top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 856 sonuç bulundu

  • Realizm (Gerçekçilik) Akımı

    Adını Fransızca realite sözcüğünden alan realizm, Türkçede gerçekçilik olarak kullanılagelmiştir. Tam olarak "var olan, varlığı yadsımayan, aslına uygun nitelik taşıyan, uydurma ya da yalan olmayan " anlamına gelir. "Yaşamı ve doğayı olduğu gibi aktarmak" çabasında olan bu görüş, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da coşumculuğa tepki olarak ortaya çıkmıştır. Doğaya ve insana özgü olup bitenleri tüm gerçekliği ile olduğu gibi anlatmak sanatçının en önemli sorumluluğudur. Bu dönemde eleştirel, doğalcı ve toplumcu gerçekçilik oluşmuştur. Eleştirel gerçekçilikte, kentsoylu yaşam eleştirilmiş ve bu yaşamın insanı nasıl körelttiği vurgulanmıştır. Bunu yaparken de eleştirel gerçekçiliğin, "tipleştirme ve yaşam çözümlemesi" ilkesine bağlı kalınmıştır. Doğalcı gerçekçilikle, doğa olaylarındaki "aynı nedenler, aynı sonuçlar doğurur" ilkesi yaşama aktarılmıştır. Bu görüş aynı zamanda belirlenimcilik (determinizm) olarak da bilinir. Bu anlayışa göre, toplumsal nedensellik bir yana bırakılarak salt yaşananın nesnel olarak yansıtılmasıyla yetinilmiştir. Toplumcu gerçekçilik ise insan ve doğayı Marksist dünya görüşü ile açıklar. Buna göre, toplumsal çatışmayı ve bu çatışmanın insan üzerindeki etkilerini yansıtır. Düşücenin öncelikli olması, güzelliğin ve sanatsal özelliklerin geriye atılması anlamında değildir. İnsan içinde bulunduğu toplumun uzantısı olarak duyan, düşünen, tasarlayan bir varlıktır. Bu nedenle sanatçıya çok sorumluluk düşmektedir. Toplumcu gerçekçiliğin önemli yazarlarından M. Şolohov bu konuda şöyle der: "Okuyucuya namuslu söz söylemek, doğruyu anlatmak gerekir. Sanat, insanların kafalarını ve yüreklerini etkileyecek güce sahiptir. Bir insanın sanatçı tanımına uyması için, bu gücü insanların ruhunda güzeli yaratmaya ve insanlığın iyiliğine yöneltmesi gerektiğine inanıyorum." ÖZELLİKLERİ 1. Gözlem ve belgeye dayanır; insan, içinde bulunduğu çevrenin özellikleriyle değerlendirilir. 2. Sanatçı, taraf tutmaz; kendi duygu ve düşüncelerini yapıtına yansıtmaz. 3. İnsan ve toplum, "iyi-kötü, güzel-çirkin" demeden, olduğu gibi yansıtılır. (Klasikler, "olması gerektiği gibi"; romantikler, "kendi istedikleri gibi" anlatırlar.) 4. Anlatım kusursuzdur, üsluba önem verilir. Kişiler, sosyal düzeylerine göre değil, sanatçının üslup özelliklerine göre konuşturulur. 5. Betimlemeler, ruhsal özellikleri yansıtmak amacıyla ve yapıttaki kişilerin gözüyle yapılır. 6. Toplum gerçekleri ele alınmasına karşın, "sanat için sanat" anlayışı benimsenir. 7. Realist edebiyatta tiyatro, özellikle de roman türü çok gelişmiştir. BAŞLICA TEMSİLCİLERİ STENDHAL (1783-1842): Gezi, anı, deneme, öykü ve roman türlerinde yapıtlar veren yazarın süssüz bir anlatımı vardır. Hafif alaycılığı ve psikolojik çözümlemeleri, yaşadığı dönemde anlaşılamamıştır. Yapıtları: Kırmızı ve Siyah, Parma Manastırı, Kastro Rahibesi, Racine ve Shakespeare... H. DE BALZAC (1799-1850): "İnsanlık Komedyası" genel başlığı altında topladığı romanlarında, insan hayatının çeşitli yönlerini eşsiz bir gözlem gücüyle yansıtmayı başarmış, dünya edebiyatına ölmez tipler bırakmıştır. Yapıtları: Eugènie Grandet, Goriot Baba, Vadideki Zambak, Otuz Yaşındaki Kadın, Köy Hekimi, Mutlak Peşinde, Tılsımlı Deri... G. FLAUBERT (1821-1880): Yapıtlarında, kahramanlarının gerçeğe uygun olmasına, söyleyişe ve biçime önem vermiş, kendi kişiliğini gizlemiştir. Yapıtları: Madame Bovary, Salambo, Duygusal Eğitim, Üç Hikâye... Rus Edebiyatında Realistler N. GOGOL (1809-1852): Öykü, roman ve oyun türlerinde yazmıştır. Yapıtlarında "didaktik" bir eğilim görülür. Yapıtları: Petersburg Hikâyeleri, Palto, Bir Delinin Hatıra Defteri, Masallar, Ölü Canlar, Müfettiş, Kumarcılar... TURGENYEV (1818-1883): Yapıtlarında gerçekle şiir, gözlemle düşsel sezgi arasında uyumlu bir denge kurmayı başaran yazar, köylülerin ve toprak sahiplerinin portrelerini çizmiştir. Toprak köleliğine karşı olan tutumu, toprak köleliğinin kaldırılmasında etkili olmuştur. Yapıtları: Babalar ve Oğullar, Fırtınadan Önce, Bir Avcının Notları, Taşralı Kadın, Köyde Bir Ay... F. DOSTOYEVSKİ (1822-1881): Acıma ve psikoloji, hemen bütün yapıtlarının temel öğesidir. Bu nedenle, çağdaş psikologlar ve egzistansiyalistler, onun sezgilerinden yararlanmışlardır. Yapıtları: Suç ve Ceza, Karamazov Kardeşler, Budala, Kumarbaz, Ölüler Evinden Hatıralar, Yeraltından Notlar... L. TOLSTOY (1828-1910): Düşünce ve hayal zenginliği taşıyan yapıtlarında yarattığı tipler, anlattığı olaylar, törelerle ilgili betimlemeler, gerçeklere çok yakındır. Bütün bunları yalın bir üslupla anlatmayı başarmıştır. Yapıtları: Savaş ve Barış, Anna Karenina, Diriliş, İvan İlyiç'in Ölümü, Hacı Murat, Sivastopol 1855 (roman, öykü); Karanlığın Kudreti, Yaşayan Ölü (tiyatro)... A. ÇEHOV (1860-1904): Öykü ve oyunlarıyla tanınır. Hayatın gelişigüzel, önemsiz yanlarını anlatır. Olaya pek önem vermemiş, konuyla doğrudan ilgili olmayan ayrıntılardan kaçınmıştır. Yapıtları: Hikâyeler, (4 cilt, öykü); Martı, Üç Kızkardeş, Vanya Dayı, Vişne Bahçesi (oyun)... M. GORKİ (1868-1936): Hiçbir öğrenim görmeyen; kendini yetiştiren yazar, "Rus edebiyatı" ile "Sovyet edebiyatı" arasında bir köprü ve "sosyal gerçekçilik"in öncüsü sayılır. Yapıtları: Çocukluğum, Ekmeğimi Kazanırken, Benim Üniversitelerim, Ana, Klim Samgin'in Hayatı (roman); Stepte, Sıkıntı, Serseriler (öykü); Ayaktakımı Arasında, Küçük Burjuvalar (oyun); Edebiyat Yaşamım, Tolstoy’dan Anılar (anı, deneme)... İngiliz Edebiyatında Realistler C. DİCKENS (1812-1870): Yazdıklarında toplumsal sorunları sergilemiş; ama bunların nedenlerini, çözüm yollarını göstermede pek başarılı olamamıştır. Yapıtları: Büyük Ümitler, Antikacı Dükkânı, Oliver Twist, David Copperfield, İki Şehrin Hikâyesi... Amerikan Edebiyatında Realistler M. TWAİN (1835-1910): Yapıtlarında, başından geçen serüvenleri yansıtmış, romantik ve realist öğeleri dengeli bir biçimde kullanmıştır. Yapıtları: Tom Sawyer'in Maceraları, Mississipi'de Hayat, Huckleberry Finn'in Maceraları... J.LONDON (1876-1916): Pek çok yapıtında insanların (ve hayvanların) toplumsal davranışı altında görülen "kabalık" kavramıyla uğraşmıştır. Yapıtları: Vahşetin Çağırışı, Âdem'den Önce, Deniz Kurdu, Kurt Kanı, Demir Ökçe, Martin Eden, Sevginin Katıksızı, Ateş Yakmak... E. HEMİNGWAY (1898-1961): Yalın bir anlatımı vardır. Yapıtları: Güneş de Doğar, Silahlara Veda, Çanlar Kimin İçin Çalıyor?, İhtiyar Adam ve Deniz, Afrika'nın Yeşil Tepeleri... J. STEİNBECK (1902-1968): Genellikle toprakla uğraşan insanları, köy ve sayfiyeleri anlatmıştır. İyi bir gözlemcidir. Yapıtları: Fareler ve İnsanlar, Gazap Üzümleri, Bitmeyen Kavga, Cennet Çayırları, Yukarı Mahalle, Uğurlu Perşembe... TÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ Realizm, Tanzimat edebiyatının ikinci döneminden başlayarak Türk edebiyatının bütün topluluklarında etkisini göstermiştir. Recaizade M. Ekrem (Araba Sevdası), Samipaşazade Sezai (Sergüzeşt) ile başlayan realist etkilenme, Servet-i Fünun edebiyatında Halit Ziya ile en önemli temsilcisine kavuşur. Servet-i Fünun'un diğer realist yazarları, Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit'tir. Bağımsız yazarlardan Hüseyin Rahmi, Ahmet Mithat Efendi ve Ahmet Rasim de bu yönde yapıtlar kaleme almışlardır. Türk edebiyatının realist kabul edilen diğer yazarları şunlardır: Yakup Kadri, Refik Halit, Reşat Nuri, Halide Edip, Ebubekir Hazım, Ömer Seyfettin, Sabahattin Ali, Memduh Şevket, Halikarnas Balıkçısı, Orhan Kemal, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt... ŞİŞKO İLE SISKA Nikolayevski garında iki eski arkadaş karşılaşmıştı; biri tombalak, öbürü kupkuruydu. Şişko, istasyon büfesinde yemeğini henüz bitirmiş, yağlı dudakları olgun kiraz gibi pırıl pırıldı. Keres şarabıyla turunç çiçeği kokuyordu. Sıska olan, trenden yeni inmiş; valizler, bohçalar, şapka kutularıyla yüklü idi. Üstünden jambon, kahve telvesi kokusu geliyordu. Ardı sıra zayıfça, uzun sivri çenesiyle karısı ve uzun boylu, ikide bir, bir gözünü kırpıştıran jimnaz öğrencisi oğlu yürüyordu. Sıskayı birdenbire farkeden şişko, ona doğru atıldı: - Porfiri, sen misin dostum, diye bağırdı. Yıllar var görüşmeyeli, nerelerdesin yahu? - Vay canına Mişa sen misin?!.. Ne tesadüf bu! Çocukluk arkadaşım... Nereden böyle? İki arkadaş kucaklaşıp üç kez öpüştükten sonra yaşarmış gözlerle birbirlerini seyre başladılar. Tatlı bir şaşkınlık içindeydiler. - Hay çok yaşayasın dostum, diye öpüştükten sonra başladı zayıf olan. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi burada karşılaşacağımız! Ne hoş sürpriz bu!.. Dur bakayım sana bir; maşallah, hep eskisi gibi yakışıklı, dinç, iki dirhem bir çekirdek Mişa'sın. Ee, anlat bakalım: Herhalde paralandın, evlendin değil mi? Ben de çoluk çocuğa karıştım. İşte karım Lüiza, Wantzenbah'lardan... Protestan... Şu da oğlum Nafanail, üçüncü sınıfta. Nafanya, bak bu amca, çocukluk arkadaşımdır, jimnazda birlikte okuduk. Nafanail bir şey düşünür gibi durakladı, sonra kasketini çıkardı. Sıska devam etti: - Evet okulda birlikteydik. Sana taktığımız adı hatırlar mısın, Mişa? Okul kitaplarından birini cigaranla yaktığın için Herostrates diye takılırdık... Benim adım da arabozuculuğumdan ötürü Ephialtes'di... Kıh-kıh... Çocukluk... Çekinme Nafanya, sokul amcana. Bu da karım, Wantzenbah ailesinden... Protestan. Nafanail biraz düşündü, babasının arkasına sindi. Coşkun bir sevinçle arkadaşına bakan şişko: - Nerelerdesin şimdi, dostum, diye sordu. Nerede görevlisin? Epey ilerledin herhalde? - Eh, karınca kararınca... İki yıldır 8'inci dereceye yükseldim: Bir Stanislav* taktılar... Aylığımız pek ahım şahım değil, ama ne yapalım?.. Karım piyano dersleri veriyor, ben boş zamanda oymalı tabaklar yapıyorum. Pek güzel tabaklar, görsen! Tanesini birer rubleye satıyorum. On tane alana ıskontom var doğallıkla... Geçinip gidiyoruz işte. Merkezdeyim, şimdi aynı bakanlıktan masa şefi olarak aktarma edildim buraya. Ya sen? Kimbilir, 6'ncı dereceye gelmişsindir yüzde yüz. - Çık azizim, daha çık... 3'üncüdeyiz... İki yıldızım da var. Sıska bir anda değişiverdi: Yüzü sapsarı oldu, durduğu yerde put kesildi. Ama bu hal yalnızca kısa bir an sürdü. Ardından, yüzüne birdenbire bir gülümseme yayıldı. Kırış kırış olmuş yüz çizgilerinden, gözlerinden sanki ince ince kıvılcımlar saçılıyordu. Kupkuru gövdesi büzülüp kamburlaşmış, daha da sıskalaşmıştı sanki... Karısının sivri çenesi daha da uzadı. Nafanail hazır ol durdu, ceketini ilikledi. Sıska, şişko arkadaşının karşısında ellerini uğuşturarak: - Bendeniz, Ekselâns... şey... Çok memnun oldum yani... mutlu oldum. Bir dostum, çocukluk arkadaşımız da diyebilirim... Böyle bir yere ulaşmış olması... Kih-kih!.. - Bırak bunları Porfiri, ne biçim konuşma bu! Çocukluk arkadaşları arasında resmiyet olur mu, ayıp! Sıska daha da büzülerek: - Aman efendimiz... Nasıl olur, diye kihkihlemeye devam etti. Devletlinin yüksek iltifatları... Bizler için baha biçilmez... Devletlimize Nafanail'i tanıştırmakla onur duyarım. Karım Lüiza... Protestanlardan... Şişko karşılık vermek istedi; ama sıskanın yüzüne yayılan korku derecesinde saygı, baygınca tatlılık, yaltaklanma midesini bulandırdı. Yüzünü sıskadan çevirerek elini uzattı. Sıska, 3'üncü derece yüksek memurun elinin üç parmağını saygıyla sıktı, bütün gövdesiyle eğilerek selam verdi ve Çinlilerin yaptığı gibi kihkihledi. Karısı gülümsedi. Nafanail reverans yaparken kasketini düşürdü. Üçü, uzaklaşan şişkonun arkasından tatlı bir şaşkınlık içinde bakakaldılar. Anton Çehov (Çeviren: Nihat Yalaza Taluy)

  • Klasisizm Akımı

    Klasisizm'in kuramsal dayanağı yazın alanında Rönesans'ta oluşturulmuştur. Bu nedenle de bazı araştırmalarda Rönesans dönemi sanatçıları klâsisizm içinde gösterilmektedir. Örneğin; W. Shakespeare, Montaigne vb. sanatçılar Rönesans dönemi yazarları olmalarına karşın klâsikler arasında sayılmışlardır. Diğer sanat alanlarında olduğu gibi yazın (edebiyat)da da klâsisizm denilince akla ilk gelen 17. yüzyıldır. Ancak klâsisizmin ortaya çıkış nedenlerine bakıldığında Antik Yunan ve Roma sanatının özellikleri görülür. Antik sanat anlayışına temel olan biçimsel kesinlik, düzen, denge, uyum gibi nitelikler 17. ve 18. yüzyıl Avrupa sanatını da kapsamıştır. Başka bir deyişle klâsisizm diye bilinen anlayışın uzantısı İ. Ö. 5. yüzyıla değin uzanır. Klâsisizmin ilk örnekleri, Fransız yazınında Boileau'nun eserlerinde görülür. Boileau klâsik sanatı şöyle tanımlar: "Bir yapıt hoş bir şeyle ve insanların genel beğenisine uygun bir tatla dolu değilse, az sayıda bilen kişice beğenilse de boşunadır, hiçbir zaman iyi bir yapıt sayılmayacaktır... Herkesin usundan geçen bir düşünce, ancak canlı ve yeni bir biçimde söylenirse değeri olan bir düşüncedir." Klâsisizm usa dayalı öğreten, eğiten, yücelten bir sanattır. 17. yüzyıl yazını da bu anlayışla Aristoteles'in Poetika'sının etkisiyle oluşturulmuştur. Klâsisizmde duygusallığa yer yoktur. Biçimci kurallarla yer, zaman ve eylem birliği tek düze olarak kullanılmıştır. "Üç birlik kuralı" diye de bilinen bu kural, klâsik sayılan imgelerle oluşturulmuş, ortak beğenilerin dışına çıkılmamıştır. Klâsik sanatçı işleyeceği konuları doğadaki en güzel örnekler arasından seçer ve bunların düzensizliklerini ayıklar. Elde ettiği biçimin bütünlük ve uyum içinde olmasına çalışır. Parçalar arasında uyumun sağlanması, belli bazı oranların uygulanmasıyla sağlanabilir. Bu oranlar ise en ideal varlık olan insanın organları arasındaki oranlardan oluşturulur ve üç amaca ulaşmayı sağlar: - İdeal bir güzellik duygusu yaratmak, - Sistemleştirme eğilimini karşılamak, - Herkes için geçerli olan değer ölçüleri oluşturmaktır. Klâsisizmde konular insan doğasına uygun olarak seçilmiştir. Davranışlar aklın denetimi altındadır. Gerçekçi konular ele alınmış, karakterler yerine tipler işlenmiştir. Yöresellikten öte evrensel olanlar, klâsik dönemin özellikleri olarak yansımıştır. Alman yazınından Goethe (1749 - 1832), Schiller (1759 - 1805); Fransız yazınından Corneille (1606 - 1684), Racine (1639 - 1699), Moliere (1622 - 1673); İtalyan yazınından Goldoni (1707-1793); İngiliz yazınından Drydon (1631 - 1700); Rus yazınından Krilov (1768 - 1844) klâsik dönem için örnek sayılabilecek yazarlardan bazılarıdır. ÖZELLİKLERİ 1. Akıl ve sağduyu önemlidir. İnsanı yanıltacağı için, duygu ve coşku önemsenmez. 2. "Doğa" olarak, insanın değişmeyen iç dünyası ele alınır; sürekli değişen dış dünya ve doğa, aldatıcı bulunur. Bu yüzden, gerçek doğa betimlemelerinden kaçınılır. 3. Günlük ve gelip geçici konular değil, kalıcı olanlar işlenir. Bu yüzden, Eski Yunan ve Latin edebiyatı kaynakları tekrar tekrar ele alınır. 4. İdeal ve mükemmel insan tipi işlenir, değişmez tipler yaratılır. 5. Konudan çok, konunun en güzel biçimle, kusursuz soylu bir dil ve anlatımla ortaya konması önemsenir. 6. Akla ve doğallığa önem verildiği için, tiyatroda "üç birlik kuralı" uygulanır (üç birlik: yer, zaman, olay birliği). 7. Kötü ve çirkin konular ele alınmaz. 8. Yapıtlarda, sanatçının öznel açıklamalarına yer verilmez. BAŞLICA TEMSİLCİLERİ DESCARTES (1596-1650): Klasisizmin düşünsel yönünü hazırlamış, Tanrının varlığını kanıtlayacak bir felsefe sistemi kurmaya çalışmıştır. Gerçeği, sahteden ayıran matematik yöntemini anlatmayı denemiş, metafizik ve fiziksel evren üzerine yapıtlar vermiştir. Yapıtları: Metot Üzerine Konuşma, Metafizik Düşünceler, Felsefenin İlkeleri, Ahlak Üzerine Mektuplar, Tabiat Işığı Altında... BOİLEAU (1636-1711): Yergiler ve eleştiriler yazmıştır. Eleştirilerinde, sanatta işçiliğin önemini belirtmiş ve nazmın kurallarını koymuştur. Yapıtı: Şiir Sanatı. CORNEİLLE (1606-1684): Fransız tragedyasının kurucusu sayılır. Kahramanları, tüm engelleri aşan, iradesi güçlü kişilerdir. Komedyaları da vardır. Yapıtları: Le Cid, Horace, Cinna, Polyeucte... LA ROCHEFOUCAULT (1613-1680): Özdeyiş türünün kurucusu ve en büyük yazarıdır. İnsanların kusurlarını, yaşam deneyimlerine dayalı özdeyişlerle yansıtmıştır. Yapıtı: Özdeyişler. LA FONTAİNE (1621-1695): Yunan fabl ustası Aisopos'tan etkilenmiştir. Hayvanlar ve insanlar üzerinde gözlemler yapmış; hayvanlar arasında geçen olaylardan hareketle insanların kusurlarını anlatmıştır. Yapıtları: Fabller (12 cilt). MOLİÉRE (1622-1673): Dünya komedyasının en büyük ustasıdır. Güldürürken düşündürmeyi amaçlamıştır. Yapıtlarını gülünç gelenekler ve karakterler üzerine kurmuş; olumsuz tipleri işleyerek mükemmel insanı duyurmak istemiştir. Yapıtları: Tartuffe, Don Juan, Zoraki Tabip, Cimri, Kibarlık Budalası, Gülünç Kibarlar, Hastalık Hastası, Kocalar Okulu, Kadınlar Okulu... PASCAL (1623-1662): Fizikçi ve matematikçidir. Genç yaşında manastıra çekilmiş; orada teoloji, felsefe ve psikoloji konusunda notlar tutmuştur. Yapıtlar: Düşünceler, Taşra Mektupları. TÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ Klasisizmin Türk edebiyatına etkileri çok belirgin değildir. Ancak, Şinasi'nin Şair Evlenmesi'nde üç birlik kuralını uygulaması ve La Fontaine'den yaptığı çeviriler; Ahmet Vefik Paşa'nın Molière'den yaptığı çeviri ve uyarlamalar; Yusuf Kâmil Paşa'nın Fenelon'dan yaptığı Telemak çevirisi; Åli Bey'in Molière'den yaptığı Kokona Yatıyor uyarlaması, klasisizmin Türk edebiyatındaki etkisini göstermektedir. CİMRİ'den PERDE I / SAHNE I VALÈRE : Ne oluyor, Elise, güzelim? Nedir bu mahzun halin? Bana bu kadar umut verdikten sonra? Ben sevincimden uçarken sen sanki matem içindesin. Söyle, pişman mı oldun beni sevindirdiğine? Bana verdiğin sözü zorla mı verdin? Olur a, benim coşkunluğum seni istemeye sürüklemiş olabilir. ELİSE : Hayır Valère; senin için yaptığım hiçbir şeye pişman değilim. Öyle tatlı bir zor ki bana bunları yaptıran, istesem de elimde değil pişman olmak. Ama, doğrusunu istersen, bu kadar mutluluk ürkütüyor beni. Seni sevmekte belki fazla ileri gittim diye korkuyorum. VALÈRE : Beni sevindirmek korkunç bir şey mi? Nedir seni korkutan? Ne var? ELİSE : Ah, neler var, bir bilsen! Babam küplere binecek. Evde herkes benden yüz çevirecek. Konu komşu adımı kötüye çıkaracak. Ama bütün bunlar bir yana, beni asıl korkutan, ne, biliyor musun? Sen, senin kalbinin değişmesi, Siz erkekler bir tuhafsınız: İnsan sizi yüreğinin bütün açıklığıyla sevdi mi, sevgisini gösterdi mi, hemen soğuyuverirsiniz; hemde nasıl! Ölsek kılınız kıpırdamaz. VALÈRE : Beni başkalarına benzetmeye nasıl dilin varıyor? Bende istediğin kötülüğü gör, ama sana bağlılığıma toz kondurma. Şunu bil ki, benim sana sevgim, tükenecek sevgilerden değil. Ben yaşadıkça yalnız sen olacaksın kalbimde. ELİSE : Ah, Valère, hep böyle derler. Bütün erkekler birdir konuşurken, zamanla anlaşılır her birinin ne olduğu... VALÈRE : Madem zamanla anlaşılır, bekle; ne yapacağımı gör de sonra yargıla sevgimi. İçinden geçen yersiz korkular yüzünden bütün suçları yükleme bana. Kuşkularını bir hançer gibi saplama yüreğime. Yalvarırım, bekle bekle biraz canıma kıymadan önce, bekle de sevgimin gerçekliğine inandırayım seni, yüzlerce kanıt sereyim önüne. ELİSE : Ne kolay, ne kolay inanıyor insan sevdiğine! Evet, Valère, beni aldatmayacağına, yüreğinin buna varmayacağına inanıyorum. Beni gerçekten sevdiğine, beni bırakmayacağına inanıyorum. Bütün kuşkuları atıyorum içimden. Bir korku kalıyor geriye: Ayıplama korkusu. VALÈRE : Peki ama bu korkuya sebep ne? ELİSE : Herkes seni benim gözlerimle görse, hiçbir tasam olmazdı. Ben seni bildiğim için, doğru buluyorum seninle her yaptığımı. İyi bir insan olmam kalbimi haklı çıkarıyor kendime karşı. Üstelik sana hayatımı da borçluyum; Allah'ın gücüne gider sana nankörlük etmem. Bizi tanıştıran o korkunç kaza hiç gitmiyor gözümün önünden. Kendi canını hiç sakınmadan nasıl sulara atıldın beni kurtarmak için! Ne candan uğraştın benimle, sudan çıkardıktan sonra beni. O gün bugündür de bir an eksik olmadın yanımdan. Bunca zaman, bunca zorluklara inat, yılmak bilmedi sevgin. Ananı, babanı, yerini yurdunu aramaktan vazgeçip kaldın burada. Beni her gün görebilmek için kim olduğunu gizlemeye, babamın uşağı olmaya razı oldun. Bütün bunlar bir peri masalı gibi geliyor bana. Daha ne arayabilirim sana bağlanmak için? Ama hiç sanmam ki başkaları bununla yetinsin, benim duyduklarımı duysun. VALÈRE : Bütün bu söylediklerin içinde değer verebileceğin bir şey varsa o da sevgimdir, yalnız sevgim. Öteki kaygılarına gelince, baban elinden geleni yapıyor sana hak vermem için. Bir yandan aşırı cimriliği, bir yandan çocuklarına karşı sertliği, daha da olmayacak şeyler düşündürebilir insana. Babandan böyle konuştuğum için beni affet, Elise. Bu taraflarını kimsenin övemeyeceğini sen de bilirsin. Ama umutlarım boşa çıkmaz da anamı babamı bulacak olursam, onun gönlünü yapmak hiç de zor olmayacak bizim için. Her gün haber bekliyorum onlardan, gecikirsen kendim gideceğim onları bulmaya. ELİSE : Aman, hiç ayrılma buradan, ne olur, Valère. Babamı kazanmaya, gözüne girmeye çalış, yeter. VALÈRE : Bunun için neler yaptığımı görüyorsun. Hizmetine girebilmek için az mı şeytanca yarandım ona? Takınmadığım surat, dökmediğim dil mi kaldı hoşuna gitmek için? Maymuna dönüyorum her gün, sevdireyim diye kendimi. Ama bir hayli ilerledim bu yolda. Bakıyorum da, insanları kazanmak için en iyi çare onların sevdiklerini sever görünmek, doğru dediklerine doğru demek, kusurlarını övmek, her yaptıklarını alkışlamak. Yaranacak mısın, aşırı gitmekten hiç korkma. Yalan söylediğin istediği kadar belli olsun, suratından aksın, en zeki insanlar bile kanıveriyorlar dalkavukluğa. Pöhpöhü bastınız mı, en gülünç, yüzsüzce söylenmiş sözleri bile yutuyorlar. Bu benim yaptığım işte insan dürüstlüğünü yitiriyor biraz; ama insanlara muhtaç oldunuz mu, uymak zorundasınız onlara. Onları başka yoldan kazanamıyorsa insan, kabahat pöhpöhleyende değil, pöhpöh isteyende. ELİSE : Peki, kardeşimi niçin kazanmak istemiyorsun? Ya hizmetçi kız bizi ele verecek olursa? VALÈRE : İkisini birden kazanmaya imkân yok. Baba ile oğulun kafaları o kadar ayrı ki, ya birinin adamı olacaksın, ya ötekinin. Ama sen bir yandan kardeşinin üstüne düş; aranızdaki dostluğu artır ki bizden yana olsun gereğinde. İşte, geliyor. Ben kaçıyorum. Bu fırsatı kaçırma. Konuş onunla. Ama, bak, ne kadar açılmak yerinde olursa o kadar açıl, fazla değil. ELİSE : Bilmem hiç açılabilecek miyim ona. Moliere (Çeviren: Sabahattin Eyuboğlu)

  • Romantizm (Coşumculuk) Akımı

    Romantizmle "Aydınlanma Dönemi" özdeş görülmektedir. Fransız Devriminin getirdiği yeni anlayış, sanatçıların da kendilerini özgürce anlatmalarına olanak sağlamıştır. Romantizm akla karşı duyguyu, seçkin sınıfa karşı halkı, süslülüğe karşı doğallığı, kurallara karşı kuralsızlığı işler. Yaratıcısı, esin kaynağını antik dünyanın klâsik kültür yapıtlarından değil, kişinin kendinde, duygularda ve düş gücünde bulur. Romantizmde sanatsal başarı, kişinin kendini anlatmasında, hatta kişiliğinin çok belirgin bir parçasını yani duygularını dile getirmesindedir. Romantizm sadece bir sanatsal anlatım biçimi olmamış aynı zamanda bir düşünce biçimi de olmuştur. Klâsisizm gibi romantizm de ilk olarak Fransız yazınında görülmüştür. En önemli katkı ise Victor Hugo'dan (1802 - 1885) gelmiştir. Fransız romantizmin bildirisi olarak kabul edilen ve Cromwell adlı oyununa yazdığı önsözde "sanatta özgürlük" görüşünü açıklamıştır. Diğer bütün romantiklerden söz ustalığı ile belirgin olarak ayrılmıştır. Romantizmin sürekliliği, kendinden öncekilere oranla daha belirgin olarak, düzyazı alanında görülmüştür. İlk kez Madame de Stael Edebiyat Üzerine adlı yapıtında, "kurumların ve geleneklerin değişimleri" ilkesine dayandırarak "eleştiri" kavramına yeni bir boyut kazandırmıştır. Düzyazının yanı sıra şiir, roman ve tiyatro örneklerinde de romantizmin belirgin özellikleri görülür. Örneğin tiyatroda güncel konular işlenmeye başlanmış, klâsik dönemin biçim kurallarına karşı çıkılarak, tiyatronun yansıtması öngörülen gerçeğin yeniden tanımı yapılmıştır. Fransız Devriminin hazırladığı özgürlük, eşitlik, adalet, yurt sevgisi, dinsel inançlara bağlılık gibi değerlerle donanmıştır. Coşumculuk yalnızca klâsik anlayışa tepki değil, aynı zamanda insan yaşamının bütün olanaklarını kapsayan bir bilinç değişimidir. Onu bir yazın akımı olarak belirleyen, getirdiği yeni sanat anlayışıyla birlikte kent soylu sınıfın dünya görüşüne koşut biçimde geliştirdiği "birey" kavramı olmuştur. Coşumcu duyarlığın temelinde sanatçının yaşadığı doğa ve toplumu birey olarak algılaması vardır. Bu akıma Fransız yazınından Victor Hugo (1802-1885), Lamartine (1790-1869), Musset (1810- 1857); Alman yazınından Friedrich Hölderlin (1770-1843), Heinrich von Kleist (1777-1811); İngiliz yazınından Byron (1788-1824), Coleridge (1772-1834), Keats (1795-1821); İtalyan yazınından Manzoni (1785-1873), Pellico (1788-1854), Leopardi (1798-1837); Amerikan yazınından Mellive (1819-1891), Edgar A. Poe (1809- 1849), Whitman (1816-1892); Türk yazınından Namık Kemal (1840-1888), Ahmet Mithat Efendi (1844-1913) örnek olarak gösterilebilir. TEMEL İLKELERİ Romantizm, klasisizme tepki olarak doğduğu için, romantizmin özellikleri ile klasisizmin özellikleri arasında tam bir karşıtlık vardır: 1. Hayal ve duygu, akıl kadar gerekli ve önemlidir. 2. Dış dünya, doğa, renkli ve gözalıcı betimlemelerle anlatılır. 3. Kusursuz, genel ve evrensel olan konular değil, özel ve yerel olan konular işlenir. 4. Yunan mitolojisi yerine Hıristiyanlık mucizeleri ve ulusal efsaneler işlenir. Konular, tarihten ya da günlük yaşamdan alınır. 5. Ölüm, acı, aşk, intihar gibi temalar işlenir. 6. Konular işlenirken iyi-kötü, doğru-yanlış, ak-kara gibi karşıtlıklardan yararlanılır. 7. Tiyatroda üç birlik kuralı kaldırılır ve "dram" türü başlatılır. (Dram türünün ilk izleri Shakespeare'de görülür; ama türü yaygınlaştıran romantiklerdir. Bu nedenle, romantizmin kaynağının Shakespeare olduğu unutulmamalıdır.) 8. Toplum için sanat anlayışı benimsenir. 9. Sanatçı, yapıtında, kişiliğini gizleme gereği duymaz; olaylara karışır ve iyiden yana tavır alır. BAŞLICA TEMSİLCİLERİ J.J ROUSSEAU (1712-1778): Romantik bir sanatçı olmaktan çok, bir aydınlanmacıdır. Fransız İhtilali'nin "kalbi" sayılmıştır. Halk egemenliği, eşitlik ve özgürlük temellerine dayanan yeni bir toplum düzeni tasarlamış; bilim ve sanatta ilerlemenin ahlakta ilerlemeyi de birlikte getiremediğini, bu nedenle de ilkel insanın uygar insandan üstün olduğunu savunmuştur. Yapıtları: Toplumsal Sözleşme, Emile, İtiraflar, Diyaloglar... VOLTAIRE: Romantizm öncesi, aydınlanmacıdır. Kendinden sonraki sanatçıları etkileyen güçlü bir düşünürdür. Yapıtları: Zadig, Candide, Çıraklık Yılları (roman); Seçme Şiirler… V. HUGO (1802-1885): Romantizmin kurucusu ve kuramcısıdır. Ressamlığının izleri yazdıklarına yansımıştır. Şiirlerindeki ana duygu aşk, doğa, özgürlük, vatan ve insan sevgisidir. Roman ve oyunlarında Fransız toplumunun çeşitli dönemlerini anlatmıştır. Yapıtları: Sonbahar Yaprakları, Akşam Şarkıları, Işıklar ve Gölgeler (şiir); Ruy Blas, Kral Eğleniyor, Cromwell, Hernani (oyun); Sefiller, Notre-Dame'ın Kamburu (roman)... GOETHE (1749-1832): Şiir, tiyatro, roman ve yaşamöyküsü türlerinde yapıtlar vermiştir. Şiirlerinde, başlangıçta Halk şiirinin olanaklarından yararlanmış, sonra da "hayat felsefesi"ni işleyen şiirler yazmıştır. Yapıtları: Roma Mersiyeleri, Divan (şiir); Faust, İphigenie Tauris'te, Tasso (oyun); Werther, Wilhelm Meister'in Çıraklık Yılları ve Gezileri (roman)... A. PUŞKİN (1799-1837): Rus romantiklerin en büyüğüdür. Birçok türde yazmıştır. Hareketli hayatı, yazdıklarının renkli ve canlı olmasını sağlamıştır. Yapıtları: Kafkas Esiri, Bahçesaray Çeşmesi, Çingeneler, Evgeniy Onegin (şiir, manzum öykü), Yüzbaşının Kızı, Dubrovski, Maça Kızı, Biyelkin'in Hikâyeleri (roman, öykü)... TÜRK EDEBİYATINA ETKİLERİ Romantizmin Türk edebiyatındaki en yoğun etkisi Tanzimat döneminde görülür. Çeviriler yoluyla başlayan bu etki, özellikle Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi ve Abdülhak Hâmit'in yapıtlarında göze çarpar. ANNABEL LEE Senelerce, senelerce evveldi; Bir deniz ülkesinde Yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz İsmi Anabel Lee; Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten Sevmekten başka beni. O çocuk ben çocuk, memleketimiz O deniz ülkesiydi, Sevdalı değil karasevdalıydık Ben ve Annabel Lee; Göklerde uçan melekler bile Kıskanırlardı bizi. Bir gün işte bu yüzden göze geldi O deniz ülkesinde, Üşüdü rüzgârından bir bulutun Güzelim Annabel Lee; Götürdüler el üstünde Koyup gittiler beni, Mezarı ordadır şimdi, O deniz ülkesinde. Biz daha bahtiyardık meleklerden Onlar kıskandı bizi, - Evet! - bu yüzden (şahidimdir herkes Ve o deniz ülkesi) Bir gece bulutunun rüzgârından Üşüdü gitti Annabel Lee. Sevdadan yana, kim olursa olsun, Yaşça başça ileri, Geçemezlerdi bizi; Ne yedi kat göklerdeki melekler, Ne deniz dibi cinleri, Hiçbiri ayıramaz beni senden Güzelim Annabel Lee. Ay gelip ışır, hayalin erişir Güzelim Annabel Lee; Bu yıldızlar gözlerin gibi parlar Güzelim Annabel Lee; Orda geceleri, uzanır beklerim Sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim O azgın sahildeki, Yattığın yerde seni. Edgar Allan Poe (Çeviren: Melih Cevdet Anday)

  • Hümanizm (İnsancılık) Akımı

    Hümanizm, edebiyatı da etkilemiş ve edebiyat akımı ola­rak etkili olmuştur. İtalya’da doğan bu akım 14. yüzyıldan 17. yüzyıla kadar etkisini sürdürür. Hümanizm Rönesans’ın hazırlayıcısı olmuştur. Hümanizmde Eski Yunan ve Latin edebiyatlarından hare­ketle (dünyaya bakışları, işledikleri konular…) insanlığa seslenme amaçlanmıştır. Temsilcileri Dante, Boccacio, Petrarca, Montaigne, Cervantes

  • Türk Edebiyatında Mülakat ve Röportaj

    Cumhuriyet Öncesi Dönemde Mülakat Bir gazetecinin, ünlü ya da uzman bir kişiyle yaptığı görüşmeleri aktardığı yazılara mülakat (görüşme) adı verilir. Mülakat yapılan kişilerden hayatları, çalışmaları, eserleri ya da istenilen herhangi bir konuda sorulu-cevaplı olarak karşılıklı görüşleri alınır, görüşmenin konusunun ilgi çekici ve toplumsal açıdan önemli olmasıdır. İlk önce ön görüşme yapılmalıdır. Telefon ya da mektupla yapılan bu ön görüşmede, görüşmenin amacı ve özellikleri belirtilir. Görüşme zamanı ve yeri hakkında bilgi verilir. Görüşmeyi düzenleyen kişi, “Sizleri, buraya kadar yorduğum, kıymetli zamanlarınızı aldığım için özür diliyorum.” “Şimdiden vereceğiniz bilgiler için size çok teşekkür ederim.” gibi nazik bir ifadeyle konuya giriş yapmalıdır. Görüşmenin sonunda da “Verdiğiniz önemli bilgiler için size çok teşekkür ederim.” gibi nazik bir ifade kullanmalıdır. Mülakatlarda, sorular önceden hazırlanır. Sorular, olayın ve konunun bütün boyutlarını yansıtacak nitelikte olmalıdır. Görüşme kayıt altına alınır. Görüşmeye katılan kişi ya da kişilerin duygu ve düşünceleri olduğu gibi yazıya geçirilmelidir. Mülakatın birebir görüşmeler, panel görüşmeler, çalışma arkadaşları grubu, sıralı görüşmeler, değerlendirme merkezi, telefon görüşmeleri gibi türleri vardır. Türk edebiyatında mülakat türünün ilk örneğini Ruşen Eşref Ünaydın, Diyorlar ki (1918) adlı eseriyle vermiştir. Cumhuriyet Dönemi’nde Mülakat Cumhuriyet Dönemi’nde mülakat türünde diğer yazın türlerinde olduğu gibi gelişmeler olmuş, bu türde olgun eserler verilmiştir. Bugün de Diyorlar ki (Hikmet Feridun Es), Edebiyatçılarımız Ne Diyorlar (Mustafa Baydar), Edebiyatçılarımız Konuşuyor (Yaşar Nabi Nayır), Liderler Diyor ki (Abdi İpekçi), Ustalarla Konuşmalar (Nurullah Berk), Çukurova Yana Yana (Yaşar Kemal) bu türde kaleme alınmış önemli eserlerdir. Cumhuriyet Dönemi’nde Röportaj Türk basınında röportaj türü, başlangıçta mülakat niteliğinde gelişmiştir. Özellikle 1960’tan sonra bir tür olarak gelişmeye başlamış ve gazetelerde bu türde önemli yazılar yayımlamıştır. Ruşen Eşref Ünaydın, Hikmet Feridun Es, Mustafa Baydar, Falih Rıfkı Atay, Fikret Otyam, Yaşar Kemal, Mete Akyol, Mustafa Ekmekçi gibi sanatçılar basınımızda röportaj türünde başlıca eser veren gazeteci ve edebiyatçılardır. Röportaj yazıları ile mülakatların toplumu aydınlatmak amacı, soru-cevap tekniği kullanma, bilgi ve belgelerden yararlanma, araştırmaya yönelik olma, gazete ve dergilerde yayınlanma gibi ortak noktaları vardır. Mülakat hazırlarken aşağıdaki aşamalar göz önünde bulundurulur: Görüşme yapılacak kişi belirlenir. Görüşülecek kişiden, buluşmanın yeri ve zamanı hakkında önceden bilgi alınır. Görüşmenin konusu ve amacı, görüşme yapılacak kişiye söylenir. Görüşmeye gidilirken giyim kuşama özen gösterilir. Görüşmeye zamanında gidilir. Görüşmenin konu dışına çıkmasını önlemek için, konuyla ilgili sorular önceden bir kâğıda yazılır. Görüşmede, kişinin sözleri değiştirilmeden yazıya geçirilir. Bunu sağlamak için video, kamera ve ses kayıt cihazı gibi araçlar kullanılabilir. Görüşme, mülakat yapılan kişiye teşekkür edilerek sonuçlandırılır. Mülakat, gerekli düzenlemeler yapılarak yazıya aktarılır.

  • Cumhuriyet Döneminde Türk Tiyatrosu (1923 - 1980)

    Cumhuriyet Dönemi’nde Türk tiyatrosu hem kurumsal bir yapıya kavuşmuş hem de tiyatro sanatı açısından çeşitli atılımlar yapılmıştır. Çağdaş Türk tiyatrosunun Batı tiyatrosu düzeyine getirilmesinde Muhsin Ertuğrul’un büyük katkısı olmuştur. Muhsin Ertuğrul, Darülbedayi’de (konservatuvar) Türk öğrencilerine tiyatro dersleri vermiş, yerli oyunculara öncelik tanımış, Türk yazarları desteklemiştir. Bu dönemde Ankara’da Devlet Tiyatroları kurulmuş, bazı büyük şehirlerde şubeleri açılmış, turneler düzenlenerek tiyatro halkın ayağına götürülmüş, tiyatroya bilinçli seyirci yetiştirilmiştir. Özel tiyatrolar ise yeni tiyatro anlayışını ve akımlarını sahneledikleri oyunlarla tanıtmış, özellikle turnelerle tiyatroyu Anadolu’da onlar yaygınlaştırmıştır. Cumhuriyet Dönemi’nde tiyatro yazarlığı da büyük bir gelişme göstermiştir. Bazı yazarlar tiyatro türünde eser vermiş, bu durum Türk tiyatrosunun oyun repertuvarındaki çeviri oyun, yerli oyun rekabetini olumlu yönde etkilemiştir. Tiyatro, özellikle çok partili döneme geçildikten sonra siyasî içerik kazanmıştır. Siyasal iktidarların baskıcı tutumları, tiyatro yazarlarını yeni biçim ve dil arayışlarına yöneltmiş, dramatik veya epik türdeki oyunlarda toplumsal yaşamdan kesitler verilmiştir. Atatürk’ün ölümüne kadar geçen sürede tiyatro, çoğunlukla Atatürk devrimlerini ve ilkelerini topluma benimsetme görevi üstlenmiştir. Atatürk’ün tiyatroyu önemsemesi ve desteklemesi, tiyatronun bir kamu hizmeti olduğu görüşünün yerleşmesini sağlamıştır. Bu dönemde tiyatro yazarları, savaş vurguncularının kolay kazanılmış bir servetin üstünde, türlü aşırılıkları ve taşkınlıklarıyla toplumun genel ahlak anlayışına ters düşen bir yaşam sürdürmelerini eleştirmişlerdir. Güçlü ve acımasız iş adamları, kurnaz fırsatçılar, içgüdüleri doğrultusunda hareket eden kadınlar vb. temalar işlenmiştir. “Yaşayan Ölüler, Tersine Akan Nehir” (Cevdet Kudret), “İşsizler, Üç Kişi Arasında” (Vedat Nedim Tör), “Bir Adam Yaratmak, Tohum” (Necip Fazıl Kısakürek), “Esirler” (Sabahattin Ali) bu dönem eserlerinden bazılarıdır. İkinci Dünya Savaşı ve çok partili dönemin bunalımlı yılları Türk tiyatrosunda yeni bir yazar kuşağı ortaya çıkarmıştır. Batılılaşmanın yanlış anlaşılması, paranın bayağılığı ve insan ahlakı üstündeki olumsuz etkileri, değişen değer yargıları, ekonomik sorunlar, aile dramları vb. konular işlenmiştir. “Köşebaşı” (Ahmet Kutsi Tecer), “Büyük Şehir, Küçük Şehir, Paydos” (Cevat Fehmi Başkut), “Üç Kahraman, Gölgeler” (Ahmet Muhip Dıranas) bu dönem eserlerinden bazıdır. 1950-1960 yıllarında tiyatroyu geliştirme gibi bir çaba olmayınca Muhsin Ertuğrul bir bankanın desteğiyle çağdaş anlamda ilk özel tiyatroyu (Küçük Sahne Tiyatrosu) kurmuştur. Devlet tiyatrolarına ayrılan bütçenin dışında tiyatroya verilen destek durdurulmuştur. Bu olumsuzluklara rağmen hem oyun yazarlığı hem de çeşitli tiyatro yönelişleri açısından verimli bir dönem yaşanmış, Dormen Topluluğu ve Kent Oyuncuları diye özel tiyatrolar kurulmuştur. Tiyatro ele aldığı sorunları sergilemekle kalmayıp yorumlamaya yönelmiş, yazarlar bireysel sorunları aşarak toplum sorunlarını ele almışlardır. “Ve Değirmen Dönerdi ” (Haldun Taner), “Tanrılar ve İnsanlar ” (Orhan Asena ), “Cengiz Han’ın Bisikleti” (Refik Erduran), “Biraz Gelir misiniz?” (Aziz Nesin) bu dönem eserlerinden bazıdır. 1960 sonrası tiyatro yaşamı ve oyun yazarlığı gelişmeye başlamış, özel tiyatroların sayıları artmış, üniversitelerde tiyatro eğitimi başlatılmıştır. Dramatik yazarlıkta insanlık, toplum ve dünya sorunlarının genellemesine yönelen, efsane ve tarihe dayanarak çağın eleştirisini yapmaya çalışan oyunlar ağırlık kazanmıştır. “Midas’ın Kulakları” (Güngör Dilmen), “Ayak Bacak Fabrikası ” (Sermet Çağan), “Mikado’nun Çöpleri, İçerdekiler” (Melih Cevdet Anday), “Nalınlar” (Necati Cumalı), “Keşanlı Ali Destanı, Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım” (Haldun Taner) vb. bu dönemin belli başlı oyunlarıdır. Türk tiyatrosu, 1971-1980 döneminde Anayasa değişiklikleriyle demokratik ortamın aldığı büyük yaralardan ciddi biçimde etkilenmiştir. Özel durum gerekçesiyle oyunlara sansür ve denetim uygulanmıştır. Siyasi partilerin belirli ve tutarlı bir sanat görüşünün bulunmaması, ekonomik sıkıntılar ve devlet konservatuvarının kalitesinin düşmesi tiyatroda bir bunalım ortamı doğurmuştur. Toplumsal ve siyasal konulu oyunlarda artış; tarihî ve aile sorunlarını işleyen oyunlarda ise azalma olmuştur. Bu dönem yazarlarının daha çok evrensel anlamda oyunlara eğildiği de görülmüştür. “Yollar Tükendi” (Ülkü Köksal), “Bozkır Güzellemesi” (Nezihe Araz), “Rumuz Goncagül” (Oktay Arayıcı), “Kâtip Çıkmazı” (Dinçer Sümer) bu dönemin belli başlı oyunlarıdır.

  • Cumhuriyet Döneminde Halk Şiiri

    Millî Edebiyat Dönemi’nde başlayan halk edebiyatına yöneliş Cumhuriyet Dönemi’nde daha da yaygınlaşmıştır. Cumhuriyet’in ilanıyla halk kültürüne ve edebiyatına önem verilmiş, halk edebiyatı ürünleri derlenerek yazıya geçirilmiş ve halk şairleri daha geniş kitlelerce tanınmıştır. Kökleri Orta Asya’ya kadar uzanan halk şiiri geleneği kendisini ortaya çıkaran şartlar ortadan kalktığı için Cumhuriyet Dönemi’nde önceki yüzyıllara göre daha sınırlı olsa da köy ve kasabalarda devam etmiştir. Bu geleneği sürdüren Âşık Veysel, Murat Çobanoğlu, Şeref Taşlıova, Âşık Feymani, Âşık Mahzuni ve Abdurrahim Karakoç gibi büyük halk ozanları yetişmiştir. Ayrıca Cumhuriyet Dönemi şairleri, halk şiiri geleneğinden beslenerek Türkçe güzel şiirler yazmışlardır.

  • Edebiyat ile Düşünce Akımları/Felsefe Arasındaki İlişki

    Güzel sanatların dallarından biri olan edebiyat, diğer bilim dallarıyla olduğu kadar felsefeyle de etkileşim içerisindedir. Felsefe en genel anlamıyla insan, doğa, evren ve değerleri anlamak amacıyla sürdürülen en kapsamlı bir araştırma, birleştirici ve bütünleştirici bir açıklama girişimi olarak tanımlanabilir. Edebiyat ile felsefe arasında sıkı bir ilişki ağı mevcuttur. Bu iki alan öncelikle ele aldıkları konu bakımından benzerlik gösterir. Her ikisi de insanlığı ilgilendiren bir konuyu, bir problemi ele alır: varlık, doğa, insan, evren… Bu yüzden edebî eserlerin içerik bakımından felsefi bir boyuta sahip olduğunu, şair ve yazarların beslendiği ana kaynaklardan birinin de felsefe olduğunu söyleyebiliriz. Felsefe, ilk çağlardan beri kuramsal anlamda da edebiyata önemli katkılarda bulunmuştur. Öyle ki Türk ve dünya edebiyatına yön veren edebî akımların ortaya çıkışında bir felsefi düşünce ve birikim olduğu görülmektedir. Filozoflar da edebiyatın anlatım imkânlarını kullanmışlar, düşüncelerini farklı edebî türlerle dile getirmişlerdir. Sanatçıların, felsefeden içerik bakımından yararlanmaları edebî eserleri hiçbir zaman felsefi eser yapmaz. Bu iki türdeki eserlerin birtakım ortak noktaları olsa da üzerinde durdukları konuyu ele alışlarında, ele alış amaçlarında, dili kullanmalarında ve dayandıkları temel özellikleri bakımından birbirinden bütünüyle ayrılır. Edebiyat ile felsefenin farklılıkları şöyledir:

  • Edebiyat ile Psikoloji ve Psikiyatri Arasındaki İlişki

    Okuyucuyu bilgilendirmek amacıyla yazılan “Edebiyat ve Psikoloji” adlı metinde edebiyat ile psikoloji ve psikiyatri bilimleri arasındaki ilişki üzerinde durulmuştur. Edebiyat ile bu bilimler arasındaki ilişkinin ortaya çıkışı çok eski değildir. Bu ilişkinin ortaya çıkışı, edebî eserlerdeki psikolojik unsurların tespit edilmesi ve edebî eserlerin bu bilim dallarının verileriyle incelenmesi ilk defa Freud’la (Froyt) başlar. Daha sonra da Adler, Jung (Yung) gibi psikoloji ve psikiyatrinin önde gelen isimleriyle Tolstoy gibi bazı edebiyatçıların yaptıkları çalışmalarla ileri sürdükleri düşüncelerle gelişmiştir. Edebiyat ile psikoloji ve psikiyatrinin insan ve insanın davranışlarını ele alması, iç dünyasını anlamaya çalışması aralarındaki ilişkinin temelini oluşturur. Edebiyat da psikoloji ve psikiyatri de insanı içinde yaşadığı çevreyle birlikte ele alarak onun davranışlarına, düşüncelerine ve duygularına yön veren bilinçaltı süreçlerini ortaya çıkarmaya çalışır. Bu benzerlikten hareketle bir edebî eserin oluşturulmasından, okurla buluşmasına kadar geçen pek çok aşama psikolojiyle ilişkilendirilebilir. Örneğin bir romanı incelerken kahramanları davranışlarını anlamlandırabilmek ve metni doğru yorumlayabilmek için psikoloji ve psikiyatriden yararlanabiliriz. Bir yazar da eserini kurgularken kahramanlarını yine bu bilim dallarından yararlanarak oluşturabilir. Edebiyat bilimci Berna Moran’a göre bir edebî eser incelenirken “yazar, eser ve okur” dikkate alınmalı, bu üçünden eser içerisindeki en etkili unsur tespit edildikten sonra edebî metin incelemesi yapılmalıdır. Psikologlar da insan davranışlarını açıklamak için edebî eserlerden yararlanabilir ve belli kuramlar oluşturabilir. Bir yazarın eserini oluştururken psikoloji ve psikiyatriden yararlanması o eseri bir çeşit psikolojik araştırma veya psikolojik kuramların açıklaması yapmaz. Yazarın eserinde yaptığı ruh çözümlemeleri ile bir psikoloğun gerçek bir kişiye yönelik çözümlemelerin tamamen birbirinden farklı olduğunu unutmayınız.

  • Paragrafta Anlatım ve Anlatım Türleri

    Bir duyguyu, bir düşünceyi, bir konuyu söz veya yazı ile bildirme, ifade etme işine anlatım denir. Paragrafta anlatım denilince daha çok anlatım biçimleri ve düşünceyi geliştirme yolları anlaşılır. Anlatım Biçimleri Açıklayıcı anlatım, tartışmacı anlatım, betimleyici anlatım ve öyküleyici anlatım olmak üzere dört temel anlatım biçimi vardır. Bir metinde, bu anlatım biçimlerinin tümünden de yararlanılabilir. Ancak her metnin bir yazılış amacı vardır. Buna göre anlatım biçimleri tercih edilir: Açıklayıcı Anlatım Bilgilendirmek ve öğretmek amacıyla genellikle eğitici ve öğretici metinlerde kullanılan bir anlatım biçimidir. Bu tür metinlerde bilgilendirme amacı güdüldüğünden genellikle nesnel anlatım, sade ve açık bir dil kullanılır. Açıklayıcı anlatım; ele alınan konunun okur tarafından daha iyi anlaşılması için bir olguyu, düşünceyi ya da durumu açıklamak için kullanılır. Bu anlatım biçimiyle yazılmış metinler okuru ikna etmek için değil, okura belli bir konuda bilgi vermek ve onları aydınlatmak amacıyla yazılır. Örnek: “Yaşadığım, hayran olduğum kenti, benim gözümden anlatmak istiyorum sizlere. Ankara, tarihin pek çok dönemecine tanık olmuş; Hititler, Lidyalılar, Makedonyalılar, Galatyalılar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar gibi uygarlıklara ev sahipliği yapmış bir kenttir.” Bu parçada açıklayıcı anlatım kullanılarak Ankara hakkında bilgi verilmiştir. Tartışmacı Anlatım Tartışma, birbirine karşıt düşünceleri karşılıklı savunmaktır. Başka bir ifadeyle bir düşünceye karşı ondan farklı olan bir düşünceyi ortaya koymak ve bu düşünceyi savunmaktır. Tartışmacı anlatım, ileri sürülen bir düşüncenin doğruluğunun kanıtlanmaya çalışılan metinlerde kullanılan bir anlatım yoludur. Bu anlatım biçiminde yazar, karşısındakiyle konuşuyormuş gibi bir tavır takınır. Yazar, paragrafın başında karşı düşünceyi açıkladıktan sonra kendi düşüncesinin doğruluğunu kanıtlamaya ve okuru ikna etmeye çalışır. Tartışmacı anlatımda “üstelik”, “çünkü”, “zira”, “gerçekten de”, “ama” gibi bağlaçlar kullanılır. Örnek: “Vaktimizi boş işlerle geçirmek yerine iyi bir kitap okumak yararlı bir şeydir. Okumak insanı rahatlatır ve eğlendirir oysa boş işlerle uğraşmak sadece zaman kaybıdır.” Bu parçada okumanın insana faydalı olduğu, zamanı boş işlerle harcamak yerine tercih edilmesi gerektiği konusunda okur ikna edilmeye çalışılmaktadır. Bu yüzden tartışmacı anlatım kullanılmıştır. Betimleyici Anlatım Betimleme; bir varlığın ya da nesnenin hareketlerini, bir yerin görünüşünü, bunların kişide uyandırdığı izlenimleri anlatmayı ve okurun kafasında canlandırmayı amaçlayan bir anlatım biçimidir. Sıfatların sıkça kullanıldığı betimlemede varlıkların niteleyici özellikleri kelimelerle resmedilir. Bu yüzden betimlemede görsellik ön plandadır, okuduğumuzda gözümüzde bir tablo canlanır. Betimlemede anlatılan yer, nesne ya da varlığın özellikleriyle ilgili ayrıntılı bilgi verilir. Bir insan betimleniyorsa buna portre denir. Portre, fiziksel ve ruhsal olmak üzere ikiye ayrılır. Bir kimsenin yalnız dış görünüşünün betimlenmesine fiziksel portre; o kişinin iç dünyasını, karakterinin, davranışlarının betimlemesine ise ruhsal portre denir. Betimleyici anlatım; hikâye, roman, anı, gezi yazısı gibi metin türlerinde kullanılan bir anlatım biçimidir. Öğretici metinlerde okura bilgi vermek amacıyla genel ayrıntılar üzerinde durularak nesnel anlatımla yazılan betimlemelere açıklayıcı betimleme denir. Bu tür betimlemelerde amaç sanat yapmak değil, bir konu hakkında bilgi vermektir. İzlenimsel (sanatsal) betimleme ise edebî metinlerde okuru etkilemek, okuyanda güzellik hissi uyandırmak için yapılan ve öznel anlatımın hâkim olduğu betimlemelerdir. Örnek: “Bodrum, her yaz dünyanın dört bir yanından gelen milyonlarca turisti ağırlıyor. Beyaz evlerinin mavi pencerelerinden sarkan mor begonvillerin süslediği tablo görüntüsünün yanında, günümüze kadar korunmuş tarihî dokusu ve yazın renklerini tümüyle hissettiren doğal güzellikleriyle vazgeçilmez bir turizm merkezi. Bodrum; her gidenin hakkında söyleyebileceği gülümseten sözleri olan bir yer. Kimilerine göre en güzel zamanı eylül, kimilerine göre ise mayıs olan ama aslında her mevsimi, her günü ayrı güzelliktedir.” Bu parçada yazar Bodrum’la ilgili izlenimlerini betimleyici anlatımla kaleme almıştır. Öyküleyici Anlatım Öyküleme, yaşanan ya da kurmaca bir olayın yer, zaman ve kişiye bağlı olarak anlatımıdır. Bu anlatımda amaç; olayı okuyucunun gözü önünde canlandırmak, anlatmak istenileni bir olay içerisinde vermektir. Bir olayın anlatıldığı roman, hikâye, masal gibi sanat ve tarih metinleri, anı, gezi yazıları gibi öğretici metinlerde kullanılır. Örnek: Bilgehan, doktora yapmak için yurt dışına gitmiştir. Bilgehan daha sonra arkadaşıyla bu olayla ilgili konuşurken farklı anlatım biçimlerini kullanabilir: Arkadaşına bu yolculuğu nasıl yaptığını anlatırken açıklayıcı anlatımı, arkadaşını yurt dışında eğitim konusunda ikna etmek için tartışmacı anlatımı, arkadaşına yurt dışında yaşadığı olayları anlatırsa öyküleyici anlatımı, arkadaşına yurt dışında gördüğü yerleri anlatmak için de betimleyici anlatımı tercih eder. Örnek: “Bulvarda serçelerin akşam vakitleri toplanıp da ötüştükleri bir köşe vardır. Bilmem aklımda yanlış mı kalmış? Kışın o en zorlu günlerinde, atkestanesi ağacına üşüşür; kara, tipiye aldırmadan birer alışılmamış biçimde meyvelercesine dallara asılır, öterlerdi. Yalnız akşamlarımın çoğunda onları seyreder, yaşamanın mutluluğunu cıvıltılarında arardım. Avunacak bir şeyler elde etmeye çalışırdım. Olmazdı. Yalnızlık canıma “tak” demişti. Bir dost, bir arkadaş gerekliydi bana.” Bu parçada yazar yalnızlık konusunu öyküleyici anlatımla bir olaya bağlı olarak anlatmıştır. Anlatımında kişi, yer ve zaman unsurlarına da yer vermiştir.

  • Radyo Tiyatrosu ve Özellikleri

    Radyo tiyatrosu, televizyonun yaygınlaşmadığı dönemlerde insanlar tarafından beğeniyle dinlenen bir radyo programıdır. Edebiyat ve tiyatro sanatından beslenen radyo tiyatrosu, radyonun olanakları ve sınırları içerisinde, radyonun malzemeleri kullanılarak yazılan ve kendine özgü sanatsal bir anlatı formu olan dramatik eserlerdir. Konu bakımından bir sınır olmayan radyo oyunlarının en önemli özelliği sese dayalı, dramatik sanat eserleri olmalarıdır. Ses, radyo oyununun tek anlatım aracıdır ve dinleyicisinin sadece kulağına hitap eder. Sesin tek anlatım aracı oluşu, radyo oyunlarının dinlenmek için yazılmış olmasını gerektirir. Bu yüzden de kendine özgü bir tekniği vardır. Radyo oyunu, yalnızca kulağa hitap ettiği için bütünüyle dinleyicisinin düş gücüne seslenir. Radyo tiyatroları, diyaloglar şeklinde yazılır. Konuşmaya dayalı bu oyunda olaylar karşıtlık ve çatışmalarla gelişir. Oyunun şahıs kadrosu dinleyicilerin oyunu takip edebilmesi için az kişiden oluşur. Ancak olayların geçtiği zaman ve mekân açısından tiyatrodaki gibi sınırlama yoktur. Oyundaki zaman ve mekân geçişleri; müzik, efekt ya da bir diyalogla saniyeler içinde başka bir zaman ve mekânda devam edebilir. Radyo tiyatrolarında cümleler kısa, açık ve anlaşılır olmalıdır. Efekt ve müzik radyo tiyatrosunun ana unsurlarındandır. Oyundaki sesleri yansıtma, mekânı ve zamanı belirleme, gerilim yaratma, sahneler arası geçiş müzik ve efektler ile sağlanır. Radyo tiyatrosu; oyun yazarı, yönetmen dramaturg, oyuncular ve efekt uzmanı (efektör) gibi kişilerden oluşan bir ekibin çalışması sonucunda sahnelenebilir. Oyunun sahnelenmesinde öncelikle tiyatroda olduğu gibi bir yönetmene ihtiyaç vardır. Dramaturg; yönetmene oyun seçmek, oyunları irdelemek, oyuncu seçmek ve malzeme hazırlanmak hususlarında danışmanlık yapar. Oyuncu radyo oyununu seslendiren kişidir. Kimi oyunlarda oyuncuların dışında bir de anlatıcı bulunur. Anlatıcı, oyunların başlangıcında olayın geçtiği çevreyi, konuyu anlatmak ve oyunu özetlemek için devreye girer. Efekt uzmanı dekoru, kostümü, ışığı elindeki tek kaynak olan sesle sağlayan kişidir.

  • Tutunamayanlar Romanı ve Oğuz Atay

    Tutunamayanlar Oğuz Atay, 1975’te kaleme aldığı bu eserinde üniversite yıllarında hocası olan Mustafa İnan’ın hayatını roman kurgusu içerisinde anlatmıştır. Türkiye’de bilimsel gelişmenin öncüsü olmuş bilim insanlarımızın yaşam öykülerinin TÜBİTAK tarafından romanlaştırılması projesi kapsamında, ünlü matematikçimiz Cahit Arf’ın teklifiyle yazılan bu eser, Türk edebiyatındaki en önemli biyografik romanlardan biridir. Ön sözde belirtildiği üze re eser, köşe dönme hissinin çok yoğun olduğu bir dönem ve toplumda, bilim aşkı ve bu aşkın getirebileceği mutlulukların insanı ölümsüz kılabileceği gerçeğinin yeni nesillere anlatabilmesi amacıyla yazılmıştır. Eser iki ana bölüm ve on dokuz alt bölümden oluşmuştur. Romanın sonunda M. İnan’ın fotoğraflarından oluşan bir albüme yer verilmiştir. Eserin birinci bölümünde daha çok M. İnan’ın çocukluğu ve öğrenim hayatı konu edilmiştir. İkinci bölümde ise M. İnan’ın yurt dışından döndükten sonraki aile ve üniversite hayatı konu edilmiştir. Her iki bölümde de alt başlıklar İnan’ın hayatına damga vuran olayları temsil edecek şekilde (İlk Yıllar, Herkesin Dostu, Öğrencilerin Son Yılları, Genç Öğretmenin Sevgisi, Zor Yıllar, Yorgun Adam vb.) belirlenmiştir. Romandaki olay örgüsü M. İnan’ın yaşamı ekseninde ilerler. Eserin genelinde, M. İnan’ın başarılı ve ünlü bir bilim insanı, örnek bir insan olmasını sağlayan yetişme şartları, prensipleri ve hayat felsefesi üzerinde durulur. Roman üniversiteye kayıt yaptırmaya çalışan taşralı bir gencin fakültenin koridorlarında şaşkın şaşkın dolaşırken kalabalık bir grubun olduğu kapıya doğru yönelmesiyle başlar. Bu taşralı genç, orta yaşlı bir bilim insanıyla tanışır. İçeride TUBİTAK ödül töreninin yapıldığını ve Prof. Dr. Mustafa İnan’a “Bilim Hizmet Ödülü” verileceğini yanındaki orta yaşlı adamdan öğrenen taşralı genç, Mustafa İnan’ın kim olduğunu sorar. Böylelikle Mustafa İnan’ın yaşamı orta yaşlı adam tarafından anlatılmaya başlanır. Mustafa İnan’ın yakın bir arkadaşı olan adam olayları taşralı gence aktarırken ailesinin ve arkadaşlarının hoca hakkındaki düşüncelerini paylaşır. Romanda en dikkat çekici yön, birden fazla anlatıcı olmasıdır. Orta yaşlı profesör ve gencin konuşmaları anlatılırken yazarı, M. İnan’ın yaşamından anekdotlar aktarılırken orta yaşlı adamı anlatıcı olarak görürüz. Profesör anlatıcı, zaman zaman anlatıcılığı Mustafa İnan’ı yakından tanıyanlara bırakır. Modernist bir eser olan romanda geri dönüş tekniği uygulanmıştır. Yazar, okuyucuyu öncelikle ölümünün üzerinden 4 yıl geçen Mustafa İnan’ın çocukluğuna götürür. Ardından kronolojik bir sıra takip ederek hocanın yaşamını etkileyen önemli olaylar aktarır. Tanınan bir sanatçının ya da ünlü bir şahsın hayat hikâyesini roman türünün imkânlarının kullanarak ele alan eserlere “biyografik roman” denir. Biyografik romanlarda ha yat hikâyesi aktarılan kişilerin duyguları, düşünceleri, davranışları, alışkanlıkları, ruhsal ve fiziksel durumları, hayata bakışları ve tüm bunların zaman içindeki değişimleri ayrıntılı olarak okuyucuya aktarılmaya çalışılır. Roman kişisinin hayatıyla ilgili bilgiler, belgeler, hatıralar roman kurgusunu etkilemeyecek şekilde esere yerleştirilir. Bu tür romanlarda olaylar aktarılırken genellikle kronolojik sıra takip edilir. Biyografik roman yazarları kişinin hayat hikâyesini aktarırken bazı anlatım tekniklerine başvururlar. Olayların sondan başlayarak geriye gitmesi, olayların bağlantı noktalarının farklılaşması, anlatım tekniklerinin değişmesi yazarların kullandığı yöntemlerdendir. Son dönemde yazılan biyografik romanlarda ise postmodern etkilerden dolayı farklı türlerin bir arada kullanıldığı görülmektedir. Bu durum roman kurgusunu daha ilginç hâle getirmektedir. Hasan Ali Yücel’in “Goethe-Bir Dehanın Romanı” adlı eseri, Türk edebiyatında biyografik roman türünde yazılan ilk eserdir. 1932'de yayımlanan bu eserden sonra Mehmet Emin Erişgil, 1951’de “Bir Fikir Adamının Romanı: Ziya Gökalp” adlı biyografik romanı kaleme almıştır. Yine Erişgil’in “İslamcı Bir Şairin Romanı: Mehmet Akif” adlı eseri türün bilinen diğer bir örneğidir. Bu eserlerden sonra edebiyatımızda günümüze yaklaştığımızda birçok biyografik romanın yazıldığını görmekteyiz. Gazi Paşa (Attilâ İlhan), Hava Kurşun Gibi Ağır (Hıfzı Topuz), Turgut Reis (Halikarnas Balıkçısı), Adı: Aylin (Ayşe Kulin) gibi eserler biyografik roman türünde yazılmış örneklerdir. Oğuz Atay (1934-1977) İnebolu’da doğdu. Ankara Maarif Kolejini ve İTÜ İnşaat Fakültesini bitirdi. Üç yıl sonra akademik hayatına başladı. Çeşitli dergi ve gazetelerde makale ve söyleşileri yayımlandı. Oğuz Atay, “Tutunamayanlar” adlı romanının yayımlanmasından sonra, önemli bir tartışmanın odak noktası olmuştur. Bu romanında modern şehir yaşamı içinde bireyin yaşadığı yalnızlığı, toplumdan kopuşları ve toplumsal ahlaka, kalıplaşmış düşüncelere yabancılaşan, tutunamayan bireylerin iç dünyasını anlatır. Bu roman eleştirmen Berna Moran tarafından, “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak nitelendirilmiştir. Moran’a göre Tutunamayanlar’daki edebî yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır. Türk edebiyatında yazdığı “Tutunamayanlar” ile post-modern tarzda eser veren ilk yazar Oğuz Atay’dır. 1970 TRT Sanat Ödülleri Yarışması Başarı Ödülü’nü kazandı. Yapıtları eleştiri, mizah ve ironi barındırır. Eserleri: Tutunamayanlar, Tehlikeli Oyunlar, Bir Bilim Adamının Romanı, Korkuyu Beklerken, Oyunlarla Yaşayanlar, Günlük.

bottom of page