetme (teşbih) ve kişileştirme (teşhis) dışında edebi sanatlara fazla yer verilmemiştir. Bazı ürünlerde yöresel özellikler görülür. Şiirler genellikle hazırlık olmaksızın irticalen yani içe doğduğu gibi söylenir. Divan Edebiyatı’nda görülün kalışlaşmış benzetmeler (mazmun) Halk Edebiyatı’nda da vardır. Buna göre sevgili anlatılırken yeşil başlı ördek, inci diş, elma yanak, badem göz, kiraz dudak, keman kaş, sırma saç, selvi boy gibi benzetmeler kullanılmıştır. Divan Edebiyatı daha çok düşünceye önem verdiği için soyut bir edebiyattır. Halk Edebiyatı’nda ise şair gördüğünü, yaşadığını anlatır. Bu nedenle Aşık Edebiyatı, somut bir edebiyattır. Ayrıca Divan Edebiyatı’nda sevgilinin tipi çizilir, adı söylenmez. Halk Edebiyatı’nda ise sevgilinin adı (Elif, Ayşe…) vardır. Şiirler, işlenen konulara göre “koçaklama, güzelleme, taşlama, ağıt” gibi adlar alır. Aşık Edebiyatı hayali olaylardan çok, gerçekçiliğin ön plana çıktığı bir edebiyattır. Halk Şairlerinde Âşık Olma Geleneği, Aşıklık Geleneği Dinin büyüden sıyrılmaya ve kurumlaşmaya başladığı süreçte siyasal otorite topluluklar içinde birinci plana geçer. Artık büyücü şairler yalnız dinsel görevlerle sınırlı ve onlardan sorumludur. Gelenekten getirdikleri sihirbazlık, halk hekimliği gibi yetileri işlevini yitirmiş, sürdüregeldikleri toplumsal konum da önemini kaybetmiştir. İslami çerçeve içerisinde güzel sanatlarla birlikte saza ve söze getirilen sınırlamalar, siyasal otoriteyle eklemlenmiş dinsel otoritenin şaman geleneğinden gelen ozan şiirini etkilemesi ve yeni sosyo kültürel koşulların dayatmasıyla âşık tarzı oluşmuştur. Âşıkların, saz çalıp şiir söylemeyi bir mürşidin, pirin ya da Hızır Peygamber’in görünmesi ile öğrendiklerini anlatan öyküler, eski büyücü ozanların topluluk üzerindeki etkilerinden yararlanabilmek için yeğledikleri, topluluklara kendilerini sunuş ve onlar tarafından algılanış biçimlerinin günümüze kalmış izleridir. Bu etkiyi özellikle şehir merkezinde yetişmiş âşıklarda çok daha belirgin görürüz. #AşıkEdebiyatı
- Divan Edebiyatı Terimleri Sözlüğü
Beyit: İki dizeden oluşan, dize sonlarındaki sözcükleri birbiriyle uyaklı, kendi içinde bağımsız bir yapı ve anlam bütünlüğü oluşturan birimdir. Bend: Şiirde dört ya da daha çok dizeden oluşan birimdir. Bendlerin adlarını şiirin ölçüsü, dize sayısı ve uyak düzeni belirler. Bahariye: Baharın gelişini, doğadaki değişimi anlatan kasidelerdir. Divan: Eski Türk edebiyatında şairlerin şiirlerini belli bir düzen içinde topladıkları defterlerdir. Divançe: Küçük divan anlamına gelir. Düzenlenişleri ve içerikleri divanlarla aynıdır, yalnızca içindeki şiir sayısı divana göre azdır, bazı divançelerde de belli türde olan şiirler bir araya getirilir. Fütüvvetnâme: Genel anlamda esnaf örgütlerinin uyması gereken hususları düzenleyen ahlak kitaplarına verilen addır. Gazavatname: Ordunun akınlarını, savaşları, kahramanlıkları, zaferleri anlatan; şiir ya da düz yazı biçiminde olan edebî türdür. Hamse: Bir şairin 5 mesneviden oluşan eser bütününe verilen addır. Hezliyat: Alaylı bir dille kaleme alınmış, kaba şakalara da yer veren eleştirel konulu nazım türüdür. Kıssa: Öğretici yanı olan, öğüt veren öykü, fıkra, masal ve menkıbe gibi eserlere kıssa denir. Kısas-ı Enbiya: Peygamberlerle ilgili kıssaları içeren yapıtlara verilen genel addır. Lügaz: Herhangi bir varlığın ya da nesnenin özellikleri söylenerek onu buldurmaya çalışan manzum bilmecedir. Mahlas: Edebiyatta yazarların kendi isimleri yerine kullandık- lan takma adlardır. Menakıbname: Kahramanların, din büyüklerinin, tarikat kurucularının, ermişlerin olağanüstü yaşamlarını ve kerametlerini anlatan yapılardır. Mısra: Şiirin her bir dizesine verilen addır. Miraciye: Hazreti Muhammet’in göğe yükselişini konu alan edebi yapıtlardır. Muamma: Belli kurallara göre düzenlenip çözülebilen ve yanıtı tanrının sıfatlarından biri ya da bir insan adı olan manzum bilmecedir. Münşeat: Mektuplardan ya da çeşitli konulardaki düz yazılarından oluşan yapıtlardır. Nazire: Bir şairin şiirine başka bir şair tarafından aynı şekil, vezin, kafiye ve redifle yazılan şiirdir. Kelime Arapçada “eşdeğer” anlamındaki nazilden gelir. Rahşiye: Atlar için yazılmış kasidelerdir. Kasidelerin nesib bölümünde atlar övülür. Sakiname: Divan edebiyatında gerçek ya da mecaz anlamıyla içki ve içki alemlerinin övülerek anlatıldığı şiir türü. Sefaretname: Yurt dışına giden elçilerin gittikleri yerleri, buralarla ilgili izlenimlerini, görüşlerini anlattıkları yapıtlardır. Seyahatname: Yazarların gezip gördükleri yerlerden edindikleri izlenim ve bilgileri aktardıkları edebi eserlere verilen adlardır. Siyasetname: Devlet adamlarına yöneticilik sanatına ilişkin bilgi veren edebi yapıtların genel adıdır. Tac beyit: Şiirde şairin adının ya da mahlasının geçtiği beyittir. Tahmis: Bir gazelin her iki dizesinin başına üç dize eklenerek oluşturulan nazım biçimidir. Tardiye: Beşer dizelik bendlerden oluşan musammat türüdür. Tehzil: Alay ve şaka yollu yazılmış nazirelere verilen addır. Velayetname: Evliyaları anlatan, genel olarak düz yazı biçimiyle kaleme alınan eserlerdir. #DivanEdebiyatı #DivanEdebiyatıTerimleri
- Divan Edebiyatında Temalar, Motifler, Kavramlar
1. Gül ve Bülbül: Gül, güzelliği temsil eder. Âşığın sembolü olan bülbül’ü kendine bağlar; dikenleriyle yani verdiği ıstıraplarla onu üzer, kıvrandırır. Gül, aynı zamanda Hz. Muhammed (S.A.V)’in yüzünü sembolize eder. 2. Dünya: Bir cîfe (leş), bir yüzüne bakılmaz iğrençlikte kocakarıdır. Dünya malı toplamanın sonu yoktur. Her şeyin hakiki sahibi, ancak Allah'tır. Dünya bir konak’tır. Bu konak yerinden hareket eden develerin çıngırakları, o konak yerinde oturanlara (yaşayan insanlara) yolculuk sırasının kendilerine de geleceğini hatırlatmaktadır. 3. Bezm-i Elest (Bezm-i Ezel): Kur'an 7. Surede, 171. Ayette geçen “Ben sizin Rabb’iniz değil miyim?” şeklindeki ilâhî soruya ruhların “Belâ: Evet” cevabını vermelerine işaret eden bir ibâredir. Dünya imtihanının başladığı andır. 4. Pîr-i Mugan: Muğların başı, yaşlısı. Eski İran’ın dinî Mecûsîlikti (ateşe tapanların dîni). Mug, Mecûsî râhibi demektir. Dîvân şiirinde, şeyh anlamında kullanılır. 5. Kenz (Hazîne, gömü): Âşığın gönlüdür. Bu gönül virandır; ama zaten hazineler, viran yerlerde gömülü bulunur. 6. Sevgili: Hükümdar, sultan, büt (put), zalim vb.. sıfatlarla anılır. 7. Âşık: Kul, köle, hasta, ölü, vb. benzetilenleriyle görülür. 8. Rakîb: Şeytan, köpek, domuz, kâfir, ham meyve vb. benzetilenleriyle karşılanır. 9. Güzellik: Mısır, Türkistan, Rum, ay, güneş, vb. benzetilenleri çerçevesinde yer alır. 10. Aşk: Onulmaz bir hastalıktır. Tamamen cefa ve eziyetten ibarettir. Âşık, aşkından, hiçbir hâl ve şart içinde vazgeçemez. 11. Gökler: İslâmî inanç çerçevesinde gökler, 9 kattır. Kur'an-ı Kerîm’de, gökteki gezegenlerin, “Allah'ın emrettiği yolda” (yani özel yörüngelerinde) “suda yüzer gibi dönüp durdukları” söylendiği halde, Dîvân şairleri, Batlamyüs teorisini gerçek var sayarak dünyayı sabit, gökleri iç içe geçmiş çanaklar gibi üst üste binmiş ve yıldızları da sabit düşünmüşler; dünyanın değil, göklerin döndüğüne inanır görünmüşlerdir. Şiirlerde bu durum, hep tekrarlanmıştır. Bu inanç çerçevesinde göklerin sıralanışı ile, hangi kat gökte hangi yıldızın olduğu ve bu yıldızların, Allah'ın hangi esmasına mahzar oldukları, aşağıda sıralanmaktadır: Kat Bu katın ismi Hangi yıldız Allah'ın hangi sıfatının mahzarı IX Arş (Atlas göğü) Boş VIII Kürsî (Sâbit Yıldızlar) (Levh-i Mahfûz) VII Zuhâl Rezzâk VI Müşterî Alîm V Mirrîh Kahhâr IV Şems Muhyî III Zühre Musavvir II Utârîd Bârî I Kamer (Ay) Hallâk Miraç hâdisesi esnasında Hz. Muhammed’in bu sema katlarında, şu peygamberlere rast geldiği kabul edilir: I. Kat Gökte: Hz. ÂDEM II. Kat Gökte: Hz. YAHYÂ-HZ. ÎSÂ III. Kat Gökte: Hz. YÛSUF IV. Kat Gökte: Hz. İDRÎS V. Kat Gökte: Hz. HÂRÛN VI. Kat Gökte: Hz. MÛSÂ VII. Kat Gökte: Hz. İBRÂHÎM Bu yıldızlardan Mars (Mirrîh) ile Zuhâl (Satürn)’ün aynı burçta buluştukları âna, “Kırân-ı nahseyn” (Uğursuz an); Zühre (Venüs) ile Müşterî (Jüpiter) yıldızlarının aynı burçta buluştukları âna ise “Kırân-ı sa’deyn” (uğurlu an) denir. Büyük hükümdârlara “sâhib-kırân” denirken kasdedilen, “kırân-ı sa’deyn”dir. #DivanEdebiyatı #Gül #GülveBülbül #Motif
- Ağa Dede
Bosnalı şairlerden biri olan Ağa Dede hakkında kaynaklarda bilgi yoktur. 1938 yılında İbrahim Beg Ljubuncic'in kütüphanesinden çıkan bir gurup yazma arasında bulunan bir mesnevinin Ağa Dede'ye ait olduğu anlaşılmış ve bu tarihten itibaren hakkında yapılan araştırmalarla bazı bilgiler elde edilmiştir. Adı bilinmeyen bu mesnevi, Genç Osman'ın (1604-1622) ölümüyle ilgilidir. Müellif bu eserinde kendi hayatıyla ilgili bilgiler de vermektedir: Buna göre, Ağa Dede, Dobor'da doğdu. Asıl adı bilinmiyor. Ailesi Fatih Sultan Mehmed devrinden beri sınır boylarında muhafız olarak görev yapmış. Ağa Dede'nin dedesi şimdiki adı Şabac olan Böğürdelen'e gelerek yerleşmiş, daha sonra da Dobor'a geçmiştir. Müellifin babası Yusuf ve kendisi burada doğdu. Dobor'da eğitim gördü. Muallimlik ve dizdarlık yaptı. Vakıf kurdu. Jakeş'de imam ve hatiplik görevlerinde bulundu. Ağa Dede'nin yazdıklarının edebi bir değeri yoksa da bir Osmanlı padişahının öldürülüşünün taşradan görüntüsü ve 17. yüzyıl Osmanlı taşra hayatı ile ilgili bilgiler vermesi açısından bu mesnevi önem taşımaktadır.
- Leb Değmez Sanatı
Leb değmezin anlamı dudak değmezdir. Şiir söylenirken dudakların birbiriyle temas etmemesi gerekir. Bundan dolayı böyle şiirlerin içinde ‘b,p,f,m,v’ gibi dudak ünsüzleri bulunmaz. Örnek : Her şey ne sıcaktı, her şey ne iyi Hatta o karanlık, aysız geceler Ahmet Kutsi Tecer Alaca saatler tüne sararsa Derin hülyalara dalarsın yine Hasret şerha şerha yürek yararsa Ağlarsın sararır solarsın yine Yılları yitirdin gönül derdinden Ayrılarak gittin kendi yurdundan Nicedir koşturdun yârin ardından Düşündükçe saçın yolarsın yine Odana yayılır keder kokusu Kaçar gecelerin derin uykusu Anılar canlanır kahır duygusu Kuşanır dert ile dolarsın yine Kanryan ses atsa sükutu delse Tüneğinden kaçsa yanına gelse Acıları üleşerek nasılsa Yaşlı dideleri silersin yine Ateşin duygular o’na odaklı Sıyırttırır ser’i yedirir aklı Yarsalar şu döşü ah neler saklı Ağlanacak hale gülersin yine Kutlu hayallerle doldur hülyanı Dağların ardında ara Leyla’nı Sıcak kucağında sakla ceylanı Sayyadı uğurlar salarsın yine Yalancı dünyanın her yanı heder Doğarken duyulur inilti keder Güneş çölü yakar âşığı kader Yanarken Aslı’yı dilersin yine Ey gönül! hayallere dalıp durdun, Yine olmaz onulmaz düşler kurdun, Gariplik bencileyin senin yurdun, Uslan be gönül sararıp solarsın Hüzün çağlarında artık gülsen de Gözünden yaşını kendin silsen de Yalanla dolanla coşku dolsan da Çaresiz hallerde kalırsın yine Ümran Tokmak #EdebiSanatlar #LebDeğmezSanatı #Lebdeğmez #SözeDayalıEdebiSanatlar
- 1960'lı Yıllarda Cumhuriyet Şiiri
1960’lı yıllara gelindiğinde İkinci Yeniler şiir kitaplarını yayımlamayı sürdürdükleri gibi, daha önceki yıllarda şiirlerini yayımlayan Behçet Necatigil, Atilla İlhan, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Nazım Hikmet, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Ceyhun Atıf Kansu da bu yıllarda yeni şiir kitaplarını yayımlamışlardır. Bu yıllarda şiirlerini yayımlayan şairlerden biri,1940 toplumcu şairler kuşağının en gençlerinden olan Ahmet Arif’tir. Yankılar uyandıran, halk şiiri, hece şiiri ve aruzla yazılmış şiirlerin söyleyiş özelliklerinin bir arada bulunduğu şiirlerini Hasretinden Prangalar Eskittim adlı kitabında toplayarak yayımlamıştır. Ahmet Arif’le birlikte, Mutlu Olmak Varken adı altında bütün şiirlerini bir arada yayımlayan A. Kadir de toplumcu şairler kuşağının 60’lı yıllardaki temsilcisi olarak yer alır. A. Kadir’e toplumsal temaları işleyen şairler olarak Hasan Hüseyin’le, Şükran Kurdakul’u ekleyebiliriz. Hasan Hüseyin önce, kullandığı dil ve şiir dünyasını algılaması bakımından Atilla İlhan’ın etkisinde kalmışsa da giderek kendi söyleşyişini bulmuş, Kavel, Kızılırmak, Temmuz Bildirisi adlı şiir kitaplarıyla toplumcu şiirde yeni örnekler vermiştir. Hasan Hüseyin bu üç kitabına Kızılkuğu, Ağlasın Ay Şafağı, Oğlak, Acıyı Bal Eyledik, Kelepçenini Karasında Bir Ak Güvercin... gibi kitaplarıyla yetmişli ve seksenli yıllara geçmiştir. Şükran Kurdakul da, şiirimizin geleneksel biçimleriyle yazdığı toplumsal şiirlerini topladığı Nice Kaygılardan Sonra, İzmir’in İçinde Amerikan Neferi, Giderayak, Halk Orduları kitaplarıyla altmışlı yılların şairleri arasına katılıp günümüze değin gelmiştir. 1960’lı yılların sonunda, yetmişli yılların başında İkinci Yeni hareketine tepkiler gösterilmeye başlandığı gibi,yeni toplumcu şairlerle karşılaşıyoruz. Bu yılların genç kuşağı olarak Metin Demirtaş , İsmet Özel, Süreyya Berfe, Ataol Behramoğlu ve Özkan Mert’i görüyoruz. Şiir kitaplarını aynı yıllarda yayımlayan bu şairler arasında İkinci Yenilere karşı çıkanlar Ataol Behramoğlu, Süreyya Berfe, Özkan Mert ve İsmet Özel olmuştur. Bir Gün Mutlaka adlı kitabıyla adını duyuran Ataol Behramoğlu , Yolculuk, Özlem ve Kavga Şiirleri, Ne Yağmur Ne Şiirler, İyi Bir Vatandaş Aranıyor, Kızıma Mektuplar, Eski Nisan, Türkiye Üzgün Yurdum, Güzel Yurdum, Bebeklerin Ulusu Yok, Yaşayan Bir Şiir kitaplarıyla günümüze gelmiştir. Süreyya Berfe şiirlerini Gün Ola, Savrulan, Hayat ile Şiir, Ufkun Dışında adlı dört kitapta toplamıştır. Daha önce yayımladığı Geceleyin Bir Koşu’dan sonra yetmişli yılların yazarları arasına Evet İsyan’la katılan İsmet Özel, bu kitabına Cinayetler Kitabı, ilk üç kitabını bir arada bastırdığı Şiirler, Celladıma Gülümserken, Erbain’i (4 kitabı bir arada) eklemiştir. Kitaplarını yetmişli yıllarda yayımlayarak Cumhuriyet dönemi şiirinde yer alan ve yankı uyandıran şairler olarak da Can Yücel, Ali Püsküllüoğlu, Eray Canberk, Özdemir İnce, Ahmet Oktay, Hilmi Yavuz, Gülten Akın, Refik Durbaş, Sennur Sezer ve Nihat Behram dikkati çekerler. Şiirimizde toplumsal yergiye güncelleştirerek canlılık kazandıran, kullandığı kendine özgü sözcüklerle yarattığı yeni bir gülmeceyi lirizmle birleştiren Can Yücel ilk şiir kitabı Yazma’yı 1950’de yayımlamakla birlikte onu izleyen Sevgi Duvarı’nı yetmişli yılların başında yayımlayarak bu yılların şairleri arasına katılmıştır. Bu kitaplarını izleyerek şiirlerini on kitapta toplamıştır. Şiir kitaplarını ellili yıllarda yayımlamaya başlayarak Unutma Onları’yla bu yılların şairleri arasına katılan ve şiirlerini topluca Babadat’ta yayımlayan Ali Püsküllüoğlu; ilk şiir kitaplarını yine ellili yılların sonlarına doğru yayımlamaya başlayarak, Kırmızı Karanfil, Ağıtlar ve Türküler, Seyran Destanı ile yetmişli yıllarda dikkatleri çekip, bütün şiirlerini Toplu Şiirler’de bir arada yayımlayan Gülten Akın; Kiraz Zamanı ile bu yılların şairleri arasına katılıp, Toplu Şiirler, Uykusuzluk ve Mavi Hayy’la günümüze gelen Özdemir İnce; şiirlerini altmışlı yılların sonlarına doğru yayımlamaya başlayarak, Sürgün adlı kitabıyla yetmişli yılların sonlarında şiirlerini okuyuculara sunup, Sürdürülen Bir Şarkının Tarihi, Kara Bir Zamana Alınlık, Yol Üstündeki Semender, Ağıtlar ve Övgülerle günümüze gelen Ahmet Oktay; Bedrettin Üzerine Şiirler ve Doğu Şiirleri’yle yetmişli yıllarda tanınıp , II Cilt Toplu Şiirler, Gülün Ustası Yoktur, Erguvan Sözleri’yle günümüzde de şiirlerini yayımlamayı sürdüren Hilmi Yavuz, şiirimizi gerek biçim gerekse söyleyiş özellikleri ve temalar bakımından İkinci Yeniler’in şiirlerinden tamamen sıyırarak toplumcu görüşe yönelmişlerdir. Aralarında Hilmi Yavuz, uyak düzeni, kullandığı sözcükler ve benzetmeler, söz dizimi yönünden Divan Şiirini yeniden canlandırma denilebilecek özgün şiirler yazmıştır. Bu şairlerle birlikte,1960’lı yılların başında, Gecekondu adlı kitabıyla adını duyurup ona Yasak'ı ekleyen Sennur Sezer, toplumsal konulara değinen bir şair olarak görünürken, 70’li yılların şairleri arasına katıldığı Direnç’te topladıklarında ve onu izleyen şiirlerinde yalın bir söyleyişle içten uygularla yazdığı şiirlerini yayımlamıştır.
- Ahmedî
Ahmedi, 14. yüzyılda yaşamış Anadolu Türkçesinin en başarılı şairlerindendir. Öğrenimine Kütahya'da başlamış, sonra Mısır'a giderek tahsil hayatını orada tamamlamış, ilmini geliştirmiştir. Anadolu'ya döndüğünde Sultan I. Murad'ın himayesine girmiş, sonraları Yıldırım Bayezid'in sohbet arkadaşı olmuş, padişahtan büyük iltifat görmüştür. Yıldırım Bayezid ile Timur arasındaki çekişmeyi ve savaşı gören, sevdiği padişahın yenilgisine çok üzülen şair, Timur tarafından da takdir edilmiş, fakat bu zalim hükümdarı bir türlü sevememiştir. Bazı kaynaklarda Nasreddin Hoca'ya atfedilen meşhur bir hikayenin aslında şair Ahmedi ile Timur arasında geçtiği rivayet edilir . " Şairin olgunluğuna ve tespitlerinin isabetine güvenen Timur , bir hamama bir gün bir çok güzeli toplamış . Bunları teker teker Ahmedi'nin önünden geçirip; -Molla, sen güzelden anlarsın ,bunlara bir değer biç, der. Ahmedi, her güzele, kimisi şu kadar altın, kimisi şu kadar gümüş diyerek doğru değer biçince Timur: -Bre Ahmedi, bana da bir değer biç, benim değerim ne kadardır ? der. Ahmedi," Sen seksen akçe edersin ." cevabını verir . Timur: -Nasıl olur ? diye itiraz eder. Şu belimdeki peştamalın değeri seksen akçedir. Ahmedi ise; -Benim de değer biçtiğim odur, yoksa sen beş para etmezsin, cevabını verir ." Timur'un bu cevaba hiddetlenmediği, aksine cesaretinden dolayı şaire iltifatlarda bulunduğu söylenir. Fakat şair Ahmedi'nin yıldızı Timur ile hiç bir zaman barışmamıştır. Timur'un ölümü dolayısı ile şu mısraları söylemiştir . Felek yire gövürüben Temur'u Konukladı et ile mar u muru 14. asrın en çok eser veren, klâsik edebiyatın kurulmasında büyük rolü olan şâiri Ahmedî' dir. Germiyan Beyliği sahasında yetişen Ahmedî önce Kütahya'da okumuş, sonra Kahire'de Şeyh Ekmelüddin'den ders görmüş, burada İslâmî ilimlerden başka tıp ve matematik de öğrenmiştir. Yurduna döndükten sonra kısa bir müddet Aydın Oğullarından Ayas Beye, intisab etmiş, daha sonra Germiyan Beyi Süleyman Şah'ın hocası ve müşaviri olmuş ve Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bâyezid'in hizmetinde bulunmuş, onun mağlubiyeti üzerine Timur'un yanında kalmıştır. Sonra Şehzâde Emir Süleyman ile birlikte Edirne Sarayında da bulunan Ahmedî, daha sonra Sultan Çelebi Mehmet'e intisab etmiş ve 1413 yılında ölmüştür. Fazla sayıda ve hacimli eserler veren Ahmedî, büyük bir şâir olmamakla beraber devrinin üstadı ve Türkçeyi iyi kullanan, nazım tekniğine hâkim kudretli bir sanatkârdır. Ahmedî'nin 8000 beyti aşan büyük bir Divanı, 8250 beyitlik İskender-nâme'si, 5000 beyit tutan Cemşîd ü Hurşid'i eserlerinin en ehemmiyetlileridir. Ahmedî, divanındaki kasîde ve gazellerinde İran şiir mektebinin sanatlarını gösterdiği gibi, Türk ruhunun inceliklerini ve Türkçe'nin ifade gücünü de aksettirmiştir. İskendernâme Büyük İskender'in hayatı, aşkları ve fetihlerini, gayesini anlatan ve konusunu Genceli Nizâmî'nin kitabından alan fâilâtün fâilâtün fâilün vezniyle yazılmış mesnevi şeklinde bir eserdir. Başka kaynaklardan da faydalanan ve konuyu kendi buluşlarıyla, sanatıyla süsleyip genişleten Ahmedî, orijinal sayılabilecek bir eser ortaya koyduğu gibi, onu çeşitli bilgilerle zenginleştirerek bir ilimler ansiklopedisi hâline getirmiştir. Çin hükümdarı Cemşid'in Rus Kayserinin kızı Hurşid'e aşkını anlatan Cemşid ü Hurşid 1403 yılında mefâîlün mefâîlün faûlün vezniyle yazılmış bir mesnevidir. Ahmedî'nin Tervihü'l-Ervah adında mefâîlün mefâîlün feûlün vezniyle yazılmış 10 bin beyti aşkın manzum bir tıp kitabi ve Mirkatü'l-Edeb adını taşıyan Arapça-Farsça manzum lügati, ayrıca Arapça'nın, sarfına ve nahvine ait iki manzum risalesi de bulunmaktadır. Esere ilâve edilmiş 334 beyitlik Tevârih-i Mülûk-i Âl-i Osman bölümü, Osmanlı müellifleri tarafından yazılan, ve günümüze kadar gelen Türkçe ilk Osmanlı Tarihi olmak vasfını taşımaktadır.
- Bağlaçlar ve Bağlaçların Görevleri
On altı yaşımda ya var ya yoktum. Fakat biliyordum ki memleketlerde hürriyet denilen bir saadet vardır ve oralarda herkes istediği kitabı okuyabilir. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Yukarıdaki örnekte italik harflerle dizilmiş sözcükler, eşit ya da anlamca ilgili ögeleri birbirine bağlıyor. Anlamca ilgili cümleleri, kavramları ya da görevdeş ögeleri bağlamaya yarayan sözcüklere bağlaç adı verilir. Aşağıda sık kullanılan bağlaçlar örnekleriyle ele alınmaya çalışılacaktır: Ve, iki sözcük veya iki cümle arasına girerek aralarında bir bağ olduğunu anlatır. Yolculukta göz ve gönül mütemadiyen çile doldurur. (Refik Halit Karay) örneğinde “ve”, eşit iki özneyi bağlıyor. Ekinlere bir kere de çiftçi gözüyle bakınız: Başakları hükümdar tuğlarından ve taneleri incilerden daha kıymetli bulursunuz. (Cenap Şahabettin) örneğinde “ve”, eşit iki nesneyi (başakları, taneleri); eşit iki dolaylı tümleci (hükümdar tuğlarından, incilerden) bağlıyor. Yakın ve Uzak Şark’ın bütün tahtlarında menşei Türkçe olan bir ismin turasını görürsünüz. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) örneğinde “ve”, şark sözcüğünün eşit iki sıfatını bağlıyor. Ardıç ağacının ve dikenli at kestanesinin... (Ruşen Eşref Ünaydın) örneğinde “ve”, iki eşit tümleyeni bağlıyor. Kuş gözleri manasızlığı ve bönlüğü... (Ruşen Eşref Ünaydın) örneğinde “ve”, iki tümleneni bağlıyor. Şerbetçiden şerbet istemesi ve melikten medet umması... (Cevdet Paşa) örneğinde “ve”, eşit iki yan önermeyi bağlıyor. Abdülhak Hamit, nerede doğsa bir güneş telakki olunur ve yaşı kaça yükselse nisan güneşi gibi genç görünür. (Cenap Şahabettin) Dil Kurumu en güzel ve feyizli bir iş olarak türlü ilimlere ait Türkçe terimleri tespit etmiş ve bu suretle dilimiz yabancı dillerin tesirinden kurtulma yolunda esaslı adımını atmıştır. (Atatürk) örneklerinde “ve”, ikişer eşit bağımsız önermeyi bağlıyor. Ne... ne bağlacı, sözcükleri birbirine bağlarken cümleye olumsuzluk anlamı da katar. Bozkırların hiçbirinde ne denizin ne ormanın ne de göllerin coşkunluğunun gösterişi vardır. (Refik Halit Karay) Babur bir başka yerde şöyle diyor: Burada ne güzel at ne iyi et ne yemiş ne buz ve soğuk su var. (Falih Rıfkı Atay) Acayipti bu toplantılar; fakat hoştu doğrusu. Münakaşasız ve hareketsiz geçerdi. Yüksek sesle kimse konuşmazdı. Ne de acele ederdik. (Refik Halit Karay) Bir gün gelecek, Türk şiirinde, Türk edebiyatında dev adımlarının izleri bile silinip gidecektir. Fakat şu var ki adı hiçbir zaman unutulmayacaktır. Ne de birçoklarının sandığı gibi Divan şairlerinin arasına karışacaktır. (Yahya Kemal, Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi “ne”, görevdeş sözcükleri ya da önermeleri bağlarken onlara olumsuzluk anlamı da katan bir bağlaçtır. Cümlelerin yüklemleri görünüşte olumlu; anlam bakımından olumsuz olur. Ne kızı verir ne dünürü küstürür. Ne ölüye ağlar ne diriye güler. (Atasözü) Ne yanar kimse bana ateş-i düden özge Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayri. (Fuzuli, XVI.) Ne dünyadan safa bulduk ne ehlinden recamız var Ne dergah-ı Huda’dan maada bir ilticamız var. (Nefi, XVII.) Dedelerimizin yaptıklarını bırakmıştık. Ne cirit oynuyorduk ne ok atıyorduk ne de kürek çekiyorduk. (Falih Rıfkı Atay) örneklerine her “ne” ayrı bir yüklemin cümlesindedir. Cümleleri bağlayarak bağımsız önermeler durumuna getirmiştir. Anlam olumsuz; yüklemler olumludur. Ne şiş yansın ne kebap. (Atasözü) Ne evim var ne ailem ne adım. (Cenap Şahabettin) Gece pervanelerle bezmi germa germ idi şem’in Seher baktım ne sem’-i meclis-ara var ne pervane. (Şeyhülislam Yahya, XVII.) Ne kapıyı açtım, ne pencereyi. Orhan’ın ne kalemi yitmiş ne çakısı. örneklerinde yüklemler birer tanedir; “ne”lerin bağladığı görevdeş ögelerin arasındadır. Bu durumda da anlam olumsuz, yüklem olumludur. Görünüşte yüklemler birer tanedir; oysa bunlar: Ne şiş yansın ne kebap (yansın). Ne evim var ne ailem (var), ne adım (var). Seher baktım ne şem’-i meclis-ara var ne pervane (var). Ne kapıyı açtım ne de pencereyi (açtım). demek olduğuna göre “ne...ne”ler gene iki bağımsız cümleyi bağlamaktadır. Her “ne” ayrı bir cümlededir. İkinci cümlelerin yüklemleri, birincinin tekrarı olduğu için ve kolayca anlaşılacağı için düşmüştür. “Ne...ne”lerin bağladığı cümlelerden yüklemlerin ikisinin de düştüğünü gösteren örnekler de vardır: Gam merhalesinde kalmışam fert Ne yar ne hem-nişin ne hem-dert. (Fuzuli, XVI.) Ne selam ne sabah. Ne sakala minnet ne bıyığa. (Atasözü) De; sonuna geldiği sözcüğü, önceden geçen ya da geçmiş gibi düşünülen görevdeş bir sözcüğe, bir kavrama “gibilik, eşitlik, katılma” ilgileriyle bağlar; pekiştirme anlamı katar: Orhan da geldi. (öbür gelenler gibi, onlara katılarak) Bunun sonunda ölüm de var. (başka tehlikeler olduğu gibi) Bu kitabı da okuyunuz. (önce okuduklarınız gibi) Ben de gideceğim. Orhan’ı da alalım. Burası da güzelmiş. Evvel sen de yücelerde uçardın Şimdi enginlere indin mi gönül? (Karacaoğlan, XVI.) • “de” bağlacı, yukarıdaki anlam ilgisiyle birden çok görevdeş ögeleri; eşit özneleri, tümleçleri, yüklemleri bağlar: Bu işi Orhan da Turgut da yapabilir. Ben onu da bunu da ötekini de gördüm. Bugün de bekledik, dün de. Ben onu gördüm de tanıdım da... • Bağladığı yüklemlere “üstelik” anlamı katar: Ben onu severim, sayarım da... • Bağımsız önermeleri bağlarken şu anlamları ve duyguları verir; Azarlama, çatma: A paşam, insan iptida kendini bilmeli de sonra başkasına öğüt vermeli. (Kani, XVIII.) Yalvarma: Dil-i viranemi yapsan da yıkılsam gitsem. (Sabit, XVII.) Övme, beğenme: İd irişsün bais-i şevk-i cedit olsun da gör Seyr-i Sadabad’ı sen bir kerre id olsun da gör. (Nedim, XVIII.) Ne iyi ettin de geldin... Küçümseme: Para kazanacakmış da çoluk çocuk geçindirecekmiş... Alay ve umutsuzluk: Dikenler büyüyecek de yünler takılacak da sonra satılacak da benim de alacağım ödenecek!.. Öncül önermenin olmasını direnerek isteme: Hasta iyileşsin de ben masrafa katlanırım. Bir mektup gönderse de meraktan kurtulsak. Akşam bize buyursun da konuşalım... Kendinden sonra gelen önermenin olumsuzluğunu pekiştirme: Her şeyin, akar suyun, esen yelin, kaynayan zelzelenin önüne geçilir de bunun önüne geçilmez. (Yer Demir Gök Bakır, Yaşar Kemal) Yakınma: Buraya dek gelmiş de bize uğramamış. Buralara gelirsin de bizleri unutursun!... • Koşullu eylemlerin sonunda “bile, dahi” anlamına gelir; bağladığı önermeler karşıt yargılı olur: Görsem de tanımam. Ölsem de unutmam. Çağırsan da gelmez. Çağırmasan da gelir. ... • Karşıt anlamlı önermeleri pekiştirerek bağlar: Derenin aktığı istikamete değil de tersine atlaya sıçraya giden alabalıklar... (Refik Halit Karay) Büyümüş de küçülmüş. (Atasözü) • Koşullu eylemlerin olumlu ve olumsuzlarından sonra gelince anlatıma eşitlik anlamı kazandırır: Yıl boyunca tembellik edenler son bir iki günde çalışsa da çalışmasa da başarı gösteremez. • Yüklemleri kökteş iki önermeden olumsuz olan birincisi, sorulu ikinciye “de” ile bağlanırsa anlatıma kesinlik katar: Ödülü o kazanmaz da kim kazanır? Ben ağlamayayım da kimler ağlasın?... • Emir kipleriyle kurulmuş önermelerden öncülün sonuna “de” bağlacı gelince sonraki önermeye kesinlik katar: Oku şu kitabı da yarın anlat... • Kimi ilgeçlerden, belirteçlerden sonra gelerek cümlenin anlamını pekiştirir: Bu arkadaş, terbiyeli olduğu kadar da çalışkandır. (Kavak Yelleri, Reşat Nuri Güntekin) Sen esmersin. Belki de var sende Gecelerin Usu... (Fazıl Hüsnü Dağlarca) • Ünlemli cümlelerde “de”ler bağlama görevinden sıyrılır ve ünlemi pekiştiren bir sözcük olur: Aman sen de!.. Adam sen de!.. Ne de güzel şey!.. • Belgisiz “bir” sözcüğünden sonra kullanılır. Söze “birden oluşun” coşkusunu katar: Bir de vagonumuza girip baktım ki çantalar arasında bir tanesi eksik... (Refik Halit Karay) Anlatıma “fazla olarak” anlamı katar: İyi çalışmıyorsunuz; bir de dolgun gündelik istiyorsunuz. Bu denli kötülükleri yap; bir de öğünerek anlat!.. Sıralanan ögelerden sonuncusuna gelince “gibilik, eşitlik”anlamı katar: Bu taşı bir Orhan kaldırabilir, bir de Yalçın. Bir köylü, bir kentli, bir de Nasrettin Hoca yola çıkmışlar... • İşaret adılı “o”dan sonra gelince uyarıcı bir anlam katar: İnsan dünyayı iğfale muvaffak olsa bir şahıs kalır ki anı aldatmasına imkân olamaz. O da kendi nefsidir. (Tahrib-i Harabat, Namık Kemal) • Cümlelerin sonunda yer alabilir: Bu işi bitireyim de... • Yinelenmiş sözcükleri bağlayarak “üsteleme, direnme” anlamı katar: Muhalişerin parolası hürriyet de hürriyet! İktidarın parolası ise otorite de otorite. (Falih Rıfkı Atay) • Gelecek zaman kipleriyle kurulmuş bağımsız önermelerden öncüllerin sonuna gelerek “inanmayışı, umutsuzluk” duygusunu güçlendirir: Hiç ummuyorum. Muharebe bitecek de... şeker, yağ, un ucuzlayacak da param olacak da baklava yiyeceğim. Ölme eşeğim ölme, yoncalar bitecek. (Hakka Sığındık, Hüseyin Rahmi Gürpınar) Dahi; sözcükleri ve cümleleri, önce geçen ya da geçmiş gibi düşünülen görevdeş sözcüklere ve cümlelere “gibilik, eşitlik” ilgisiyle bağlar. Bu bakımdan “de” bağlacının anlamdaşıdır. Ancak “Bunu ben dahi biliyordum.” cümlesi ile “Bunu ben de biliyordum.”cümlesi arasında “uyarıcılık” bakımından bir anlam farkı olduğuna da dikkat ediniz. Zannetme ki şöyle böyle bir söz Gel sen dahi söyle böyle bir söz. (Şeyh Galip, XVIII.) Bir ben bilirim çektiğimi bir dahi Allah. (Şeyhülislam Yahya, XVII.) Bile; cümleleri, önce geçen ya da geçmiş gibi düşünülen cümlelere bağlar. Bu yönüyle “dahi” bağlacının anlamdaşı sayılabilir: O (İranlı), kendi dünyasının içine öylesine kapanıp kalmıştır ki bir başka dünya var mıdır yok mudur düşünmez bile. (Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Bu aklığın (kar) üstünde en küçük bir leke bile yoktu. Bir kuş, bir sinek lekesi bile. (Yer Demir Gök Bakır, Yaşar Kemal) “Bile”nin birbirine bağlı iki olumsuz önermenin sonunda bulunduğunda ikinci yargıya “umulmazlık” anlamı kattığı da görülür: Yolsuzluğunun hesabı alınmamış değil, sorulmamıştır bile! (Falih Rıfkı Atay) Ki, kendinden önce ve sonra gelen cümleleri birbirine bağlar; kendinden önce gelen sözcükleri cümleye bağlar. Dediler ki ıssız kalan türbende Vahşi güller açmış; görmeye geldim. (Rıza Tevfik Bölükbaşı) Gördüm ki sualime cevaptan başka nesne vermezler... Naçar terk-i mücadele kıldım. (Şikâyetname, Fuzuli, XVI.) Yukarıdaki örneklerde “ki” bağlacı, kendinden önce ve sonra gelen cümleleri bağlamakla birlikte üçüncü cümleye de “bu sebepten, bu yüzden” anlamını katıyor ve cümleleri bağımsız önermeler durumuna getiriyor. Böylece üç bağımsız önermeli bir birleşik cümlenin kurulmasına yarıyor. Hangi güzellik çiçeğidir ki ölüm hazanı onu yere düşürmemiştir? (Sinan Paşa, XV.) Hâk ol ki Huda mertebeni eyleye âli. (Ruhi, XVI.) Şevkiz ki dem-i bülbül-i şeydada nihanız Hunuz ki dil-i gonce-i hamrada nihanız. (Neşati, XVII.) Vehmeyle ki müntakimdir Allah. (Şeyh Galip, XVIII.) Bir mevsim-i baharına geldik ki âlemin Bülbül havz tehi, hamuş, gülistan harap. (İzzet Molla, XIX.) Dünyada mesut bir gün yoktur ki saadeti dünden hazırlanmış olmasın. (Namık Kemal) örneklerinde ise “ki”ler yalnız ikişer cümleyi, türlü anlam ilgileriyle birbirine bağlamakta; böylece ikişer bağımsız önermeden birleşik cümlelerin kurulmasına yardım etmektedir. O dağa tırmanırken hayvanlar zorluk çekmesin diye arabacı da ben de yürümüştük; çıkış öyle uzun sürmüştü ki... (Refik Halit Karay) örneğinde ise “ki”, cümlelerin sonundadır; öncül cümleyi, görünüşte, başkalarını bağlamıyor. Görünüşte böyle olmakla birlikte dikkat edildiğinde “ki”den sonra birer cümlenin düştüğü anlaşılmaktadır. ‹kinci cümlenin düşmesinden, anlatışa canlı bir duygu ve imge değeri sinmiştir: ... öyle uzun sürmüştü ki (anlatamam). Ne yapıp ye’simi kahreyleyeyim bilmem ki... Öyle dehşetli muhitimde dönen matem ki... (Mehmet Akif Ersoy) Ankara’da tedaviye devam etmişse de her şeyin gerektiği gibi yapılmasına, itiraf etmeli ki tam bir riayet göstermemiştir. (Atatürk’ün Hastalığı, Ruşen Eşref Ünaydın) Uslu uslu oturaydım, şüphesiz ki beni mektebe vermezdi... (Gecelerim, Ahmet Rasim) Yukarıdaki örneklerde “ki’”lerle biten sözler, bağımsız birer ara önermedir. O mahiler ki derya içeredir deryayı bilmezler. (Hayali, XVI.) Anlar ki kelama can verirler. Mecnun o kabiledendi derler. Her kim ki belaya mürtekiptir. Elbet o ocağa müntesiptir. (Şeyh Galip, XVIII.) Bir millet ki insaniyetin tenvir ve tekzibine memur olmak iktidarında bulunur, efradı dünyaya askerlik için gelir ve askerlik yolunda fedayı can eder. (Şinasi, XIX.) Yukarıdaki örneklerde “ki”ler, iki cümle arasında değildir; öznelerden sonra gelmiştir. Bununla birlikte içinde bulunduğu cümleyi sonraki cümleye bağlamaktadır. Bu tür kullanışlar; yani “ki”nin ad soylu sözcüklerden sonra gelişi, pek sezilmese bile, düz yazıda sevimsiz bir çeviri Türkçesi kokusunu taşır: Bir adam ki söz dinlemez. = Söz dinlemeyen bir adam O yerden ki herkes kaçar, sen de kaç. = Herkesin kaçtığı yerden sen de kaç. Bir adam ki nasihat dinlemez, hiçbir vakit felah bulmaz. = Nasihat dinlemeyen adam hiçbir vakit felah bulmaz. Cümleleri, çeviri kokusundan kurtarmak için “ki”leri kullanırken özenli olmak gerekir. “Ki”leri cümleden çıkarıp birinci cümlenin eylemini -en’li ya da -diği’li, -eceği’li gibi uygun eylemsilere çevirmek bir çözüm olabilir. Ancak “ki”nin ad soylu sözcüklerden sonra gelmesinde bir sakınca olmayan anlatımlar da vardır: • “ki”den önceki cümle devrikse: Yana yana ağlanmaz olur mu o yiğide ki hayatında en güvendiği dayanak olağanüstü zekâsı idi. (Atatürk’ün Hastalığı, Ruşen Eşref Ünaydın) Çifte minareli medresenin kapısına vardın mı... Var gir Dalım oğul, serin güzel avlusuna ki Erzurum’un mavi gök kuşu inmiş su içmeye eski havuzundan ve şimdi çıkarlar taş odalardan Selçuk oğulları ki, gül dalları altında bilişmeye... (Balım Kız Dalım Oğul, Ceyhun Atıf Kansu) • Ad soylu sözcükten sonra bir yüklemin, bir ek eylemin düştüğü sezilirse: Nihayet bir dağa tırmanmak icabeder. Bir dağ (dır, idi) ki her kavsinde rüzgârın sertleştiğini ve havanın soğuduğunu hissedersiniz. (Anadolu’da Bahar, Refik Halit Karay) Omuz omuza, dirsek dirseğe, nefes nefese bir kalabalık (idi) ki sormayın. (Falih Rıfkı Atay) Bilmem ki nasıl anlatayım: Nasıl, nasıl size derdimi! Bir dert ki yürekler acısı (derttir ki) Bir dert ki düşman başına. Gönül yarası desem... Değil! Ekmek parası desem... Değil! Bir dert ki... Dayanılır şey değil. (Orhan Veli Kanık) • “ki” ve sonra gelenler birer ara söz niteliğinde olursa: Cumhuriyetçiler ki artık ne çocukturlar, hatta ne gençtirler, orta yaşlı ve yaşlıcadırlar. Onlar bu yas gününde Atatürk’ün kendilerine nasıl ümit bağlamış olduğunu hatırlamalıdırlar. (Falih Rıfkı Atay) Etkili anlatımlarda özneden sonra kullanıldığı da görülmektedir. Cümleye “pekiştirme, abartı” anlamı katar: Sen ki bu işleri herkesten iyi bilirdin; nasıl aldandın? “ki” ile birleşmiş ya da öbekleşmiş belirteçler, ilgeçler ve bağlaçlar da vardır: çünkü, halbuki, mademki, öyle ...ki, nasıl ...ki, yeter ki, demek ki, güya ki (= sanki), kaldı ki, ta ki, belki, sanki... O mevlud-i uhreviye fatihadan başka bir şey gönderilmez; çünkü dünyada fatihadan başka istediği yoktu. (Abdülhak Hâmit Tarhan) İnsan vatanını sever; çünkü hürriyeti, rahatı, hakkı, menfaati vatan sayesinde kaimdir. (Namık Kemal) Vezinler mademki vardırlar, ahenge muhakkak elverişlidirler; çünkü vücutları başka türlü tefsir edilemez. (Vezinler, Yahya Kemal Beyatlı) Kardeş gibi geçinmeliyiz; çünkü hepimiz bu yurdun çocuklarıyız. (Falih Rıfkı Atay) Dışarıya nazaran içerisi buz dolabı; halbuki biz sıcaktan ve havasızlıktan boğulacağımızı sanmıştık. (Falih Rıfkı Atay) Hududa giden asker gözümüzde öyle incelir ve öyle güzelleşir ki her neferi bir manzumenin bir kelimesi, bir büyük koncanın bir yaprağı gibi telakki ederiz ve bizce ordu sine-i vatanda koca bir demet çiçek halini alır. (Cenap Şehabettin) Öyle kimseler ki elleri öpülmeğe layıktır. Öyle kimseler ki insana insanlık dersi verirler. (Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Halkın gözyaşları, hıçkırıkları, çığlıkları havayı öylesine bir yas ve tasa; hatta öylesine bir ümitsizlikle bulandırmıştı ki güya dünyanın sonu geldiğine hükmedilebilirdi. (Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Mademki son demimdeyim; Böyle bir iyilik edeyim. (Orhan Seyfi Orhon) Mademki Munise’yi evlerinde istemiyorlar, acaba ben kendim evlat etmek istesem verirler mi? (Çalıkuşu, Reşat Nuri Güntekin) Mademki öyle emretmiş; öyle yaparız. Mademki beni dinlemiyor; ben de onun hiç bir işine bakmam. Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. (Atatürk) Güya ki o şair-i yegâne Gelmiş bu kitap için cihane. (Ziya Paşa) Hava soğuk, kaldı ki rahatsızım da, onun için gelemem. Açık söylüyorum, ta ki herkes anlasın. (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Bunların dışında Türkçede kullanılan diğer bağlaçlar; oysa, nitekim, tek(yeter ki), hele, yoksa, ister (isterse, ister... ister), zira, kâh (kâh...kâh, gâh), ama (amma), fakat, lakin, ya, yahut, ya da, veya, hem (hem de, hem...hem), gerek (gerek...gerek, gerekse), üstelik, yalnız, ancak, meğer, meğerse, ile, hatta, örneğin, söz gelişi, mesela gibi sıralanabilir. Bu bağlaçların bazılarıyla kurulmuş örnekleri aşağıda göreceksiniz: Hiç düşünmeden onların doğruluğuna inanmıştır. Oysa ben öyle değilim. (Tedirginin Biri, Sunullah Arısoy) Men lebin müştakıyem, zühhat Kevser talibi Nitekim meste mey içmek hoş gelür, huşyare su. (Fuzuli, XVI.) Kuzum evladım... sür... hayvanlar çatlasın... araba parçalansın, ne olursa olsun, tek beni beş dakika evvel ormana yetiştir. (Metres, Hüseyin Rahmi Gürpınar) Tabiat bozkırlarda cilveli, oynak... süslü; hele makyajlı değildir. (Refik Halit Karay) Tam çalışıp çabalayacağı sırada etrafını alan, eline ayağına dolaşan bir sürü çocuk mudur; yoksa anlaşmazlık mı o talihsizliğe sebep olmuştur. (Kavak Yelleri, Reşat Nuri Güntekin) Hiçbir vatandaş, ister doktor ister mimar ister köylü olsun ister işçi ister öğrenci olsun ister öğretmen, bu acı gerçeğe kayıtsız kalamaz. (İlhan Selçuk) Eyvah bu baziçede bizler yine yandık: Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık. (Ziya Paşa) Gâh eserim yeller gibi Gâh çağlarım seller gibi Gâh tozarım beller gibi Gel gör beni aşk neyledi. (Yunus Emre, XIII-XIV.) Ya Rab, çekemem bu ıstırabı, Hatta çekemem huzur u habı, Kabrinde onun beni şehit et; Elverdi türabının azabı. (Makber, Abdülhak Hamit Tarhan) Evet, her hareket içinde kötü eğilimler bulunabilir. Ama iyi niyetlilerin dayanışması, onlardan gelecek bütün fenalıkları önler. (Falih Rıfkı Atay) Bu konağa gelip giden çok amma dönüp gelen yok... (Kısas-ı Enbiya, Cevdet Paşa, XIX.) Vatan işlerinde ölmek olabilir fakat korkmak asla!.. (Atatürk) Gençler, bütün ümid-i vatan şimdi sizdedir: Her şey sizin, vatan da sizin, her şeref sizin; Lakin unutmayın ki zaman tünd ü mutmain Bir hatve-i samut ile takip eder bizi. (Ferda, Tevfik Fikret) Yürüyüverdim denize doğru. Yürüyüverdim diyorum ya, dünyanın yolu! (Orhan Veli Kanık) Ya bu deveyi gütmeli ya bu diyardan gitmeli. (Atasözü) Bir elinde gül, bir elde cam geldin sakiyâ Kangısın alsam; gülü, yahut ki camı ya seni. (Nedim, XVIII.) Bir rejim, ya örgenlenmiş bir sınıf ya da halkın belirli tabakalarına dayanmazsa... (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Dikta rejimi bir şahsın veya bir şahıslar takımının nüfuz ve itibarı üzerinde tutunur. (Falih Rıfkı Atay) Minnet Huda’ya iki cihanda kılup sait Nam-ı şeriŞn eyledi hem gaz, hem şehit. (Baki, XVI.) Diğer ad soylu sözcük türleri gibi bağlaçlar da yapı bakımından çeşitlilik gösterir. • Yalın bağlaçlar: ve, ile, gibi, de, dahi, bile, hele... • Türemiş bağlaçlar: üstelik, yalnız, ancak, örneğin, gerçekten... • Birleşik bağlaçlar: halbuki, oysaki, yoksa, nitekim... • Öbekleşmiş bağlaçlar: öylesine ki, nasıl ki, demek ki, kaldı ki, yeter ki, elverir ki, şu kadar ki, bununla birlikte, onun için, bundan ötürü, gerek... gerek,... • Yabancı kökenli bağlaçlar: ne...ne, ki, mademki, güya, zira, kâh...kâh, hatta, bazen, ama, fakat, lakin, meğer, yani, hem, ya...ya, yahut, veya,... Bağlaçlar cümle içinde anlamlarıyla olduğu kadar görevleriyle de önemlidir. Bağlaçların görevlerini şöyle sıralayabiliriz: • Görevdeş ögeleri bağlar. • Anlamca ilgili cümleleri, önermeleri bağlar. • Seyrek olsa da -öbür sözcükler gibi- ek eylemle yüklem olur. • Ad soylu sözcükler gibi özne, nesne, tümleç de olur.
- Ünlemler ve Ünlemlerin Görevleri
Duygular; sert, dokunaklı etkilerle birden uyanır, coşkulaşır. Coşkunun söze dönüşmesiyle, yani bir coşkunun etkisiyle içten kopup gelen sevinç, korku, üzüntü, acı, şaşma gibi duyguları daha canlı anlatmaya yarayan sözcüklere ünlem adı verilir. Ünlemler genel olarak ikiye ayrılabilir: • Çağrı ünlemleri: İkinci veya üçüncü kişileri çağırmak, uyarmak, onlara bir şey sormak için kullanılan ünlemlerdir: Ey Ulu Tanrım! Hey arkadaş! A iki gözüm, bre yaramaz!.. • Duygu belirten ünlemler: Korku, şaşma, sevinç, acı, üzüntü gibi duyguları belirten ünlemlerdir. Cümle içinde pekiştireç, belirteç veya bağlaç görevlerinde de kullanılabilir. A, a, a! Onu ben mi söylemişim? Üstüme iyilik sağlık... E! Ne olacak bunun sonu?... Ünlemler genel olarak böyle bir sınıflandırma içinde incelenebilir. Ancak ünlemler duygularla ilgili oldukları için böyle bir ayrımın kesin olamadığını söylemekte de yarar vardır. Bu nedenle ünlem görevinde kullanılan sözcükleri tek tek değerlendirmek daha yerinde olur. Türkçede sık kullanılan ünlemler şunlardır: A, kendinden sonra gelen sözcüklerdeki hitapları pekiştirir. A paşam! İnsan iptida kendisini bilmeli de sonra başkasına öğüt vermeli. (Kani, XVIII.) Niye boynun bu kadar eğri demişler deveye; A kuzum, hangi yerim doğru demiş... (Mehmet Akif Ersoy) - Böyle şey olur mu? - Olur a! Kim karışır? - Bunu kim yapmış? - Ben yapmadım a! Ne bileyim kimin yaptığını? örneklerinde de cevaplardaki yargıyı pekiştiriyor. “A”lar çıkarılınca pekiştirme anlamı kalkar. Allah bilir a bu adam Koca Ahmet’in ta kendisidir. (Yaşar Kemal) cümlesinde görüldüğü gibi “a” ünlemleri, söze şaşma, ayırtılı beğenme, sevinme, kızma duyguları katıyor. E; söze beğenme, beğenmeme, sevinme, şaşma, kızma, acıma gibi duyguları katar. Bu duygulardan hangisini kattığını, cümlelerin kuruluşlarından çok söyleyişte ses tonu belirtir. E! Artık buna diyecek yok!... E! Ne olacak bunun sonu? E! Kim gelmiş? E! Ne olmuş? “mi” soru ilgeciyle birlikte kullanılan “e”ler, emirleri pekiştirmek için kullanılır: Kitaplarımı karıştırma e mi? Bundan sonra da böyle çalış e mi? Ha, söze isteklendirme duygusu katar; bir konunun birden akla gelişini ya da birden kavranışını gösterir, cümle sonuna gelince kendinden önceki yargıları pekiştirir: Ha gayret! Ha göreyim seni! Ha şöyle! Ha, siz bana kitap getirecektiniz, ne oldu? Ha, şimdi anladım. Ha, evet hatırlıyorum... Ha ben, ha sen... Ha Ali Hoca, ha Hoca Ali... Eşit ögelerden önce yinelenirse arada bir ayrım gözetilmeyişini anlatmaya yarar; bağlaç görevindedir: Bekle ha bekle, bir türlü gelmez. Söyle ha söyle, dinleyen yok ki!.. Tanrının günü işte böyle didin ha didinmez misin? (Tesadüf, Hüseyin Rahmi Gürpınar) Yukarıdaki örneklerde de olduğu gibi yinelenen emir kiplerinin arasına gelince eylemlerin uzayıp gittiklerini, türlü duygular katarak anlatır: “Ha bire!”, eylemlerin durmaksızın sürüp gidişinden doğan yakınma ayırtılı duyguların anlatımına yarar: Ha bire söylüyor! Ha bire yiyordu! Sabahtan beri ha bire konuşuyorum... Haydi (hadi), söyleyişle değişen bir sertlik, olasılık veya olasılığın artışını pekiştirme anlamı katar. Haydi koş çabuk! Haydi oğlum, bize bir kahve söyle! Hadi sizin dediğiniz olsun!.. Haydi versin versin de yüz lira versin! Yüz lirayı gözden çıkaran, beş lirayı haydi haydi verir!... Hay, söze söyleyişle değişen azarlama, yalvarma, ilenme gibi türlü anlamlar katar; onaylamayı pekiştirir. Hay yaramaz!.. Hay Allah razı olsun!.. Hay Allah cezasını versin! - Pencereyi açabilir miyim? - Hay hay efendim! ... Ay, birdenbire uyanan duyguların etkisiyle söylenir. Ay, dişim tuttu! (acı) Ay, bunu sen mi söylüyorsun? (şaşma) Ay, ne güzel, ne sevimli şey! (beğenme) Ay!.. fiuramda bir şey kımıldıyor. (korku)... Vay, söze sevinç, şaşkınlık, coşku, öfke anlamları katar. Vay hocam! Vay gözümün nuru efendim buyurun! Hangi rüzgârdır atan sizleri?.. Lütfen oturun. Mütehassirdik efendim, ne inayet! Ne kerem!.. (Asım, Mehmet Akif Ersoy) Vay efendim vay! Bu ne kurum, bu ne çalım? Vay canına!.. Ey, hey, hitapları pekiştirmek için kullanılır. Söze, ses tonuyla canlanan duygu değeri de katar. Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker! Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer. Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber, Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber... (Mehmet Akif Ersoy) Bülbüllerin ister seni ey gonce-dehen gel Gül gittiğini anmayalım gülşene sen gel Pamal-i şita olmadan iklim-i çemen gel Ver hükmünü ey serv-i revan köhne baharın. (Nedim, XVIII.) İnsanın ikide bir: Ey zekâ ve kültür, biraz ahlak ve ey ahlak biraz zeka ve kültür, diye kubbeleri çınlatası geliyor. (Falih Rıfkı Atay) “Hey” ünlemi “gidi” ile öbekleşince, geçmişi umutsuz bir özlemle anma duygusunu anlatır: Nesl-i hazır denilen şey pek acayip bir şey; hoca rahmetliye bak, oğluna bak, hey gidi hey! (Mehmet Akif Ersoy) Ya, konuşma dilinde görülen bir ünlemdir. • Sorulu yargıları pekiştirir: Herhangi bir hadise üzerinde uzun boylu durmaya ve ondan hükümler çıkarmaya, zati, vaktimiz yoktu ya!.. (Zoraki Diplomat, Yakup Kadri Karaosmanoğlu) • Beklenmedik olumsuzluğu pekiştirir: Beni çıldırtan cihet de orası ya? Hırsızlık malı değil ya? (Hüseyin Rahmi Gürpınar) • Söyleyiş özelliğiyle, ses tonuyla cümleye soru anlamı katar: Ya kar yağarsa? Ya gelmek istemezse? “Ya” ünlemi; “Dünya bu ya!..”, “ İyi ya!..” örneklerinde olduğu gibi cümleye onaylama anlamı katar. “O kitapları istiyordunuz ya; işte getirdim.” cümlesinde olduğu gibi anımsatıcı bir bağlaç görevinde de kullanılabilir. Bunların dışında Türkçede kullanılan diğer ünlemler; hay, ay, vay, ah, vah, oh, yahu, ooo, uf, of, öf, eyvah, yazık, aferin, yaşa, yaşasın, sağ ol, var ol gibi sıralanabilir. Bu ünlemlerin bazılarının yer aldığı örnekleri aşağıda göreceksiniz: Vay yüz bin vay kim dil-dârdan ayrılmışam Fitne-ceşm ü sahir-i hun-hardan ayrılmışam. (Fuzuli, XVI.) Bir ah çeksem karlı dağlar kül olur. Billah bu gamhane bir ah etmeye değmez. (İzzet Molla, XIX.) Eyvah!.. ne yer ne yâr kaldı, Gönlüm dolu ah ü zar kaldı. Eyvah, melek de mahvolurmuş! (Makber, Abdülhak Hâmit Tarhan) Ebna-yı dehr her hünere aferin verir Ya Rab, bu aferin ne tükenmez hazinedir? (Nabi, XVII.) Vah vah, pek yazık! Vah vah, aldanmışım! Oh, ne güzel hava! Oh, dünya varmış! Ooo, maşallah, ne güzel! Ooo! Bakınız kimler geliyor? Uf, canım yandı! Uf, dişim gene pek fena tuttu!.. Of, bıktım artık!.. Oooof! Bu ne çekilmez gürültü? Öf!.. Ne kötü koku? Öf, ne densiz adam!.. O kadar masrafa yazık! Yazık, ben böyle olmasını istemezdim! Oh olsun! O kadar söyledim de dinlemedi. Yaşa, var ol!.. Yaşasın Türk ulusu!.. Yaşasın ordu!.. Her sözcük türü gibi eylemler de kimi durumlarda ünlemleşir: Koşun! Hırsız kaçıyor! Yakalayın!.. Sakın böyle söyleme!.. Bir daha yapayım deme, sakın!.. Coşkuyla birden duygulanmanın etkisiyle ağızdan çıkıveren sözler de yazıda ünlem işareti ile bitirilince çeşitli duygu değerleri kazanır. Ünlem işareti, vurgu ve ses katkısı sağlayarak onları birer cümle gibi geniş anlamlı kılar: Yazık!..., Afacan!..., Yaramaz!.., Hain!.., Dehşet!.., Korkunç!.., Dikkat!.., İleri!.., Ateş!.., İmdat!.., Hayret!.. Yukarıda sıralanan ünlem sözcüklerinden başka belirtme vurgusuyla değişik sesle söylenmiş adlarla ad değerindeki sözcükler ve hitaplar da birer ünlemdir: Leyli! dedi verdi can-ı şirin Ol âşık-ı bikarar ü miskin. (Fuzuli, XVI.) Sarı kedim, Siyah kedim, Beyaz kedim, Adı “Rengin” olsun dedim. Rengin! Rengin! Rengin! Rengin! Kedim işitmedi lakin... (Şermin, Tevfik Fikret) Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri! (Atatürk) Kişilere, kişi niteliğinde sayılan varlıklara seslenmek için kullanılan bütün sözcükler vurgu, durgu, ton ve söyleyiş özellikleriyle ünlem olur: Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma sakın! (Mehmet Akif Ersoy) Sevgi, üzüntü, öfke, birden karşılaşma, korku gibi türlü duyguların etkisiyle, çeşitli nedenlerle söyleniveren coşkulu sözcüklerle söz öbekleri de, içlerinde ünlem sözcükleri bulunmasa da, birer ünlem sayılır: Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge Ne açar kimse kapım bad-ı sabadan gayri! (Fuzuli, XVI.) Karınca eğlenir: - Beyim, Şimdi rask edin ne var? Yazın çalan, kışın oynar! (Şermin, Tevfik Fikret) Sert, dokunaklı, coşkulu seslerle söylenmiş eylemler; komutlar ve cümle değerli sözler de birer ünlem sayılır: Bölük dur! Sağa dön!.. Sevinç, korku, dargınlık gibi türlü duyguları yansıtan; coşkulu söylenen yanıt belirteçleri de birer ünlemdir: Evet, Hayır, Pekiyi, Hay hay, Olur, Yok, Değil, Olmaz, Asla... Yansımalar da ünlem olarak sık sık kullanılır. Miyav... O kim? Beyaz kedi, Siyah kedi, Sarı kedi... (Şermin, Tevfik Fikret) Diğer sözcük türü gibi ünlemler de yapıları bakımından çeşitlilik gösterir: • Yalın ünlemler birer hecelidir: a, e, ha, ey, ya, ay, vay, ah, vah , oh, hişt, o, uf, üf,... • Türlü biçimlerde türemiş, birleşmiş, öbekleşmiş olanlar: yahu, eyvah, yazık, aferin, yaşa, sağ ol, var ol,...
- Sıralı Cümlenin Özellikleri
Tek başına bağımsız yargı bildiren iki veya daha fazla cümlenin bir anlam bütünlüğü içinde sıralanmasıyla kurulan cümlelerdir. Yüklemleri çekimli fiil olan sıralı cümleler, birbirinden virgül veya noktalı virgülle ayrılır: Alacağını tahsil etmek için önce telefon etmiş, sonra biriyle haber yollamış, olmayınca kendisi gitmek zorunda kalmıştı. Bu sıralı cümlede yargı taşıyan telefon etmiş, haber yollamış, zorunda kalmış yüklemlerini birbirine bağlayan –tı, kip ekidir. Sıralı cümlede önceki yargılarda bu ek tekrarlanmayıp son yargıya doğru bir bağımlılık sağlanır. Böylelikle cümlenin bitmediği de hatırlatılmış olur. Aradaki ilginin ortak cümle ögeleriyle sağlandığı sıralı cümleler bağımlı sıralı cümle; ilginin sadece anlam yönüyle kurulduğu cümleler bağımsız sıralı cümledir: "Yağız atlar kişnedi, / meşin kırbaç şakladı, / Bir dakika araba yerinde durakladı. Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar, / Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar..." "Gök sarı, / toprak sarı, / çıplak ağaçlar sarı... Arkada zincirlenen yüksek Toros dağları," "Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu, / Gökler bulutlanıyor, / rüzgar serinliyordu." Sarı çiçeğin saçları yolunmuş, /kana bulanmıştı. Bu, asırlardan beri böyle olagelmişti, /asırlarca da böyle dürüp gidecekti. Otobüs her zamanki gibi yine geç geldi; / biz de derse geç kaldık. Mart kapıdan baktırır; /kazma kürek yaktırır. (Özne ortak) Mallarımızı önce çaldılar, /sonra geri bize sattılar. (Özne ve nesne ortak) Merdivenleri kardeşin yıkasın, /sen de sil. (Nesne ortak) İnatçı adama dil döküyor, /sürekli yalvarıyordu. (Özne ve dolaylı tümleç)










