top of page

İran Mitolojisi ve Ana Temaları

İran Mitolojisi

İran mitolojisi ve İran efsaneleriyle ilgili en eski bilgiler MÖ. XV. yüzyıla aittir. Arkeolojik verilerin yanı sıra İran ulusal tarihi ve tarihsel kişilikleri konusunda en eski işaretler Hintliler ve İranlıların Rig Veda ve Avesta kutsal metinlerinde yer almaktadır. Değişik tarihlerde kaleme alınmış Avesta’nın en eski bölümü Gatalar, Peygamber Zerdüşt’ün ilahileridir. Araştırmacıların çoğu söz konusu ilahilerin M.Ö. VI. yüzyılda yazılmış olduğu kanısını taşırlar. Ancak birtakım araştırmacılar bu bölümlerin yazılış tarihi olarak çok daha eskilere gitmekte, Zerdüşt’ün yaşadığı dönemlerin M.Ö. 1100-1500-1700’lü yıllar olduğunu söylemektedirler.

İran kahramanlık hikâyeleriyle efsanelerinin tarihi, Aryaların İran topraklarına geldikleri günlerden başlar. İran kavmi, İndo-Europeenne/Hint-Avrupa kavimlerinden biridir. Aşamalı olarak Asya’nın orta kesimlerinden Atlas Okyanusu kıyılarına kadar yayılmış ve yenidünyanın keşfiyle birlikte dünyanın birçok bölgesine de gidip yerleşmişlerdir. Bu ırkın kollarından biri, tarihin çok eski dönemlerinden beri diğer kollara oranla çok daha fazla önem kazanmış, onun oluşturduğu medeni- yet, edebiyat ve kültür, Hint-Avrupa ırkının diğer kollarından daha etkili olmuştur. Bu kol İndo-İranienne/Hint-İran koludur. Tespitlere göre MÖ. 3000 yıllarında Hint-Avrupa grubundan ayrılıp Hint ve İran ırkları olarak iki ayrı kola bölünmeden önce bunlar, Orta Asya bölgesinde yaşamakta; ortak din, dil, inanç ve mitolojilere sahip olup kendilerini “Arya: şerefli” nitelemesiyle ifade etmektedirler. Sonraki dönemlerde birbirlerinden ayrılarak Hindistan ve İran adlı ülkelerine yerleştiklerinde bu ismi her biri kendisi için kullanmıştır.

Ulusal rivayetler, dinsel efsaneler, tarihsel gerçekler, İran kahramanlarının maceraları, göç öncesi ve orta Asya topraklarında yaşadıkları dönemlerden kalma ha- tıralar ve efsaneler, ordu sevki ve savaşlar, savunma amaçlı mücadeleler, çeşitli bölgelerde sanatsal gösteriler ve kahramanlık sergilemeler, Arya ırkının gurur ve kibirliliği, İranlıların yeni inanışlarına, tanrılarına ve hepsinin İran ve İran halkının destekçileri olduklarına inandıkları “kutsal ölümsüzler” adını verdikleri meleklere bağlılıkları, İran’ın doğu bölgelerinden çıkan ve bağımsız hükümetlerin oluşumun- da gayret göstermiş sultanlar ve emirlerin tarihleri ve daha başka konuların karışımıyla düzenli ve bütünlük içerisinde derlenen efsaneler ile hikâyeler ortaya çıktı.


Söz konusu anlatımların temellerini oluşturan tarihsel gelişmeler, efsaneler ve dinsel rivayetlerin birtakım örnekleri de Avestâ’da görülmektedir. Bu rivayetler daha sonraki dönemlerde oluşan İran efsanelerine de kaynaklık etmiş, diğer uluslarda görüldüğü gibi, İranlılar da bu hikâyeler ve efsanelerinin oluşumunda asıl hikâyeler üzerine birtakım eklemeler yapmışlardır. Söz konusu hatıralar ve efsaneler İran ulusal kahramanlık destanlarının temelini oluşturmaktadır. Her geçen gün bu anlatımlar, ulusal destanlar gelişmiş, asırlar geçince de doğaüstü özellikler bu hikâyelere egemen olmuş ve yetenekli şairlerin dizelerinde kahramanlık efsaneleri olarak işlenmiştir.

Zamanla gelişen ve olgunlaşan İran rivayetleri, İran tarihinde yeni bir dönem, yeni bir sayfa olarak kabul edilen “Eşkanîler Dönemi”nde (MÖ. 250-MS. 226) farklı bir boyut kazanmıştır. İran askerî ve sivil toplum güçleri bir taraftan İran’da kalan Yunan kalıntılarıyla uğraşırlarken diğer taraftan da Bizans kahramanları ve komutanlarıyla mücadele etmek zorunda kalmış, Eşkanî yönetimiyle ortaklıkları bulunan birtakım hanedanlar ortaya çıkmış, bunlar da birtakım efsanevî hikâyelere konu olmuştur. Bu dönemden sonra İranlıların mitolojik destanları, efsaneleri, hikâyeleri ve rivayetleri olgunluğa erişmiş olarak ortaya konuldu ve derlenmeğe başlandı. Sasanîlerin (224-652) ortaya çıkışıyla birlikte onların bir taraftan din ve Zerdüşt dini bağlantılı konulara yoğun ilgisinin; diğer taraftan da doğulu ve batılı düşmanları karşısında ulusal duygularının etkisiyle klasik rivayetler dinsel, ulusal ve tarihsel gerçekler şeklinde yavaş yavaş toplanarak yazıya aktarılmaya başlandı. Bu ilk çalışmalar, daha sonraki dönemlerde ulusal rivayetler konusunda önemli kitapların yazılmasına da uygun bir ortam hazırladı. Özet olarak: İran ulusal hikâyeleri ve rivayetleri, Arya kavminin İran’a göç etmesiyle başlamış, İran’a yerleşmelerin- den sonra her geçen gün yeni gelişmelerin eklenmesiyle gelişimini sürdürmüş, yazılı ve sözlü rivayetler ve hikâyeler bu yolla aşamalı olarak derlenip Sasanîler dönemi sonlarında da en olgun ve en geniş şekillerini almıştır.

İran Mitolojinin Ana temaları


Âb: Su

İranlılar, hayatın temel gerekleri olan ögelerin bir özel tanrının korumasında bulunduğuna inanırlar. Su da, bu ögeler arasında yer alır ve Mazdeizm’in kutsal kitabı Avesta’da övülüp kutsanır. Ahura Mazda suyu yarattığında, bütün sular Elburz Dağı’nın güney eteklerinden çıkan, içerisinde her biri ayrı özelliklere sahip bin gölün suyunu bulunduran Ferâhkert Denizi’ne doğru akmaya başlar. Eski İran’da en çok kutsanan ögelerden olan su, Zerdüşt inançlarında ikinci kutsaldır. Göklerden sonra var edilen, yaratılışı elli gün süren ve dünyanın her bölgesinde yer altında bulunan suyun sorumlusu Hordâd kutsal ölümsüzüdür. Eski İran inanışlarına göre; Elburz eteklerinde “Ferâhkert” adında, yerkürenin üçte birini kapladığına inanılan büyük bir deniz bulunmakta, yeryüzündeki bütün sular taşıdıkları kirlerden temizlendikten sonra ona akmaktadır. Tanrısal nitelikler verdikleri ateşe olduğu kadar, suya da saygı duymuş olan eski İran halkları onu kirletmeği de günah saymışlar, inançlarında suyu koruma konusunda hassas dinsel emirler her zaman var olagelmiştir. Bütün bunların yanı sıra su, Zerdüşt ayinlerinde de sürekli bulundurulması gerekli ögelerden biri olmuştur.

Başta Herodot olmak üzere Yunan tarihçileri de İranlıların suyu kutsadıklarını ifade ederler. Tarihsel rivayetlerde; Bazı törenlerde İranlıların, su için kurbanlar kesip fidye verdikleri MÖ. II. yüzyılda su meleği için bir nehir kıyısı ya da çeşme kenarında bir çukur kazarak yanında kurban kestiklerinden söz edilir. Bu törenler, V. ve VI. yüzyıllara kadar süregelmiştir.

Su, akıcılık özelliğiyle “hayat”a, kesintisizlik özelliğiyle “sevgilinin saçı”na benzetilir. Yüzünü yerden kaldırmadığı için “alçak gönüllülük” sembolüdür. Aşığın, aşk ile yanan gönlünü söndürmek için durmadan akar. Ancak o ateşin söndüğü olmaz. Susuzluğu ayna gibi algılanır. Yerinde duramaz. Her zaman kararsız ve heyecanlıdır. Tasavvufta, çeşitli kullanımlarının yanı sıra insanın yapısını teşkil ettiğine inanılan dört unsurdan biri olarak da söz konusu edilir.

Devr-i nücûmı gösterür evrâkı güllerün

Âb üzre olduğınca nesîm-i sabâ vezân

(Şeyhülislâm Yahya)

Bir de hemen hemen bütün dünya mitolojilerinde yer alan hayat suyu, âb-ı hayât vardır ki karanlıklar ülkesinde bulunduğuna ve içenlere ya da yıkananlara ölümsüzlük kazandırdığına inanılan bu efsanevî sudan içmek için İskender uzun ve zorlu yolculuklara çıkmış, ancak amacına ulaşamamıştır. Hızır, bu suyu bulmuş, içmiş ve ölümsüzlüğe erişmiştir.

Ahura Mazda

Zerdüşt’ün, Avestâ’daki en büyük tanrısı Ahura Mazda, Fars edebiyatında genellikle “Ahura Mazda”, “Hurmuzd” ve “Hormez” şekillerinde geçer Farsça sözlüklerde bu kelimenin “tanrı” karşılığı dışında “müşteri gezegeni” anlamı da yer alır. Mazdeist inanışta ve İrano-Aryanlar’da tek iyilik tanrısıdır. Her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten Ahura Mazda’nın düşmanı ise, tümüyle kötü güçlerdir. Farsça’da “serveri dânâ: bilge önder, bilge efendi” anlamıyla da bilinen Ahura Mazda, diğer Arya tanrılarının tamamını gerçek dışı tanrılar olarak niteleyen Zerdüşt’ün Avestâ’daki tanrısı, iyilikler ve güzelliklerin yaratıcısıdır.

Ahâmeniş hükümdarları büyük tanrıya “Ahura Mazda” adını verirler. Eski Fars kitabeleri de bu gerçeği onaylar. Buradan hareketle İranlıların ortak tanrısının Zerdüşt’ün Ahura Mazda’sı olduğu sonucuna gidilemediği gibi, Ahâmenişler’in tamamıyla Zerdüşt inanışına bağlı oldukları yargısına da varılamaz. Ancak zamanla Ahura Mazda, Zerdüşt’ün çabalarıyla bütün İranlıların tek tanrısı haline gelmiştir. Yüce tanrı Ahura Mazda’dır. Büyük melekler onun tarafından yaratılmıştır. O en büyük yaratıcı ve bütün hayırların kaynağıdır.

Asumân: Gök

Asumân aynı zamanda feleği koruyan tanrının da adıdır. Şiirde “çerh”, “semâ”, “felek” gibi kelimelerle de anılır ve yerler gibi onun da yedi kat olduğu kabul edilir. Gökyüzü, kutsallığın en eski tecellîlerinden biri, dinsel mitolojik değerlerle dopdolu, ilahi gücün egemenlik alanı, sonsuz yüceliği ve genişliğiyle tanrıların ülkesi, yücelere yükseliş makamıdır. Dinsel inanışlarda yücelerde ve yükseklerde bulunanlar, yüceliğin ve üstünlüğün simgesi olarak algılanmaktadır. Bu yüzden Moğollar en büyük ilahlarını “gökyüzü” anlamındaki “Tengri” kelimesiyle adlandırmışlardır. Tevrat’ta da, aynı anlamda ayetler yer alır, Allah’ın göklerde bulunduğu ve oradan insanlara seslendiği aktarılır. Fars edebî metinlerinde de; gökyüzünün Allah’ın makamı olduğu ifade edilir. Mazdeist inanışta; gökler övgülere konu olmuş, kutsanmış ve Ahura Mazda’nın ikametgâhı olarak nitelenmiştir. Aynı zamanda Fars edebiyatında gökler ve yedi feleğin övülmeleri yanında, yemin edilerek kutsanmaları da dikkat çeker. Bu, aynı zamanda eski inanışlarda göklerin kutsandığının göstergesidir. Bütün bunların yanı sıra dinlerde ilk cezbe hali, ruhun göklere yükselmesi ya da yeryüzünü seyahate çıkmasıdır. Yine tasavvufta; iç dünyada- ki seyahatler ve yükselişler hep göklere doğru kanatlanma şeklinde olmaktadır.

Ateş

Çeşitli dinlerde kutsallaştırılan, manevi temizlenme veya ceza unsuru olarak kabul edilen, sembolik anlatımlar için kullanılan bir kavram olan, en eski dönemlerden beri dört temel unsur olarak bilinen su, rüzgâr, toprak ve ateş grubundan biri olan ateşin kaynağı hakkında pek çok efsane/mitos ortaya atılmıştır. Birbirinden oldukça farklı bu efsanelere göre ateş, bir kahraman tarafından yeryüzüne getirilmiştir. Ateşi insanlara veren tanrılardır. Yahut insanlar onu tanrılardan çalmışlardır. Ateş; tanrı, tanrıça yahut da tanrının gücünün simgesidir. Bütün bu efsanelerde ortak nokta, ateşte insanüstü bir mahiyet ve özellik görülmesidir. Ateşin kıvılcımı, közü, dumanı, rengi, yanarken çıkardığı ses, türlü efsanevî anlatımlara neden olmuş, bu nitelikleriyle ateş, falcılık ve büyücülük için bir araç olarak da kullanılmıştır.

Eski İran halklarının inanışlarına göre ateş, ilk olarak Hûşeng tarafından bulunmuştur. Şahnâme’nin rivayetine göre; Hûşeng bir gün ava çıkmış, yolda bir yılan- la karşılaşmış, bu yaratığı o güne kadar tanımamış olduğundan dolayı öldürmek istemiş ve bir taş alarak ona doğru fırlatmıştır. Ancak yılan ölmemiş, o atılan taştan kıvılcımlar ve ateş meydana gelmiştir. Hûşeng, bu aydınlığa şükretmek amacıyla o günü bayram olarak ilan etmiş ve ondan sonra o gün ve gecesi, İran geleneklerin- de törenlerle kutlanan bir bayram olarak yer almıştır.

Ateşin etkisinin en eski devirlerden bu yana devam ettiği bilinen ülkelerden biri de İran’dır. Zerdüşt, bu çok eski ve ayrıntılı kültü yasaklamış olmasına rağmen daha sonra yeniden ortaya çıktı. Bazı kaynakların, Hz. Muhammed’in doğumu sırasında söndüğünü yazdıkları ateş, resmî dini Mazdeizm olan Sasanîlerin sönmeyen ateşidir.

Fars edebiyatında Zerdüşt ve inanırlarının, ateşi kutsaması ve ona saygı duymasından çokça söz edilir. Bu yüzden Fars edebiyatında “Zerdüşt’ün ateşi” bir deyim halini almış, aydınlık ve ışığıyla âteşkedelerin ateşine benzetilmiştir.

Ebrû-yı anberîn ile mihrâb-ı dînidir

Ruhsar-ı âteşîn ile ol kıble-i Mecûs

(Bâkî G. 212/5)

Ateşkede

Terim olarak; “Zerdüşt dini bağlılarının kutsadıkları ateşi içerisinde koruyup sakladıkları yerlerin özel adı” olarak kullanılmıştır. Zerdüşt inanışının kutsal mekânları ve tapınakları olan ateşkedelerde hiç söndürülmeden yakılan ateş, bu inanışta tanrısal gücü simgeler. Ateşkedelerin yapılış tarzları, şekilleri ve iç bölümleri he- men her yerde aynı olarak tasarlanmıştır. Genellikle her ateşkede; sekiz kapılıdır ve sekiz köşeli birkaç odadan oluşmaktadır. İçerisinde kutsal ateşin hiç söndürülmeden yakıldığı “ateşdân: ateşlik” söz konusu kompleks yapının ortasında yer alır. Ateşkedelerin sayısı oldukça fazladır, ancak büyük ateşkedeler üç tanedir. Zerdüşt inanırları, ateşkedeye; “şefkat kapısı” adını da verirler.

Ateşkedelerde her zaman güzel kokular bulundurulur, din adamlarından biri, nefesiyle kutsal ateşi kirletmemek için bir perdeyle ağzını kapatır ve dinsel törenlerde temizlenmiş odunlarla ateşi sürekli yanar halde tutar, birtakım dualar okur.

Eski İran’da ilköğretim merkezleri konumunda bulunan ilk mektepler, dinsel eğitim ve öğretimin gerçekleştirildiği “ateşkedeler” ve “deyr” adı verilen yerlerdi. Klasik dönemlerde İran’da birer okul niteliği taşıyan bu kurumlarda eğitim veriliyordu. Buralarda öğretim ve eğitimi yürüten öğretmenler ve hocalar da, “muğ”, “hîrbed” ve “mûbed” adlarıyla tanınan önde gelen kişiliklerdi. Bu hocalar, hem dinsel konularda hem eğitim ve hem de diğer kültürel faaliyetlerin vazgeçilmez elemanları olarak görev yaparlardı. Bu gruplar, İran toplumlarında her zaman güçlü ve etkin bir konumda bulunmuş, eriştikleri bilimsel makamlarada birtakım zorlu aşamalardan sonra ulaşmışlardır. Zerdüşt dinsel öğretilerinde eğitim hep önde yer alır, eğitim ve öğretime son derece önem verilir ve en büyük kurtuluş aracının halkın eğitilmesi olduğu kabul edilir.

Şu’le-i aşkı hevâ-yı dildir efzûn eyleyen

Bâdzen bâl-i semenderdir bu âteşhâneye

(Nedîm)

Camasp

Avestâ’da kendisinden defalarca söz edilen Camasp, kardeşiyle birlikte Zerdüşt’ün dinini ilk kabul eden Kral olan Goştâsp’ın vezirleri görevinde bulunmuşlardır. Zerdüşt’ün damadı, Goştâsp’ın bilge veziri ve yaşadığı dönemin ileri gelen kişilerindendir. Dev ordusunun savaşa hazırlandığını gördüğünde, birtakım adaklarda bulundu, fidyeler verdi ve Nahîd’ten zafer dileğinde bulundu. Camasp, Mazdeist literatürde akıllılığı, bilgeliği ve sanatkârlığıyla bilinir. Bazen de hekim olarak tanınır. Camasp, Zerdüşt’ün Pourucista adındaki kızıyla evlenmiştir. Arap ve Fars edebiyatlarında “ferzâne: bilge ve hekîm” nitelemeleriyle anılır. Bilgi, hikmet ve astronomiyle yakından ilgilenmiş, Camaspnâme adlı önemli bir eser kaleme almış, gelecekle ilgili birtakım haberler vermiş, bunların çoğu söylediği gibi çıkmıştır. Muhtemelen İslâm sonrası dönemde Pehlevice yazılmış Camaspnâme Mazdeist geleneği ve kültüründe onun bilgisi ve bilimsel yeteneklerinin örneğidir. “Camasp gibi dâhi” sözü Camasp gibi zeki, bilge ve akıllı olanlar için söylenir.

Câm-i Cem

İran hükümdarlarından Cemşîd ile Keyhusrev’e, aynı zamanda Süleyman Peygamber ve Büyük İskender’e ait olduğu kabul edilen sihirli kadeh. İçine bakıldığında, dünyada olup biten her şeyin görüldüğüne inanılan bu kadeh, İran ve Türk edebiyatlarında; “Âyîne-yi Süleyman: Süleyman’ın aynası”, “Âyîne-yi Sikender: İskender’i aynası”, “Piyâle-yi Cem: Cem’in kadehi” adlarıyla da anılır.

Şarabın Cemşîd döneminde ortaya çıkmış olmasına bakılarak “Câm-i Cem: Cem’e ait kadeh”, gizlilikleri keşfeden özelliğinin yanı sıra “şarap kadehi” için de kullanılır. Fars edebiyatında şarap kadehi de Cem’e nisbet edilir. Firdevsî’nin rivayetine göre; Keyhusrev, buna bakarak Bîjen’in kaldığı zindanı görmüş ve bunun üzerine Rüstem’i onu aramaya göndermiştir.

Cemşîd, dünyadaki gelişmeleri Câm-i Cem’den izlemiştir. Cemşîd’ten sonra bu kadeh Keyhusrev’e, ondan sonra da Dârâ’ya miras kalmıştır. Cemşîd’in şarabı ve Câm-i Cem’i icadından dolayı, tasavvuf edebiyatında şarap kadehi ve şarap içme, bütün varlık sırlarını gösteren “câm-i cihânnumâ” gibi bütün sırları insana açıkla- yan, bildiren bir iksir olarak kabul edilmektedir. Mutasavvışar genellikle “Câm-iCem” ya da “câm-i cihânnumâ”yı “gönül”e benzetirler.

Câm-i Cem: “bütün evrendeki durumu, yedi feleğin sırrını, açık ve ayrıntılı bir şekilde gösteren bir kadehtir.” Gizemli özellikler taşımakta olan Câm-i Cem’de, yer-kürenin en uzak noktalarında bile gerçekleşen olaylar da yansımaktadır. Bazıları onu Cemşîd zamanında şarabın ilk kullanılmaya başlandığında onun şarap içtiği kadeh olarak tanıtırlar.

Özellikle Sufî çevrelerin yükledikleri mistik ifadeler ya da sembolik ve mecazî anlamlarıyla Câm-i Cem ile âb-i hayat arasında da ilgi kurulmuş, Câm-i Cem, bazı şiirlerde “Câm-i Hızr” olarak da kabul edilmiş, tasavvufta, birbirinden farklı şekillerde geçmiştir.

Tâc-ı Dârâ’da olan gevheri biz neyleyelüm

Câm-ı Cem’de konılan la`l-i müzâb olsa bize

(Şeyhülislam Yahya)


Ehrimen

Ehrimen “kötü akıl”, “şeytan” anlamlarında kullanılmıştır. Ahura Mazda’nın karşısında Ehrimen vardır. Ancak çok sayıda değerlendirme, Mazdeist inanışının temel özellikleri arasında yaygın olarak yer alan inanışa göre; Ahura Mazda ile Ehrimen’in on iki bin yıl boyunca savaş halindedirler. Bu mücadelenin sonunda Ehrimen’in yenileceği, daha sonra da kıyametin kopacağı kabul edilir. Yerde ve gökte bulunan her şeyin; iyiler ve kötüler olarak iki gruba ayrıldığı, inanırlarının Ahura Mazda’yı destekledikleri onun Ehrimen’e galip gelmesi için çalıştıkları da yine bu inanışın özelliklerindendir. Ehrimen, iyilik güçlerinin karşısında sonsuza kadar da- yanamaz. Tanrı Îzed’in gürzünden korkar. Zerdüşt’ün doğumuyla birlikte yeryüzünden kaçar.

Fars edebiyatında; kötülük simgesi olarak “tanrılar karşısında” bazen de, Sâmî rivayetlerden etkilenilerek “İblîs” yerine “meleklerin karşısında” bir güç” olarak yer alır. Çok sayıda şairin dizelerinde yer alan ifadelerden de anlaşıldığı kadarıyla; İs- lâm kültüründe Ehrimen, “Şeytan” ve “İblîs” kelimelerinin karşılığı olarak kabul edilir.

Bin yılın Ehremen’in mev’iza-i ma’rifeti

Kâbil-i dîn kılur nâil-i îmân eyler

(Fuzûlî)

Elburz

Mitolojik bir dağ olan ve günümüzde adı, Elburz Sıradağları olarak bilinen dağ. Mitolojik rivayetlerde Ehrimen, Ahura Mazda’nın yaratılışına muhalefetinden dolayı yerküreyi yararak tam ortasına girmiş, o anda şiddetli bir sarsıntıyla Elburz Dağı yerden yükselmiş, ardından da diğer dağlar Elburz’un köklerinden ortaya çıkarak yeryüzünde yerleşmişlerdir. Güneş, Ay ve yıldızlarhep Elburz’un üzerinde döner dururlar. Elburz’un zirvesinde; karanlık, gece, sıcak ve soğuk rüzgarlar bulunmaz. Cem, Elburz’da görkemli bir saray yaptırmış; Kavûs, orada çok güçlü bir kale kurmuş; Feridûn, çocukluğunu bu dağda geçirmiştir. Şahnâme’ye göre Feridûn on altı yaşına geldiğinde bu dağı terk etmiştir. Surûş’un bin sütunlu sarayı Elburz zirvesinde bulunur. Ayinlerde suyu çıkartılıp içilenve kutsanan içecekler arasında yer alan “hûm” bitkisi bu dağın tepelerinde yetişir.

Bazılarınca; Elburz’un dünyanın etrafını çevreleyen mitolojik Kâf Dağı’yla aynı olduğu ifade edilir. Bu dağın; coğrafî bir bölge olmasından önce mitolojik ve manevî özellikleri bulunan bir bölge oluşu daha önemlidir. Fars şiirinde özellikle; “güneşin doğduğu yer”, “büyüklük” ve “yücelik” simgesi, ırmakların mahzeni olarak işlenir.

Heft: Yedi

Heft (yedi), çok eski devirlerden beri hemen bütün milletlerin dikkatlerini çekmiş ve tanrısal içerikler ile fizik ötesi anlamlar yüklenerek daha çok iyi ve bazen de kötü anlamlarda kullanılmıştır. Birtakım sayıların kutsallığına çeşitli milletler tarafın- dan inanılmasıyla birlikte bunlar arasında ön planda “üç”, “dört”, “altı”, “yedi”, “on iki”, ve “kırk” sayıları yer alırken, bu seçme rakamlar içerisinde de “yedi” ve “kırk” sayıları çok önemsenmiş, son derece değer verilen, kutsanan sayılar olarak kabul edile gelmişlerdir. Yedi rakamına özel önem veren, ona değişik anlamlar yükleyen ve daha sonra da o “simgesel” nesneleri “tanrı” olarak algılayıp tapan ilk kavim Sümerlerdir. Klasik dönemlerde birtakım doğa unsurları, eski dünyada tespit edilmiş gezegenlerin, asıl renklerin sayılarıve aynı şekilde diğer bazı nesneler ve olayların bu sayı miktarında bulunması bu sayının fizik ötesi yönünün daha çok ön plana çıkarılmasını sağlamıştır.

Tarihlerindeki birçok olay, dinsel inanışları, ayinleri, “gezegenlerin sayısı”,“gök ve yer katmanları”, “Babil Asma Bahçeleri”nin sayısının yedi oluşu... bütün bu saygı, gizem ve fizik ötesiliğin sebepleridir. Allah’a en yakın meleklerin sayısınınyedi oluşu gibi. Araplar da bu gelenekleri devam ettirmiş, bu sayıyı kutsamışlardır. “Ka’be’nin yedi kez tavaf edilmesi”, “Ka’be’nin duvarına asılan seçkin şiirlerden oluşan yedi askı”, “yedi kez taş atma”, “Safâ ile Merve arasını yedi kez koşma” vb. Eski İran peygamberi Zerdüşt zamanında tanrının “yedi meleği” olarak kabul edilen kutsal ölümsüzler ebedîlik ve temizlik sembolleri olarak kutsanmışlardır.

Yedi rakamına bu şekilde özel anlamlar yüklenmesinin önemli gerekçelerinden biri de, söz konusu sayının birçok yerde alabildiğince geniş bir kullanım alanına sahip olmasıdır.

Örneğin; “yerin yedi tabakası”, “göklerin yedi katı”, “haftanın ye- di günü”, “İsrailoğullarının yedi büyük meleği”, “Araplarda cahiliye döneminde Ka’be’nin yedi kez tavaf edilmesi”, “eski Hintlilerde yedi Arya tanrısı”, “Zerdüşt dininde yedi melek”, “Dünyanın yedi bölgesi”, “Mitra inanışında yedi rakamının kutsallığı”, “Manî dininde yedi tanrı”, “Kur’ân’da cehennemin yedi tabakası”, “Âd kavmine verilen yedi gün yedi gecelik ceza”, “Şravun’un rüyasında gördüğü yedi zayıf ve yedi şişman sığır”, “secde esnasında yere temas etmesi gereken yedi uzuv”, “dince kirli olduğu kabul edilen nesnelerin yedi kez yıkamakla temizlenmesi”, “İsmailiyye mezhebinde yedili aşamalar”, “aşkın yedi şehri”,“aşkın yedi vadisi”,“Kur’ân’ın yedi harf üzere inmesi”, “yedi kıraat şekliyle okunması”, “Kur’ân’da yedi kez selam kelimesinin geçmesi/yedi selam”, “yedi yiğitler (Peygamber, dört ha- life, Hasan ile Hüseyin)”, “Fatiha sûresinin yedi ayet oluşu”, “Sasanîler döneminde söz sahibi yedi kabile”, “yedi başlı ejderhalar”, “Gerşâsp’ın yedi oğlu”, “yedi türmeyve veren ağaç”, “Rüstem’in hefthân’ı”, “Keykâvûs döneminin yedi kahramanı”, “Rüstem’in yedi yıl hükümdarlığı”, “yedi yıl kıtlık”, “İsfendiyâr’ın hefthân’ı”, “İran millî hikâyelerinde yedi güçlü hükümdar”, “yedi renkli balık”, “yedi gerdanlık”, “yedi katlı tapınaklar”, “Hemedân’ın yedi hisarı”, “Kûruş’un kabri”, “Babil’in Asma Bahçeleri”, “dünyanın yedi harikası”...

Hefthân: Yedi Makam

Hefthân, İran ve Turan ülkeleri arasında bulunan, Rüstem ve İsfendiyâr’ın çok büyük tehlikelerle karşı karşıya kalmış oldukları “yedi makam” ya da “yedi merhale”. Bu kelimenin çıkış kaynağı da, Rüstem ve İsfendiyâr efsaneleriyle yakından ilgilidir. Rüstem ve İsfendiyâr her zaferlerinde, her arzularına kavuşmalarından sonra güzel ve lezzetli yemeklerle donatılmış birer sofra kurarak zaferlerini kutlarlardı. Hefthân gerçekte Rüstem ile direkt ilgili bir kelimedir. İranlı dünya pehlivanı Keykavûs’u kurtarmak için Mazenderan’a gittiğinde başına “yedi büyük tehlike” geldi. O bunları, tamamıyla kendi gücü bir de tanrıya güveni ve inancıyla aşarak kurtuldu.

Birinci Hân’da; Rahş, yırtıcı bir aslanı öldürdü. Geniş kamışlıklar ve yaban eşekleriyle dolu bu hânda Rüstem, bir yaban eşeğini kebap yapıp yedikten sonra Rahş’ı otlamaya salarak kendisi uyumuş, o uykudayken, ünüyle bilinen bir aslan gelip Rahş’a saldırmış ve Rahş’ın tekmeleriyle öldürülmüştür. İkinci Hân’da; dayanılmaz bir sıcağı ve susuzluğuyla bilinen çölde aşırı ölçüde susuz kaldı ve bir koyunun yardımıyla suyu buldu. Üçüncü Hân’da; birtakım ejderhaları öldürdü. Dördüncü Hân’da; büyücü bir kadın Rüstem tarafından öldürüldü. Beşinci Hân’da; Olâd, ordusuyla birlikte Rüstem ile savaşmak üzere ortaya çıktı ve Rüstem tarafından yenilgiye uğratılarak tutuklandı. Altıncı Hân’da; Rüstem Erjeng ile savaşa tutuştu. Ye- dinci Hân’da; Rüstem, Beyaz Dev ile savaşıp onu ortadan kaldırdı ve İran şahını kurtardı. Rüstem’in savaş sahnelerini yansıtan, savaş meydanlarını ve çeşitli pehlivanlarla yaptığı savaşları anlatan “heft hân”ı; Yunan mitolojisindeki Herkül’ün “on iki şaheser’ine benzer.

Hefthân, sufîlerin seyr u suluk mertebelerinde kat etmek zorunda oldukları; “istek, aşk, marifet, istiğnâ, tevhîd, hayret ve fenâ” gibi “yedi vadi”ye benzetilir. Aralarında önemli farklılıklar bulunmasına rağmen benzer yönleri de çoktur. Zerdüşt tarihçileri, kendi millî ve dinî kahramanları olan İsfendiyâr için, onun Rüstem’den geri kalan biri olmadığını, onun kadar güçlü olduğunu belirtmek için ondan bahseden savaşlarına yer veren “hefthân”lar yazmışlardır.

Okusun bu beyti dâstân-hân-ı hüner

Heft-hân’ı Nabiyâ feth etmeden Rüstem henüz

(Nâbî)

İmşâspendân: Kutsal Ölümsüzler

İmşâspendler “ölümsüz kutsallar”, “ölümsüz temizler” anlamlarını ifade eder. Terim olarak da, Mazdeizm’in en büyük melekleridir. Bunlar Ahura Mazda’nın simgeleri olarak kabul edilirler. Her birinin karşılarında özel düşmanları vardır. İmşâspendlerin sayısı gerçekte altı olarak kabul edilir. Ancak daha sonraki dönemlerde Surûş da bunlar arasınakatılarak sayıları yediyeçıkartılmıştır. Bazılarınca da Ahura Mazda ile birlikte bunların sayısı yedi olmaktadır.

Kutsal ölümsüzlerden her biri, Ahura Mazda’nın özelliklerinden birini simgeler, onun kutsal özelliklerden biriyle ilişkilendirilir. Varlık evreninin belli bir kısmı bunlardan birinin sorumluluğundadır. Yaratıcının emriyle onun egemenliği altında görev yaparlar. Yılın altı ayı ve ayın altı günü bu meleklerin adlarıyla bilinmektedir. Bu isimler sırasıyla şunlardır:

Behmen: “iyi düşünce”. Mazdeist inanışta imşâspendlerin en büyüklerinden ya da büyük meleklerden birinin adı olan Behmen, ilk yaratılanlardan biridir. Yesnâlar’da; Ahura Mazda’nınoğlu olarak nitelenen Behmen, kıyamet gününde hakemlik yapacaktır. İnsanların iyi düşünmelerini sağlayan güç odur. Ölümden sonra dirildiklerinde de iyilerin ruhlarını cennetin en yüce katlarına götüreceğine inanılır.

Ordîbehişt/Asha: Avestâ’da; “en iyi varlık, dünyanın en iyisi, iyi düzen”,“en iyi doğruluk”, “en iyi temizlik” anlamlarında bir kelimedir. Ordîbehişt, manevî dünyada Ahura Mazda’nın doğruluk, temizlik ve kutsallığının simgesi, maddi evrende ise, yerküredeki bütün ateşlerin sorumlusudur. “Kutsal ölümsüzler” olarak inanılan meleklerin en güzeli olduğuna inanılır. Ordîbehişt, Avestâ’nın birçok yerinde saygınlığı ve övgülerle anılır. Yeştlerin bir tanesi bunun özellikleri ve övgüsüne ayrılmıştır. Dünyanın düzenini, tanrısal sistemi ve dünyanın ahlak sistemini simgeler.

Şehrîver: Avestâ’da Şehrîver; Ahura Mazda’nın ebedî, geçici olmayan ülkesi, yok olmayacak yurt ve yüce cennet olarak tanımlanır. Ruhanî evrende, tanrısal saltanatın temsilcisi, tanrının gücünün ve iktidarının simgesi, maddî alemde ise, metallerin koruyucusudur. Adaletle yöneten hükümdarların gücü ondan kaynaklanır. Merhamet ve mürüvvet meleği olarak da bilinmektedir.

Sifendârmûz: Avestâ’da; “yeryüzü”, Pehlevî dilinde ise, “olgun, tam akıl” anlamlarını verir. Manevî dünyada, Ahura Mazda’nın sevgisini, sabır ve alçak gönüllülüğünü, maddî dünyada da, yeryüzünden sorumlu meleği, dürüst, iffetli ve kocalarına bağlı kadınları simgeler. Mazdeizm’de büyük meleklerden biri olarak kabul edilir. Bu yüzden dişil olarak bilinmekte ve Ahura Mazda’nın kızı olduğuna inanılmaktadır. O, yeryüzünü mutlu, mamur bir hale getirmek, temiz saklamak ve bollukla doldurmakla görevlidir. Bu yüzden ziraatla uğraşanlar, yapı işlerinde çalışanlar, Sifendârmûz’un hoşnutluğunu kazanırlar.

Hordâd ve Mordâd: Her ikisi de, Ahura Mazda’nın olgunluğu ve ebedîliğini simgelemektedir. Ahura Mazda, Hordâd’ın mutluluğunu, Mordâd’ın ebedîliğini, dünya hayatını, kutsal inanışa göre düzenleyenlere bağışlamaktadır. Bitkiler onun emrine ve sorumluluğuna verilmiştir.

İranvîc

İranlıların anayurtları, ataları Aryaların topraklarının adı olarak kabul edilen İranvîc, Avestâ’da; “Airyanvaeja” şeklinde geçer. Aryaların daha sonra göç ettikleri ve dünyanın değişik yerlerine dağıldıkları bu bölge, Aryaların İranlılar ve Hintliler olarak iki ayrı gruba ayrılarak İran çöllerine yayılmalarından önce onlardan bir grup Avestâ’da İranlıların anayurdu olarak bilinen bu bölgeye yerleştiler. Buranın, tarihçilerin bir kısmına göre Hârizm ya da Hîve olduğu söylenir. İran: Aryaların ülke- si” bu kelimeden alınmıştır. İran adı, Eski Yunan coğrafyacılarından bir kısmı tarafından “Aryanâ” olarak kaydedilmektedir.

Îzed: Tanrı

Farsçada; “Allah” anlamındaki isimlerden “Îzed” ya da Avestâ’daki şekliyle “Yazata”, “yeze” kökünden gelen ve “tapınmak” anlamını veren bir kelimedir. Sanskrit dilinde “yacata” bir niteleme olarak “övgüye yaraşan” anlamındadır. Pehlevice’de Îzed; “Yazat” ve “Yezed” şekilleriyle “övgü”, “yalvarış”, “övgüye yaraşan”, “övülmeğe layık” anlamlarıyla da imşâspendlerden daha az yetenekli, onlardan daha alt makam ve mertebelerde bulunan melekler için de kullanılır. İranlıların inanışlarına göre gökyüzü bu meleklerle doludur. Avestâ’da çoğu yerde bu kelime bütün tanrıları da gösterir. Ancak Pehlevicede bu çoğul, tekil olarak “Tanrı” anlamında kullanılır.

Bu tanrılardan her biri, bir farklı görünümde kabul edilerek özgün ilahiler ile övülmektedir. Onlara hediyeler göndermek, toprağa şarap ve kokulu bitkilerden elde edilen şıraları dökmek, sığır, deve, at ve koyun gibi hayvanları onlar için kurban etmek, bu tanrılar için düzenlenen törenlerde yapılan etkinlikler arasında yer almaktadır. Mazdâ ayinlerinde tanrılar, erkek ve dişi görünümde tasavvur edilir ve öyle tanınır. Örneğin gök tanrısı ve ateş tanrısı, “eril”; gündüz tanrısı, “dişil” olarak kabul edilmektedir. Eski İran tanrıları, Fars edebiyatında daha çok özgün adlarıyla ve tanrısal olmayan görüntülerde tasavvur edilirlerdi.

Kâf: Kaf Dağı

Dünyanın etrafını çevreleyen, bütün dağların köklerinin yerin derinliklerinde ona bağlı olduğuna inanılan, büyük bir kısmı suyun altında, okyanusların derinliklerin- de bulunan, her sabah güneş doğduğunda güneş ışınlarının üzerine düşmesiyle yansımalarının yeşil göründüğü, Anka’nın da üzerinde yuva kurduğu kabul edilen efsanevî dağ. Kâf Dağı, Eskilerin inanışına göre; yeryüzünün en uç noktalarını kaplayan, gökyüzünün kenar noktalarının üzerinde yükseldiği, yerkürenin etrafını çevreleyen ve yerlerin çivisi olarak kabul edilen dağın adıdır. Bu dağın yeşil zümrütten yaratıldığı, gökyüzü rengini yansıttığı, gökyüzünün renginin gerçekte beyaz olduğu, bu renklerin yansımalarıyla masmavi bir görüntü verdiği ifade edilir.

Bazı tefsirciler; Kur’ân’ın, “Kâf” adını taşıyan sûresinin bu dağla ilişkili olduğu kanısındadır. Ömer Hayyâm, Nevrûznâme’sinde; Kâf’a kutsal bir nitelik vererek Allah’ın onu şeytanlardan korumak için dört melek görevlendirdiğini ifade eder. Bazı araştırmacılara göre Kâf, Elburz Dağı’dır. Her iki dağ ile ilgili anlatımlar birbirine yakın içeriktedir. Bu dağ, bütün yücelikler ve üstünlüklerin kaynağı, Tanrı Mihr’in makamı, aydınlık, mutluluk ve huzur yuvası, güç ve kutsallık simgesidir. Sufîler Kâf Dağı’nı; “gönül ülkesi”, “can ve gerçeklik dünyası” ve “Sîmorğ’un makamı” olarak kabul ederler. Sâlik’in tek ve en büyük hedefi oraya erişmektir. Ancak bu yolculuk alabildiğine zorlu ve engebeli yollardan geçmektedir. Bütün bu sıkıntıları aşmak için sabır, dayanma gücü ve gayret gerekir. Gerçekte Ferîduddîn-i Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ı bu çetin yolculuğu kaybolmadan tamamlayıp hedefe ulaşmayı sembolize ederek anlatır. Mevlânâ onu, bazen Allah’ın yüce sıfatlarının tecellî şekillerinden biri olarak niteler. Fars edebiyatında Kâf, mitolojik bütün geçmişi ve içeriğiyle Anka ve Sîmorğ’un ülkesi olarak algılanır.

Mitolojilerde temel ögelerden biri olarak yer alan dağlar, yaratıcıyla aralarında var olduğuna inanılan ilişkilerden dolayı kutsal ve gizemli varlıklar olarak dikkat çekerler. Doğanın derinlikleri ve göklerin yüceliklerine uzanan bu ögeler, yerler ile gökler arasında irtibat kurma yolu olarak insanların zihinlerinde göklere yükseliş kapılarının bulunduğu makamlar olarak algılana gelmiş, buradan hareketle göklere açılan kapılar, göklere yükselme araçları, öteler dünyasına erişme basamakları olarak kabul edilmişlerdir. Bu mitolojik boyutlarıyla dağlar sadece İranlıların değil, diğer milletlerin de dikkatlerini çekmiş ve önemli mitler arasında yer almıştır. Birçok milletin mitolojilerinde dağlar; tanrılar, kutsallar, azizler, abid ve zahitlerin makamları olarak yer almışlardır. Mazdeist inanışa göre; kötülüklerden arınmış dünyanın ve güzel yaratılışın koruyucusu Surûş’un bin sütunlu makamı, dağların zirvesinde bulunmaktadır. Anahita, insanların işlerini bir dağın doruklarından yönlendirir. Yeştlerde; Anahita’dan söz edildiğinde, onun için adanan kurbanların dağların tepelerinde kesildiği aktarılır.

Dağlar, yerleri göklere bağlayan ögeler olarak tanrıların güçlerini simgelerler. Bu simgesellik bütün kutsal alanlarda; örneğin kilise sütunlarında, ehram burçlarında, mescit minareleri ve dergahlarda hep görülür. Bu yüzden bazı eski dünya inanışlarında dağlar, tanrıların yerleri olarak kabul edilmiştir. Hint rivayetlerinde de dağ, tanrıların güçlerinin simgesidir. Yunan mitolojisinde Olympus Dağı, gök tanrılarının yeri ve kutsallığın simgesidir. Mazdeist inanışa göre kutsal Elburz Dağı, yerkürenin merkezinde yerler ile gökleri birleştiren noktada bulunur.

Cîfe-i dünyâ degül kerkes gibi matlûbumuz

Bir bölük AnkâlaruzKâf-ı kanâ’at beklerüz

(Fuzûlî)

Kâve

Dahhâk’ın baskıları zirveye ulaştığında, şehrin demircisi Kâve’nin, on sekiz oğlundan geriye kalan sonuncusunun beynini çıkartarak yılanlarına sunmak için Dahhâk’a götürdüler. Bunun üzerine Kâve, son derece kızgın olarak Dahhâk’ın makamına çıktı. İleri gelenlerin de huzurunda peştamal olarak kullandığı deriyi de mızrağının ucuna takarak halkı kendisine destek vermeye ve zulme karşı direnişe çağırdı. Kendisini destekleyenlerle birlikte Feridûn’u tahta çıkardılar. Feridûn da, bu günün hatırasına söz konusu deri parçasını uğurlu kabul ederek değerli mücevherlerle süsleyip sancak olarak kullanmaya başladı. Fars mitolojisinde ve daha sonraları da Fars edebiyatında söz konusu sancak, zulme uğramış, yoksul halkın despot yönetimlere karşı ayaklanmalarını, haklarını aramalarını simgeleyen güç ve azamet simgesi haline gelmiştir.

Kâve’nin bu haklı direnişi, İran mitolojik tarihinin yanı sıra uluslararası benzeri görülmeyen bir direniş olarak nitelendirilmekte, Musa Peygamber’in Firavun'a karşı direnişi de buna benzetilmektedir.

Kâve, Yunan mitolojisindeki ünlü kişiliklerden Prometheus’nin sahip olduğu makam ve özelliklere benzer bir konumda bulunur. Bu iki kişiliğin ayaklanmaları, boyutları gerekçe ve sonuçları arasında görünürde bir benzerlik olmasa da, büyüklük ve kapsam açısından benzer özellikler gösterir. Her ikisi de, yaşadıkları çağın en büyük güçlerine karşı insanlık yararına ayaklanıyorlar, ancak aralarındaki fark Kâve’nin mücadeleleri sonucunda başarıya ulaşması, diğerinin yenilgiye uğramamış olsa bile çalışmalarından bir sonuç alamamış olmasıdır.

Keyûmers

Keyûmers, yaşadığı çağın en büyük kişiliği, İranlılar tarafından ilk insan ve yeryüzünün ilk hükümdarı olarak bilinir. İnsanlar, birlikte yaşarlarken aralarında çıkan anlaşmazlıkları çözecek, bireyler arasında adaleti sağlayacak büyük ve güç sahibi birini aramış ve Keyûmers’in huzuruna çıkarak bu isteklerini dile getirmiş:

“Bizim en büyüğümüz, en üstünümüz, en yeteneklimiz sensin. Atalarımızdan yadigar kalan da sensin. Bu devirde senin eşin ve benzerin de yoktur. Al artık bütün işlerimizi eline, geç başımıza, liderimiz, hükümdarımız ol. Emrine amâdeyiz. Bütün ihtiyaçlarımızı senin huzuruna getirelim.” demişler, Keyûmers, bütün bu istek ve arzuları dinledikten sonra, onlardan, dediklerini yapacakları konusunda kesin sözler alarak dileklerini kabul etmiş, ondan sonra da taç giymiştir. Yeryüzünde taç giyen ilk kişi odur. Yönetimde bulunduğu dönemlerde insanların mutluluk ve huzur dolu günler geçirdiği Keyûmers, Istahr bölgesinde hükümdarlık yapmış ve kırk yıl ya da daha az bir süre egemenlik sürmüştür.

Bazı tarihçilerce, Âdem ve ilk hükümdar olarak kabul edilen Keyûmers, önceleri mağaralarda yaşar, hayvan postu giyerdi. Hayatının son devirlerinde evler yapmış, köy ve şehirler kurmuştur. Siyâmek adında bir oğlu olmuş, Siyâmek devler üzerinde egemenlik kurmaya çalışınca, onlar Siyâmek’i öldürmüşler, ancak oğlu Hûşeng büyüyünce onun yerini almıştır.

Şahnâme’ye göre Keyûmers ilk hükümdardır. Taht ve tacı ilk icat eden, ilk taç giyen ve tahta çıkan odur. Otuz yıl hükümdarlık yapmıştır. Kaplan postundan giy-siler giymiş, sade yemiş, içmiş ve sade yaşamıştır. Tarımı, çeşitli meslekleri, yiyecekler ve giyecekleri insanlara öğreten yine odur. Şahnâme ve Şahnâme’ye dayanılarak kaleme alınmış eserlerde Keyûmers, dinsel ya da mitolojik rivayetlerdekinden farklı olarak sadece ilk insan değil ilk hükümdar olarak da bilinir.

Silah (ok ve yay) yapımı, hayvan besleme, elbise dikme, yazı, ölüleri defnetme, yılın on iki aya bölünmesi, baykuşun uğursuz sayılması, Nevrûz ve kutlamaları, şehir kurma, bayındırlık gibi medeniyet gerekleri onun tarafından insanlara öğretilmiştir.

Mihr

Mihr/Mitra, Arya kavminin büyük tanrılarından biri olarak kabul edilmektedir. Aryalar, ikiye ayrılarak bir kısmı Hindistan’a bir kısmı İran bölgesine yerleşmelerin- den önce, Mihr’e tapmakta idiler. Eski Mezdiyesnâ inanırları da, Mihr’i; “ışık tanrısı” olarak kabul eder öyle inanırlardı. Mihr, Allah ile Ahura Mazda ve diğer yaratıklar arasında bir araç olarak kabul edilirdi. Mihr’e olağanüstü önem veren, önde gelen İranlılar bu yüzden isimlerinde onun adını kullanırlardı. Avestâ’da “Mihr Yeşt”,onun adını taşır. O, güzel söz, sözünde durma, kutsallık, takva, cesurluk, hak ve doğruları destekleme, savaşlarda zafer bağışlayan iyiliklerin ve güzelliklerin vekili ve simgesi olarak bilinir. Zerdüşt’ün ortaya çıkışı, İranlıların inanç dünyasında bir devrim etkisi yapmış, onunla birlikte eski İran dinlerinin yıldızı sönmeğe yüz tutmuş, Mihr, Nahîd, Hordâd ve Mordâd gibi büyük eski İran tanrıları, Zerdüşt’ün reformlarından sonra tanrılık makamlarından düşmüş ve melek makamın- da görev yapmaya başlamışlardır.

Eski İran’da Mihr, büyük tanrılardan biri, aynı zamanda “aydınlık meleği”nin adı, sevgi, dostluk, şefkat ve sözünde durmanın, aydınlık ve mutluluğun sembolü olarak bilinir. Eski İran inanışlarına göre; Mihr, ezelden beri var olan aydınlık ile şimdiki aydınlık arasında bir araçtır. Bir başka ifadeyle; yaratıcı ve yaratılan varlıklar arasında bir ileticidir. Mihr Yeşt’teki ifadelere göre o, her gün sabah erkenden kutsal Elburz Dağı’nda, altından yapılma arabasına binerek gökyüzünü dolaşır. Binlerce gözüyle Arya ailelerini gözetler. Onları herhangi bir yanlışlığa düşmekten, yeminlerini bozmaktan uzak tutmaya çalışır. Daha sonraları Mihr, Hûrşîd ile birleşerek tek bir varlık olmuşlardır. Mitraizm, Eşkânîler döneminden itibaren Batıya geçmiş ve orada yaygınlaşmış, ışığı simgelediği, aydınlığın temsilcisi olduğu için daha sonraki dönemlerde güneş anlamında da kullanılmaya başlanmıştır. Bu yüzden Mihr Yeşt’de, onun adına çok güzel birtakım şarkılar da yazılmıştır. Bunların dışında, geniş ve büyük tarlaların korunması, halkın kötülükler karşısında güvenli yaşamlarının, İran topraklarında yaşayan insanların ve diğer varlıkların huzur ve asayiş içerisinde bulunmalarının sağlanması görevi ona verilmiştir.

Mitra, bir taşın içerisinden çıkmış, ortaya çıkışıyla birlikte çobanlar kendisine tapınmaya başlamışlardır. O zaman güneş ile anlaşarak bir vahşi öküzü tuzağa düşürmüş, güneş, öküzü bir mağaranın içerisine çekmiş ve orada zincire vurmuştur. Ancak öküz, sonuçta mağaradan kaçmayı başarmıştır. Güneşin emriyle karga, öküzü öldürmüş, öküzün artıklarının içinden buğday başağı ve üzüm ağacı bitmiştir. Daha sonra Mitra, gökyüzüne yükseldi. Oradan tekrar yeryüzüne döndü. Ölülere kıyamet günü kalkabilme gücü verdi. İyileri kötülerden ayırdı. Bir öküz kesti ve onun etini kutsal şıra ile karıştırarak adaletli kişilere verdi, bu içkiden içenlerin ölümsüzlüğe erişeceğini söyledi.

Mihr’e tapınma ayinleri klasik dönemlerde, İran bölgesinden Babil ve Anadolu’ya de geçmiştir. Daha sonraki devirlerde Bizans askerleri aracılığıyla Avrupa ülkelerine de yayılmıştır. Zamanla Mihr, o bölgelerde büyük bir tanrı olarak tapılma-ya başlanmış ve bir süre sonra da Mitraizm inanışı ortaya çıkmıştır. Daha sonraları bu inanışın bazı özellikleri ve ayinleri Hıristiyanlık inancına de girmiştir.

Mitra, eski İran’da aydınlık, doğruluk, adalet ve iyilik tanrısı olarak, ruhları kurtarıcı güç, yaratan kuvvet, Allah ile insanlar arasında bir araçtır. Karşısında hiçbir şeyin direnişini kabul etmeyen, ışığı bütün evreni kaplayan ve evrenin tamamına egemen olan bir ateş şeklinde karanlıkları silip yok etmekte, kötülüklere son vermektedir. Mihr inanışa göre; bazen yaratıcı, bazen yaratılan, çoğu zamanda tanrı ile insan arasında haberci konumundadır. Bazı bölgelerde insanüstü birtakım nitelikler verilmesinden hareketle Hz. Ali, kutsal bir kimliğe büründürülmekte ve Allah ile insanlar arasında bir aracı olarak kabul edilmektedir. Bir bakıma ona, Eski İran inanışlarındaki Mihr’in rolü yüklenmektedir. Ancak burada her grup özgün zevki ve inanışlarıyla orantılı olarak ona kutsanan bir makam öngörmektedirler. Mihr, eski İran mistisizminin rumuzlarının anahtarı, Ali ise, yeni İran’da İslâm tasavvufunun ve İran kültürünün gerçek simgesi, “insân-ı kâmil” sembolüdür. Bu iki kelimenin yan yana duruşu sadece Ali’ye olan dostluk ve aşk gibi kavramları çağrıştırmaz, daha da ileri boyutlarda eki İran kültürünün göstergesi olarak ortaya çıkar. Bu iki kelimenin “Mihr Ali” şeklindeki bileşiği ise, eski İran ile Müslüman/Şiî İran arasındaki bağların ne denli sıkı olduğunu gösterir.

Muğ

“Ateşe tapan”, “Zerdüşt inanırlarından bir gurp”, “Zerdüşt dini önderi” anlamındaki muğ (çoğulu, muğân) kelimesi, eski İran’da bir hanedan adıdır. Bu aile, hem Zerdüşt öncesi ve hem de Zerdüşt sonrası dönemde her zaman din adamları ve dinî liderler yetiştirmiştir. Muğlar, gizemli kişiliklere sahip olarak birtakım gizli bilimlerle de uğraşmışlar, bu uğraşları sonucu elde ettikleri bilgiler, insanlara ilginç ve büyüleyici özellikleriyle yansımıştır. Bütün bunların yanı sıra “muğ”, aynı zaman- da bazı yazarlarca “Zerdüşt inanırlarının kıblesi ve tanrıları” olarak da tanıtılır. Öte yandan “şarap”ve “mey” kelimeleriyle de yakın ilişkili olarak kullanılır. Bel’âmî’ye göre, şarap içmek Zerdüşt bağlılarının gelenekleri arasında yer alır.

Zerdüşt inancı, İran’ın batı ve güney bölgelerinde, bir diğer ifadeyle, Med İmparatorluğu’nun egemen olduğu yörelerde yaygınlaşmaya başladığında, muğlar yeni dinin öncüleri konumunu elde ederek o alanda ilerlemeğe başladılar. Avestâ’da; “din adamları ya da ruhaniler sınıfı” yine o eski isimleriyle “Athravan” kelimesiyle ifade edilirken, Eşkânîler ve Sasanîler dönemlerinde bu tabakada yer alan din adamlarına genellikle “muğ/muğân” adı verilmiştir. Daha eski şekli “meğûbet” olan “mubed” kelimesi ise, günümüze kadar “Zerdüşt din öncüleri ve din adamlarının adı” olarak kullanılmıştır.

İranlılar rahiplerine “magi”diyor, onlara halk ile tanrılar arasındaki aracılar gözüyle bakıyor, gittikleri savaşları kazanabilmek için rahipler ile en gözde putlarını beraberlerinde götürüyorlardı. Magi, savaşın kazanılması için tanrılara tesir edebildiğine göre, ineklerin daha fazla süt vermesi, tarlalardan daha fazla ürün alınabilmesi ve koyunların sırtındaki yünlerin artması için de tanrıları etkileyebilirdi. Hal- kın yorumu bu anlamdaydı.

Bir başka önemli konu da, muğların şarap ve meyhane ile sıkı sıkıya ilişkili olduklarıdır. Fars edebiyatında “muğ”, “muğkede”, “muğbeççe” kelimeleri, birer terim olarak; “şarap içen”, “meyhane” ve “sâkî” anlamlarında kullanılır. Diğer taraftan muğ kelimesi, Zerdüşt inancını taşıyan kişilerin genel adı olarak bilinir.

Fars şiirinde özellikle Hâfız gibi bazı şairlerin dizelerinde “muğ”, “muğbeççe” vb. kelimelerin, şarap ve meyhane ilgileriyle geçmesi doğal bir sonuç olarak ortaya çıkar.

Nahîd

Nahîd/Anahita, Eski İran’da büyük tanrıçalardan biri olarak dinsel ayinlerinde çok özel bir yere ve öneme sahiptir. Onun İran tarihindeki geçmişi çok eskilere, Zerdüşt öncesi dönemlere kadar gider.

Anahita, dört temel öge arasında yer alan suyun koruyucusu ve sorumlusu meleğin adıdır. “Suyu bol ve temiz nehir”, “gür ve duru su” anlamlarını ifade eder. Avestâ’da nitelendiği gibi bu su cennet suları arasında yer almakta, bütün dünya suları büyüklüğünde olarak yedi ülkeyi sulamakta ve Ferâhkert Denizi’ne dökülmektedir. Nahîd, aynı zamanda Zühre/Venüs’ün bir diğer adıdır.

Birçok din ve inanışta hayatın başlangıcı ve doğuşun temeli hep dişi yaratıklarla ilişkilendirilir. İran’da Anahita, suyu bol ve duru ırmakların, yeryüzünün bütün suları ve bütün üretkenliklerin kaynağı, annelerin memelerindeki sütlerin temizleyicisi, güç, parlaklık, duruluk ve arılık simgesi, uzun boylu, alabildiğine güzel, özgür, başında yıldızlarla donanmış altın taç, teninde altın elbiseler ve altından çok değerli gerdanlıklarla süslenmiş bir tanrıça olarak nitelenir.

Avestâ’da, bu tanrıça çok güzel, uzun boylu ve alabildiğine alımlı bir genç kız nitelemesiyle anılır. Fars kitabeleri ve tarihçilerin verdikleri bilgilere göre Anahita, çok eski devirlerden beri yaygın olarak övgülere konu olmakta, ona özel tapınaklar yapılmakta, Anahita tapınakları, İranlı rahibeler için de birer sakınma ve tanrıya yaklaşma yerleri olarak kabul edilmektedir. Söz konusu tapınaklar arasında en önemli ve en görkemli olanlar Hemedân, Şûş ve Kengâver tapınaklarıdır. Bu yapılar Husrev-i Pervîz dönemine ait olup Şirin’in yaşadığı binalar olarak nitelenmektedir. İran ve çevre ülkelerde bulunan Anahita tapınakları, genellikle yörenin suyu bol, büyük ırmaklarının kıyılarında inşa edilmiştir.

Nahîd, yıldıza dönüşmeden önce Babil’de yaşayan çok güzel ve alımlı bir kadındı. Hârût ve Marût, sınanmak için yeryüzüne gönderildiklerinde onun evine gitmiş ve onun güzelliğinin büyüsüne kapılıp aldanarak günahlara dalmışlardır. Nahîd, onlardan ism-i a’zâm’ı öğrenmiş, göklere yükselmiş ve Allah tarafından yıldıza dönüştürülmüştür.

Anahita’nın, dört beyaz atın çektiği bir arabası vardır. Atları; bulut, yağmur, kar ve doludur. Göklerin en yüce katında yaşar. Her gölün her ırmağın ve her denizin kıyısında yüz pencereli, bin sütunlu, dayalı döşeli çok süslü evi vardır. O, Ahura Mazda’nın emriyle göklerden, bulutların üstünden yağmur, kar ve dolu gönderir.

Nevrûz

Eski dünya milletleri, mitolojik ya da tarihî çağlarda birbirlerinden farklı sosyo-kültürel yapılanmalar içerisinde olsalar da, tamamı “yenilenme”, “yeni gün”, “yeni yıl” gibi kavramlarla tanışıklardı. Mitolojik çağların insanları, evrenin yaratılış modeli ya da yaratılış efsanesine uygun olarak hey yıl ya da belli dönemlerde bir kez yenilendiği inancını taşırlardı. Bu yenileşme gerçekte; yaratılışın bir tür yenilenmesi, evrenin yeniden düzenlenmesi anlamlarında algılanmaktaydı. Yaratılış konusunda- ki mitolojik aktarımlar, M. Eliade’nin ifadeleriyle; “insanların akıllarına evrenin ve içerisindeki bütün varlıkların nasıl ortaya çıktıkları ve ne şekilde var edildikleri konuların içeren köken ve yaratılış mitlerini getirmektedir.”

İran takviminde yılın başlangıcına denk gelen bayramın adı olan Nevrûz, Ferverdîn ayının (21 Mart) ilk günü kutlanmaya başlanır. Pehlevice’de; “n_gr_z” diye bilinen nevrûz, İranlıların büyük ve çok eski dinî bayramlarından biridir. Nevrûz- da gerçekte iki bayram birlikte kutlanır. Bunlardan biri yılın başlangıcı, dünyanın yeniden canlanması ve dirilişi kutlamaları olan Nevrûz törenleri, diğeri de dinî bir bayram olan Ferverdigân kutlamalarıdır.

Nevrûz, İranlıların İslâm öncesi çağlarından çok eski dünyalarına ait millî bay- ramlarından biri olsa da, şüphesiz İranlıların geçmişi, Hint-İranlılar dönemlerine M.Ö. ilk binli yıllara kadar uzanan en eski ve en büyük bayramlarından biridir. El-bette bu, nevrûz’un sadece İranlılara ait olduğu, diğer milletlerin bayramı olmadığı anlamına gelmez. Yeni yıla giriş kutlamalarının çok eski çağlardan beri Sümer, Mısır, Mezopotamya, Babil, Hindistan ve daha başka ülkelerde törenlerle kutlandığı bilinmektedir. Ancak İranlılar bu törenlere çok özel önem vermiş ve çok boyutlu anlamlar yüklemiş ve günümüze kadar yaşatmışlardır. Birçok kaynakta bu günün bayram olarak kutlanmasının Cemşîd zamanında, onun tarafından başlatıldığı aktarılır. Bu da onun sevimli kişiliği, egemenlik sürdüğü çağların refah ve bolluk dönemleri olması, hastalık, yaşlılık ve ölümün, onun egemen olduğu bölgelerde bulunmaması ve daha birçok mitolojik inanıştan kaynaklanmaktadır.

Nevrûz ile birlikte her yıl; zamanın eskimişliği, dünyanın yaşlanmışlığı hafızalardan silinerek yerine, her şey yepyeni şekilleriyle insanların hafızalarında taptaze ve genç imajlarıyla yer almaya başlamaktadır. Bitkilerin yeşermesi, tohumların, silkelenerek üzerlerindeki toprakları atmaları ve yeni bir hayata Filizlenmeleri, bitkilerin yeşil damarlarında hayat kaynağı canlarının dolaşmaya başlaması ve daha yüzlerce diriliş göstergesi gelişme, insanoğlunun bedenine yeni bir ruh, yeni bir heyecan salmaktadır. Evrenin ilk yaratılışı, insanoğlunun zihninde her zaman kay- bolmuş bir cennet olarak yerleşip kalmış ve de o şekilde hatırlanmaktadır. Dolayısıyla bütün insanların zihninde, bu “ezelî kaybolmuş cennet”e dönme arzusu yer almaktadır. Bu yüzden bütün milletler her dönemin, her yılın ilk günlerini, bir kısım dinî renklerle de zenginleştirdikleri kutlama törenleriyle geçirirler.

Nevrûz kutlamalarında İranlılar eski çağlardan beri özel törenler düzenlemektedirler. Bu törenlerin önemli bir kısmı günümüze kadar gelmiştir. Bu törenler için evler temizlenir. Nevrûz kutlamalarının yapılacağı oda, özel olarak donatılır. Bir masa üzerine bir testi su ve bir vazo içerisinde çiçekler konulur. Bir kap içerisinde ateş de bulundurulur. Ateşe güzel kokulu ağaçlar atılır, yanarken etrafa hoş koku yayması sağlanır. Ateşe odun koyan kişi yakınlarından ölmüş olanların adlarını da o esnada söyler. Bu günlerde ölülerin ruhlarının evlerine ve akrabalarının evlerine dönerek bu ateşlerin aydınlığından yararlandıklarına inanılır. Nevrûz günlerinde ateş yakma geleneği, Abbâsîler dönemine kadar Mezopotamya bölgesinde devam etmiştir. Bu durum İranlıların ateşe olan ilgi ve saygılarını göstermektedir. Nevrûz gününün sabahı yıkanmak, birbirlerinin üzerine su serpmek, yeni giysiler giymek, “heft sin: ilk harşeri sin: s harfiyle başlayan yedi tahıl türü” bulundurmak, yeşillik ekmek... bu güne ait geleneklerden bir kısmıdır. Bunlar, İran köylerinde günümüzde de devam ettirilmektedir.

Persepolis saraylarının merdivenlerinin duvarları, söz konusu hediye sunu törenlerini yansıtmaktadır. Birtakım mızraklı kişiler, kurbanlık olarak getirilen sığırlar ve atlarla birlikte meydana çıkar, kurbanlar kesilir, at yarışları düzenlenirdi.

Iyd-ı nevrûzu görüp gül defterinden andelîb

Hoş du’â vü medh okur şâh-ı zâfer-yâbüstüne

(AhmetPaşa)

Pîr-i Muğân

Tasavvufta; “mürşid-i kâmil”. Başlangıçta, pîr-i muğân; “şarap satıcısı”, “meyhanenin aksakallısı” anlamlarında kullanılırdı. Ancak daha sonraları Sufîlerin kullanımında değişik mistik anlamlar da yüklenmiştir. Tasavvuf terimi olarak; “seyr u sulûk aşamalarını başarıyla geçmiş; Sufîler ve müritlere yol gösteren, onlara kılavuzluk eden sâlikler ve müritlere, aşka, ezelî ve ebedî sarhoşluğa, hedefledikleri menzile ulaşmada yol gösteren bilge yaşlı, kılavuz, mürşid” anlamlarında kullanılır. Bu terim daha çok Hâfız’ın gazellerinde görülür. Birtakım çevrelerin etkisinde bulunan ya da genel anlamıyla resmî tasavvufa, onların temsilcileri ve bağlılarına, dergah şeyhlerine inanmayan Hâfız, idealindeki piri, efsanevî mürşidi yaratmış ve ona “pîr-i muğân”adını vermiştir. Söz konusu pîr, bazen “olgunluk” sembolü, bazen de “sevgiliye sıkı sıkıya bağlılığın” simgesidir. Zaman zaman Hâfız’ın şaibesiz duygularını, keskin görüşlerini, temiz, pırıl pırıl kalbini, şarapla, aşkla yoğrulmuş yaratılışını ifade eder. Bazen de pir, onu hedeflediği makamlara eriştirmektedir.

“Pîr” ya da pîr kelimesinin içerisinde yer aldığı, “pîr-i muğân”, “pîr-i harâbat”, “pîr-i gulreng”... vb. tamlamaların ilk olarak Hâfız-iŞîrâzî tarafından kullanıldığı kanısının yaygınlığına rağmen, başta “pîr” ve “pîr-i muğân” olmak üzere söz konusu mazmûnlar ve tamlamalar Hâfız’dan önce de Fars şiirinde özellikle gazellerde yer almıştır. Örneğin Hâcû-yi Kirmânî (ö. 753/1353) “pîr-i muğân”a gazellerinde yer verir.

Söz konusu pîr tasavvuf edebiyatında Hızır ile yakın ilişki içerisindedir. Sâliklerin görünmeyen kılavuzlarıdır. Hâfız, ondan defalarca bir “yol gösterici” ve “kılavuz” olarak söz etmiştir. Pîr-i muğân ile birlikte yine Hâfız ve diğer şairlerin dizelerinde birtakım kavramlar ve mazmûnlar yer alır. Hâfız ve aynı tarzda şiir söyle- yen şairlerin dizelerinde sözü edilen “pîr”in elinden içilen şarap, içenleri gençleştirir, onlara canlılık ve yenilik kazandırır. Burada sözü edilen “harâbât”, Hâfız’ın içerisinde ilahî nurları seyrettiği ortamdır.

Tasavvufta pîr; “sâlikin o olmadan, tek başına hakka erişemeyeceği önder ve kılavuz” anlamlarını ifade eder. Sufî literatürdeki “kutb”, “şeyh”, “veli”, “kavs” gibi terimler de hep bu anlamda kullanılır. Mürşidler ve velilerin eğitimlerinden geçmiş müritlerin ruhları, olgunluğa erişme yoluna girer, temiz canların ve aydınlık iç dünyaların ikinci doğuşları ancak bu kişiliklerin ellerinde gerçekleşebilir. Her canlı dünyaya bir kez gelir ve ölüm yoluyla bir kez gider. Ancak bütün yaratıklar içerisinde sadece insanlar, insanlar arasında da sadece sayıları az bir grup, bu olgunluk derecesine erişir, yeniden başka bir doğuş yaşar ve hayvansal karanlıklardan kurtulur.

Sîmorğ (Sîmurg)

Arapça karşılığı “ankâ: uzun boyunlu”, Sîmorğ hiç kimse tarafından görülmemiş bir kuştur. Fars edebiyatında değişik görünümleriyle yer alan, oldukça dikkat çekici mitolojik ögelerden biridir. Kendisine verilen üstün nitelikler dolayısıyla şairlerin değişik yorumlamalarına ve zengin nitelemelerine neden olmuştur. Bu efsanevî kuşun İran kültüründe yer alması bakımından geçmişi İslâm öncesi dönemle- re kadar uzanır. Avestâ, Pehlevice kaynaklar ve genel bir ifadeyle İslâm öncesi İran kültüründen anlaşıldığı kadarıyla Sîmorğ, geniş ve yaygın kanatlarıyla bilinir. Üzerinde yuva kurduğu ağaç bütün bitkilerin tohumlarını bünyesinde bulunduran, çeşitli hastalıklara ilaç olan bir ağaçtır. Avestâ’daki bilgilere göre; söz konusu ağaç Ferâhkert Denizi’ndedir. Sîmorğ ile yakınlığından dolayı İran mitolojik rivayetleri ne girmiş olan bu ağaç, Sîmorğ ile deniz arasında bir araç görevi yapar. Fars mitolojisi ve Fars edebiyatındaki özelliklerinden anlaşıldığı kadarıyla eski devirlerden beri İran toplumunda kutsanan bir yaratık olan Sîmorğ, Şahnâme’ye de mitolojik, efsanevî özellikler taşıyan metafizik özellikleri bulunan bir öge olarak girmiş, bu niteliklerinden dolayı da millî kahramanların kaderlerinde, mitolojik olaylarda etkin rol oynamıştır.

Sîmorğ ya da Anka, halk arasında Zümrüdüanka adlarıyla anılan efsanevî, tanrısal güç özellikleri de taşıyan, Şahnâme’de efsanevî bir yaratık olarak kabul edilen, Elburz Dağı’nda yaşayan bir kuştur. Eski İranlıların, Avestâ’dan da kaynaklanan inanışlarına göre Sîmorğ’un tüylerinden ya da kemiklerinden bir parçayı beraberinde bulunduranlar hiç kimseden zarar görmezler. Sıkıntıyla yüz yüze geldikleri an, tüyünü ateşte yaktıklarında, o gelir ve onları sıkıntıdan kurtarır. Sîmorğ’un dalına konduğu ağaç ilaç etkisi gösterir. Gıdasının ateş olduğu, seher yelinin onun nefesi olduğu, yaşadığı yerin de, Kâf Dağı olduğuna inanılır. Fars edebiyatında Sîmorğ ile ilgili birçok efsane vardır.

Sîmorğ’un Zâl hikâyesindeki etkin rolü özetle şöyledir: Sâm’ın ak saçlı bir çocuğu olur. Oğlunun beyaz saçlı olduğun görünce, çocuğu bu haliyle görenlerin kendisini alaya alacaklarını düşünerek Sâm, bu çocuğun çok uzaklarda bir dağa bırakılmasını emreder. Emir yerine getirilir. Sîmorğ, yavrularına yem bulmak için dolaşırken onu acınacak halde bulur ve alarak yuvasına götürür. Ancak yücelerden ilahî bir ses ona; bu çocuğu korumasını, besleyip büyütmesini, çünkü bunun büyük bir adam olacağını söyler. Sîmorğ çocuğu besler ve büyütür. Delikanlı olduğunda adı sanı her tarafa yayılır. Bir gece babası Sâm, rüyasında bütün heybetiyle oğlunu görür: Zâl, babasına sitem etmektedir. Bunun üzerine babası yola koyulur ve Elburz Dağı’na gider. Orada Sîmorğ’u bulur ve oğlunu teslim alır. Rivayetlerdeki anlatımlara göre Zâl, daha sonra iki kez daha Sîmorğ’dan yardım ister. Sıkıntıda kaldığı anlarda Sîmorğ kendisine görünür, olağanüstü gücü ve gizli yetenekleriyle çözemediği problemleri ortadan kaldırmada kendisine yardımcı olur. Eşi Rûdâbe’nin, Rüstem’i doğurması esnasında çok sıkıntılı bir anda yardıma koşar. Rüstem - İsfendiyâr savaşında Rüstem’in yanında yer alır.

Fars tasavvuf edebiyatında Sîmorğ; efsanevî, nerede olduğu bilinmeyen bir yaratıktır. Mecazî anlamda da çoğu zaman gözlerden uzak “insân-i kâmil”,“veliler” ve “pir”i simgeler. Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ında Sîmorğ, görüntüsü olmayan, hakkı simgeleyen metafizik bir varlıktır. Aynı zamanda kendisini görmeği arzulayanlar (Sîmorğ) dışında bir şey değildir o.

Zâl’ın bilge kılavuzu, dünya pehlivanı Rüstem’in destekçisi kutlu Sîmorğ, Fars tasavvuf edebiyatında ve özellikle de Ferîduddîn-i Attâr’ın Mantıku’t-tayr’ında “Allah”ı ya da “insân-i kâmil”i simgeler ve kuşların hükümdarı olarak tanıtılır. Olgunluk vadisinin yolcuları olan sâlikleri simgeleyen kuşlar, bilge Hüdhüd öncülüğünde gerçeklik Kâf’ında bulunan hükümdarlarına erişmek için yedi vadiyi aşarlar. Sonuçta bu zorlu seferde sadece otuz kuş tehlikeli vadileri aşarak yolculuğu tamamlayıp Kâf’a, Sîmorğ’un makamına erişir. Gerçekte bir tür tasavvufî kahramanlık anlatısı olan bu mesnevide; sâlikin çıktığı zorlu yolculukta karşılaşacağı tehlikeler ve sıkıntılar dile getirilmeye çalışılır.

Soşyânt

Zerdüşt dini mevûdlarından olan Soşyânt, Zerdüşt’ün soyundan gelmektedir. Kıyametin ilk anlarında dünyaya gelir ve ölüleri tamamıyla aydınlık ve temizlik dolu ölüm sonrası hayata hazırlar. Mazdeizm’de, üç Soşyânt vardır. Bunlardan her biri, diğerinden bin yıl sonra ortaya çıkar. Tekil olarak kullanıldığında en sonuncu- su kastedilir. On ikinci bin yılın sonunda Ahura Mazda’nın en son yaratıkları olan Soşyânt, dünyaya gelecektir. Onun ortaya çıkışıyla da Ehrimen yok olacaktır. Soşyânt, kötüleri cezalandırır, bütün kötülük ve şer kaynaklarının yok edilmesi için dualarda bulunur. Dünyada, kötülükler ortadan kalktıktan sonra, ölülerin diriltilmesi için harekete geçer. Bütün ölüler dirilerek Mihr, Surûş ve Reşn’in huzurunda yargılandıktan sonra Çînvâd Köprüsü’nden geçerler.

Surûş

Zerdüşt inanışının en sevimli çehrelerinden Surûş, bütün dinsel ayinlerde hazır bulunur. Bu tanrının asıl görevi, insanlara kulluğu nasıl yapmaları gerektiğini öğretmek, tanrıya karşı görevlerini yerine getirmelerini sağlamaktır. Surûş, Zerdüşt inanışında; Ahura Mazda’nın emirlerini, kutsal mesajlarını taşıyan bir sembol olarak kabul edilir. Şahnâme’nin bazı bölümlerinde o, tanrının mesajlarını insanlara ulaştıran bir ulaktır.

Avestâ’nın özellikle eski bölümlerinde Surûş bir melek olarak nitelenir. Kıyamet gününde hesap ve ölçü tartı işleri onun tarafından yapılacaktır. Surûş’un asıl görevi, dünyanın düzenini korumaktır. Her gece üç kez insanların arasına girer ve onları şeytanların kötülüklerinden korur. Ölümlerinden sonra da o, ruhların beraberinde bulunur. Farsça kitaplarda o, Cebrail ile aynı melek olarak da ifade edilir. Surûş, yüceler meclisine girebilen güçlerden ve bazen de yedi ölümsüzden biri olarak kabul edilir. Bütün melekler arasında, cinler ve sihirle uğraşanlara daha düşmandır. Seher vakti öten horozlar Surûş’un emrindedirler ve o, kendilerine insanları sabahleyin uyandırarak tanrıya şükretmelerini sağlamalarını emretmektedir.

İslâm kültüründe ve buna bağımlı olarak da Fars edebiyatında, bu anlamda Cebrail ile benzeşmektedir. Şahnâme’ye göre o, Feridûn’un yardımcıdır. Tanrısal gücüyle onun, Dahhâk’ı yenmesini sağlamıştır.

Şebdîz

Şebdîz; “gece rengi”, “siyah” anlamlarını ifade eder. “Şebreng: gece rengi”, şekliy le de bilinen Şebdîz, Sasanî hükümdarı Husrev-i Pervîz’in ünlü atının adıdır. Siyah renkli oluşundan dolayı bu isimle anılır. Rivayetlere göre; diğer atlardan daha yüksek ve daha irice bir yapıya sahip olan Şebdîz’in nalları, ayaklarına ancak on çiviyle çakılabiliyordu. Nizâmî-yi Gencevî’ye göre Şebdîz, aslında sevgilisi Şirin’in atı iken daha sonra Husrev’in malı olmuştur. Hint kralının Husrev-i Pervîz’e hediye ettiği, Şebdîz’in doğuşu da, gizemli ve efsanevî ifadelerle anlatılır.

Husrev, bu atı çok sever ve yediği her şeyden ona da yedirirdi. Şebdîz’in ölüm haberini getireni bile öldüreceğine yemin etmişti. Şebdîz öldüğünde, ünlü çalgıcı Bârbed, bir yolunu bulup Şebdîz’in bakıcısını kurtarmak amacıyla çok hüzünlü bir hava çalmaya başladı. Husrev, bu üzüntülü nağmeleri duyunca üzüntüye boğuldu ve “Yoksa Şebdîz mi öldü?” dedi. Bârbed, “Bunu hükümdarın kendisi söylüyor” diyerek atın ölüm haberini bir sıkıntıya yol açmadan Husrev’e iletmiş oldu. Husrev’in emriyle Şebdîz’in resmi, bir kayalık üzerine işlendi, daha sonra da cesedi kefenlenip gömüldü. Husrev, o resme her baktığında ağlardı.

Şebdîz, aynı zamanda musikide bir makam adı, Bârbed’in otuz makamından Şebdîz için oluşturduğu makamın da adıdır. Şebdîz efsanesi, Nizâmî-yi Gencevî’den önce de bilinmekte ve dilden dile dolaşmaktaydı. Şairler, çoğu zaman memdûhlarının atlarını Şebdîz’e benzetirler.

Yeldâ

“Şeb-i Yeldâ”diye de bilinen, Farsça sözlüklerin önemli bir kısmında belirtildiği gibi, Süryanice’den Farsça’ya geçmiş bir kelime olan yeldâ: Arapça’da “mîlâd: doğum” anlamındadır. “Şebi yeldâ”, Mesîh’in doğduğu zamanla örtüştürülmeğe çalışıldığından bu adla anılmıştır. İranlılar, bu gecenin Mitra’nın doğum gecesi olduğuna inanmaları gerekçesiyle onu Süryanice telaffuzuyla kabul etmişlerdir. Gerçekte Yeldâ, Avrupalıların, 25 Aralık’ta kutladıkları Noel ile aynı tarihe rastlar. Böylelikle Avrupalıların Noel’i, İranlıların “şeb-i yeldâ”ları aynı güne rastlar.

Yeldâ, yılın en uzun gecesidir. Bu geceden itibaren günler yavaş yavaş uzama- ya başlar. Yılın bu en uzun gecesi, İranlılar tarafından uğursuz kabul edilir. Bu gecenin uğursuz sayılmasının nedenleri arasında, kışın şiddetli soğuğuyla birlikte karanlıklar Ehrimen’inin saldırılarının sürmesi de yer alır. İranlılar, bu gecenin uğursuzluklarından korunmak için sabah güneş doğuncaya kadar ateşler yakarak çevresinde eğlenir, sofralar kurar ve meyezd dağıtırlardı. Bu tören, farklılıklarla da olsa günümüze kadar gelmiştir.

Fars edebiyatında sevgilinin zülfü ve ayrılık günleri karanlık, siyah ve uzun oluşları nedeniyle şeb-i yeldâ’ya benzetilir. Söz konusu gecenin en uzun ve dolayısıyla en karanlık gece olması gerekçesiyle derin ve karanlık özellikleriyle kuyu da bazen şiirde bu gecenin karanlığı ve derinliğine benzetilerek “çah-i yeldâ” nitelemesiyle anılır.

bottom of page