Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- İsim (Ad)
Varlıklara Verilişlerine Göre Adlar Adlar, varlıklara verilişlerine göre özel ad ve tür adı olmak üzere ikiye ayrılır: Özel ad: Bir tek varlığa verilmiş tanıtıcı sözcüktür: Balkan, Bayron, Rakofça, İstanbul, Toros, Akdeniz, Asya, Zeynep... gibi kıta, bölge, köy, kent, dağ, deniz, ırmak, sokak ve kişi adlarıyla kimi hayvanlara takılmış sözcükler özel addır. Ulus, yurt, devlet ve millet adları özeldir: İngiliz, Arap, Birleşik Amerika, İran... Gazetelere, kitaplara verilmiş adlar özeldir: Vatan, Cumhuriyet, Dünya, Hürriyet, Çalıkuşu, Sinekli Bakkal, Türkçe Sözlük... Kurum, dernek, okul, hastane ve devlet dairelerinin adları özeldir: Büyük Millet Meclisi, Türk Dil Kurumu, Başbakanlık, İstanbul Erkek Lisesi, Kızılay, Numune Hastanesi, Adana Belediyesi... Dil adları özel addır: Türkçe, Farsça, Almanca, İngilizce, Uygurca, Latince, Arapça... Kişilerin adlarıyla soyadları özeldir. Okulda, yurtta, yeryüzünde Turgut, Yalçın, Sevim, Ahmet adlı birçok kişinin bulunması bu sözcükleri özel ad olmaktan çıkarmaz; çünkü bu adlar, onların her birine ayrı ayrı verilmiştir. Tür adı: Bir türden olan varlıkların hepsine verilmiş addır: deniz, şehir, alev, hasret, dağ, hava, özgürlük, dere, duygu, bölük... Pamuk sözcüğü, bilinen nesneyi anlatıyorsa tür adıdır. Bir kediye verilmişse özel addır: Bir kilo pamuk..., Bu akşam Pamuk miyavlıyordu. ... Kişi adlarıyla soyadlarında da böyle olanlar vardır: “Dün kayalara tırmandık.” cümlesindeki “kaya” belli varlığın genel adıdır. “Arkadaşım Kaya anlatıyordu.” cümlesinde ise “Kaya” bir kişinin adıdır; özel addır. Güneş, ay, dünya... sözcükleri, genel olarak birer tür adı gibi kullanılır ve büyük harfle yazılmaz. Ancak “Ay, Dünya’nın uydusudur. İkisi birden Güneş’in yörüngesinde döner.” cümlesinde olduğu gibi bu sözcüklere birer özel ad değeri verilince büyük harfle yazılır. Tür adları, varlıkları kavrayış ve anlatış bakımından şöyledir: • Tür adı olan her sözcük, o türün bireyleri için de kullanılır. Kuzu meliyor. Atılan taş camı kırdı. Bu, bir bilim sözcüğüdür... • Tür adı olan her sözcük, o türün hepsini ya da bir kısmını toptan anlatır. Gül dikensiz olmaz. (Atasözü) Balık suda yaşar... • Biçimce çoğullanmamış, -ler eki almamış tür adlarının çoğul yerine kullanıldığı da olur. Dedem koynunda yattıkça benimsin ey güzel toprak! (Türk İlahisi, Süleyman Nazif) Gülü seven dikenine katlanır. (Atasözü) Çağımızın en kolay, en rahat taşıtı uçaktır. örneklerindeki dede, gül, seven, diken, uçak sözcükleri dedeler, güller, sevenler, dikenler, uçaklar anlamında kullanılmıştır. Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur. (Atasözü) cümlesinde olduğu gibi yinelenmiş tür adlarında da çoğulluk açıktır; dağlar birbirine, insanlar birbirine anlamındadır. Varlıkların Oluşlarına Göre Adlar Varlıkların oluşlarına göre adlar somut ad ve soyut ad olmak üzere iki türlüdür: Somut ad: Duyularımızla anlaşılan(özdek) varlıklara verilmiş adlardır: deniz, ev, Ankara, yaprak, Marmara, bitki, Turgut, kuş, mikrop... Soyut ad: Duyularla anlaşılamayan (özdek olmayan); ancak akılla (usla) tasarlanan varlıkların adıdır: sevinç, dilek, yiğitlik, ülkü, arkadaşlık, uyku, üzüntü, özgürlük... Varlıkların Sayılarına Göre Adlar Varlıkların sayılarına göre de adlar tekil ad ve çoğul ad olmak üzere iki türlüdür: Tekil ad: Bir varlığı anlatmaya yarayan addır: çiçek, taş, çocuk, öğrenci, Atatürk, Ankara, üzüntü, ülkü, sevgi... Çoğul ad: Birden çok varlığı anlatmaya yarayan addır: çiçekler, taşlar, öğrenciler, ülküler, üzüntüler, okullar, tarlalar... Türkçede bütün sözcükler tekildir. Ad soyundan olan sözcüklerle eylemlerin üçüncü kişileri -ler ekiyle çoğullanır. Çoğul Ekinin Başka Görevlerde Kullanılışı: • Çoğul eki -ler, öz anlamından sıyrılarak adlara aile anlamı katar: Oğuzlar, Selçuklular, Osmanlılar, Gazneliler... • 1. ve 2. kişilere ait iyelik eki almış soydaşlık adlarından sonra gelen -ler, çoğulluk anlamından sıyrılarak o soydan olanların birkaçını, hepsini ya da evlerini anlatmaya yarar: Dedemler gelecek. Dayımlar çağırıyor. Ablanlara gidelim mi? • Tümleyeni düşmüş ad tamlamalarında, tümlenene getirilen -ler eki, kimi durumda, sonuna geldiği sözcüğün değil tümleyenlerin çoğul olduğunu göstermeye yarar: Üç kardeş, kapı önünde oturup annelerini bekliyorlar. Her şeylerini sattılar. Ellerinde bugün bir tek evleri var. Pek çok sıkılmışlardı. O akşam bir tek liralarıyla ancak ekmek alacaklardı. Bir inekleri, üç keçileri, iki koyunları var... • Çoğul ekinin abartma anlamında kullanıldığı da olur: Kanlara boyanmak Çocuğu güneşlerde gezdirmek İşini gücünü yüz üstü bırakıp Afrikalara gitmek Ben seninçün al kanlara boyandım. Hasta ateşler içinde yatıyor. Dünyalar kadar malı var... Yağmurlar yağdı, gök gürledi ve yıldırımlar sakladı bir kâfirî kubbeye yıldırım indi. (Aşıkpaşazade Tarihi, XV.) • -ler çoğul ekinin yüceltme için, saygı için, nezaket için tekil kişilere ilişkin eylemlere ve adlara getirildiği de görülür: Sayın bay evdeler mi? Daha dönmediler mi? Biraz önce valideleri hanımefendiyi gördüm. • -ler eki, “bir” belgisiz sıfatıyla “zaman, vakit” sözcüklerinden oluşan tamlamalara gelince geçmişe yönelik sürerlik ayırıntısı katar: Bir zamanlar biz de gençtik. Bir vakitler gezilere çıkmayı severdik... • -ler çoğul eki, sonuna geldiği adlara, kimi kez “aşağı yukarı, ona yakın...” gibi anlamlar katar: Özgür, beş yaşlarında bir çocuktur. O sıralarda ben de okula yeni başlamıştım. Saat iki sularında (sıralarında) sizi evinizden aradım... • -ler + i birleşik eki sabah, akşam, gündüz, gece, yaz, bahar, öğle gibi belirli zaman adlarına; “her” belirtme sıfatının anlamını katar ve onları belirteç yapar: Sabahları (her sabah) erken uyanırım. Geceleri (her gece) uyku girmez gözüme. Yazları (her yaz) yaylaya çıkar, kışları (her kış) ovaya inerler. Topluluk Adları: Ordu, bölük, dizi, sürü, sınıf... sözcükleri birer addır ve tekildir. Bunların öteki tür adlarına benzemeyen yanları şöyle gösterilebilir: “Koyun”, tür adıdır. Tekil kaldıkça bir tanedir. Oysa tür adı ve tekil olan “sürü”de birçok tekler vardır. Topluluk adları da öbür tür adları gibi çoğullanır: ordular, bölükler, sınıflar, tamlamalar, sürüler... Anlamlarına Göre Adlar Adlar, anlamlarına göre de bölümlere ayrılır: Kesin anlamlı adlar: Anlamları bilimsel bir tanımla kesinleşmiş olanlar: üçgen, açı, metre, kilo, dikdörtgen, azot... Anlamı yansıtan adlar: başkent, göz kapağı, dişeti, binbaşı, ısırgan, burgu, süzgeç... Sözlük anlamını düşündürmeyen adlar: Turgut, Hasan, Yalçın, Erdem, hanımeli, Eskişehir, Ahlat... Değişik anlamlı adlar: Çağlar boyunca, öbür sözler gibi türlü etkilerle anlam değiştirenler ve değişik anlama gelenler, somuttan soyuta geçenler: kanat (kuşların uçmaya yarayan örgenleri) - uçağın kanadı - kapının, pencerenin kanadı dal (ağacın, bitkilerin) - bilim dalları göz (görme örgeni) - masanın gözü, iğnenin gözü, - göz aşısı, göz değmek... Küçültme Adları Bir varlığın küçük olduğunu anlatmak isteyince adın önüne küçük, ufak gibi niteleyici sözcükler getirilir: küçük tepe, ufak çocuk... Çoğu kez bu niteleyici sıfatların anlamını bir ek ile de söyleyebiliriz: küçük tepe = tepecik ufak kuş = kuşcağız Görülüyor ki -cik, -ceğiz ekleri adlara küçüklük anlamını katıyor. Bu ekler küçümseme amacıyla da kullanılır: Bu işi yaparım; ama elli liracığınızı da alırım. -cik, -ceğiz ekleri: • Büyük ve küçük ünlü uyumları gereğince sözcüklerin son hecelerine uyarak -cik, -cık; -cuk, -cük; -ceğiz, -cağız olur. • İki ve daha çok heceli sözcüklerin sonlarındaki /k/, çoğu kez düşer: bebe(k)cik, aya(k)cık, yüre(k)cik, yuvarla(k)cık, kava(k)cık, barda(k)-cık, ine(k)cik... Bir tek ineciğimiz var. (Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, Nazım Hikmet) Mor menekşe boynun eğmiş yapracığı suya değmiş... (Bir türkü)
- Üslup ve Özellikleri
Üslup konusunda ciddi ve ayrıntılı bilgi veren ilk yazarlarımız arasında bulunan Recaizade Mahmut Ekrem, üslup için: “Üslup dediğimiz şey her şahsın efkar-ı mülhazatının ta’birleri tarzı mahsusudur. Herkesin üslubu ifadesi ise efkür-ı mülhazatının kalbidir: Söylediği, yazdığı şeyler o kalbe girdikçe sahibini teşhis edecek kadar başka bir suret ve şekil iktisap eyler. Fransa üdeba-yı hükemasından Buffon’un “üslüb-u beyan ayniyle insandır” sözü sahihan bir bedia-yı hakikat denmeye şayandır. Zira dikkat olunsa her şahsın üslub-u beyanı mizacının, ahlakının, etvarının, evzaının meriyet-i in’itafıdır. Fikir saçma olursa üslubun hiç ehemmiyeti kalmaz.” diyor. Bu görüşleri bugünkü dille anlatırsak üslup, her insanın fikirlerinin, kendisine özgü anlatımıdır. Herkesin üslubu, görüşlerinin, düşüncelerinin kalbidir. Söylediği, yazdığı şeyler o kalbe girdikçe sahibini anlatacak kadar özel bir görünüm kazanır. Fransız edebiyatçılarından Buffon’nun “Üslup insanın ta kendisidir.” sözü bir sanat gerçeği denmeye yaraşır ölçüde doğrudur. Çünkü dikkat edilirse her insanın üslubu mizacının, ahlakının, davranışlarının, çevresinin aksidir. Anlatılan fikir saçmaysa üslubun önemi kalmaz. Görülüyor ki üslup bir yazarın anlatımında kendisini yansıtan, başkalarından farklı özellikler bütünüdür. Bir yazarın üslubu, yaradılışının, inandığı değerlerin, yaşadığı çevrenin, yaşadığı yılların, ülkesinde uygulanan yönetimin ister istemez etkisinde kalır. Bir bakıma biz, yazdıklarında, anlattıklarında yazarı bulabiliriz. O yüzden Buffon. “Üslup insanın ta kendisidir.” diyor. Üslubu bugünkü edebiyatçılarımız “yazara görelik”, “yazıda kişisellik” diye de tanımlamaktadırlar. Bundan şunu anlamak gerekir: Bir düz yazıda bir şiirde onu yazan sanatçının adı altında olmasa da onun yazış tarzından, düşünce biçiminden, olayları yorumlayışından adını çıkarabiliyorsak, bu tip yazarlara “üslup sahibi yazar”; kazanılan bu yazı özelliğine de “üslup” diyoruz. Kompozisyonda, sanat eserlerinde, konuşan ya da yazan sanatçının düşüncelerine, duyuşlarına, hayallerine, heyecanlarına verdiği biçim üsluptur. Üslup yazıda kişilik kazanmaktır. Güzel yazı yazma sanatı üslupta kendini gösterir. Yazı yazmak, kusursuz yazmak, hüner isteyen bir iştir. Üslup çalışmayla, uygulamayla elde edilebilir. Tıpkı yüzmenin, yüzmeye çalışarak öğrenildiği gibi. Her yazarın kendine göre bir üslubu vardır. Bir yazının hangi yazarın kaleminden çıktığını gösteren sanat ve anlatım özelliklerine üslup denir. Üslup sanat eserlerinde, içerikten farklı, anlatım unsurlarının bütünü şeklinde düşünülemez. Çünkü “üslup içeriğin formudur.”
- Anlatım Türüne Göre Paragraf Çeşitleri
Paragraflar konularını işleyiş biçimlerine göre; açıklama paragrafları, betimleme paragrafları, olay paragrafları, çözümleme paragrafları gibi türlere ayrılırlar. 1. Açıklama Paragrafları: Bir düşüncenin, bir konunun, bir sorunun, açıklandığı paragraflardır. İçinde duygu, bilgi, düşünce, yargı, yorum, dilek, öneri bulunabilir. Yardımcı düşüncelerle, örneklerle konu aydınlatılır. Açıklama paragrafında konunun ayrıntılarına girilebilir ancak bu paragraflar, okuyucuyu sıkmayacak, ilgi uyandıracak biçimde düzenlenmelidir. “Denge bir doğa kuramıdır, temel bir yaşam ilkesidir. Dengenin ifadesini, doğada, mevsimlerde, gece ve gündüzde, hareket ve durgunlukta sürekli görürüz. Gıda uzmanı aldığımız gıdanın dengeli olması gerektiğini söyler. Ekonomist iç ve dış ticaretin dengesinden, hukukçu siyasal güçlerin dengesinden söz eder.” (Doğan Cüceloğlu, İçimizdeki Biz, s. 103) 2. Betimleme (tasvir) paragrafı: Betimleme, “tasvir etmek” anlamındadır. Tasvir etmek ise “anlattıklarımızı zihnimizde gözle görür gibi canlandırmak” demektir. Bu yüzden bir eşyanın, bir olayın geçtiği yeri, yani manzarayı ya da olay kahramanlarını okuyucunun gözünde canlandırmak, betimleme paragraflarıyla yapılır. Roman, hikaye ve tiyatro gibi türlerde kahramanların canlandırılması, yaşadıkları çevrenin tanıtımı için betimleme kaçınılmaz olmaktadır. Betimleme bir bakıma kahramanların ve görünen çevrenin sözcüklerle resmini yapmaktır. Örnek 1: “Çağlayan sesleri ile gönül oyalayıp, renklerine resimlerine doyamadığımız bu şeyin adına ‘tabiat’ diyoruz. Burada tabiatın her türlüsü var: Lübnan çamları yetişen yaylaları ile dağ ve orman tabiatı, denize yukardan bakan ve çağlayan döken, sonra uzaklarda alçala alçala geniş ve derin bir kumsalda eriyen yalısı ile eşsiz bir kıyılar tabiatı, sağa döndüğümüzde gözlerinizi görünmez çizgileri ile dinlendiren, sola baktığımızda hayalinizi enginler rüyası içinde sallayan deniz tabiatı, iki taraça ile Toros eteklerine doğru geniş, düz aylık ve seyranlık ova tabiatı, hepsi, her çeşidi var. İsviçre’deki dağ karşınızda, Riviera’daki kıyılar önünüzde, Macaristan’daki ova arkanızdadır.” Falih Rılkı Atay “Gezerek Gördüklerim”den Örnek 2: “Yine öyle iri kasketli ve iri belli, iri kara gözlü, kocaman gövdeli dağ gibi adamlar, istasyonda buğday çuvallarını sırtlayacaktı. Bu sinsi yağmur kasımpatıları parlatmıştır. İstasyon bahçesinde masalar, sandalyeler kalkmıştır. Yalnız o ihtiyar akasyalar. Madeni ışıltılar yayarak uzanan raylar arasında kömür toplayan, burunlarını ve bol pantolonlarını çekerek, esmer yüzlerinde beyaz dişlerini göstererek aniden gülüveren çocuklar olacak mıydı? Bir fayton kiralamalıydı. O kemikleri çıkmış sıska atları, eski ve buruşuk körüğü, iki yanında asılı asırlık kandilleri ve tütün sarısı bıyıklarını burup mütevekkil bekleyen sürücüleri görmeliydi.” Mustafa Kutlu, “Sözün Nihyeti ve Sevdanın Bidyeti” hikyesinden Betimleme paragraflarında olay, eşya, hayvan, manzara ve insan betimlenebilir. Her varİığm ve kavramın bir resim çizer gibi anlatımı ortaya konabilir. Bu durumda paragraflarda karşımıza çıkan betimlemeler: 1. Olay betimlemesi 2. Eşya betimlemesi 3. Hayvan betimlemesi 4. Manzara betimlemesi 5. İnsan betimlemesi a. Fiziki betimleme b. Ruhi (tinsel) betimleme, biçiminde gruplandırılabilir. Betimleme örnekleri: Olay betimlemesi: ‘Mart başlayalı kırkını geçmiş nice tanıdıklarım hastalandı. Bazılarının bronşiti, bazılarının romatizması azmış. Baharın hastalıkları saymakla tükenmez ki,.. Mart güneşi canlılığı ile çöreklenip yatan bütün yılanları uyandırıyor. Toprağın yeniden gençliğe kavuştuğu bu mevsimde, hava, kuş cıvıltıları ile beraber insan iniltileri ve hırıltıları ile dolu. Dün, neşeli bir kır köşesinde baharın bu iki zıt levhasını yan yana gördüm: Bir tarafta genç hayvanlar oynaşıyor, kuşlar uçuyor; diğer tarafta ise yaşlı hastalar, yorgun iskeletlerin soğumuş kemiklerini güneşte ısıtmakla meşgul. Bahar, bir muhasip gibi, hayata yeni kavuşturduğu mahkûmların sayısını, yaşayanların toplamından çıkartmakta.” Ahmet Haşim, “Bize Göre” Fiziki betimleme: “Milly Buck şafak sökerken barakadan çıktı. Sundurmada durarak biran gökyüzüne baktı. Şişman, çarpık bacaklı, uçları aşağı doğru kıvrık bıyıklı, avuçları nasır bağlamış dört köşe elleri olan bir adamdı. Su rengindeki gözlerinde düşünceli bir ifade vardı. Şapkasının altından fırlayan saçları dik dik ve dağınıktı. Bir yandan sundurmada duruyor, bir yandan da gömleğinin eteğini pantolonunun içine sokmaya çalışıyordu. Kemerini çözdü. Tekrar bağladı. Aradan geçen yıllar zarfında Billy’nin göbeğinin ne derece fark ettiğini kemerindeki yıpranmış deliklerden anlamak mümkündü. Havayı iyice kontrol ettikten sonra birini işaret parmağıyla kapatıp kuvvetle sümkürerek burun deliklerini sırayla temizledi. Sonra ellerini ovuşturarak ahıra doğru ilerledi.” John Steinbeck , “Kırmızı Midilli”den Ruh betimlemesi: “Giton, dolgun yüzlü, yanakları şişkin, dik bakışlı, kendine güvenir, omuzları geniş, göbekli, bakışı sağlam, yürüyüşü sert biridir. Konuşurken de kendine pek güvenir, fakat karşısındakini hemen hiç dinlemez. Ona sözlerini tekrar ettirir. Mendili kocamandır, burnunu gürültüyle siler, uzağa tükürür, bağırarak hapşırır. Gündüz uyur, derin derin, herkesin içinde de olsa horlayarak uyur. Yemekte, arabada yeri herkesten çok yer kaplar. Gezintilerde hep ortadadır, o durunca durulur, yürüyünce yürünülür. Ona uyar herkes, isterse konuşanın sözünü keser. Fakat onun sözü kesilmez, o istediği kadar söyler ve söylediği kadar dinlenir. Herkes onun düşüncesindedir. Verdiği haberler doğrudur. Oturunca koltuğa gömülür. Bacak bacak üstüne atar, kaşlarını çatar, şapkasını birden arkaya atarsa, bu iddialı, kendini beğenmiş, küstah bir alın ortaya çıkarıyor demektir. Öfkelidir, sabırsızdır, iddiacıdır, şakacı, küstah, inatçı, gevşek, ahlak konusunda zayıftır. Kahkahalarla güler, politikacıdır, gizli işleri vardır, kendini zeki, değerli sanır. Zengindir.” La Bruyör, Karakterler”den Hayvan betimlemesi: “Küçük yüzü pek sevimli idi: Pırıldayan, genç, hemen hemen çocuk gözleri ve pembe burnunun ucu görünüyordu. Vücudu, ipek gibi, tertemiz, sıcacık, güzel kokulu, dokunulması ve öpülmesi zevkli bir küme, Ankara yapağısı içinde kayboluyordu. Kulaklarının arasında canlı gözler üzerine bir kurdele gibi dümdüz yerleştirilmiş, siyah bir takke omuzlara atılıvermiş kısa, siyah bir pelerin ve en son, bir yelpaze gibi kımıldanıp duran sorguca benzer siyah bir kuyruk. İşte yeni kedimiz.” Piyer Loti 3. Olay paragrafı: Dikkat çekecek özellikte ya da ibret alınacak nitelikte olayların anlatıldığı paragraflardır. Bu tip paragraflarda olay belli bir zaman sırası içinde genellikle süssüz ve yorumsuz bir şekilde anlatılır. Bu tür paragraflar roman ve hikaye gibi edebiyat türlerinde daha yaygın kullanılırlar. Bu paragraflar roman ve hikaye kişilerini belli bir mekan içinde anlatırlar. Olay paragrafları yazıda hareketliliği sağlarlar. Örnek 1: “-Kolunun diyetini benim verdiğimi unutuyorsun galiba, dedi. Ben olmasam şimdi çolak kalacaktın. Koca Ali yine cevap vermedi. Acı acı gülümsedi. Kızardı. Sonra birden sarardı. Hızla döndü. Bilediği satırların en büyüğünü kaptı. Sıvalı kolunu, yüksek kıyma kütüğünün üstüne koydu. Kaldırdığı satırı öyle bir indirdi ki... 0 anda kopan koluna tuttu. Gördüğü şeyin dehşetinden gözleri dışarı fırlayan Hacı kasabın önüne: -Al bakalım, şii diyetinı verdiğin şeyi! diye hızla fırlattı. Sonra esvabının kolsuz kalan yenuni sıkı bir düğüm yaptı. Dükkandan çıktı. Onun vaktiyle geldiği yer gibi, şimdi gittiği yeri de şehirde kimse öğrenemedi.” Ömer Seyfettin “Diyet” hikayesinden Örnek 2: “- Söylesene be!... Sen misin? Kadın biraz kımıldandı, sonra o vücuttan inanılmayacak kadar boğuk, kalın bir yaşlı şişman Lehli kadın sesiyle: -Benim, dedi, adım Emine, babamın adı Abdullah, anamınki Hürmüz.,. Üç yüz yirmide doğmuşum, rumi hesap, hamidiyemde öyle kayıtlı imiş, kağıdıma Yanık Emine yazmışlar amma o yanlış, bana Yatık Emine derler... Karakollarda, mahkemelerde tekrar ede ede öğrenmiş, ezberlemiş olduğu bu sözleri bir biri arkasından kayıtsızca söylüyordu. Teğmen sözünü keserek: -Bana bak, dedi. Yatık Emine misin, Yanık Emine mi, her ne herze ise, bana onun gereği yok; burası Ankara değil, aklını başına al, uslu uslu otur, ufak bir uygunsuzluğunu duvarsam seni karakola çeker, eşek sudan gelinceye kadar döverim, kemiklerin kırılır anladın mı? Şimdi marş!” Refik Halit Karay “Yatık Emine hikayesinden 4. Çözümleme Paragrafları: Yazıda ele alınan konunun parçalara ayrılarak işlendiği, konunun daha iyi anlaşılmasının sağlandığı paragraflardır. Konunun temel öğeleri bulunarak sonuca gidilir. Örnek 1: “Trene daha bir buçuk saat vardı. Bütün kafile, istasyonun arkasında büfe vazifesini gören bakkal kulübesinin hemen eşiğinde alçak iskemlelere oturmuşlar; içerde hazırlanan çayı bekliyorlardı. Hepsinin yüzünden son üç günün yorgunluğu akıyordu. Uykusuzluk, içki mahmurluğu bütün yüzlerde sert, ince, sanki tutkaldan bir maskeye benziyordu. Bununla beraber hepsi yine uyanık, canlı, birbirine karşı az çok nazik ve bu son fırsatların anını kaçırmamaya azimli idi. Hemen hepsi bir lahza bir uykuya iner gibi hafızasına dalıyor, bir şey unutup unutmadığını düşünüyorlar, icabında küçük defterlere, paltonun, ceketin ceplerinde telaşla araştırdıkları kağıtlara bakıyorlar sonra yanı başındakinin kulağına ve bakışlarına kısa fısıltılarla akıyorlardı. Bu baş başa fısıltılar dışında, arada bir verilen küçük kaş göz işaretleri, hatırlatan, ısrar eden, şüpheyle düşünen yahut vadeden bakışlarla uzaktan uzağa, şüphesiz birincisinden biraz daha dağınık, fakat onun kadar ehemmiyetli ikinci bir konuşma dahayadı. Ve bütün bunların üstünde, ara sıra yüksek sesle yapılan şakalar, ehemmiyetsiz dikkatler meclisin umumi adabını muhafaza ediyordu.” Ahmet Hamdi Tanpınar “Teslim Hikayesi”nden Örnek 2: “Oscar Wilde: ‘Her sanat sapına kadar yararsızdır’ der. Bundan daha doğru ve bundan daha yanlış söz zor bulunur. Doğrudur, çünkü gündelik anlamıyla yarar, çıkar duygusunda olan sanat, her şeyden önce sanat değildir. Gerçek sanat yarar, çıkar düşünmez, düşündüğü anda sanat olmaktan çıkar, üstelik insanları kandırır ve sömürür de. Sanat sevgisi insanın ne sağlığını artırır, ne kazancını, ne rahatını. Gerçeği, hem sanatçıyı hem çevresini tedirgin eder, sahtesiyse tedirgin etmez, ama kafasını, yüreğini körletir; daha kötü. Wilde’in sözü, yine de yanlıştır, çünkü bütün yararlıların en yararlısı, insanı insan eden şeydir, o şeyse en çok sanatta vardır. Ölümlü dünyamızda bize yaşamanın tadını duyurmuş, insanı daha insanca yaşatmış, insana her şeyden çok yaklaştırmış olan sanatın yararı, düşünebileceğimiz bütün yararların en büyüğüdür. Sanatın bilimi, bilimin tekniği dürtüklemesinden doğan yararlar bunun yanında hiç kalır. ‘En tatlı ve en acı şey nedir?’ diye bir bilmece vardır; dil bilmecesi: Sanat için de ‘en yararlı ve en yararsız, en kârlı ve en zararlı şey’ diye bir bilmece yapılabilir.” Sabahattin Eyüboğlu “Sanat Üzerine Denemeler”den "Mesaj şudur: Bırakmaktan ve denemekten vazgeçmediğiniz sürece asla yenilmiş değilsiniz. Başarısızlıklarımızdan işlerin nasıl yapılmayacağını öğreniriz. Edison ampulü keşfetmek için yaptığı ilk altı bin denemede başarılı olamamıştı. Cesaretinin kırılıp kırılmadığı sorulduğunda şöyle yanıtladı: “Hayır. Şimdi bunu yapamayacağınız altı bin yolu da iyi biliyorum.” Edison gibi bizim de bazen başarıyı öğrenmeden başarısızlığı öğrenmemiz gerekiyor."
- Ahmet Yesevi ve Divan-ı Hikmet
İlk Türk mutasavvıfı Hoca Ahmed Yesevî'nin şiirlerinin toplandığı yazmalara "Dîvân-ı Hikmet" denir. Bunun sebebi Ahmed Yesevî'nin şiirlerinin "hikmet" terimiyle anılmasıdır. Ahmed Yesevî, 12. yüzyılda Batı Türkistan'da Karahanlı devletinin hüküm sürdüğü topraklarda yaşamış mutasavvıf bir şairdir. Sayram (İsfîcab) şehrinde doğmuş, 7 yaşında Yesi şehrine göçmüştür. "Yesevî" mahlâsı, "Yesi şehrine ait" anlamına gelmektedir. 11. yüzyılın sonlarında doğduğu tahmin edilen Ahmed Yesevî'nin babası Şeyh İbrahim, annesi Ayşe Hatundur. 7 yaşında yetim kalan Ahmed Yesevî, Yesi şehrine yerleşir ve burada Arslan Baba'ya intisap eder. Fakat Arslan Baba'nın bir yıl içinde ölümü üzerine Buhara'ya gider ve Şeyh Yûsuf-ı Hemedânî'ye intisap eder. Ahmed Buhara'daki çeşitli bilim ve tasavvuf çevrelerinde bulunur bu sürede kendisini ilmî ve edebî yönden yetiştirir. Hemedânî 1140'ta ölmüş, ilk iki halifeden sonra 3. olarak Ahmed Yesevî tarikat şeyhi olmuştur. Ancak 1160'ta Hemedânî'nin postuna oturan Yesevî, kısa bir müddet sonra bundan vazgeçmiş ve Yesi'ye dönmüştür. Peygamberin 63 yaşında ölmüş olması dolayısıyla Yesevî'nin de 63 yaşına gelince Yesi'de tekkesinin altında bir çilehane yaptırıp içine girdiği ve kalan ömrünü orada geçirdiği rivayet edilir. Ahmed Yesevî 1166 yılında Yesi'de vefat etmiştir. Ahmed Yesevî'nin, kendisi hayatta iken vefat eden İbrahim adında bir oğlu, Gevher Şehnaz ve Gevher Hoşnaz adlarında iki kızı vardır. Onun soyu Gevher Şehnaz ile devam etmiştir. Türk dünyasının her köşesine ismi ve müridleri yayılan Yesevi, geçimini tahta kaşık yontup satarak kazanmıştır. Ahmed Yesevî'nin en önemli tarafı, kurduğu Yesevîlik tarikatı, yaptığı irşatlar ve yazdığı şiirler yoluyla Müslümanlığı sade bir şekilde göçebe Türk halkına anlatmasıdır. 12. yüzyılda vefat etmiş bulunan Yesevî'nin etkisi 14. yüzyıl sonlarındaki Temür devrinde çok güçlü bir şekilde devam etmektedir. Dîvân-ı Hikmet yazmaları çok sonra (16. yüzyıldan sonra) istinsah edildikleri için dil bakımından genellikle Karahanlı Türkçesinin değil Çağatay Türkçesinin özelliklerini yansıtırlar. Ancak Yesevî, Karahanlılar döneminde yaşadığı için onun hikmetleri Karahanlı dönemi edebiyatı içinde değerlendirilmektedir. Hikmetlerin çoğu koşma tarzında kafiyelenmiş dörtlükler hâlindedir ve hece vezniyle yazılmıştır. Mesnevi tarzındaki münâcat ve nât ile gazelleri aruz vezniyle kaleme alınmıştır. Heceyle yazılmış gazel kafiyeli şiirleri de vardır. Arapça, Farsça kelimelerde tam kafiyeyi, Türkçe kelimelerde yarım kafiyeyi, hatta bazen sadece redifi tercih eden Yesevî'nin şiirlerinde çok güçlü bir zikir ritmi vardır. Hikmetlerin birçoğu zikir sırasında okunmak için yazılmıştır. Yesevî'nin hikmetlerinde işlenen konular çok derin değildir. Dinin esasları, tasavvuf adabı, cennet-cehennem, kıyamet ahvali, peygamber sevgisi, dünyadan şikâyet, dervişlere ait menkıbeler hikmetlerin başlıca konularıdır. Ahmed Yesevî kendi hayatına ait bazı olayları da şiirlerinde anlatır. Yaşname (yaş şiiri) tarzındaki uzun şiirde onun hayat safhalarını görmek mümkündür. Ahmed Yesevî, Batı Karahanlıların hüküm sürdüğü Batı Türkistan'da, Karahanlıların son dönemlerinde yaşamış ve eser vermiş mutasavvıf bir şairdir. Ancak onun müritleri de aynı tarzda hikmetler yazmışlardır. Bunlardan bilhassa Hakim Süleyman Ata meşhurdur. Müritlerinin şiirleri de bazen Yesevî'ye mal edilmiştir. Dolayısıyla Dîvân-ı Hikmetlerdeki bütün şiirlerin Yesevî'ye ait olduğunu söylemek zordur.
- Doğu Türkistan Türk Edebiyatı
Sincan Uygur Özerk Bölgesi (Doğu Türkistan), Çin Halk Cumhuriyeti içerisinde ve ülkenin batı bölgesinde yer almaktadırlar. Tarihte önemli devletlere merkezlik yapmış olan bu Türk yurdunda yaşayan Doğu Türkistan Türkleri, daha sonra Ali Han Töre başkanlığında Doğu Türkistan Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Bütün Çin’e hakim olan Komünist Çin Kuvvetleri, 1949′da Stalin’in de onayı ile Doğu Türkistan’a girerek bu tarihi Türk ülkesini resmen işgal etmiştir. 10-15. yüzyıllar arasında Uygur edebiyatında, Budist ve Maniheist dinî inançlara dayanan iki ayrı edebiyat anlayışı oluştu. 18. yüzyıldan itibaren yaşanan Çin istilâsı, sözlü Uygur edebiyatına büyük destanlar kazandırmıştır. Bunların en ünlüsü 1827 mücadelesine katılan, Nazuğum adlı Uygur kadının başına gelenleri ve Çin zulmüne karşı direnişini anlatan Nazugum Destanı’dır. 20. yüzyılın başlarında şekillenmeye başlayan modern Uygur edebiyatı, genellikle Doğu Türkistan Türklerinin emperyalizme, müstemlekeciliğe, feodalizme, cehalete karşı mücadelesini içeriyordu. Kâşgar merkez olmak üzere, Abdülkadir Abdülvaris Azizî’nin teşebbüsü ve onun gerçek önderliğinde meydana gelen cedidizm cereyanı, Yeni Uygur edebiyatının doğmasında mühim rol oynamıştır. Uygur Türklerinin önderi İsa Yusuf Alptekin’in öncülüğünde 1936’da kurulan Altay Neşriyatı adlı yayın evi ve bu yayın evinin çıkardığı Uruş Haberi, Yurt, Altay, Tiyanşan dergileriyle, Türkçülük hareketinin hâkim olduğu bir edebiyat anlayışı geliştirildi. Mesut Sabri Baykuzu; Uluğ Ana, Niyaz Kız, Terme Çatmalar, Türklük Oranı, İlk Öğretmen, Nutuk adlı eserlerinde ortak Türkçe üzerinde durdu. 1944’te siyasî şartların değişmesinden dolayı, Altay Neşriyatı başkent Urumçi'ye taşındı. Başyazarlığını, Doğu Türkistan’ın bağımsızlığı için çok büyük çabalar harcayan Mehmet Emin Buğra’nın yaptığı Erk gazetesi çıkarıldı. Erk gazetesinin ardından Polat Kadirî Turpanî’nin başında bulunduğu Sincan gazetesi yayın hayatına başladı. Turpanî, bu tür gazetecilik faaliyetlerinin yanında 1948’de Doğu Türkistan tarihini anlatan Ülke Tarihi’ni yayımladı. Bu eser, 1949’da İstanbul’da yeniden basıldı. Doğu Türkistan’dan gelip Türkiye’de öğretmenlik okuyan ve 1946’da memleketine dönen Kurban Koday, yalnız öğretmen değil, aynı zamanda yazar ve gazeteciydi. Kurban Koday, Urumçi’de Yalkın adında bir gazete çıkardı. Ardından da Yurt adında bir gazete çıkarmaya başladı. Çok zor şartlar altında çıkardığı bu gazetede, Doğu Türkistan ile Türkiye arasındaki bağları kuvvetlendirme, kültürel alanda birleşme fikrini işlerken, özellikle Türkiye’de kaldığı yıllarda tanıyıp benimsediği Atatürk’ün fikirlerine yer vermek için gayret ediyordu. Aynı dönemde, Urumçi sahnelerinde Mesut Sabri Baykuzu’nun yazdığı Niyaz Kız piyesiyle, Mehmet Emin Buğra’nın yazdığı Kutluk Türkan opereti oynandı. Yine o tarihlerde, Doğu Türkistan’ın tanınmış şairlerinden Abdurrahim Ötkür’ün Tarim Boyliri adlı şiir kitabı yayımlanmıştır. 1949’da başlatılan kültür ihtilâli, Uygur Türk Edebiyatı’nda büyük tahribata yol açmıştır. 1978’e kadar millî kültürü yok etme çabaları aralıksız devam etmiştir. Bu dönemde pek çok milliyetçi Uygur yazar ve şairin yazı yazması ve eser vermesi yasaklanmıştır. Tarım Boyları ve Ömür Menzilleri gibi önemli şiir kitapları bulunan Abdurrahim Ötkür, 1913’te Kumul’da Mançu istilâsında, yerli iş birlikçilerden Maksut Van’a karşı mücadele eden, Timur Halife’yi konu edinen, İz ve Oygangan Zemin (Uyanan Toprak) adlı romanı kaleme almış ve Kutadgu Bilig’i manzum olarak çağdaş Uygur Türkçesine aktarmıştır. Son dönemlerde, Seyfettin Azizî’nin Sultan Satuk Buğra Han, Teŋritag Bürkütü (Tanrıdağ Kartalı) ve Eslime (Hatıralar) adlı romanları ile Amannisahan adlı tiyatro eseri türlerinin başarılı örnekleridir. Ayrıca Zordur Sabir’in İzdiniş (Arayış), Turdi Samsak’ın Ahirettin Kelgenler (Ahiretten Dönenler) ve Ferhat Cilân’ın Mahmud Kâşgarî adlı romanları sayılabilir. Uygur Türk Edebiyatı’nda yazılan hikâye ve romanlarda tarihî konular ve sosyal hayatın içinden seçilen olaylar ön sırada yer almaktadır. Doç. Dr. İbrahim DİLEK
- Balkanlar ve Türk Edebiyatı
Balkanlar; Avrupa’nın güneydoğusunda Yugoslavya, Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ve Türkiye’nin bir bölümünü içine alan bir yarımadadır. Batısında Adriyatik denizi, güneyinde Akdeniz ve doğusunda Ege, Marmara ve Karadeniz yer alıyor. Kuzey sınır olarak Tuna ve Drava nehirleri kabul ediliyor. Türkler; MS.4. yüzyılda Batı Hun Türklerinin yerlerinden kopmaları ve Orta Avrupa’ya gelmeleri sonucunda yeni bir yurt kurarlar. Bu yerleşme aynı zamanda günümüz Avrupa dünyasının biçimlenmesine ve bu günkü coğrafi düzene girmesine etki eder. Hun Türkleri Ural ve Kafkasya bölgesinde Orta Avrupa, Adriyatik kıyıları ve Balkanlar’a uzanan geniş bir alanı kontrol ederler. Kuzeyden ve güneyden gelen Türkler 13.yüzyıl içinde Avrupa’da birleşir. Türk edebiyatının bu coğrafyada etkisi bu yıllara dayanır. Türk milletinin Balkanlarla, daha doğrusu Rumeli ile ilişkisi çok erken dönemlerde başlamıştır. Fakat Balkanlarla asıl uzun süreli ve kalıcı ilişkiler Osmanlılar zamanında başlamış ve günümüze kadar da devam etmiştir. Balkanlardaki Türk hakimiyeti ve ardından gelen uzun barış devresinde ortaya çıkan gelişmelerden bilim, kültür ve sanat da kendine düşen payı almış ve bölgede bu açıdan da büyük bir gelişme görülmüştür. Balkanlarda bugün mevcut pek çok merkezi yerleşim birimini şehir haline getirenler Türkler'dir. Bu medeniyetin Türk olmayan yöre halkına ne denli tesir ettiğinin en açık göstergesi ise dillerine girmiş Türkçe kelimelerdir. Bunların sayısı Sırpça ve Hırvatça'da 7000, Makedonca'da biraz daha fazla, Bulgarca'da 5000, Rumuca'da 3000 civarında, Macarca ve Romence'de çok sayıda, Arnavutça'da ise hepsinden fazla miktardadır. Şehirlerin Osmanlı medeniyeti doğrultusunda gelişme aşamasında bilim, kültür ve sanatın alt yapısı olan medrese, mektep, tekke ve zaviyeler tesis edilmiş, bunları takiben bilim, kültür ve sanatın ilk temsilcileri bu topraklarda boy vermeye başlamıştır. Meseleye edebiyat tarihi açısından bakılacak olursa ilk örneklere II. Bayezid döneminde (1481–1512) rastlanır. Kültür kaynaklarının Orta Asya’dan Anadolu’ya Anadolu’dan Balkanlara uzanan çağlar boyu devam eden süreçte Balkan Türk Edebiyatı’nı şekillendirici bir etkisi vardır. Türk Kültürü yüzyıllar boyuna Balkan kültürünü besleyen en önemli kaynaktır. Türk halk kültürü Balkanlar’da Türk kimliğinin oluşmasını sağlayan en önemli alt yapı kurumu olmuştur. Türklerin Balkanlara hakimiyeti Kosova savaşı (1389) sonrasında 14.yüzyılın ikinci yarısında başlamıştır. Balkanlar’da Türk Edebiyatı da bu tarihten sonra başlar. 15.yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal alanda da önemli olduğu bir dönemdir. Bu dönem edebiyatta da önemlidir. Böylece Balkanlar kendilerini Anadolu’da gelişip yeniden şekillenen Türk edebiyatının içinde bulmuştur. Balkanlar’a gelen aşıklar sazını ve bağlı bulundukları aşıklık geleneğini de taşıyarak buralara yaymışlardır. Âşıklık geleneği özellikle Müslümanlar arasında kabul görerek Balkanlarda Balkan kültürüyle yeniden yapılanmıştır. Çeşitli tarikatlara bağlı dervişler, şeyhler gelerek tekkeler kurmuşlardır. Şehirlerde medreseler kurulmuştur. Medreselerde, tekkelerde yetişenler; Balkan divan edebiyatının ve Balkan Türk tekke edebiyatının temellerini atmışlardır. Balkan Türk edebiyatı Balkanlardaki edebiyatlardan etkilenmiştir. Bu edebiyatlar temelde yabancı edebiyatlardır ve bu etkilenmenin açtığı yoldan Balkan Türk dili de, edebiyatı da çok farklı bir mecraya girmiştir. Osmanlı’nın Balkanlardan çekilmesinden sonra Anadolu Türk edebiyatıyla bağları zayıflayan Balkan Türk edebiyatı yüzünü yabancı edebiyatlara, Batıya çevirmiştir. Balkan Türk Şiiri çeşitli eğilimleri içinde barındırsa da başlangıçta olduğu gibi bu gün de belli ortak noktalara özelliklere sahiptir. Onlar geçmiş şiiri, şiir birikimine geleneğe en azından onu bilme, tanıma zorunluluğu temelinde olsa da sahip çıkmıştır. Edebiyatta temel türlerden biri olan şiir, Balkan Türk edebiyatının çok önemli bir yeri olan, gelenek oluşturan divan, tekke edebiyatları aslında şiir edebiyatlarıdır. Batıya yönelince hikâye ve roman ayrı bir önem kazanır, fakat şiir daima ön planda yer almıştır. Doç. Dr. İbrahim DİLEK
- Dini Tasavvufî Halk Edebiyatı Nazım Türleri
İlâhi Herhangi bir tarikatın izini taşımaksızın Allah’ı öven şiirlere denir. Daima özel bir ezgi ile söylenir. Divan şiirindeki tevhit ve münacaatın Halk edebiyatındaki karşılığıdır. En ünlü şairi Yunus Emre’dir. Değişik tarikatlara göre “deme, nefes, âyin” gibi adlar alır. Şekil olarak Koşma biçimindedir. Yani dörtlüklerden oluşur. Son dörtlükte şairin adı veya mahlası geçer. Genelde 7’li hece ölçüsü kullanılır. Bazı ilahilerde aruz vezni kullanılmıştır. Aruz vezninin kullanıldığı ilahiler gazel şeklindedir. İlahi Acep şu yerde var m’ola Şöyle garip bencileyin Bağrı başlı gözü yaşlı Şöyle garip bencileyin Kimseler garip olmasın Hasret odına yanmasın Hocam kimseler duymasın Şöyle garip bencileyin Nice bu dert ile yanam Ecel ere bir gün ölem Meğerki sinimde bulam Şöyle garip bencileyin Nefes Bektaşî şairlerinin yazdıkları tasavvufî şiirlerdir. Nefeslerde genellikle tasavvuftaki vahdet-i vücut (varlığı birliği) kavramı anlatılır. Bunun yanı sıra Hz. Muhammet ve Hz: Ali için övgüler de söylenir. Nefeslerde kalenderane ve alaycı bir üslûp göze çarpar. Edebiyatımızda Pir Sultan Abdal nefesleriyle ünlüdür. Güzel aşık cevrimizi Çekemezsin demedim mi Bu bir rıza lokmasıdır Yiyemezsin demedim mi Yemeyenler kalır naçar Gözlerinden kanlar saçar Bu bir demdir gelir geçer Duyamazsın demedim mi Bu dervişlik bir dilektir Bilene büyük devlettir Yensiz yakasız gömlektir Giyemezsin demedim mi Çıkalım meydan yerine Erelim Ali sırrına Can ü başı Hak yoluna Koyamazsın demedim mi Aşıklar kara baht(ı) olur Hakk’ın katında kutl’olur Muhabbet baldan tatl’olur Yiyemezsin demedim mi Pir Sultan Abdal Şahımız Hakk’a ulaşır rahımız On İk’imam katarımız Uyamazsın demedim mi Nutuk Nutuklar, tarikat büyüklerinin, tarikata yeni giren dervişlere, tarikat kurallarını öğretmek amacıyla söyledikleri şiirlerdir. Belli usullerde ezgili söylenir. Biçim olarak koşma ve semaî nazım biçimiyle yazılır. Evvel tevhid sürer mürşid dilinden Erişir canına fazlı Huda’nın Kurtulursun emarenin elinden Erişir canına fazlı Huda’nın İkincide verir lafzatu’llâhı Anda keşf ederler sıfatu’llâhı Hasenat yeter der eder günâhı Erişir canına fazlı Huda’nın Üçüncüde yâ Hû ismini oku Garib bülbül gibi durmayıp şakı Kendi vücudunda bulagör Hak’ı Erişir canına fazlı Huda’nın Dördüncü esmaya nail olasın Enal’-Hak sırrına vâkıf bulasın Dahi ölmezden sen evvel ölesin Erişir canına fazılı Huda’nın Gel imdi sen dahi şeyhin hâline Karışasm evliyanın yoluna Dalaşın sen âb-ı hayat gölüne Erişir canına fazlı Huda’nın Devriye Tasavvuf felsefesindeki inanca göre insanlar Tanrı katında yeryüzüne görüntülerle inerler. Önce taş toprak, sonra bitki, sonra hayvan, en son olarak da insan olarak görünür ve yine son durak olan Tanrıya dönerler. Konu olarak bu inancı işleyen şiirlere devriye denir. Devriyeler koşma nazım biçimiyle yazılır uzun olur. Ezgili söylenir. Öğretici şiirlerdir. Ak süt iken kızıl kana karışıp Emr-i Hak’la coşup cevlana geldim Mâ-i carî ile akıp yarışıp Katre-i na-çizden ummana geldim Dokuz ay on gün batn-ı maderde Kudretten gözüme çekildi perde Vaktim tamam olup ahiri yerde Çıkıp ten donundan cihana geldim Hakikat meyinden nûş edip kanıp Can gözlerim o gafletten uyanıp Kudretten her türlü renge boyanıp Bu âlem-i nakş u elvana geldim Bir zerreyim âfitâbımdan durum Aşk ile mesrurum kalbi pür-nûrum Ta ezelden zevk-ı seyre mecburum Seyr ü sülük edip seyrana geldim Hüsni Şathiye Şathiye (şathiyat-ı sofiyâne), tasavvufla ilgili kavramları Tanrı ile şakalaşır gibi işleyen şiir türüdür. Biçim olarak koşma ve semaî nazım biçimi ile yazılır. Dini ve tasavvufi halk şiirinde genel olarak mizahi manzumelere şathiye adı verilir. Tasavvufi konuları işleyenleri şathiyat-ı sûfiyâne adını alırlar. İnançlardan alaylı bir dille söz eder gibi yazılan şiirlerdir. Görünüşte saçma sanılan bu sözlerin, yorumlandığında tasavvufla ilgili türlü kavramlara değindiği anlaşılır. Bu tür şiirlere genellikle Bektaşi şairlerinde rastlanır. Medrese hocalarına göre bu şathiyeler küfür sayılır. Bu türün en tanınmış şairi Kaygusuz Abdal’dır. Yücelerden yüce gördüm, Erbabsın sen Yüce Tanrı Bu Allah’lığı sen nereden, Satın aldın, kaça Tanrı? Ali ile bir olmuşsun, Bir mektepte okumuşsun, Ali olmu hafız kelam, Sen okursun hece Tanrı Kıldan köprü yaratmışsın, Gelip geçsin kullar deyu Hele biz beri duralım, Yiğit isen geç a Tanrı… Unuttun diye namazı, Bizi ateşe atarsın Kul yanması abes değil, Gel bas kızgın saça Tanrı… Kaygusuzum der buradan, Cümle mahluku yaradan Kaldır perdeyi aradan, Gezelim bilece Tanrı… Kaygusuz Abdal #Nefes #Şathiye #Nutuk #İlahi #Devriye #TasavvufEdebiyatı
- Saf Şiirin Özellikleri
Saf şiir anlayışı, şiirde dili her şeyin üstünde tutan sembolist estetikten hareketle ortaya çıkmıştır. Batı edebiyatında Paul Valery (Pol Valeri), Stephane Mallerme (Stefan Malermö) gibi şairler tarafından geliştirilmiştir. Türk edebiyatında bu şiir anlayışının öncüleri Ahmet Haşim ve Yahya Kemal Beyatlı’dır. Cumhuriyet Dönemi’nde Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Muhip Dıranas, Asaf Halet Çelebi, Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Osman Saba gibi sanatçılar saf şiir anlayışına göre şiirler yazmışlardır. Saf şiir anlayışının başlıca özellikleri şunlardır. İdeolojilerin çok baskın olduğu bir dönemde şiiri fikirden kurtarıp gerçek ve saf hâli ne ulaştırmaya çalışmışlardır. Ölüm, aşk, yalnızlık, metafizik, tabiat sevgisi, yaşama arzusu gibi tüm insanlığı ilgilendiren temaları işlemişlerdir. Şiirde didaktikten uzak durmuşlar, musikiden yararlanarak estetik tavrı öne çıkarmışlardır. “Sanat, sanat içindir.” anlayışıyla şiir yazmışlardır. İmge ve çağrışıma dayalı bir dil kullanmış; şiire özgü düşsel bir âlem kurmuşlardır. Düzyazıya özgü ögelerden uzaklaşmışlar, biçim kaygısı ve mükemmeliyetçilik ilkesini ön plana çıkarmışlardır. Her türlü ideolojik eğilimin dışında kalıp okurda sadece estetik haz uyandıracak şiirler yazmayı amaçlamışlardır. Millî Edebiyat Dönemi’nde sadeleşen dil anlayışını benimseyerek Türkçeyi daha da zengin bir hâle getirmişlerdir. Sembolist şairlerin görüş ve şiirlerinden etkilenmişlerdir. Şiirde ahenge önem vermiş; söyleyiş tarzı, ritim, kafiye, aliterasyon gibi ses benzerliklerinden yararlanmışlardır. Şiirde anlama fazla önem vermeyen şairler, hece ölçüsünü modern şiir geleneğine yaklaştırmışlardır. Şiirselliği hece kalıplarında ya da ölçü ve uyağın gücünde aramamışlar, imgelere yönelmişlerdir. “Şiiri soylu bir sanat” kabul eden şairler; şiiri anlaşılmak için değil duyulmak, hissedilmek için yazmışlardır.
- Servet-i Fünun Şiirinin Genel Özellikleri
1896 yılında Recaizade Mahmut Ekrem’in teşvikiyle Tevfik Fikret’in Servet-i Fünun dergisinin başına geçmesi, önceleri bilim teknik alanında yazılar çıkan bu derginin bir edebiyat dergisine dönüşmesi Servetifünun Dönemi’ni başlatmıştır. Tanzimat edebiyatında gazetenin işlevi ne ise bu dönemde de dergi aynı görevi üstlenmiştir. 1901 yılına kadar aralıksız devam eden Servet-i Fünun dergisi, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” makalesi üzerine kapatılmıştır. Servetifünun şiirinin en belirgin özelliği dilidir. Bu dönemde ağır, sanatlı ve kapalı bir dil tercih edilmiş, estetik anlayışlarına uygun ve müzikalite yönünden ahenkli kelimeler, tamlamalar kullanılmıştır. Fransız şiirinin etkisiyle yeni imgelere yer verilmiş, bunun için o güne kadar kullanılmamış kelimeler, yeni üretilen tamlamalar tercih edilmiştir. Servetifünun şiirinin temelini hayal-hakikat çatışması oluşturur. Şairler, hayali gerçeğe tercih ederler; gerçeklerden kaçıp hayallere sığınırlar. Bu da sanatçıların gerçek hayatın dışına çıkmalarına, bir hayal dünyası içinde gerçeklerden kopmalarına yol açar. İçe kapanık, toplumdan soyutlanmış bir şiir atmosferi ortaya çıkar. Konular çoğu zaman, romantik bir atmosfer içinde ele alınmıştır; küçük şeyler ve eşya üzerine şiir yazma modası, onları büyük ve önemli konularda eser vermekten uzaklaştırmıştır. Genel olarak, platonik aşk, aile mutluluğu, doğa sevgisi, yaşanılan hayatın kirliliği, karamsarlık, hayal kırıklıkları, merhamet, hüzün, toplumdan ve gerçeklerden kaçış vb. temalar işlenmekle birlikte şiirin konusu genişletilmiş; en basit günlük olay, gözlem ve duygular bile şiir malzemesi olarak kullanılmıştır. Eski şiirde anlam bir dize veya beyit içinde tamamlanırdı. Servetifünun Dönemi’nde ise şiir cümlesi bir dizeden başlayıp daha sonraki dizelere, hatta şiirin bütününe yayılmış (anjambman), nazım; nesre ve konuşma diline yaklaştırılmış, bunun sonucunda şiirle düzyazı arasında bir tür olan mensur şiir doğmuştur. Şiirde ahenge çok önem verilmiş, ses ögesi öne çıkarılmış, yakın seslere sahip kelimeler kullanılarak aliterasyondan yararlanılmıştır. Böylece içerik ve biçimi ses uyumuyla kaynaştırmak amaçlanmıştır. Şiirde tasvirlere geniş yer verilmiş, gözleme dayalı gerçekçi ya da tabloya dayalı doğa manzarası biçiminde şiirler yazılmıştır. Tablo altına yazılan bu şiirlere pitoresk (resimsi) şiir denir. Divan şiirinde aruzun tek kalıbıyla yazılan müstezat nazım biçimi, serbest müstezata çevrilmiş; ölçü, ritim, ses, kafiye ve diğer ahenk ögeleri önemsenmiş, şiirin iç yapısını oluşturan unsurlar ihmal edilmemiştir. Divan şiiri nazım biçimleri yerine Batı edebiyatında yaygın olarak kullanılan sone, terzarima, triyole gibi biçimler kullanılmıştır. Bu dönem şairleri parnasizm ve sembolizm akımından etkilenmiştir. 1901’de Servetifünun topluluğu dağılınca edebiyat dünyasında bir boşluk oluştu. Bazı genç sanatçılar 1909’da Hilal gazetesi matbaasında bir araya gelerek “geleceğin şafağı” anlamına gelen Fecriati topluluğunu oluşturdu. Sanat görüşlerini bir beyanname ile ortaya koyan bu topluluk Servetifünun’a benzemekten kendini kurtaramamıştır. Aşk ve tabiat temalarını işleyen Fecriati sanatçılarının konuyu ele alış biçimleri; romantik ve gerçekten uzaktır. Şiirlerinde bireylerin psikolojik sorunlarına da yer verdiler. Sanat anlayışları, dil ve üslup yönünden Servetifünun edebiyatına benzeyen Fecriati şairleri, şiirlerinde ağır, süslü bir dil kullanmışlar; Arapça, Farsça kelime ve tamlamalara sıkça yer vermişlerdir.
- Hikemî Tarz
İslami düşünce sisteminde daha çok felsefe karşılığı kullanılmış olan "Hikmet", gizli düşünce, bilinmeyen neden; özellikle varlıkların ve olayların oluşunda Allah'ın insanlarca anlaşılamayan gizli amacı, bilgelik, sağduyu, atasözü, özdeyiş vb. anlamlara gelen Arapça bir kelimedir. Edebiyattaki anlamı açısından ise kısaca, yaşam tecrübesine dayalı dünya görüşü, insana doğruyu, güzeli göstermeye yönelik düşünce, görüş olarak tanımlanabilir. Burada dünya görüşüyle söylenmek istenen, toplumun ortak düşünce ve değerler sistemidir. " Hikemi Şiir" ya da Hakimane Şiir" ise düşünceye ağırlık veren, amacın okuyucuyu uyarmak, düşündürmek ve aydınlatmak olduğu, daha doğru bir ifadeyle insana doğruyu, güzeli göstermeye yönelik görüş bildiren didaktik içerikli şiire denir. Düşünce ağırlıklı ve okuyucuyu uyarma, yol gösterme amaçlı şiirin örneklerine ilk yazılı ürünlerimizden itibaren rastlanmakla birlikte bu şiir tarzının edebiyatımızda bir edebi akım olarak varlığı 7 yüzyılın ikinci yarısında görülür. Hikemi şiir akımının edebiyatımızdaki öncüsü ve en güçlü temsilcisi Nabi'dir. Bu nedenle “Hakimane Şiir" akımı "Nabi Ekolü" olarak da bilinir. Nabi'nin şiirle düşünceyi birleştirerek açtığı yolda kendisini izleyen ve 17. yüzyılın ikinci yarısı ile 18. yüzyılda yaşadıkları bilinen birçok şair yetişmiştir. Ziya Paşa ve Namık Kemal'in bazı eserlerindeki hikemi edaya bakarak, Nabi'nin etkisinin Tanzimat Dönemi'nde de sürdüğü söylenebilir. Ancak, Nabi'den sonra gelenler arasında "Hikemi Şiir" tarzının en başarılı temsilcisi Koca Ragıp Paşa'dır. 17. yüzyılda hikemi şiir tarzının bir akım olarak ortaya çıkışında gerileme dönemini yaşayan Osmanlı İmparatorluğu'nun siyasi, sosyal ve ekonomik yapısındaki durgunluğun hatta daha doğru bir ifadeyle yaşanan kargaşa ve karışıklığın etkisi olmuştur. Ayrıca bu dönemde alışılagelmiş lirik şiir tarzının dışında yeni bir şiir tarzı arayışı ile başta Nabi olmak üzere bu akımın temsilcisi olan şairlerin kişilik yapılarının da "Hakimane Şiir" anlayışının 17. yüzyılın ikinci yarısı ile 18. yüzyılda Divan şiiri üzerinde etkili olmasında payı bulunmaktadır. Hikemi şiir, yukarıda da değinildiği gibi insanı, olayları, dünyayı değerlendiren çeşitli konuları işler. Özelliğini daha çok yol gösterici, düzeltici, eğitici konulara yer vermesinden alır. Mesaj verme, telkinde bulunma amacı gözetildiği için şairlerce anlatımın kısa ve özlü olmasına özen gösterilir. Atasözlerine, deyimlere, halk söyleyişlerine hikemi şiir dilinde sık rastlanır.
- Nedim ve Mahallileşme Akımı
Nedim (1680?-1730) İstanbul’da doğan sanatçı, 18. yüzyılın en güçlü şairlerindendir. Asıl adı Ahmet’tir. İyi bir öğrenim gören şair, çeşitli devlet kademelerinde yer alıp müderrislik görevinde de bulundu. Nedim’in sanatçı olarak en verimli dönemi, 3. Ahmet’e ve devrin sadrazamı Damat İbrahim Paşa’ya yakın olduğu Lale Devri’dir. Daha çok gazel ve özellikle de şarkılarıyla tanınan sanatçı, genellikle aşk, eğlence ve sevgili gibi konuları işlemiştir. Onda sevgili kavramı ve mekânlar soyut değil somuttur. Maddi varlığı hissedilen bir güzeldir sevgili. Divan şiirindeki sevgili ile karşılaştırdığımızda bu durum büyük bir farklılıktır. Örneğin Fuzûlî’nin sevgili kavramı soyuttur ve ilahi bir anlam taşır. Bu da tasavvufun bir yansımasıdır. Oysa Nedim’in aşkı, sürekli ve ciddi olmaktan çok uzaktır. Çünkü o, aşkı, geçici bir eğlence olarak görmüştür. Üzüntü, acı ve kederi şiirine sokmamıştır. Büyük şair, divan şiirinin kurallarına herkes gibi uysa da, bazı yenilikler yapmaktan da çekinmemiştir. Örneğin bazı eserlerinde aruz ölçüsü yerine hece ölçüsünü kullanmıştır. İstanbul ağız özelliğini şiirde kullanmış ve kendinden sonrası için ufuk açmıştır. İstanbul aşığı olan şair, betimlemeleriyle dikkat çekmektedir. Onun şiirlerinde zevk, neşe ve coşkunluk vardır. Üzüntüye, kedere ve acıya yer yoktur. Nedim’in yeniliklerinden biri de yaşadığı devrin özelliklerini şiire yansıtmasıdır. Şiirlerinde devrin İstanbul’unu bütün güzellikleriyle, canlılığıyla ve olaylarıyla yansıtmayı başarmıştır. Mahallîleşme akımının önde gelen temsilcisidir. En tanınmış eseri Divan’ıdır. Mahallîleşme Akımı Mahallîleşme; yaşanılan coğrafyanın, sosyal hayatın, gerçek olayların şiire yansıtılması, dilde sadeleşme ve yerli nazım biçimlerinin kullanılması anlamına gelir. Halk edebiyatına ait söyleyişlerle divan edebiyatı söyleyiş biçimlerinin kaynaşmasından doğan bir akımdır. Bu akımda İstanbul; yaşayışı, zevk ve eğlencesiyle, dil ve anlatım özellikleriyle şiire dahil edilmiştir. Divan şiirinin soyut dünyası yerine, günlük yaşamı yansıtan somut konulara yer verilmiştir. 15. yüzyılda Necati’yle başlayan bu akım, Baki ve Şeyhlülislam Yahya ile devam etmiştir. İstanbul Türkçesi Nedim’in şiirleriyle olgunluğuna ermiş ve şiir dili olmuştur. Mahallîleşme Akımı Mahallîleşme; yaşanılan coğrafyanın, sosyal hayatın, gerçek olayların şiire yansıtılması, dilde sadeleşme ve yerli nazım biçimlerinin kullanılması anlamına gelir. Halk edebiyatına ait söyleyişlerle divan edebiyatı söyleyiş biçimlerinin kaynaşmasından doğan bir akımdır. Bu akımda İstanbul; yaşayışı, zevk ve eğlencesiyle, dil ve anlatım özellikleriyle şiire dahil edilmiştir. Divan şiirinin soyut dünyası yerine, günlük yaşamı yansıtan somut konulara yer verilmiştir. 15. yüzyılda Necati’yle başlayan bu akım, Baki ve Şeyhlülislam Yahya ile devam etmiştir. İstanbul Türkçesi Nedim’in şiirleriyle olgunluğuna ermiş ve şiir dili olmuştur.
- Mahallileşme Akımı ve Türki-i Basit Hareketi
Tükî-i basit, basit Türkçe demektir. Sadece Türkçe kelimelerden oluşmuş ya da ağırlıklı olarak Türkçe kelimelerden oluşmuş unsurlara denir. Türkçe kelimelerle şiir söyleme gayreti XVI. yüzyılda Tatavlalı Mahremi, Aydınlı Visâlî, Edirne'li Nazmî tarafından oluşturulmuş bir akım, bir ekoldür. Bu üç şairin özellikle Türkçe kelimeleri kullanarak yeni bir akımı ortaya attıkları görülmekteydi. Ancak yapılan son çalışmalar aslında Türkî-î basit diye bir akımın olmadığını bunun Mahallileşmenin bir başlangıcı olduğunu ortaya koymuştur. XVII. yüzyılda Şeyhülislâm Yahya'nın da bu akımı destekleyen şiirler yazdığı bilinmektedir. Şiirlerinde sade bir Türkçe kullandığını görürüz. XVIII. yüzyılda Mahallileşme artık bir akım özelliği kazanmış ve tamamen etkisini göstermeye başlamıştır. Bu dönemin en olgun temsilcisi ise Nedim'in olduğunu görmekteyiz. XIX. yüzyılda İvazpaşazâde Atayî, Sarıca Kemal ve "Safî" mahlasıyla şiirler söyleyen Cezerî Kazım Paşa gibi şairlerin şiirlerinde bir yerlileşme arzusu görülmüştür. Bu durum XIX. yy'da Necati Bey ile asıl en büyük temsilcisini bulmuştur. Necati Bey edebiyatımızda Mesel-gûl gûy adıyla anılan bir şairdir. Mesel-gûl gûy ifadesi misâl getiren, misâl söyleyen demektir. Necati Bey'in şiirlerine baktığımızda atasözleri ve deyimlerin çok sık kullanıldığını görürüz. Bu adla anılmasındaki diğer bir sebep ise onun bu özelliğidir. Şiirlerinde bu atasözleri ve deyimlerin yanı sıra günlük dilden gelen unsurları da edebi dil içerisine sokmuştur. Sonraki dönemlerde ise Bakî'nin bu tarz şiirleri olduğunu görmekteyiz. Bakî de İstanbul Türkçesini ve bunun unsurlarını şiirlerine yansıtmıştır. Bu yüzyılda mahallileşmenin diğer bir temsilcisi olarak anılmaktadır. Mahallileşmenin Özellikleri -Özellikle halkın konuşma dilinden bazı unsurlar şiire girmiştir. -Atasözleri ve deyimlerin kullanılmasına ağırlık verilmiştir. -Yerlileşme çabası hâkimdir. -Dil son derece sadedir; Arapça ve Farsça kelimelerin kullanımı çok azdır ve terkîblerin sayısı da oldukça azalmıştır.














