Arama Sonuçları
Boş arama ile 856 sonuç bulundu
- Postmodernizm Akımı
Postmodernizm 1960 sonrası Amerika'da ortaya çıkmış bir akımdır. Düşünce olarak mimaride, plastik sanatlarda ve yazın alanında etkili olmuştur. Yaşam biçimi olarak da benimsenen postmodernizm, modernizm sonrası, ona ek olarak ele alınır. Varlığını modernizme borçludur. Ancak modernizme karşı çıkış değildir. Modernizmin bir sonraki sürecidir. Zaten "post" sözcüğü de "ek, sonra" anlamına gelir. Bu nedenle modernizmle zıt düşmesi ya da modernizm yanlısı olması söz konusu değildir. Yine de modernizmden ayrı düşünülmesi yanlış olur. Yaşam biçimi olarak benimsenmesi tartışılacak birçok yanı beraberinde getirmiştir. Örneğin Türkiye ve Türkiye gibi modernizmi tam olarak yaşayamamış ülkelerde modernizm sonrasının yaşanılmaya çalışılması ya da yaşanılıyor sanılması büyük bir yanılgı olur. Erinç (1995, s. 139)'in deyişiyle "bir haftadan beri yıkanmamış vücuda old spice sürmek" gibi tanımlanır. Bu durum modern olamadan postmodern olma çabasıdır ki anlamlı değildir. "Bir postmodern sanaçıyı isyankâr gösteren, onun esaretidir. Yaşanılmakta olan dünyayı eleştirebilecek, modernizm karmaşasını ve zıtlıklarını yakalayabilmek edinimleri ve bunları yansıtışıdır." Postmodern Edebiyat: Postmodern yazın modern anlayıştan farklı olarak öz ve biçimde yeni bir yaklaşımı beraberinde getirmiştir. Buna göre tür ayrımı ortadan kalkmıştır. Modern yapıtta yorumlanabilirlik sınırlandırıldığı halde, postmodern yapıtta okuyucu, okuduğu sırada metni yeniden yazma durumuna geçer. Modernlikte yapıt anlamlılık taşımaktayken, postmodern yapıt söz söyleme sanatıyla (retorik) bezenmiştir. Dil oyunlarına geniş yer verme ve zaman-yer bütünlüğünden uzaklaşma görülür. Postmodern yazında konu bağlarında geriye dönüşler vardır. Daha önce yazılmış metinlerden yola çıkarak yeni metinler üretilir. Hem sorgulama, hem de yanıt arama bir arada görülür. Roland Gerard Borthes (1915-1980) ve James Joyce (1882-1941)'un yanı sıra Türk yazınından Orhan Pamuk, Bilge Karasu da postmodern olarak nitelendirilen yazarlardan sayılırlar. YENİ HAYAT'tan Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti. Daha ilk sayfalarındayken bile, kitabın gücünü öyle bir hissetim ki içimde, oturduğum masadan ve sandalyeden gövdemin kopup uzaklaştığını sandım. Ama gövdemin benden kopup uzaklaştığını sanmama rağmen, sanki bütün varlığım ve her şeyimle her zamankinden daha çok sandalyede ve masanın başındaydım ve kitap bütün etkisini yalnız ruhumda değil beni ben yapan her şeyde gösteriyordu. Öyle güçlü bir etkiydi ki bu, okuduğum kitabın sayfalarından yüzüme ışık fışkırıyor sandım: Aynı anda hem bütün aklımı körleştiren, hem de onu pırıl pırıl parlatan bir ışık. Bu ışıkla kendimi yeniden yapacağımı düşündüm, bu ışıkla yoldan çıkacağımı sezdim, bu ışıkta daha sonra tanıyacağım, yakınlaşacağım bir hayatın gölgelerini hissettim. Masada oturuyor, oturduğumu aklımın bir köşesiyle biliyor, sayfaları çeviriyor ve bütün hayatım değişirken ben yeni kelimeleri ve sayfaları okuyordum. Bir süre sonra, başıma gelecek şeylere karşı kendimi o kadar hazırlıksız ve çaresiz hissettim ki, kitaptan fışkıran güçten korunmak ister gibi bir an içgüdüyle yüzümü sayfalardan uzaklaştırdım. Çevremdeki dünyanın da baştan aşağıya değiştiğini o zaman korkuyla fark ettim ve şimdiye kadar hiç duymadığım bir yalnızlık duygusuna kapıldım. Sanki dilini, alışkanlıklarını, coğrafyasını bilmediğim bir ülkede yapayalnız kalmıştım. Bu yalnızlık duygusunun verdiği çaresizlik bir anda beni kitaba daha sıkı sıkıya bağladı. İçine düştüğüm yeni ülkede yapmam gereken şeyleri, inanmak istediklerimi, görebileceklerimi, hayatımın alacağı yolu bana bu kitap gösterecekti. Sayfaları tek tek çevirirken kitabı şimdi bana vahşi ve yabancı bir ülkede yol gösterecek bir rehber gibi de okuyordum. Yardım et bana, demek geliyordu içimden, yardım et ki kazaya belaya uğramadan yeni hayatı bulayım. Bu hayatın da, ama, rehberinin kelimeleriyle yapıldığını biliyordum. Kelimeleri tek tek okurken, bir yandan yolumu bulmaya çalışıyor, bir yandan da yolumu büsbütün kaybettirecek hayal harikalarını hayretle tek tek ben kuruyordum. Bütün bu süre boyunca kitap masamın üzerinde duruyor ve ışığını yüzüme saçarken, odamdaki öteki eşyalara benzer bildik tanıdık bir şey gibi gözüküyordu. Bunu, önümde açılan yeni bir hayatın, yeni bir dünyanın varlığını hayretle ve sevinçle karşılarken hissettim: Hayatımı böylesine değiştirecek olan kitap aslında sıradan bir eşya idi. Aklım pencerelerini kapılarını kelimelerin bana vaad ettiği yeni dünyanın harikalarına ve korkularına ağır ağır açarken, bir yandan da beni bu kitaba götüren rastlantıyı yeniden düşünüyordum, ama bu aklımın yüzeylerinde, derine gidemeyen bir hayaldi. Okudukça bu hayale dönmem bir çeşit korkudandı sanki: Kitabın bana açtığı yeni dünya o kadar yabancı, o kadar tuhaf ve şaşırtıcıydı ki, bu alemin içine bütünüyle gömülmemek için şimdiki zamanla ilgili bir şeyler hissetme telaşı duyuyordum. Başımı kitaptan kaldırıp odama, dolabıma, yatağıma bakarsam ve penceremden dışarıya bir göz atarsam, dünyayı bıraktığım gibi bulamayacağım korkusu içime yerleşiyordu çünkü. . . . . . Orhan Pamuk
- Divan Şairi Neşâtî
Edirneli olduğu biliniyor, ancak doğum tarihi belirsiz. "Süleyman" olması ihtimali bulunmakla birlikte asıl adının Ahmed olduğu sanılıyor. Yaşamıyla ilgili bilgiler sınırlı. Gelibolu Mevlevihanesi'nde Şeyhi Ağazâde Mehmet Efendi'nin dervişi oldu. Şeyhinin ölümünden sonra bir süre Konya'da bulundu. 1670'te Edirne Mevlevihanesi'nde Osman Dede'den boşalan şeyhliğe getirildi. Dört yıl kadar bu görevde kaldı. 1674'te yaşamını yitirdi. Edirne Mevlevihanesi'nin avlusuna gömüldü. 17'nci yüzyılın usta şairidir. Büyük ölçüde Nef'î ve Urfî'nin etkisinde kaldı. 20 sayfalık "Şerh-î Müşkilât-ı Urfî" adlı eseri hem Farsça'ya olan hakimiyetini hem de Urfî'şe hayranlığını gösterir. Sultan 4. Murat, Sultan İbrahim, 4. Mehmed gibi padişahlarla, Köprülü Mehmed Paşa, Köprülüzâde Fâzıl Ahmet Paşa gibi devlet büyüklerine kasideler yazdı. Çağının gazel ustalarından biri. Divan edebiyatının Sebk-i Hindî tarzının öncülerinden. Divanı 1933'te Nüzhet Ergun tarafından yayınlandı. Neşâtî yüzyılın gazel ustalarındandır. Kaside de yazmış olmakla birlikte, esas ününü gazelleriyle kazanmıştır. Kasidelerinde Nef’î’nin etkisi görülür. Neşâtî tasavvuf terbiyesi almış olmasına rağmen şiirlerinde mutasavvıf ruhu görülmez. Şiirleri içten ve duygulu olup daha çok âşıkane tarzda yazılmıştır. Neşâtî divanında yer alan şiirlerin çoğu başkalarınınkine nazire olmakla birlikte bunlar sıradan nazireler olmayıp Neşâtî'ye özgü şiirler görünümündedir. Neşâtî, Sebk-i Hindî'nin öteki temsilcileri olan Nâ'ilî ve Fehîm'le birlikte Kâmî ve Nâzım gibi kendisinden sonra gelen bazı şairleri etkilemiş ve bu şairlere üstatlık etmiştir. Eserleri: Dîvân, Hilye, Edirne Şehr-engîzi, Şerh-i Müşkilât-ı Urfî. GAZEL Gitdin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile Devr-i meclis bana girdâb-ı belâdır sensiz Mey-i zehrâb-ı sitem sâgâr-ı gerdânı bile Bağa sensiz bakamam çeşmîme âteş görünür Gül-i handânı değil serv-i hırâmânı bile Sineden derd ile bir âh edeyin kim dönsün Aksine çarh-ı felek mihr-i dırahşanı bile Hâr-i firkatinle Neşâtî-i hazînin vâ-hayf Dâmen-i ülfeti çâk oldu giribânı bile GAZEL Çeşmin mey-i işveyle mestâne değil mi yâ Kasd-ı niğeh-i inektin hep câne değil mi yâ Olsa ne aceb âlem evzâına dil-beste El-hak heme etvârın rindâne değil mi yâ Olsam n'ola aşkınla rüsvâ-yı heme-âlem Dil mest-i mahabbet cân dîvâne değil mi yâ Ursa ne aceb kendin şem'-i ruhuna bî-bâk Dil bezm-i mahabbetde pervane değil mi yâ Gamzenden emîn olmak mümkin mi Neşâtî-veş Hançer-be-kef-i fitne mestâne değil mi yâ GAZEL Bî-safâ-yı aşk olup bî-derd-i yâr olmak da güç Bir sitem-ger âfetin cevriyle zâr olmak da güç Evc-i istiğnâda pervâz etmedikçe mürg-i dil Pâybend-i aşk ile âşüf te-kâr olmak da güç Bir nigâh-ı gamzeye takat getürmezken gönül Günde bin tîr-i cefâya sîne-dâr olmak da güç Va'de-i ferdasına gâhî ederdim i'timâd Hayret-âlûd-i belâ-yi intizâr olmak da güç Gerçi yok takat Neşâtî seyr-i dîdâr etmeğe Gûşe-gîr-i hasret-i dîdâr-ı yâr olmak da güç
- Nedîm-i Kadim
Asıl adı Mehmed’dir. 18. Yüzyıl şairi Nedîm’den ayırmak için Nedîm-i Kadîm lakabıyla anılmıştır. İstanbul’da doğdu. Doğum tarihi bilinmemekle birlikte, 17. yüzyılın ilk çeyreğinde doğduğu tahmin edilmektedir. Ailesiyle ilgili bilinenler babasının bir berber olduğundan ibarettir. Nedîm-i Kadim, medrese tahsilini müteakip Şeyhülislâm Ebû Sa'îd Efendi'den icazet olarak müderrisliğe başladı. Müderrislik hayatı sık sık tayin ve azillerle geçti. Uşşakîzade ve Şeyhî (vr. 291b)’nin verdiği bilgilere göre; sırasıyla Cenâbî Efendi Medresesi (1064/1654), Sa'dî Efendi Medresesi (1068/1657), Süleyman Subaşı Medresesi (1070/1659), Nişancı Paşa-yı Atîk Medresesi (1071/1660), Sinan Paşa Medresesi (1073/1662), Rüstem Paşa Medresesi (1075/1664), Sahn-ı Semân Medresesi (1076 /1665), son olarak da Zâl Mehmed Paşa (1079/1668) müderrisliği görevlerinde bulundu. Nedîm-i Kadim, Safer 1081/Haziran 1670’te genç yaşında öldü. Ölüm tarihi, yanlışlıkla Âsım’da (vr. 45a) 1080, Mehmed Süreyyâ’da (1311: IV/549) ise 1108 olarak gösterilmiştir. Ölümüne, Rüşdî “Gitdi bir fâzıl didiler fevtinün târihini / Sahn-ı Cennetde Nedîmâ ol nedîm-i kudsiyân” (H. 1080) beytiyle tarih düşürdü (Şeyhî: vr.292a; Âsım: vr. 45a). Mezarı, bugün ortadan kaldırılmış olan Beyoğlu'ndaki Ayas Paşa Kabristanındadır (Mehmed Nâilî: II/1485). Nedîm-i Kadim az yazan şairlerden biridir. Tek eseri yaklaşık 500 beyitlik divançe niteliğindeki Dîvân’ıdır. Kaynaklarda, üç dilde yazdığı şiirleri olduğu belirtilmekle birlikte, onun Türkçenin dışında yazdıkları Farsça bir kıta ve birkaç matladan öteye gitmez. 1.Dîvân: Dîvân, 4 kaside, 3 kıta-i kebire, 34 gazel, 7 rubai, 1 kıta, 14 matla, 2 muamma, ve 3 mektuptan oluşmaktadır. Kasidelerin sonundaki 1 kıta, 2 matla ve 2 muamma Farsçadır. Eserin, çeşitli divan mecmuaları içinde bilinen yedi nüshası vardır. Bunlar içinde en eskisi, Nedîm-i Kadîm’in ölümünden on yıl sonra Fasih Dede tarafından istinsah edilen Topkapı Sarayı Müzesi ndeki (Emânet, 1639/2, vr. 44-57) nüshadır. Bunun dışında, Halil Nihad Boztepe'nin Nedîm Dîvânı Külliyâtı adlı eserinin sonunda eski harflerle yayımlanmıştır (1338-40:330-347). Bu baskının, bugün için elimizde olmayan bir yazmaya dayandığı anlaşılmaktadır. Dîvân’ın tenkitli metni yayımlanmıştır (Horata 1987). Nedîm-i Kadîm, kaynaklarda nüktedan, hoş sohbet, rahatına ve zevkine düşkün, rint meşrep, devlet erkânının nezdinde itibarlı bir şair olarak tanıtılır. Şeyhülislam Bahâyî, Fasîh Dede, Neşâtî, Nâ’ilî-i Kadîm, etkilendiği şairler arasındadır. Kemiksizzâde Safvet, onu meşhur Nedîm’le karşılaştırarak ikisini de birbirinden âlâ bulur. “Olmasun” redifli gazelinin Nedîm tarafından tanzir edilmesi, mahlastaşının da beğenisini kazandığını göstermektedir. Fakat iki şair arasındaki benzerlik mahlas ortaklığından öteye gitmez. Nedîm-i Kâdîm’de, yer yer Sebk-i Hindî etkisinde söylenmiş beyitlere rastlanmakla birlikte, sanatının asli özelliğini konuşma diline yaklaşan, sade ve külfetsiz bir söyleyiş oluşturur. “Beni öldürmege lâzım mı tâ böyle sebeb bilmem”, “Bizüm de kadrümüz olsaydı rûzgâr yanında” vb… Nedîm-i Kadîm, Bâkî ve Şeyhülislâm Yahyâ’dan Nedîm'e uzanan çizgide daha çok taklit seviyesinde kalmış, sade ve külfetsiz bir dille yazdığı gazelleriyle devrinde şöhrete kavuşmayı başarmış ve şöhreti sonraki asra da taşmış bir şairdir.
- Divan Şairi Sâmî
Asıl ismi Mustafâ’dır. Diğer isminin “Mehmed” olduğu sadece bir kaynakta belirtilmiştir (Beliğ 1999: 144). İstanbulludur. Doğum yılı bilinmemektedir. Baltacı Mehmed Paşa'nın ikinci kez sadarete getirildiği dönemde (1122-1123/1710-1711) yazdığı bir kasidesindeki ifadelerine bakılarak bu yıllarda gençlik döneminde olduğu belirtilebilir. Arpaemîni Osmân Efendi'nin oğludur. Babasının görevinden dolayı Arpaemînizâde sanıyla tanınmaktadır. Kaynaklarda ailesi ile ilgili olarak babasının ismi dışında bir bilgi bulunmamaktadır. Dîvânında yer alan tarih kıtalarından Afîfe ve Zelîhâ isimli iki kızı olduğu, Afîfe’nin (1116/1704-5), Zelîhâ’nınsa (1134/1721-2)’de vefat ettiği öğrenilmektedir (Kutlar 1996: 13-14, 16). Sâmî, gençliğinde kâtiplik tahsili görmüş, tahsilini tamamladıktan sonra "arpa kâtibi/arpa emîni" (Mehmed Cemâleddîn 2003 55, Safâyî Mustafa Efendi 2005: 301) olmuştur. "Hüsn-i hatt-ı sülüs ve nesh" derslerini "Karakız” namıyla tanınan "Hâcezâde Mehmed Efendi"den almıştır. Özellikle ta’lîk yazıda mahareti bulunan sanatçı, bir çeşit “şikest-ta’lîk” meydana getirmiştir (Bursalı Mehmed Tâhir 1333: 232; Müstakîmzâde 1928: 534). Kâtipliğe ne zaman başladığı bilinmeyen Sâmî'nin hayatı, Afyoncu'nun (2000: 235-239) eserinde verdiği bilgilere göre aziller ve tayinlerle geçmiştir. Zilkâde 1127/Aralık 1715’te arpa emânetine bağlı ıstabl-ı âmire-i evvel anbarı ikinci kâtibidir. Takiben rikâb-ı hümâyûnda başmuhasebeci vekilliğine atanmıştır (1127/1715). Aynı yıl küçük evkâf muhasebeciliğine getirilerek hâcegân zümresine katılmış ve kâtiplik mesleği ile ilgisi kesilmiştir. Daha sonra sırasıyla şehremîni (1128/1716), küçük ruznâmçeci (1130/1718), hâslar mukâta’acısı, şehremîni (1132/1720), cebeciler kâtibi (1134/1722), küçük ruznâmçeci (1136/1724), piyâde mukabelecisi (1138/1726), küçük ruznâmçeci (1140/1728), piyâde mukabelecisi (1142/1730), arpaemîni (1143/1730) olmuştur. I. Mahmud zamanında Çelebizâde İsmâ'il Âsım'ın halefi olarak vak’anüvîs tayin edilmiştir (1143/1730). Üçüncü defa piyâde mukabeleciliğine (1144/1732) getirildiğinde vak’anüvîslik görevini de sürdürmektedir Sâmî’nin son görevi 15 Şevval 1146/21 Mart 1734’te atandığı maliye tezkireciliğidir. Kimi şiirlerinde musıkî terimlerine yer vermesi, musıkî makamları hakkında bir de mesnevî yazması Sâmî'nin musıkî konusunda da bilgi sahibi olduğunu göstermektedir. Şiirlerinde sıkça kullandığı tasavvufî özellikler, hatta musıkî makamlarından söz ettiği mesnevîsinde tasavvufla musıkîyi birleştirerek anlatması ve "Mevlevî" redifli bir de gazel kaleme alması, Müstakîmzâde'nin (1928: 534) eserinde verdiği şairin, Mevlevîliğe müntesip olduğuna dair bilginin doğruluğunu güçlendirmektedir. Dîvân nüshalarından (Sâmî 399. vr. 84a)'da müstensihin, İshâk Efendi'den naklettiğine göre Sâmî "cezbe-i İlâhî ile mizâcsız” olduğunda İshâk Efendi'nin babası kölelerinden birini ziyaretine göndermiştir. Köle yanına girince de o, yanmaz kömür ile duvara bir beyit yazmıştır. Onay ise (1992: 116) eserinde Sâmî'nin, bir ara tımarhaneye girdiğini ve aklı başına geldiğinde nüshada duvara yazdığı belirtilen "Zencîr-i cünûn oldu benim tavkıma mu’tâd / Meczûb-ı İlâhî’nin olur sübhası fûlâd" beytini söylediğini belirtmiştir. Dîvân’ında Edirne’den sıkça söz eden Sâmî’nin, Edirne kışını anlattığı şitâiyyesi muhtemelen M.1712’lerde Şehid Ali Paşa’nın maiyetinde Edirne’de bulunduğunu düşündürmektedir (Kutlar 2004: 20). Dîvân nüshalarından birinin başındaki "Dîvân-ı Aksarâyî Sâmî Efendi" kaydına dayanılarak da onun İstanbul'un Aksaray semtinde oturduğu belirtilmiştir (İKTYDK 1965: 670). İbrahim Paşa'ya sunduğu bir kasidesinden babadan kalma evinin ve eşyalarının yandığı, maddî sıkıntı çektiği de anlaşılmaktadır (Kutlar 2004: 20-21). 15 Şevval 1146/21 Mart 1734’te getirildiği makama 2 Zilkâde 1146/6 Nisan 1734’te yeni bir tayin yapıldığını gösteren belge Sâmî’nin, (1146/1734) yılının Mart sonu veya Nisan başında İstanbul'da vefat ettiğini göstermektedir. Ölüm yılı olarak gösterilen farklı tarihler doğru değildir. Mezarı Ali Paşa-yı Cedîd Camii hazîresindedir (Kutlar 2004: 21-22). Eserleri şunlardır: 1. Dîvân-ı Sâmî: Yurt içi ve yurt dışı kütüphanelerde tespit edilen 33 yazma nüshası bulunan Sâmî Dîvânı, (1253/1837) tarihinde Mısır'da Bulak Matbaasında basılmıştır. Nüshaların tasnifi ve altı nüshanın karşılaştırmasıyla hazırlanan Dîvân metninde (Kutlar 2004) 2’si Farsça 35 kaside (6’sı tarih), 41 kıt'a-i kebire (hepsi tarih), 1 murabba, 6 şarkı, 2 müseddes (1’i tarih), 2 terkib-i bend, 6 mesnevî, 5’i Farsça 149 gazel, 1’i Farsça 16 rubaî (1’i tarih), 12 kıt'a (2’si tarih), 9 nazm, 6’sı Farsça 128 matla, 5’i Farsça 13 müfred (3’ü tarih) yer almaktadır. 2. Târîh-i Sâmî ve Şâkir ve Subhî: Sâmî’nin vakanüvis olduğu (1143/1730)’dan (1146/1733)'e kadar meydana gelen olayları anlattığı Osmanlı tarihidir. Çelebizâde İsmâ'il Âsım’ın eserine zeyl olarak yazılmıştır. Târîh-i Sâmî ve Şâkir ve Subhî ismiyle (1198/1784)'te İstanbul’da tarihçi Râşid ve Vâsıf Efendilerin yeniden açtıkları matbaada basılan ilk kitaptır. Subhî Tarîhi ismiyle de tanınan kitabın 1-71. yaprakları arasındaki kısmı Sâmî ve Şâkir’e aittir. Hanîfzâde, eserin isminin Târîh-i Vekâyî olduğunu ve (1143/ 1730-1147/1734) yılları arasındaki olayları kapsadığını belirtmekteyse de ele geçen yazmaların hiçbirinde olaylar (1146/1733-34)’ten ileriye gitmemektedir (Babinger 1992: 296). Eser üzerinde iki çalışma yapılmıştır (Aydıner 2007, Karadayı 2008). 3. Muhtelif nesirler: Bunlar bir takrîz, Örfî-i Şîrâzî’nin kıt'alarından birine yazılmış bir şerh, İzzet Paşa’ya sunulan bir arz-ı hâl ve Süleymân Çelebi’ye yazılmış iki mektûbdan ibarettir (Kutlar 2004: 23; Kutlar 2006: 355). Sâmî, XVIII. yüzyıl Türk edebiyatının önemli şairleri arasına ismini yazdırmayı başarmıştır. Gibb'e (1999: 309-310) göre o, İran edebiyatı etkisinde yazanların ve Nâbî'yi izleyenlerin en sanatkâr olanlarındandır. Şiirlerinde yerellik yok denecek kadar azdır. Dünyevî konulardan çok, felsefî ya da en azından düşündürücü konularda yazmıştır. Çağdaşı Nedîm'in bir akım haline getirmeye çalıştığı romantik ve neşe dolu şiirden sadece bir iki nazire yazacak kadar etkilenmiştir. Söylemeye değer bulduklarını bir ustanın hâkim olabileceği bir dille, etkileyici ve akıcı bir biçimde söylemiştir. Ancak onun dilini kavramak zahmetli, tarzı genellikle kapalı, anlaşılmaz ve düşünceleri derindir. Türk şairlerden Bâkî, Nâ’ilî-i Kadîm, Fehîm, Vecdî ve Nâbî’den; İranlı şairlerden Örfî-i Şîrâzî, Sâ’ib-i Tebrîzî, Şevket-i Buhârî ve Nâmî'den etkilenmiştir. Bağdatlı Rûhî’nin Terkîb-i Bend'ine yazdığı naziresi ise en tanınmış şiirlerindendir. Nâ’ilî-i Kadîm ile Şeyh Gâlib arasında köprü sayılan şair, özellikle Leskofçalı Gâlib, Yenişehirli Avnî ve Namık Kemâl'i etkilemiştir. Sâmî, eski diye nitelediği ve rağbet etmediği bir vadide (Sebk-i Irakî) bazı şiirler yazmıştır. Ancak dikkat çekici olan kimi beyitlerinde yeni bir tarza (Sebk-i Hindî) yöneldiğini belirtmesidir. Şiirde mazmun, nükte ve manayı ön plana almış, bunları şiirin özü olarak kabul etmiş, fakat lafzın önemini de tamamen dışlamamıştır. Şiirin, akıcı ve kısa olması gerektiğini düşünmektedir. Muhayyilesi geniştir. Benzerlik ilişkisi farazî ve uzak çağrışımlara dayalı, özellikle duyu organları ya da duyu organlarının işlevlerini kullanarak oluşturduğu benzetmeleri dikkat çekicidir. Kimi beyitlerinde nahiv bakımından bağımsız mısralar arasında sağlamaya çalıştığı "eşitlik özelliği" ve bu nitelikleri taşıyan beyitleri şiirinin öne çıkan özelliklerindendir. Üç kelimeden oluşan vasıf tamlamalarının yer aldığı, Farsça kurallara göre yapılmış zincirleme tamlamalardan meydana gelen bir şiir diline rağbet etmiştir. Deyim kullanmaya özen göstermiş, Farsça deyimleri Türkçe kelimelerle birleştirmiştir. Farsça unsurların diline bu denli hâkim olmasının bir tesadüf sonucu olmadığını, bilinçli bir tercihten kaynaklandığını, Anadolu’da Acem ibareleriyle böyle şiirler yazan başka şair bulunmadığını söyleyerek vurgulamıştır. Yazdıklarının hepsinin aynı güçte olduğunu söylemek mümkün değilse de Sâmî, renkli hayallerin yer aldığı şiirleriyle dikkati çekmiş, külfetli bir dilin güçlü şiirler kaleme almaya engel olmadığını kanıtlamış ve sanatının gücünü de bu nitelikleri taşıyan şiirlerinde göstermeyi başarmış bir şairdir (Kutlar 2004: 31-51).
- Şeyhî
Sultan I. Murad, Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad'ın padişahlıkları zamanında yaşamış olan Şeyhi, İran'da hekimlik, tasavvuf ve hikmet tahsili yapmıştır. Osmanlı sarayında itibar görmüş, sonra Kütahya'ya dönerek bir aktar dükkanı açmış, eczacılık ve hekimlik yapmıştır. Bilhassa göz hekimliği alanında büyük şöhret yapmış, Çelebi Sultan Mehmed'i iyileştirmiştir. Bu hadise üzerine padişah, şaire büyük ihsanlarda bulunmuş, hususi doktoru tayin etmiş, Tokuzlar adındaki bir köyü Şeyhi'ye tımar olarak vermiştir. Şeyhi, köye giderken, köyün eski sahipleri şairin yolunu keserler ve onu döverler. Şeyhi saraya geri döner ve halini anlatmak için "Harname" adlı mesneviyi yazar. Padişah da yol kesen köylüleri cezalandırır, şaire ihsanlarda bulunur. Harname, hiciv türünün başarılı örneklerinden biridir. Şeyhi, bu eserinde ince bir mizah ile insani zaafları hicvetmiştir. Eserin kahramanı bir eşektir. Hakettiğinden fazlasını ister. Çayırda gördüğü eşeklere özenir. Onlar gibi olmayı ister. Fakat bu hatasının sonunda kulaklarından ve kuyruğundan olur. İnsanların imkanlar bakımından eşit olmadıkları, kiminin doğuştan imtiyazlı olduğu, kiminin ise ne yapsa yoksulluktan kurtulamadığı ana fikrinden hareketle şair şu mesajı verir: Her şeyin mutlaka bir bedeli vardır. NUBİŞTEN FERHÂD SÛRET-İ ŞİRİN-RA BER-SENG Turup Ferhâd yirinden ferah-nâk Kuşandı mest-i şeydâ cüşt ü çâlâk Pes itdiler bir ulu taga irşâd Ki kûh-ı Bisütûn dinür ana ad Anunçün kim kamu seng idi hâre Katı buhl ehli gönli bigi kara Bu da’vâ-gâhdan âşüfte Ferhâd Yügürdi ol taga-dek şöyle kim bâd Çü taş işini itmiş idi pîşe Eline aldı evvel tîg ü tîşe Kaya şeklinde kıldı nakş ü tasir Ki nakkaş idemez kâğıda tahrir Temâsil itdi dürlü işret-engiz Hemân Gülgûn u Şîrîn Şâh u Şebdîz Yazar şîşeyle taşa şekl-i Şîrîn Niteki Erjeng nakşın Mânî-i Çîn Şu resme kim kimesne görse nâ-gâh Kalurdı ol nakşa hayrân eyleyûp âh Rivayetdür ki bir yiğit safâdan Olur ol sûrete âşık havâdan Nice yıl kaldı karşusına hayrân Ki bir kuyruk bulundu sonra dermân Eritdi yüreği yağın anası Ki kuyruk oldu ol derdün devâsı Ecep mi derde dermân olsa kuyruk Ki şimdi kuyruk ile oldı buyruk Bu kuyrukla cihân rûbâhı bâzî Nice bin gürg ü şîre virdi bâzî Sakın kuyruhdan erzân oldısa narh Ki tograr eridür bu tâbe-i çarh GAZEL Gönül almaga kıldun âl iy dost Ne gönül cânı dahı al iy dost Şol harâmî gözüne kan içmek Emdügün süd bigi helâl iy dost Ne saâdetlü ilduzun var kim Kutlu olur görene fâl iy dost Biz kula sabr u sen şeha insâf Bu iki oldu key muhâl iy dost Geçmezem kaametün hevâsından Ki budur hadd-i i’tidâl iy dost Boynuma sal saçun belâsını kim Olmasun boynuna vebâl iy dost Sâz ü söz ile ûd isem ne aceb Işk eli virdi gûş-mâl iy dost Gönül uçmak diler kapunda veli Can kuşıdur şikeste-bâl iy dost Zülfin uzatdı gam hikâyetini Kanı Şeyhî’de ol mecâl iy dost GAZEL Didüm visâline irmek didi hayâl-ı muhâl Didüm cemâlüni görmek didi mübârek fâl Didüm yüzümi yüzüne didi sürme yüzin Didüm tozunı gözüme didi ki sürmedür al Didüm ki kaametün âfet didi ne togru haber Didüm ki kaşlarun eğri didi ne egri hayâl Didüm yitürdi kemâlün didi eyâ noksân Didüm irürdi cemâlün didi güneşe zevâl Didüm ki Şeyhî’yi ışkun didi ki öldüriser Didüm harâmi gözüne didi kanı halâl
- Cümlenin Anlamı
Olumlu Cümle Olumsuz Cümle Soru Cümlesi Ünlem Cümlesi Şart Cümlesi Olumlu Cümle Fiil cümlelerinde eylemin gerçekleşebileceğini veya gerçekleştiğini, isim cümlelerinde bir durumun var olabileceğini veya olduğunu anlatan cümlelerdir. Aslında Türkçedeki bütün cümleler olumludur. Olumsuz cümleler olumlu cümledeki yükleme getirilen eklerle veya yüklemden sonra getirilen sözcüklerle yapılır. Örnekler: Önce arabanın ruhsatını verdi, sonra parayı aldı. (Olumlu fiil cümlesi) Bu güzel insanlar insanca davranmalıyız. (Olumlu fiil cümlesi) Ekipler içinde en iyi, biz çalışıyorduk. (Olumlu fiil cümlesi) Elindeki ekmekten azıcık da bana verdi. (Olumlu fiil cümlesi) Fakültenin en başarılı öğrencisi, bendim. (Olumlu isim Cümlesi) Bunca problemi göğüsleyen kurumun müdürüyüm. (Olumlu isim Cümlesi) Sana soracak pek çok sorum var. (Olumlu isim Cümlesi) Olumsuz Cümle Fiil cümlelerinde eylemin gerçekleşmediğini veya gerçekleşmeyeceğini, isim cümlelerinde bir durumun var olmadığını veya olmayacağını anlatan cümlelerdir. Olumlu bir fiil cümlesini olumsuz yapmak için, fiil olan yükleme "-me,-ma" olumsuzluk eki getirilir. Olumlu bir isim cümlesini olumsuz yapmak için ise isim olan yüklemden sonra "değil" sözcüğü ile "-sız,-siz" eki getirilir. Örnekler: Beni arayıp sorar. (Olumlu fiil cümlesi) Beni arayıp sormaz. (Olumsuz fiil cümlesi) Kapını çalan bendim. (Olumlu fiil cümlesi) Kapını çalan ben değildim. (Olumsuz isim cümlesi) Akşama kadar beni beklemiş. (Olumlu fiil cümlesi) Akşama kadar beni beklememiş. (Olumsuz fiil cümlesi) Buradaki insanlar çok düşünceli. (Olumlu isim cümlesi) Buradaki insanlar çok düşüncesiz. (Olumsuz isim cümlesi) NOT1: Bir cümlenin yükleminde olumsuzluk bildiren ek ya da sözcük yoksa cümle biçimce olumludur. Bir cümlenin yükleminde olumsuzluk bildiren ek ya da sözcük varsa cümle biçimce olumsuzdur. Yarın size geliyoruz. (Biçimce ve anlamca olumlu) Yarın size gelmiyoruz. (Biçimce ve anlamca olumsuz) NOT2: Biçimce olumlu her cümle anlamca olumlu olmayabilir. Ne sordun ne haber gönderdin. (Biçimce olumlu, anlamca olumsuz) NOT3: Bir cümlede olumsuzluk bildiren ek ya da sözcük tekse o cümle anlamca da biçimce de olumsuzdur. Bir cümlede olumsuzluk bildiren ek ya da sözcük çiftse o cümle biçimce olumlu anlamca olumsuzdur. Hala yanıma gelmiş değil. (Biçimce ve anlamca olumsuz) Ben seni sevmiyorum değilim. (Biçimce olumsuz anlamca olumlu) Soru Cümlesi İçinde soru anlamı bulunan; bir konuda bilgi edinmek, şüpheleri gidermek ve düşünceleri onaylatmak için kurulan cümlelere soru cümlesi denir. Cümlenin öğelerini bulmaya yönelik tüm soru kelimeleriyle soru cümleleri yapılabilir. Elimdekinin ne olduğunu kim söyleyecek? (Özne) Babası çocuğa ne getirmiş? nesne Ankara'ya ne zaman yerleştiniz? (Zarf tümleci) Daha sonra nereye gidecekler? (Dolaylı tümleç) Cümlelerde soru anlamı soru sıfatları, soru zarfları, soru zamirleri, soru edatları, soru eki ve tonlama yoluyla sağlanır. "mi" soru ekiyle: Soru eki sadece yüklemin değil, diğer öğelerin ve unsurların da sorusunu hazırlar. Son sözünüz bu mu anneciğim? Hiç mi anlatacak bir şeyin yok? Tarlamı bana zorla mı sattıracaksınız? Sular mı yandı, neden tunca benziyor mermer? Soru eki değişik anlamlar katabilir: Beni biraz dinler misiniz? (istek, rica) Sessiz olabilir miyiz? (uyarı) Bu su da içilir mi? (beğenmeme) Bütün bunları ben mi söylemişim? İnkâr, kabullenmeme Soru sıfatlarıyla: Nasıl kitaplardan hoşlanırsın? Kaç gün sonra geleceksin? Kaçıncı sınıfta okuyor? Ne gün geleceksin? Soru zarflarıyla: Neden coşkun suların sesi gittikçe dindi? Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya? Soru zamirleriyle: Bunları sana kim anlattı? Hangisi sizinle geldi? Soruların kaçı cevaplandı? Buraya nereden geldiniz? Ünlem Cümlesi Sevgi, korku, şaşma, hayret, seslenme, coşkunluk, heyecan ve sitem ifade eden cümlelere ünlem cümlesi denir. Ünlem cümleleri, ünlemlerle, bazı sıfatlarla, emir kipiyle, "ki" bağlacıyla, haykırmalarla ve ses tonuyla kurulur. Ee, yeter artık! Ah, ne yaptım! Hah, şimdi oldu! Eyvah! Geç kaldım! İmdat! Boğuluyorum! Ne kadar güzel! Çabuk eve git! Çık dışarı! Ünlem ifade eden sözler her zaman cümle hâlinde değildir: Eyvah! İmdat! Şart Cümlesi İçinde şart ve koşul anlamı bulunan cümlelere şart cümlesi denir. Şart cümlelerinin yüklemleri şart kipie göre çekimlenmiştir ve yardımcı cümle oluşturmuştur. Yani bir cümleyi şart çekimiyle bir yardımcı cümle yapabiliriz. Eve geldiyse bizi beklesin. Ankara'ya gidersen Kızılay'dan bana kaset al. Beni arayan Dursun ise gelmediğimi söyleyin. "ise", bazen istek anlamı katar; bu durumda yardımcı cümle ve şart cümlesi olmaz: Kar yağsa da kartopu oynasak. Önümüzdeki iki ayı bir geçirebilsek.
- Tanzimat Dönemi Türk Şiiri
Tanzimat Dönemi’nde şiir konularında değişiklik olmuş ancak teknik bakımdan divan şiirinden çok ayrılamamıştır. Divan şiirindeki parça bütünlüğü yerine konu bütünlüğü esas alınmıştır. Aruz ölçüsü kullanılmıştır. Hem biçim hem konu bakımından eski şiirden uzaklaşmaya çalışmışlar ancak bunda başarı sağlayamamışlardır. Yeni nazım biçimlerinin yanında divan şiiri nazım biçimleri (gazel, terkibibent, kıta) de kullanılmıştır. Şairler; dili yalınlaştırmaya çalışmış, konuşma dili ve anlatımına yönelmişlerdir. Dilde sadeleşme fikri savunulmuş ancak başarılı olunamamıştır. Tanzimat şiirinde söyleyişten çok fikirler ve yeni konular önem kazanmıştır. Tanzimat şiiri iki dönemde incelenir. Aruz ölçüsü kullanılmış, hece ölçüsü ise deneme aşamasında kalmıştır. Tanzimat şiirinin I. döneminde “gazel, kaside, terkibibent” gibi nazım biçimleri, II. dönemde Fransız şiirinin etkisiyle yeni biçimler kullanılmıştır. Tanzimat şiirinin I. döneminde siyasal ve toplumsal sorunlar, II. dönemde bireysel ve duygusal konular işlenmiştir. Tanzimat şiirinin I. döneminde dil biraz sade, II. dönemdeki dil daha ağırdır. Tanzimat şiirinin I. dönem şiiri dışa (toplumsal konular), II. dönem şiiri içe dönüktür (bireysel konular). Tanzimat I. dönem şairleri kanun, düzen, adalet, özgürlük, esaret, millet, vatan, bayrak gibi temaları; II. dönem şairleri ise şiirin konusunu genişleterek bireysel konuları işlemişlerdir. Tanzimat I. dönem şairleri divan şiirini eleştirerek yıkmaya çalışmışlar, II. dönem şairleri ise divan şairleri gibi şiir estetiğine önem vermişlerdir. Tanzimat I. dönem şairleri olarak Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa’yı; II. dönem şairleri olarak da Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhak Hamit gibi sanatçıları sayabiliriz.
- İkinci Yeni Sonrası Toplumcu Şiir
Tarihsel gelişim açısından Türk edebiyatı 1960’tan sonra yeni bir döneme girer. 1960–1980 yıllarıyla sınırlanan bu dönemin özelliği çok seslilik ve çok boyutluluktur. 1960 yılından sonra İkinci Yeni şiiri kendi içinde biçimsel aşırılıklardan arınarak yeni imgelere, dize işçiliğine dayanan şiirci bir yapı kurmayı amaçlayan arayışlarla gelişimini sürdürdü. Bu yıllarda yeniden gündeme gelen toplumcu şiir geçilen bütün deneyleri özümseyerek yeni bir gelişim sürecine girdi. 1960 sonrasında yetişen ve İkinci Yeni Şiir Akımı etiketinde şiirler yazan gençlerin toplumcu şiire yönelişi de bu yıllardadır. İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu’nun şiirleri bu yoldaki önemli örneklerdendir. 1960 kuşağı şairlerinden İsmet Özel, İkinci Yeni deneylerinden yararlanarak, taze buluşları yoğun söyleyişleri ve mistik bir hava yaratma ustalığıyla dikkat çekti. İkinci Yeni şiirini en iyi özümlemiş, kendi sesini en çabuk bulan şairlerden biriydi. Yabancılık ve başkaldırı İsmet Özel şiirinin iki izleğini oluşturur. İsmet Özel, İkinci Yeni şiir’den toplumcu şiire ve İslami dünya görüşüne bağlanırken kendisi olabilen usta işi bir şiir geliştirmiştir. Ataol Behramoğlu da yayımladığı kitaplarıyla kuşağının önde gelen şairlerinden oldu. Yazdıklarında yaşamın her anı, her görüntüsü şiire bütünüyle girdi. Dünyayı algılamayı şiirinin ekseni yapan Süreyya Berfe doğal, yalın şiirin hep kendi kalmasını bilmiş şairlerindendir. Onun şiiri şiir olamayacağını sandığımız yalın malzemeden oluşur. Dünya ile şiir arasında bıçak sırtı bir dengenin kurulduğu bir şiir dünyası vardır. Süreyya Berfe’nin şiirleri güçlü bir ironi taşır. Bu dönem toplumcu şiirin sesinde, ritminde, ahenginde İkinci Yeni olarak bilinen şiirden farklılaşma gözlemlenir. Şiir dili ve söyleyişinde aşırılıklardan kaçınılarak uzak çağrışımlara yer verildi. Açık bir anlatıma yönelindi. Geleneksel söyleyişten yararlanmaya çalışıldı. Toplumcu şairler kendilerini toplumun sesi, sözcüsü olarak gördüler. Şiir dünyasında toplumcu şiir yeniden değer kazandı. Toplumcu Şiirde Öne Çıkan Temalar İkinci Yeni şiirinin fazlaca işlediği bunalım, yalnızlık ve sıkıntının yerini ümit, geleceğe inanç ve hayatın zorluklarına direnme isteği gibi temalar aldı… 1970–1980 yılları arasında şiirde slogan öne çıktı. 1950’den 1980’e uzanan dönemde Metin Eloğlu, Özdemir Asaf, Can Yücel, Gülten Akın, Hasan Hüseyin, Ahmet Oktay, Hilmi Yavuz, İlhan Demiraslan, Refik Durbaş, Cahit Zarifoğlu, Metin Altıok, İsmet Özel, Süreyya Berfe, Ataol Behramoğlu gibi şairleri sayabiliriz.
- 1950 Sonrası Türk Tiyatrosu
1950 sonrasında Türk edebiyatında tiyatro yazarlarının sayısında da büyük bir artış, konularda çeşitlilik göze çarpar. Yazarlar daha çok toplumsal sorunları ele alırlar. Kimi yazarlar bireyden kimileri de olay ya da durumlardan hareketle sorunlara yönelerek bu sorunların nedenlerini nesnel bir şekilde irdelerler. 1950’lerde çok partili hayata geçilmesiyle birlikte devlet yönetimine ilişkin siyasal sorunlar da işlenmeye başlanır. Bu yıllarda Haldun Taner ve başka yazarların yeni biçim denemeleri yaptığı görülür. 1960’lar Türk tiyatrosunun en parlak ve hareketli dönemlerinden biridir. Tiyatro eskiye göre daha özgür ortamda gelişmeye başlar. Özel tiyatroların artması ve politik hayattaki canlılığın tiyatroya yansımasıyla dinamik bir tiyatro yaşamı ortaya çıkar ve seyirci sayısı artar. Akademik düzeyde tiyatro eğitimi yapılması, tiyatro sanatı konusunda bilimsel araştırmaların çoğalması ve tiyatro eleştirilerinin gelişmesi de bu dönemde Türk tiyatrosunun gelişmesine katkıda bulunur. Bunun yanında yeni yazarlar yetişir, oyunların konuları çeşitlenir ve yeni türler denenir. Siyasal, ekonomik, kültürel açılardan önemli bir bilinçlenmenin yaşandığı bu dönemde, işçi ve köylü kesiminin sorunları ele alınır. Şiir diliyle yazılmış, konularını Osmanlı tarihinden, halk kahramanlarının yaşamlarından ve mitolojiden alan oyunlar yazılır. Güngör Dilmen, Orhan Asena, Turan Oflazoğlu, Necati Cumalı bu tür eserler yazarlar. 1960’ların sonlarına doğru siyasi içerikli belgesel oyunlar da yazılmaya başlanır. Geleneksel tiyatromuzun özelliklerinden yararlanarak ulusal Türk tiyatrosunu yaratma yolunda ciddi girişimler görülür; Sermet Çağan’ın “Ayak Bacak Fabrikası”, Haldun Taner’in “Keşanlı Ali Destanı” epik oyunları gibi değerli eserler yazılır. 1950 Sonrası Türk Tiyatrosu 1950 sonrasında Türk edebiyatında tiyatro yazarlarının sayısında da büyük bir artış, konularda çeşitlilik göze çarpar. Yazarlar daha çok toplumsal sorunları ele alırlar. Kimi yazarlar bireyden kimileri de olay ya da durumlardan hareketle sorunlara yönelerek bu sorunların nedenlerini nesnel bir şekilde irdelerler. 1950’lerde çok partili hayata geçilmesiyle birlikte devlet yönetimine ilişkin siyasal sorunlar da işlenmeye başlanır. Bu yıllarda Haldun Taner ve başka yazarların yeni biçim denemeleri yaptığı görülür. 1960’lar Türk tiyatrosunun en parlak ve hareketli dönemlerinden biridir. Tiyatro eskiye göre daha özgür ortamda gelişmeye başlar. Özel tiyatroların artması ve politik hayattaki canlılığın tiyatroya yansımasıyla dinamik bir tiyatro yaşamı ortaya çıkar ve seyirci sayısı artar. Akademik düzeyde tiyatro eğitimi yapılması, tiyatro sanatı konusunda bilimsel araştırmaların çoğalması ve tiyatro eleştirilerinin gelişmesi de bu dönemde Türk tiyatrosunun gelişmesine katkıda bulunur. Bunun yanında yeni yazarlar yetişir, oyunların konuları çeşitlenir ve yeni türler denenir. Siyasal, ekonomik, kültürel açılardan önemli bir bilinçlenmenin yaşandığı bu dönemde, işçi ve köylü kesiminin sorunları ele alınır. Şiir diliyle yazılmış, konularını Osmanlı tarihinden, halk kahramanlarının yaşamlarından ve mitolojiden alan oyunlar yazılır. Güngör Dilmen, Orhan Asena, Turan Oflazoğlu, Necati Cumalı bu tür eserler yazarlar. 1960’ların sonlarına doğru siyasi içerikli belgesel oyunlar da yazılmaya başlanır. Geleneksel tiyatromuzun özelliklerinden yararlanarak ulusal Türk tiyatrosunu yaratma yolunda ciddi girişimler görülür; Sermet Çağan’ın “Ayak Bacak Fabrikası”, Haldun Taner’in “Keşanlı Ali Destanı” epik oyunları gibi değerli eserler yazılır. Bu dönemin önemli tiyatro yazarlarından bazıları şunlardır: Refik Erduran, Recep Bilginer, Güngör Dilmen, Başar Sabuncu, Dinçer Sümer, Bilgesu Erenus, Tuncer Cücenoğlu, Murathan Mungan, Ülkü Ayvaz, Ferhan Şensoy, Mehmet Baydur.
- Ünsüz Türemesi
Bazen sözcüklerde ünsüz de türeyebilir. Arapçadan dilimize geçen his, af, zan gibi sözcükler ek ya da yardımcı fiil aldıklarında, sonlarındaki sessizler çiftleşir. his - etmek - hissetmek af - etmek - affetmek zan - etmek - zannetmek örneklerinde bu görülüyor. Burada aslında bir ses türemesinden çok sözcüğün Arapçadaki aslında bulunan şeklinin ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Ancak sözcükler Türkçe kurallara göre incelendiğinden, bu, türeme olarak alınagelmiştir.
- Erzurumlu Kadı Dârir
Doğuştan kör olmasına rağmen hafızası çok kuvvetli olan ve bu sayede İslam ilimlerini ve Arapçayı çok iyi öğrenen Darir , aynı zamanda iyi bir şairdir . Darir , gözleri görmeyen ama demektir. Şair, 1377 yılında Mısır'a gitmiş, Mısır sultanlığına bağlılığını bildirip, intisap etmek istemiştir. İlminin genişliği , sohbetinin güzelliği sayesinde sultanını meclisine kabul edilen şair, kendisi hakkında şunları söylüyor ." Gerçi gözsün kişinin gözü yoktur ,ancak hafızası kuvvetli olur ; sözü gönlünde toplamaya , hatırda tutmaya kuvvetinin tesiri olur." Darir , Mısır'da hükümdarın yanında beş yıl kalmış ,sultanın toplantılarına, şiir meclislerine katılmıştır . Hükümdar bir gün Darir'e demişti : Gel ey gözsüz bana bir sire söyle Kim anda suret ü hem siret olsun Hem anda ilm anılsın adl anılsın Içinde ma'ni vü ma'rifet olsun Bize eğlence olsun dinlemekde Yüregümüze dahı kuvvet olsun Darir , hükümdarın bu isteği üzerine Kitabu Siretü'r-Resulullah adlı Arapça bir kitabı Türkçeye çevirmiş ve Türk diline kıymetli bir eser kazandırmıştır. sire: peygamberin hayatından kısa bir anekdot suret : görünüş, kılık siret: bir kimsenin içi, hali, tavrı, ahlakı. Hal tercümesi adl: adalet ma'ni: mana ma'rifet: herkesin yapamadığı ustalık dahı:dahi
- Necati Bey
Bazı kaynarlarda "Nuh" olarak gösterilse de asıl adı "İsa". Edirneli. Doğum tarihi bilinmiyor. Kendisini yaşlı bir kadın büyüttü. Yüksek öğrenim görmedi. Kastamonu’da şöhrete ulaştı. Fatih Sultan Mehmet’in ihsanına nail oldu. Şehzade Abdullah’ın divan katipliğini yaptı. II. Beyazıd döneminde 1504 yılına kadar sarayda çalıştı. Bu yılda Şehzade Mahmut'un nişancası olarak Saruhan sancağına gitti. 1507'de şehzade ölünce tekrar İstanbul'a saraya döndü. Ölümü 1509 olarak tahmin ediliyor. Dil ve teknikte usta bir şairdir. Aşkla ilgili gazelleri önemlidir. Divan şiirinde Türkçe mazmunlar ve atasözleri kullanmasıyla dikkat çeker. Günümüze ulaşan bir divanı var. Kendinsen sonra gelen şairleri önemli ölçüde etkiledi. Divan şiirinin Necatî ile birlikte yülselme devrine girdiği söylenir. Şair Necati Bey, Fatih Sultan Mehmed'in dikkatini çekmek istemektedir. Padişahın sohbet arkadaşı ve sadrazam Mahmut Paşa'nın akrabası olan Yorgi Amiruki'nin külahına, padişahla satranç oynamaya giderken bir gazeleni sıkıştırır. Külahtaki kağıt padişahın dikkatini çeker. Okur ve çok beğenir. 17 akçe ve Divan Katipliği ile Necati Beyi mükafatlandırır. Daha sonraları Necati Bey'in Fatih'e üç kaside daha yazdığı bilinir. Eser itmez nidelüm ah-ı sehergah sana Meğer insaf vire dostum Allah sana Hoş olur sohbet-i mey gecede mehtap olıcak Nur saç meclise gel kim demişüz mah sana Nidelüm devr sunarsa sana şerbet bana zehr Bu cihan böyle olur gah sana gah sana Levh-i çehremde okumağa hikayat-ı gamı Geceler subha değin şem' tutar ah sana Göz yaşı encümeni rehber idünmezse eğer Şeb-i gamda iremez aşık-ı gümrah sana Gece gelmeyeceğin sohbete ey dil biliriz Hele var gör ki ne yüzden toğar ol mah sana ............ Ey Necati taş iken lal ide hurşid gibi Bir nazar eyler ise himmet ile şah sana. GAZEL Çıkalı göklere âhum şereri döne döne Yandı kındîl-i sipihrün ciğeri döne döne Ayağı yir mi basar zülfüne ber-dâr olanun Zevk u şevk ile virür cân ü seri döne döne Şâm-ı zülfünle gönül Mısrı harâb oldu diyu Sana iletdi kebûter haberi döne döne Sen durub raks idesin karşuna ben boynum eğem İne zülfün koça sen sîm-beri döne döne Kâ’be olmasa kapun ay ile gün leyl ü nehâr Eylemezlerdi tavâf ol güzeri döne döne Sen olasın diyu yir yir asılub âyineler Gelene gidene eyler nazarı döne döne Ey Necâtî yaraşur mutribi şeh meclisinün Rak urub okuya bu şi’r-i teri döne döne GAZEL Beni cevrile öldürse dimen ol yâra kanludur Halâl olsun ana kanum yiğitdür delikanludur İşitdüm kim rakîb ölmüş habîbün ömri çok olsun Kapudan bir seg eksilmiş anı sanman ziyânludur O mâhı nâ-gehân görsem bana söylemeyüb geçse Kalur barmağum ağzumda gören dimez ki canludur Dimişdi öldürem seni ferâh ol tîg-i hışmumla Dirîgaa ahdine durmaz sanasun Karamanlu’dur Necâtî ey perî-çihre igen üftâde olmışdur Yüzinün rengi zerd olmış gözinün yaşı kanlıdur GAZEL Tutalum zenbil ile gökden iner meh-pâreler A begüm yerden mi çıkdı âşık-ı bî-çâreler İhtiyat itmez misin andan ki ashâb-ı niyâz Baş açub zârî kılub yerden göge yalvaralar Câm-ı lâ’lünle şarâb-ı nâb hem-reng olmasa Güvleyüb düşmezdi sâgar üstine âvâreler Âfitâbum yüzün ağ alnun açıkdur gerçi kim Sâye-vâr arduncadur bir nice yüzi karalar Ey Necâtî çıkma yoldan aldanub güzellere Şem’ gibi sanma kim dâim önünce varalar











